20 Mart 2018 Salı

Değerlerimizi Yok Etmenin Bedeli

Giderekten hiçbir mesleğin saygınlığı kalmayacak. Çünkü hepsinin tek tek ipini çekiyor, haddini bildiriyoruz. Alkışlayanımız da çok nasılsa. Bu iş böyle giderse saygınlığı olan meslek ve meslek erbabı ara ki bulasın. Saygınlığı sıfırlanan, yerlerde sürünen meslek erbabı başarılı biri de olsa, gecesini gündüzüne katıp çabalasa da veriminden bahsetmek mümkün değil.

Hiçbir kişi, zümre kendi itibarının zedelenmesini istemez. Ama en fazla da meslek erbabı itibarını kendisi düşürür. Bir de buna dış etkenler katıldı mı itibar denen şeyi bulamazsın. Mesleklerde mesleki etik oturmaz, uygulanmaz veya önemsenmezse başlayan kokuşmuşluk dış etkenlerle ayyuka çıkar ve meslekler yerlerde sürünür.

Son yıllarda bir furya başladı. İnsanların emeğine saygı kalmadı. İki kişi bir araya gelse başka meslek mensuplarını konuşuyor. Keşke başkalarını eleştirmeye ve kınamaya bulduğumuz vaktin milyonda birini de kendimizle ilgili öz eleştiri yapmaya ayırsak. Ama öyle değil. Kimse kendi üzerine toz kondurmuyor. Şunu herkes bilsin ki yapıcı olmayan hiçbir eleştiri, zarardan başka fayda sağlamaz.

Bugün öğretmen, din görevlisi ve doktorlar yerden yere vurulmaktadır. Hiç de insafımız yok. Eleştirdiğimiz yer ve ortama bile dikkat etmiyoruz. Bir gün çocuğumuzu eleştirdiğimiz öğretmene vereceğimiz ya da halen bu öğretmende okuduğunu düşünmüyoruz. Bir gün yerden yere vurduğumuz din görevlisine şu ya da bu şekilde işimizin düşeceğini aklımıza bile getirmiyoruz. Beğenmediğimiz doktorun önüne giderek muayene olacağımızı hiç hesaba katmayoruz. Bir gün işimiz düşerse bu eleştirdiğimiz kesimin bize bir faydası olur mu? İşlerini doğru yapsalar bile bize zerre faydası olmaz. Çünkü onlara inanmıyoruz. Önyargımız bunu engelliyor. Eleştire eleştire ipliğini pazara çıkardığımız bu kesimin itibarını sıfırlamıştık bir zaman. Bugün bir fayda da beklemeyelim.

Her şeyden önce emeğe saygı göstermek lazım. Eleştirilerimiz yapıcı olmalı, düzeltme niyetini taşımalıyız. Bir yerde bir sorun varsa eleştiri ortamını iyi ayarlamak ve eleştirirken verim almak hedefi gözetilmeli. Bu olumsuzluğa payı olan başkaları da hesaba katılmalı. Ben bir veli, bir hasta, bir cemaat olarak ne yapmalıyım diye sorulmalı. Bunu yapmazsak bugünümüzü yarın mumla ararız. 20.03.2018, Ramazan Yüce, Konya 


Ne İş TÜBİTAK? **

16 Mart 2018 günü bir Tv kanalında: "İzmir'de özel bir lisede okuyan iki öğrencinin, kimya öğretmenleri nezaretinde 4 aylık bir çalışma sonucunda atık maddelerden çimento ürettikleri, bu durumu bir proje haline getirip destek almak amacıyla TÜBİTAK'a başvurdukları, Kurumun projeyi reddettiği, bunun üzerine projenin İngilizceye çevrilerek yurtdışındaki ilgili kuruluşlara başvurdukları, ABD'den Harvard Üniversitesi başta olmak üzere Fransa ve Kanada'dan sunumlarını gerçekleştirmek için davet aldıkları" şeklinde bir haber izledim. Ağzım açık dinlediğim bu haberin aslı-astarı var mı diye sanal aleme bir göz attım. Fazla yer kaplamasa da haber medyada küçük de olsa yer almıştı. Anlaşılan TÜBİTAK'ın uygun proje görmeyip reddettiği gibi basınımız da bu olayda bir haber değeri görmemişti.

