9 Nisan 2018 Pazartesi

Can'ımızdı Bizim

Lise 1.sınıftayız. Bir gün müdür yardımcısı; odasına sınıftan, içlerinde benim de olduğum on kadar kişiyi çağırdı. "Söyleyin bakayım, hanginiz sildi. Bunu yapan içinizden biri" dedi. Ne silmesi, neyi silmişiz, dediğimizde "Yoklama defterindeki devamsızlığınızı silmişsiniz. Üstelik işin ilginci hepinizinki aynı günün devamsızlığı. Silen bilinçli silmiş, diğer günlerin devamsızlığına dokunmamış. (Ekim ayı içinde bir tarihti, tarihi söylemişti ama unuttum.) Aynı gün okuldan kaçmışsınız. Eğer yapan ortaya çıkmaz, sileni söylemezseniz hepinizi tek tek döveceğim" dedi. Hocam biz yapmadık, dedikse de inanmadı bize. Hepimiz boynumuzu büktük, yiyeceğimiz dayağı beklemeye koyulduk. 

Sıradan vurmaya başladı. Dayak dedimse tokat vuruyordu: Osmanlı tokadı yani. Acır gibi yapsa da yıldızları saydırıyordu vurduğuna. Vururken de zarar vermesin diye teknik vuruyordu, sakin bir şekilde. Sırası gelen pozisyon almadan rastgele vurmuyordu. Tam sıra bana yaklaşırken odasının kapısı açıldı. Gelen matematik öğretmeni idi. Öğleden sonra dersinden bizi sınav yapacaktı. Fonksiyonlar konusu idi sorumlu olduğumuz kısım. Pek de bir şey anlamadığımız bu konuyu sınav öncesi bize öğle arasında konu tekrarı yapacaktı . Bizi sınıfta göremeyince, yardımcının odasında olduğumuzu öğrenince bizi almaya gelmiş. "Hocam, işiniz mi vardı, ben bu öğrencilerime ders anlatacaktım" dedi Zerrin öğretmen. (Bu günden geriye bakınca idealist bir öğretmenmiş, kaç kişi öğle arasını feda ederek öğrencilerine ders işler. Kendisini minnetle anıyorum buradan.) Öğretmenin bu talebinden sonra tokat yemeyen gerimize, "Geçin bakalım eşek herifler sınıfınıza! Geri kalanınızı sınavdan sonra döveceğim, haksızlık olmasın...Geliyorlar hocahanım" dedi. Dayaktan kurtulmanın sevinciyle öğretmenle birlikte sınıfa geçtik. Daha bir zevkli ders dinledik. İstersen dinleme. Sınav vardı zaten.

Sınavdan sonra müdür yardımcımız sınıfa geldi. Yine her zamanki gibi ciddiydi. Şimdi sıra geldi matematik şamarından sonra gerçek dayak yemeye, demeye kalmadan konuşmaya başladı. Yüzünde biraz tebessüm belirdi. Hayrola dedim kendi kendime. "Çocuklar kusura bakmayın, yoklama defterindeki devamsızlığı ben silmişim, siz o gün tek ders sınavına girmişsiniz. Ben sizi yok yazdıktan sonra tek ders sınavına girdiğiniz yazısı gelince silmiştim" dedi. Derin bir oh çektik. Kızmadık da kendisine. Ailemize söyleyip bizi haksız yere döveni şikayet edelim diye düşünmedik. Ki ailemize söylesek "Hoca değil mi sever de, döver de" deyip bir tokat da onlar vururdu. "Benim hatam" diyene ne denirdi sonra. Üstelik bizi odasına çağırıp tenha bir yerde gönlümüzü alma yoluna gidebilirken 45 kişilik sınıfa gelerek hem hatasını itiraf etti, hem de kusura bakmayın dedi. Kaç kişi yapardı bunu? 

