25 Mart 2018 Pazar

Anlaşılan Biz Bu İleri-Geri Saatten Daha Çok Çekeceğiz! **

Pazar günü uyandığımda saatin kaçı olmuş diye cep telefonuma baktım. Saatler 11.00’i gösteriyordu. Nasıl yatmışım bu saate kadar dedim. Yarı uykulu halimden kurtulmak için gözlerimi biraz daha açtım. Gözlerimde sorun yoktu. Nasıl bu saate kadar yattım, bir anormallik var yine diyerek kolumdaki saatime baktım. Bu sefer saatim 10.00’u gösteriyordu. Uyku semesi saatleri yanlış okuyorum galiba dedim; tekrardan bir kolumdakine, bir de masamdaki cep telefonuma baktım. Aradaki fark bir saatti. Yatağın içinde bu sefer saatin kaç olduğunu bıraktım, aylardan hangi aydayız dedim kendi kendime. Martın sonlarındayız. Saatler ileri alınmış olmalı dedim. Sanal âleme girerek teyidini yaptım, ileri olan saatlerimiz bir daha ilerlemişti. Eskiden bir ileri yaparken bu sefer benim akıllı telefonum iki ileri yapmıştı.

Biz ülke olarak bundan sonra bir ileri, bir geri yapmayacağız, saat ikilemi yaşamayacağız diyerek saatlerimizi hep ileri saati kullanacak şekilde sabitlesek de anlaşılan senede iki defa dünyanın bir ileri, bir geri yaptığı zaman diliminde aynı sendromu tekrar yaşayacağız. Elimizde taşıdığımız cep telefonu senede iki defa “Siz saatlerle oynamaktan vazgeçseniz de ben size yılda iki kere hep bunu hatırlatacağım” der gibi oynuyor bizimle. Uyku sersemliğini atar atmaz aklıma bir papaz fıkrası geldi:Papazın biri kilisede kürsüye çıkar. Garibim vaaz verirken sesli bir şekilde yellenir. Cemaatinin karşısında mahcup olur. Toplum içerisine giremez. Sonunda kararını verir. Çok sevdiği memleketini terki diyar eder. 10 yıl başka şehirlerde ikamet eder. Unutulmuştur artık diyerek gözünde tüten memleketine geri gelir. Şehrin girişinde 12 yaşlarında bir çocuk vardır. Beldesi hakkında biraz nabız yoklamak amacıyla çocukla konuşmaya karar verir: ‘Yavrum! Adın ne senin, kimin oğlusun, kaç yaşındasın’ der. Çocuk: Adım Hans, bakkalın oğluyum, papazın yellenmesinden 2 yıl sonra doğmuşum” cevabını verir. Canın isterse hatırlama fıkrayı. Fıkra bu. Uyku mahmurluğu falan dinlemiyor.

Cebimizde taşıdığımız telefon güya akıllı! Hatta o kadar akıllı ki, bu ülke saati sabitledi, üstelik ileride hep. Ben burayı es geçeyim falan demiyor. Senede iki defa aynı haltı yaşatıyor bize. Kilisede yellenen papazın kokusu gitse de, aradan yıllar geçse de, eski çamlar bardak oldu, biz saatle oynamayı bıraktık, zamanla oynamayacağız artık; geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye desek de saat bize senede iki defa aynı sendromu yaşatacak. Tıpkı papazın yellenmesinin milat kabul edildiği gibi. Nasıl kurtulacağız bu terk ettiğimiz saatin senede iki defa kafamıza vururcasına “Ben daha ölmedim” demesinden.

