12 Eylül 2017 Salı

Ne Zaman Kendimize Bakacağız?

İnsanın en büyük sorunlarından biri kendisini mükemmel görmesi. Durum bu olunca gözü hep karşı tarafta. Çünkü kendisinde bir hata ve eksiklik görmez. Ona göre insanlar çok kötüdür, işlerini iyi yapmazlar. Böylesini en güzel anlatan bir hikaye. Okuyalım isterseniz:

"Genç bir çift, yeni bir mahalledeki yeni evlerine taşınmışlar.

- Sabah kahvaltı yaparlarken, komşu da çamaşırları asıyormuş
Kadın kocasına
- Bak, çamaşırları yeterince temiz değil, çamaşır yıkamayı bilmiyor, belki de doğru sabunu kullanmıyor.' demiş.
Kocası ona bakmış, hiçbir sey söylememiş, kahvaltısına devam etmiş.
Kadın, komşusunun çamaşır astığını gördüğü her sabah aynı yorumu yapmaya devam etmiş.
Bir ay kadar sonra, bir sabah, komşusunun çamaşırlarının tertemiz olduğunu gören kadın çok şaşırmıs, bak demiş kocasına
- Çamaşır yıkamayı öğrendi sonunda, merak ediyorum, kim öğretti acaba ?’
Kocası uzun uzun karısına bakmış; Ben bu sabah biraz erken kalkıp penceremizi sildim’ diye cevap vermiş."

Eleştiriye de açık olmaz böyleleri. Çünkü kendisini inkar anlamına gelir bu. Kolay kolay yapılanı beğenmez, ömrünü başkasını eleştirmekle geçirir. Hep başkasının gözündeki çöpü görür, kendi gözündeki merteği görmez. Başkasını eleştire eleştire eleştirmenlik adı altında bir mesleğin sahibi olur. Bu adam hep başkasını eleştiriyor, başkasında kusur buluyor, bir de ben bunu eleştireyim dersen annenden doğduğuna pişman eder seni. Çünkü kendisine göre hiçbir hatası yoktur onun. Bu yüzden eleştiriye açık değildir.

Hatasını görmediği için bu tiplerin hatasını görmesi de mümkün olmadığından kendisini yenilemesi ve geliştirmesi mümkün değildir.

Bu tiplere "Dünyada senden başka iyi insan var mı" demek lazım. 12.09.2017




11 Eylül 2017 Pazartesi

Okulların Servis Problemleri Ne zaman/Nasıl Çözülecek?

İstanbul-Üsküdar'da bir ilkokulun servis taşımacılığında kan aktı. Silahların konuştuğu kavgada bir kişi ölürken iki kişi de yaralandı. Meydana gelen bu olay bereket öğrencilerin tatil olduğu bir döneme denk geldi. Ya bu kavga öğrenciler arasında olsaydı ölü ve yaralı sayısını varın siz düşünün.

Olaya servisçilerin bireysel kavgası olarak bakmayalım. Birçok okul önünde meydana gelmesi muhtemel çatışma okul idaresi, polis veya sağduyulu insanlar sayesinde önlenmektedir. 2016-2017 öğretim yılı başında geçen yıl bir okulun servis işini yapanlar ihaleyi kazanamayınca fiyat kırarak ihaleyi yeni alan firmayı sokmamak için ellerinden geleni yaptılar. Bir aydan fazla bir zaman diliminde okulu polis bekledi.

Okulların servis taşımacılığında bu gerginlikler, bu kavgalar niçin olmaktadır? Öncelikle bu konuya eğilmemiz lazım. Sorun mevzuatta gibi geliyor bana. Servis Yönetmeliği, tekeli kırmak için açık kapı bırakıyor. Okullar açılmadan Okul-Aile Birliği "Servis taşıma ihalesi yapılacaktır" kararı alır ve ihaleye çıkar. İhale en uygun teklifi veren de kalıyor. İhaleyi alamayanlar okulun servis işinin peşini bırakmıyor. Zira büyük rant var öğrenci taşımacılığında. Ayrıca  mevzuat da buna müsait. Zira mevzuatta, dört veli bir araya gelir "Bizim çocuğumuzu şu plakalı araç taşıyacaktır" derse dışarıdan bir servisçi gelir, okulun taşıma işini yapar. Böyle bir yola girmek isterse hangi servisçi geçen yıldan taşıdığı dört öğrenci velisi bulamaz. İhaleye girerken kurtarmaz diyerek en uygun teklifi vermeyen servisçi, daha önce vermediği fiyatın yarı fiyatına öğrenci taşıma işine girebilmektedir. Amaç rekabet edip ihaleyi alanı batırmak, çekilmesini sağlamaktır. İşte çıngar da burada çıkıyor.