82-83 öğretim yılında başımdan geçen bu olay aklıma geldi. Aklıma getiren de yoklama defterini sildiğimiz iddiasıyla bizi dövmek için odasına alan müdür yardımcımız Şemsettin CAN idi. Bugün onun vefatını öğrendim. Duyar duymaz "Allah rahmet eylesin, mekanını cennet eylesin" dedim. Acı haberi işitir işitmez sınıf arkadaşlarımla paylaştım. Hepsinin ağzından dökülen benim temennimden başkası değildi. Saf, temiz berrak bir Anadolu çocuğuydu. Dövse de hiçbirimiz ona kırgın değildik. Samimiyet dendi mi o akla gelirdi. Rol yapmayı sevmez, ne ise o idi. 

Konuşmasını taklit ederdim ardından. Arkadaşlarım da gülerdi. Konuşacağı zaman  beş parmağını diklemesine uzatır: "Eşek herif...bak...Şimdi şöyle..." derdi. Biz gülsek de o, ciddiyetinden ve söyleyeceğinden ödün vermezdi. Bize eşek herif dedi, hakaret etti demezdik. Kıyameti koparmaz, Alo 147, Bilgi Edinme nedir bilmez, ailecek okulu basmazdık. Ağız alışkanlığı idi onun ağzından dökülen. Neyse o idi. 

Orta üçüncü sınıfta sınıf başkanlığı yaparken bir gün sınıf defterini vermek için odasına gittiğimde "Hocam ben sınıf başkanlığını bırakıyorum" dedim. Niçin dedi. Zaten gönüllü olarak yapmıyorum bu görevi. Üstelik siz beni almak zorundasınız. Müdür bey size, 'Bunu başkanlıktan alacaksınız' dedi dedim. "Oğlum, boş ver müdürü sen. Ara sıra kahvehaneye ben de gidiyorum. O gün seni, müdür: döv, dediği için dövdüm, kusura bakma, sen başkanlığa devam et dedi ve yine gönlümü almıştı. (https://dilinkemigiyok.blogspot.com.tr/2015/12/dayakla-yogrulmus-bir-nesiliz-biz.html)

Allah kendisinden razı olsun, mekanı cennet olsun. Biz ondan razıydık, Rabbim de razı olsun. Öğrencilerinin başı sağ olsun. 09.04.2018, Ramazan Yüce, Konya

8 Nisan 2018 Pazar

Kamu Malını Yetim Malı Bilsek İyi Olacak

Ülkenin sorunları çok olmaya çok. Düzelteyim diye hangisine yönelirseniz elinizde kalır. Sorunlarımızdan bir tanesi de devlet malının yerli yerince kullanılıp kullanılmadığıdır. Zaman zaman hassasiyet gösterilse de devlet hazinesine ve devlet malına yeterince özen gösterilmediğini düşünüyorum. Devletin başına kim gelirse gelsin bir müddet sonra devletin malını kendi mülkü gibi görmeye başlıyor. Kendi malı gibi dedim ama keşke kendi mülkü gibi görülse. Çünkü kendi mülkü olsa dilediği gibi harcayamaz. Mutlaka bir hesap kitap yapılır.

Kamu malının iç yüzünü bilmiyorum. Çünkü musluğun başında değilim, ama görüntü devletin malının deniz mesabesinde görüldüğü, har vurup harman savrulduğu şeklinde. İnsanımız devletin içine girmeden veya yeni geldiğinde kamu malını harcamada önce tereddütler gösterir. Çünkü kamu malı bir emanettir. Doğru yönetilmesi, yerli yerince harcanması gerekir. Zira devlet malı, kamu malıdır, yetimin malı gibi korunması gerekir. Çünkü burada tüyü bitmemiş yetimin hakkı vardır. Nasıl ki yetimin malına dokunulmazsa kamu malını da kullanırken üfleyerek yemek gerekir. Durum bu iken başlardaki hassasiyet yok oluyor ve kesenin ağzı açılıyor ve ulufe dağıtılır gibi dağıtılıyor. Nisa 10.ayette Allah “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, ancak ve ancak karınlarını doldurasıya ateş yemiş olurlar ve zaten onlar çılgın bir ateşe (cehenneme) gireceklerdir.” buyurmaktadır. Özellikle para musluğunu elinde bulunduranların devletten bir şey harcamadan önce bu ayeti defalarca okurlarsa iyi olur. Okusunlar da bir yere farz iken mubah veya müstehap olan yere harcama yapma yoluna gitmesinler.