Başımıza Ebu’l Kasım’ın ayakkabısı kesilen bu saatten nasıl kurtulacağız?  “Ebu’l Kasım, imkanı yerinde olmasına rağmen her tarafı yırtılmış ve yama yaptırılmış ayakkabısını giymeye devam ediyor. Ayakkabı, yamalardan olsa gerek ağır mı ağır! Herkesin tanıdığı bu ayakkabıdan kurtulması ve yeni bir ayakkabı alması için eşi-dostu, yeni bir ayakkabı al dese de Ebu’l Kasım, ‘Haklısınız, alayım” der ama cimriliği yeni bir ayakkabı almasının da önüne geçer her defasında. Bir gün hamama giden Ebu’l Kasım, hamam çıkışı elbiselerini giyerken kendi ayakkabılarının yanında gıcır gıcır yepyeni bir ayakkabı bulur: ‘Eş-dost bana acıdı, yeni bir ayakkabı alıverdi, sağ olsunlar’ diyerek yeni ayakkabıları ayağına giyer, çeker gider. Ayakkabı şehrin kadısınındır. Kadı, ayakkabısını yerinde bulamayınca kızar, bağırır. Kadının adamları giden ayakkabının yerine konmuş eski ve yamalı ayakkabıları görünce, ‘Sayın kadım! Bu ayakkabılar Ebu’l Kasım’ın, seninkileri o giymiş olmalı’ der. Ebu’l Kasım’ı derdest ederek kadının huzuruna çıkarırlar. Yargılama sonucunda belli bir para cezasına çarptırılan Ebu’l Kasım, ayakkabılarını eline alır, ‘Bu gidişle ben bu ayakkabılardan çok çekeceğim, en iyisi kurtulmak’ der yeni bir ayakkabı alır. Eski ayakkabısını gider denize atar ve evinin yolunu tutar. Günler sonrasında denizde balık tutan birinin oltasına ağır mı ağır bir şey takılır. Balıkçı, ‘Büyük bir balık yakaladım galiba’ diye sevinç içerisinde oltayı kaldırınca oltaya takılanın Ebu’l Kasım’ın ayakkabısı olduğunu görür, düşürmüş olmalı, diyerek Ebu’l Kasım’ın kapısını çalar. Malum ayakkabının sahibi evde yoktur. Kaybolmasın, gelip geçen almasın diye ayakkabıları evin damına atar. Damda gezinmekte olan kedinin ayağına takılan ayakkabı, yoldan geçmekte olan birinin kafasına düşer ve adamı yaralar. Yaralı adam hastanede tedavi görürken şehrin kadısı, yaralayanın peşindedir. Suç yerinde Ebu’l Kasım’ın ayakkabısı bulunur. Adam yaralamaktan Ebu’l Kasım’a hem hastane masrafları, ayrıca para cezası verilir. Olan bütün mal varlığını eski ayakkabısı sayesinde kaybeden Ebu’l Kasım, saçını-başını yolarak, “Ben bu ayakkabıdan nasıl kurtulacağım” diye düşünür ve sonunda eline tutuşturulan ayakkabılarla yeniden kadının huzuruna çıkar, kadıya: ‘Sayın kadım! Bu ayakkabı ile aramda hiçbir bağımın olmadığı ile ilgili bana resmi bir belge versen’ diye ricada bulunur. Ebu’l Kasım’ı dinlemekte olan kadı, acı acı gülümseyerek Ebu’l Kasım’a “Ayakkabı ile Ebu’l Kasım’ın hiçbir alakası yoktur” şeklinde bir berat verir ve böylece Ebu’l Kasım , servetine mal olan bu ayakkabıdan zor da olsa kurtulur.

Sahi biz papazın yellenmesi gibi senede iki defa karşımıza çıkan bu ileri-geri saat uygulamasından nasıl kurtulacağız? Ebu’l Kasım, kadıdan berat almakla kurtuluyor, biz nasıl kurtulacağız? Var mı bunun çaresini/yolunu bilen? 25/03/2018, Ramazan Yüce, Konya

** 25/03/2018 tarihinde Kahta Söz'de yayımlanmıştır.



24 Mart 2018 Cumartesi

MEB Personelinin BİMER ve CİMER Müracaatları

Vatandaş; bilgi edinmek, birisini veya bir kurumu şikayet etmek amacıyla yetkili mercilere ulaştırılmak üzere dilekçe hakkının yanında, Bimer veya Cimer gibi yolları kullanmaktadır. Her başvuruya süresi içerisinde cevap verilmektedir.

Şikayet, öneri, mağduriyet vb. nedenlerle kullanılan bu hak, sorunları ne kadar çözüyor konusu ayrı bir konu. Sivil vatandaş bu hakkı istediği şekilde rahat bir şekilde kullanmaktadır. Devlet memurları bu yöntemlerden herhangi birini kullanmaya kalksa karşısına hemen mevzuat çıkar. Kendisine cevap olarak "Bu konuyu çalıştığınız kurum amirine dilekçe vermek suretiyle çözmeniz gerekmektedir." denir. Çünkü dilekçe vermek için silsile takip edilmesi gerekir. Hatta bazı zamanlarda kamu personeline silsile atladığından dolayı inceleme ve soruşturma da açılabiliyor. Daha doğrusu soruşturma açılabiliyordu. Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Yusuf Tekin imzalı gönderilen yazıya göre memurların da Bimer, Cimer gibi bilgi edinme yollarını kullanabilecektir. Bu yazıyla birlikte memurlara konmuş yasak da kalkmış oldu. Olmadı gereken de buydu. Gecikmiş de olsa olumlu bir gelişmedir.