Ulaştırma Bakanlığı, tekeli kıracağım düşüncesini bir tarafa bırakıp bu işe mutlaka el atmalıdır. Çünkü yönetmeliğe göre okul-aile birliğinin verdiği ihale sadece tavsiye niteliğindedir. İsteyen gelir taşır. Bizim insanımız "İhaleyi alamadım, demek ki nasip değilmiş, rızkımı başka yerde arayayım" demez, hışımla girer taşıma işine. Sonuç, kan akma şeklinde ürün veriyor. Hakkını yemeyelim, ihaleyi alamayınca "Hayırlı olsun" deyin rızkını başka yerde arayan servis işletmecilerinin sayısı da az değildir.

İşin garibi okullarda servisle ilgili ihaleler yapılır, öğrenciler taşınır, servis kaydı ve taşıma işinde servisçiler arasında kavga, gürültü, gerginlik ve kan akıtma eksik olmaz. Tüm bu durumlara okul yönetimleri seyircidir. Çünkü  ihalede okul müdürünün esemesi okunmaz. Zira okul müdürü ihale komisyonunda yoktur. Etkisiz elemandır. Sonuçta Birlik ihaleyi verir, çekilir kenara. Servisçi iyi ise  okul müdürünün keyfine diyecek olmaz. İyi çıkmazsa okul müdürü otursun-kalksın ağlasın. Bundan sonra servisten kaynaklanan ne kadar sorun varsa yetkisiz sorumlu eleman olarak çözmek için uğraşsın dursun. Yine servisçiler birden fazla okulun servis işini aldığı zaman okul müdürü giriş-çıkış saatlerini servisçiye göre ayarlamak zorunda kalabiliyor çoğu zaman.

Servisçilikte işler daha fazla sarpa sarmadan, daha fazla kan akmadan yetkililerin caydırıcı tedbirler almasında fayda vardır. İhaleler gerekirse birliklerden alınarak kantin ihaleleri gibi milli eğitimler tarafından yapılabilir. Servis işinde tavsiye kararı falan alınmamalıdır. İhale kimde kaldı ise o firma taşımalıdır. Dört veli bir araya gelerek çocuğunu başka bir firmaya taşıtma yoluna gitmemelidir. Taahhütnameye uygun taşıma yapmayan firmanın sözleşmesi feshedildiği gibi başka caydırıcı tedbirler de konmalıdır. 11.09.2017


"Sopayı ben kırmıştım halbuki!"

80 öncesi Kur'an Kursunda okumuş olanlarınız varsa kurs ortamını bilir, bilmeyenler için kısaca anlatmak isterim. Tek bir hocanın önünde 20-30 kadar öğrenci olur. Öğretmen önce cüzden başlayanlar, cüzü biraz bilenler, Kur'an okuyanlar, daha iyi okuyanlar olmak üzere seviye grupları oluşturur. Sorumlu olduğumuz alanı grup olarak birlikte okuruz. İçimizden biri okuyamamışsa geri gönderilir, o günün dersi verilmez. Sürekli geri kalan olursa bir alt gruba kaydırılır. Derdini veren sırasına geçer, ertesi günü verilen ödevini yapmakla görevlendirilir. Sırası gelen grup okur, yerine geçer.

Dersini okuyamayanın dayak yemeden yerine geçmesi pek mümkün olmaz. Az veya çok nasibini alır. Çoğunun üzerinde sopa kırılır. Her yere rasgele vurulan sopa izlerinin zamana bırakılarak iyileşmesi beklenir. Kimse niye vuruyorsun diye sormaz. Vurduğu yerde gül biter, vardır bir hikmeti diye düşünülür. Bu dayak yeme bazılarında tik haline gelir, ders okurken kazara hoca, öne eğilse dayak geliyor der, hemen geriye doğru kaçar. Akşama kadar dayak yiyemeden evinin yolunu tutan öğrenci günün en şanslı öğrencisi olur. Dayak yiyen de ailesine söyleyemez. Suçun olmasa öğretmen döver mi diyerek bir araba sopayı da evden yer.

Biz okurken bizi yola getirmek için hocamızın üzerinde "Beş yaşında, aklı başında" yazılı bir sopası vardı. Hiç kimseye vuramasa kendi eline vururdu deneme sadedinde. Hoca ders okuturken zaman zaman gözünü oturanların üzerine çevirir, sağa-sola kafasını çeviren, konuşan varsa oturduğu yerden sopa üzerimize gelirdi, ne yapıyorsun dercesine. Sopa bazen kafaya, bazen şakağa, bazen yüze, bazen de sırta gelirdi. Mahareti üst seviyedeydi. Attı mı boş geçirmezdi. Amma denklediğine, amma başkasına mutlaka isabet ederdi. Zira dayak cennetten çıkma idi. Başka türlü de adam olmazdık. Hocamız bu atmosferi fazlasıyla çocukluğunda yaşamış, şimdi sıra bizde idi. Ne yaşadıysa onu yaşatıyordu bize. Tek suçumuz ailemizin ileride  ardımızdan bir Fatiha gönderir umuduyla Kur'an öğtensin diye kursa göndermesiydi. Zaman zaman oyuna dalar ödevimizi yapmazdık.