Naçizane ben, devleti yönetenleri anlamakta zorlanıyorum. Yeri geldiği zaman bütçe hesabı yaparlar, maliye disiplini üzerinde dururlar. Böyle görünce “iyi ki bu insanlar var, kuruşun hesabını, devlete maliyetini yapıyorlar, sırtımız yere gelmez” diyorsun. Sonra bir daha bakıyorsun, farz olan yerden esirgenen paranın mubah seviyesindeki yerlere harcandığını görüyorsun. “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” diyorsun hemen. Devlet bir taraftan işçi ve memuruyla sözleşme pazarlığı yaparken bütçe disiplinini bozmamak için yüzde 3-4 zam teklifleriyle kılı kırk yararken öbür taraftan ramazan aylarında iftar daveti vermek için yarışıyor. Okullarda öğretmen fotokopi kağıdı bulamazken belediyelerimiz öğrencileri, kahvecileri Çanakkale’ye götürmek için plan yapıyor, okul öğretmen ve müdürlerini seminer adı altında beş yıldızlı otellerde ağırlıyor, masraflarını çekiyor. Günümüzde ihtiyaç var mı diye düşündüğüm mahalle muhtarlarını her ay sırayla devletin zirvesinde ağırlıyoruz. Yetmedi şimdi de İspanya’ya geziye götürmeye kalkıyoruz. Tüm bunları yaparken devlet bir taraftan terörle mücadele etmek için yaptığı operasyona bütçe ayırıyor. Diğer taraftan nükleer santral gibi büyük yatırımların temelini atıyor. Döviz almış başını gidiyor, enflasyon çift haneli rakamlarda geziniyor, hayat pahalılığı arttı, vatandaşın alım gücü azaldı. Maliyemiz kırılgan hale geldi.

Dış güçlerin amacı ekonomimizi batırmak olduğu malum iken, bütçeyi disiplin altına almak ve israf ekonomisini bir tarafa bırakıp üretime dayalı bir ekonomi için neler yapılır hesabı yapmamız gerekirken gezmeye ve ağırlamaya büyük paralar harcıyoruz. Eğer “Ben enkaz devraldım, ekonomiyi eksiden artıya çevirdim, ülke sayemde hizmet, yatırım ve para gördü. Kazanan benim, dilediğim şekilde harcarım…” denirse buna da eyvah derim. Unutmayalım ki harcadığınız para milletin size emanet ettiği paradır. Millet size “Bunu istediğiniz şekilde harcayın” diye vermedi. Ümit ederim ki bu konuda ben yanlış, yetkililerimiz doğru düşünüyordur. Harcanan her şey yerli yerince harcanıyordur. Benden söylemesi. Yine de siz bilirsiniz. Ama dünkü hassasiyetlerinizi unutmasanız daha iyi olur. 08/04/2018

Taziyelerin Cılkını Çıkarmayalım **

Ölümün yüzü soğuktur, hiçbirimiz ölümle karşılaşmak istemeyiz. Ama hepimiz faniyiz, er veya geç başımıza gelecektir. Zaman zaman sevdiklerimizi yakınlarımızı kaybederiz. Dertlenip üzüntü duysak da hayatın bir cilvesidir ölümle karşılamak. Ülkemiz insanının en güzel hasletlerinden biridir ölüm vb. durumlarda cenaze evini ziyaret etmek; teçhiz, tekfin, cenaze namazı, defin ve taziyede bulunmak. Zira bu işlerde eş-dost katılır ve acılı cenaze sahiplerinin dertlerine ortak olunur. Bu yazımda taziye üzerine birkaç kelam etmek istiyorum. Çünkü taziyelerin abartıldığını düşünüyorum.