Liseli gençlerin atık maddelerden çimento ürettikleri proje TÜBİTAK'tan niçin geçmedi, niçin kayda değer görülmedi, gençler boşa kürek mi çekiyor, TÜBİTAK dediğimiz kurum bilim ve araştırmanın önünde en büyük engel olarak mı duruyor, bu bilimsel kurumun işlevi nedir, nasıl çalışır, kimlere hizmet ediyor? Anlamış değilim. Dün FETÖ'cülerin işgali altında olan, yıllar yılı çiftlik gibi yönetilen bu kurumda bugün kimler var? Bilim ve araştırmadan çok mu anlıyorlar? Yoksa bilime, teknolojiye, araştırmaya fransızlar mı?

Dört ay boyunca çalışıp didinerek bir proje gerçekleştiren bu gençlerin müracaatı yurtdışından sayılı üniversitelerden sunumlarını gerçekleştirmek üzere davetler alındığında veya bu olay haber kanallarında haber değeri bulunup verildiğinde TÜBİTAK'tan "Proje diye önümüze getirilen çalışma, hiçbir bilimsel değeri olmadığından Kurumumuz tarafından kayda değer bulunmadığı için reddedilmiştir." şeklinde bir açıklama var mı diye baktım. Maalesef böyle bir açıklamaya da rastlamadım. Belki bu gençler, yurtdışına giderek sunumlarını yaptıklarında projeleri ekonomik ve yeni bir icat olarak görülmeyecek. Olabilir. TÜBİTAK bu gençleri, yönlerini dışarıya dönmeyecek şekilde burada motive etmeliydi, onları "Şöyle şöyle yapın, projenizi şu şekilde revize edin, şu tarihte sizi bekliyoruz" diyerek yönlendirmeliydi. Yurtdışı, her fırsatı bir ganimet bilip değerlendirirken bizimkiler ipe un serercesine ayaklarına gelen katma değeri geri çevirerek bilime hizmet ettiğine mi inanıyor? Sahi onlar orada niçin varlar? Bilim ve araştırmanın önünü açıp destek olmak için mi oradalar? Yoksa köstek olmak için mi orayı işgal ediyorlar? Eğer amaçları köstek olmaksa hiç gölge etmesinler. Şayet bu gençlerin projesi yurtdışında kayda değer bulunursa bizim TÜBİTAK'ın kapısına kilit vurulmalı ve kapıya da "Bilimin önünde en büyük engel olduğu için açılmamak üzere ebediyen kapatılmıştır, içinde görev yapanların bilimsel ve akademik unvanlarına el konulmuş, kendileri devlet memurluğundan ve bilim adamlığından el çektirilmiştir" yazısı yazılmalıdır.

Siyasetimiz atık maddelerden çimento üretme işini mercek altına almalı, kasıt ve ihmal varsa kişiler hakkında işlem yaparak bilim, teknoloji ve araştırmayı engellemekten dava açılması için Cumhuriyet savcılarına suç duyurusunda bulunmalıdır, hem de gecikmeden.20.03.2018, Ramazan Yüce, Konya

** 02/04/2018 tarihinde kahtasoz.com'da yayımlanmıştır.

Mekanın Cennet Olsun "Enayi" Adam! *

Eski bakan Hasan Celal Güzel durumu ağırlaşarak Ankara’ya sevk edilmişti. Türk devlet ve siyaset tarihinde çalışkanlığı, dobralığı, dürüstlüğü, sevecenliği, bilgi ve birikimi, kişilik ve duruşuyla farklı bir yeri olduğuna inandığım, kendisini dinlemekten hep zevk aldığım nevi şahsına münhasır bir değeri Türkiye,  üç ayların ilk gününde kaybetti. Hem devlet adamı, hem bilim adamı, hem siyasetçi, hem de köşe yazarlığı yaparak bilgi, birikim ve tecrübesini halkla bütünleşerek paylaşan bu şahsiyetin darı bekaya göçmesi,  ülke adına bir kayıp gerçekten. Hasan Celal Güzel’den bahsediyorum. Namı diğer, Tank Hasan’dan.