Gelelim Bimer ve Cimer'in işlevine. Beklenen işlevi yerine getirdiğini düşünmüyorum. Çünkü yaptığın şikayet vb. durum, "çöz-cevapla" diyerek tekrar şikayetçi olduğun kuruma gönderiliyor. Aşağı ne yapıyor? "Durum şöyle şöyle..." deyip hem yukarı gönderiyor. Yukarı, "Cevap aşağıdadır" şeklinde aynı yazıyı forward edip gönderiyor. Sorun çözülmüyor yani. Bunun mantığını anlamış değilim. Çünkü şikayet edilen kurum veya kişi sorunu çözse idi, zaten sorun yukarıya gitmeyecekti. Sadece yazışmak yanınıza kar kalıyor. Çünkü gelen cevap mağduriyeti çözmüyor. Ya da şikayetin aslı yoksa, çalışana iftira edilmişse şikayet edene bir yaptırımı yok. 

Bilgi edinmeyi daha işlevsel hale getirmek için bazı şeyler yapmak gerekir. Gerekli-gereksiz başvurunun önüne geçilmeli. Öyle her isteyenin canım sıkıldı diyerek yazı döşediği, kızdığı memura had bildirdiği bir yer olmamalı. Başvurusu yapılan konu ciddi olmalı. Lüzumsuz başvuruların önüne geçmek için başvuru esnasında cüz'i de olsa bir başvuru ücreti yatırma zorunluluğu getirilebilir. Şikayet edilen konunun adlı yoksa, çalışana iftira edilmişse başvuru sahibine müeyyide uygulanabilir. Şikayet edilen konu ve kişi, üst makam tarafından incelemeye alınmalıdır. Konunun aslı var ise kasdi olan davranışa ceza verilmelidir. 24.03.2018, Ramazan Yüce, Konya 




İnsan Gönül Koymaya Görsün!

İnsanoğlu boy-pos, kılık-kıyafet, tip yönünden farklı olduğu gibi duygu-düşünce, hissetme, incelik ve zerafet bakımından da farklıdır. Bilim ve teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin bir insanı çözmek için tüm dünya bir araya gelse çözebildiği, buz dağının görünen kısmı kadardır. Bu da insanın onda birine tekabül eder. Daha görünmeyen kısmı vardır. Çünkü onca şeffaflığına rağmen insan gizemli bir varlıktır. Olaylara, zamana, ortama, psikolojisine göre değişiklik gösterir insanoğlu. Hele bir de içe dönük biri ise insan, çöz çözebilirsen.

Ne gülen yüzler vardır; içi kan ağlar, ne sakin insanlar vardır; içinde fırtınalar kopar, ne kızgın ve sinirli insanlar vardır; içi merhamet doludur. Ne insanlar vardır ki içi duygu yüklüdür, ne insanlar vardır ki kendini olduğundan farklı gösterir. Biz aysbergin görünen yüzünü biliyoruz. Sadece görünüşüne göre tanıyor ve tanımlıyoruz insanı. Mesela kırgınlığı, alınmayı, içe kapanmayı nereye koyacağız? Çünkü insanın ne zaman, neye alınacağını kestirmek mümkün değil.

Kişi bir şey umar; umduğu olmayınca alınır, ilgi alaka bekler; yeterince ilgilenilmediği için alınır, taltif bekler; olmayınca alınır, şaka yaparsın; kaldıramaz, alınır; şaka yapmazsın, herkese şaka yapıyor, bana şaka yapmıyor diye alınır... Alınır oğlu alınır. Parayla mı sanki. Çeker oğlu çeker, tıpkı mıknatıs gibi. Her şeyin çözüm ve tedavisi vardır ama alınganlığın, kırılmanın tedavisi yoktur. Hiç içinden çıkmaz, hep kendiyle yaşar. Belki de tek tedavisi hafıza kaybıdır. 24.03.2018, Ramazan Yüce, Konya