Taziyede bulunmak Müslüman’ın Müslüman üzerindeki haklarındandır. İnsanımız kederli aileye taziyede bulunma görevini de fazlasıyla yerine getirmektedir. Taziyelerde gördüğüm, taziye süresine riayet edilmediği yönündedir. Bildiğim kadarıyla taziyede bulunma süresi o yöredekiler için üç, uzaktan gelebilecekler için bir haftadır. Türkiye’nin genelinde bu zamana uyulmakla birlikte bazı yörelerimizde taziye süresi kırk güne kadar uzamaktadır. Taziye sahibi ölenine mi üzülsün, kırk gün devam edecek olan taziyesine mi? Ölen kurtulup gidiyor, geride kalanlar kırk gün boyunca ölüp ölüp diriliyor. Uzun taziye süresinden dolayı çoğu kimse evinin altında depo olarak kullandığı yeri boşaltmak suretiyle taziye yeri olarak hazırlıyor. Her gün sanki esnaf gibi taziye yerini, evini hazır tutmak ve müşteri bekler gibi beklemek durumunda kalıyor.

Taziyede süre uzatımının herhangi mantıklı bir açıklamasını bulmak mümkün değildir. Bu durumdan rahatsız olmakla beraber çoğu kimsenin yerleşmiş adetleri aşamadıklarına şahit oluyoruz. Adam işini-gücünü bıraktığına mı yansın, taziye yerinde pineklemesine mi yansın, gelene çay vb ikramını hazırlamak durumunda kaldığına mı yansın. Bu böyle olmayacak, işime-gücüme bakayım diye taziye yerini kaldırıp işine gitse ayıplayacak insanlar da eksik olmaz. Mecburen boynunu büküp bekleyecek. Halk nezdinde uzun taziyeler adet olarak yerleşti, kaldıramıyorlar diyelim. Hiç o bölgenin ileri gelenleri, sözü dinlenenleri niçin bu konuda bir adım atmaz, “Bu yaptığımız doğru değil, ölenle ölünmez, dinimizin yerleşmiş kurallarına göre bu iş üç gün sürer, haydi herkes işine-aşına…” demezler?

Taziyelerde gördüğüm bir başka husus, taziye sahibinin yemek yedirme, yemek yaptırma telaşına kapılması. Bu da doğru değil. Bizim geleneklerimizde cenaze evine eşi-dostu yemek götürür, cenaze sahibiyle birlikte yer. Olması gereken de bu. Cenaze sahibinin kederli gününde ayrıca yemek dökme gibi bir görevi olmamalı, insanımız kendini buna mecbur hissetmemeli.

Taziyelerde bir başka yönümüz daha ortaya çıktı son yıllarda. Bu yeni çıkan durum, taziyeyi kırk gün sürdürenlere rahmet okutacak cinsten. Sizi fazla merakta bırakmayayım. Sosyal medya çıkalı aile büyüklerinden biri vefat etmişse her seneyi devriyesinde tekrar taziye sayfaları oluşturuluyor. Anne veya babasının bilmem kaçıncı yıldönümü paylaşılmak suretiyle mevta yeni ölmüş gibi insanımız taziyede bulunmak için yorum yazma durumunda kalıyor. Aile büyüğünün bilmem kaçıncı yıldönümünü paylaşanlar bunu üzüntülerinden mi yapıyorlar, yoksa benim bilmediğim bir başka amaç mı güdülüyor? Ya da paylaşacak bir konu bulamayınca temcit pilavı gibi önümüze mi sürülüyor? Merak ettiğim, insanımız bu sosyal medya çıkmadan önce aile büyüklerinin ölümlerinin her yıldönümünde gazetelere taziye ilanı veriyorlar mıydı?

Sonuç olarak, taziyelerimizi makul sürede yapalım, işi ne kırk güne kadar uzatalım, ne de her yıldönümünde tekrar taziye sayfası açalım. Ne olur, taziyelerimizin cılkını çıkarmayalım! 08/04/2018, Ramazan Yüce, Konya

** 08/04/2018 tarihinde kahtasoz.com'da yayımlanmıştır.