Adıyla, soyadıyla güzel bir insan olan Hasan Celal GÜZEL'i, Özal döneminde Milli Eğitim, Gençlik ve Spor Bakanı iken Tv’lerde gördüm. Her konuşmasında bir samimiyet, bir içtenlik gördüm, hoşsohbet birisiydi. Vekillik ve Bakanlığı fazla uzun ömürlü olmasa da siyasi hayatımızda hep var oldu; her duruşu, her konuşması dopdolu idi ve hep ses getirdi. Kimseden çekinmedi, gözünü budaktan esirgemedi. Bürokrasinin zirvesinde yer aldı. Türkiye'nin en genç müsteşarı olma ilkini yaşadı. Geleceği parlak olan vizyon ve misyon sahibi bu güzel insan, eline geçen fırsatları elinin tersiyle itti.

Halkımız, siyasetin bu renkli simasını askeri darbelere karşı dik duruşuyla ona “Tank -savar- Hasan” dedi. Siyasete atıldığında herkesle sarılarak ün yaptı. Sarıldığı sayısız insanların sakalları yüzünü yara yapınca iyileşsin diye yüzüne pudra sürmesiyle tarihe geçti. Haksızlık karşısında hep mağdurun yanında saf tuttu. Mücadele ederken beyefendi kişiliğini hiç bozmadı. Hapis yattı, siyasi yasaklı oldu. Tırnaklarıyla kazıyarak kurduğu partisinde pek varlık gösteremese de halkın gözünde ve gönlünde ayrı bir yeri vardı onun. Halktan biriydi çünkü. Kibir ve enaniyet yoktu hiç kendisinde.

Halkın gözünde hep ayrı bir yeri olan GÜZEL’in unutulmayacak en önemli yeri belki de dürüstlüğüdür. Çünkü o, Türk siyasetinde siyasete girerek temiz kalan ender kişi olarak tanınacak. 13/05/2013 günü Sabah gazetesindeki köşesinde milletvekillerine ithaf ettiği “Meğer ben ne enayiymişim!..” yazısıyla hatırda kalacak hep. Bugünlerde sosyal medyada paylaşım rekorları kıran bu yazısını okumadıysanız okumanızı tavsiye ederim. (https://www.sabah.com.tr/yazarlar/guzel/arsiv?getall=true). Yazısında kendisinin; “Su katılmamış bir avanak, bir budala, düzeltilmesi mümkün olmayan bir enayi olduğunu” belirtiyordu. Çünkü o, devletin malını deniz görüp yiyenlere inat, devlet malına el uzatmayarak domuz olmayı seçmişti. Yine yazısının devamında “Hayatının her bir safhasında eşek gibi çalıştığını, doğru-dürüst uyku uyumadığını, hayatında tek gün dahi izin kullanmadığını, devlete ait kurşun kalem, silgi ve kağıdını sadece resmi işlerde kullandığını, kırmızı plakalı aracına eş ve çocuklarını bindirmediğini, çocuklarının dahi devletin malına el uzatmadığını, Vakıflar Genel Müdürü olarak atanan eşinin genel müdür olmasını nasıl engellediğini, zorunlu birkaç yemeğin dışında Meclis’te yemek yemediğini, lojmanda oturmadığını, mal-mülk edinmediğini, YDP’i kurarken lazım olan parayı karşılamak için eşine ait ev ile baba ve dedesinden kalan evleri sattığını, siyasete zengin girip fakir çıktığını, müsteşarken hakkı olan sözleşmeyi yapmayarak emrindeki daire başkanlarından daha düşük maaş aldığını, kıyak emekliliğe karşı çıkarak tek maaşa talim ettiğini, yetmişe merdiven dayadığı halde hayatta tek dikili ağacının olmadığını, hala kirada oturduğunu, bundan pişman olmadığını, bugün elinde imkan olsa yine aynı enayiliği yapacağını” belirttiği yazısını “Beni bütün 'enayiliğime' rağmen kimseye muhtaç etmeyen Yüce Allah’ıma hamd ediyorum.” diyerek bitirmiş.

Sayın Güzel, her yönüyle unutulsa da “Meğer ben ne enayiymişim” yazısıyla hiç unutulmayacak. Böyle enayilere, budala ve ahmaklara can kurban! Diğer siyasetçilerimize örnek olmasını istediğim bu Güzel insana Allah’tan rahmet ve merhamet diliyorum. Allah, özellikle siyasette sayılarını çoğaltsın. Sevenlerinin, yakınlarının ve milletimizin başı sağ olsun.

Mekânın Cennet olsun enayi adam! Biz senden razıydık, Allah da senden razı olsun! 20/03/2018, Ramazan Yüce, Konya

* 21/03/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.