Bir arkadaşımız günlük abone idi dayak yemeye. Dayağın yeri iyileşmeden üstüne gelen sopa işin tuzu biberi olmuştu. Ne yapayım, ne giyeyim de fazla acıtmasın diye akıl yürütürken bir arkadaş, "Gömleğinin altına omuz kısmına kollarınla birlikte post giy" demiş. Bizimkinin aklına yatmış bu. Postu nasıl buldu, gömleğin altına nasıl giydi bilmem. Bir gün dayak yerken "şak şak" diye ses geldi. Üstelik "anam" diye sızlanmıyordu arkadaş. Fazla acı çekmediğini gören hoca bu durumdan işkillendi. "Ne var altında" diye diye öğrenciye "post" olduğunu söyletti. Hoca bu durumdan haz almadı. Zira sopa o zaman görevini yapmamış olurdu. Arkadaşa bir daha post giymemesini yasakladı. Arkadaş başladığı yere yeniden dönmüş oldu.

Dayak yiyenlerin içerisinde  en az dayak yiyen olmama rağmen bir haftasonu birkaç arkadaş bir araya gelerek en büyük düşmanımız olan sopayı yok etmeye karar verdik. Bu ekibin elebaşı da ben idim. Nöbetçi öğrenciden kursun anahtarını alarak sopayı alıp kırdık. Öyle ya sopa olmasa öğretmen bizi nasıl dövecekti. En büyük düşmanımızdan kurtulmanın sevinci ile kurstan uzaklaştık. Bir taraftan da içimizde bir korku vardı. Çünkü sopa nerede diye sorulacaktı.

Pazartesi günü bile bile geç geldim kursa. Selam verip içeri girdiğimde sınıftaki erkeklerden kimse yoktu. Sadece kızlar tarafı dolu idi. Hocamız selamımı aldı, beni yanına çağırdı. "Ramazan, sopa yok orta yerde. Arkadaşların yan sınıfta ayakta bekliyor. Yanlarına git, o değilden ağızlarını bir yokla." dedi. Vardım yanlarına. Hepsinin başı öne eğikti. Suçlu bir insan psikolojisini taşıyordu hepsi. İçlerinde birlikte sopayı kırdığımız suç ortaklarım da vardı. Her birine tek tek "Sopa nerede, hanginiz kırdı" dedim. Başını kaldıran "Bilmiyorum, kimin kırdığını da bilmiyorum" dedi. Sorgu işi bittikten sonra suçun failini tespit edemeden hocanın yanına vardım. "Hocam, kimin kırdığını hiçbiri bilmiyor" dedim. Ardından "Çağır arkadaşlarını, yerlerine geçsinler" dedi. Denileni yaptım. Ben önde, arkadaşlarımsa ardımda sınıfa girdik. İlk defa sopasız bir sınıf ortamında sessizce oturduk. Fakat mutluluğumuz uzun sürmedi. Zira biz mutluyduk ama elinde demoklesin kılıcı gibi sopa olmayınca hoca rahat edemedi. Kendinde bir eksiklik hissetti.

Sınıftaki sessizliği yine hocanın sesi bozdu. Kaldırdı sırasından birini. "Git ağaçtan bir sopa kes gel" dedi ona. Emir demiri keser misali arkadaş koşarak gitti. Nice sonra elinde bir sopa ile geldi. Üstelik yeni dalından kesildiği için yaş idi sopa. Bu sefer bizim moralimiz bozuldu, hocanın keyfi yerine geldi. Ara verdiği yerden dövmeye yine başladı. Marifet sopayı yok etmek değil, mantalitenin değişmesiymiş. Ama sen gel onu bizim çocuk kafamıza anlat. Üstelik önceki sopadan daha fazla acıttı durdu.

Niyetim kurs ortamlarını ve dayak anılarımı anlatmak değildi. Bunca yazının içerisinde bana lazım olan sopayı kırma anekdotumdu. Ne var bunda derseniz. Sopayı kıran benim, sopayı kıranları sorgulayan da benim. Yani hem suçluyum, hem güçlü. Sadede gel, ne demek istiyorsun derseniz belki günümüze ışık tutar derim. Malumunuz FETÖ ile mücadele ediliyor. Bu süreçte FETÖ ile iltisaklı veya üyesi denilerek komisyonlar marifetiyle açığa alma ve ihraçlar yapılıyor. Suçluyla mücadelede ne kadar isabet ediliyor bilmiyorum. Ama masum kişiler de bu suçun içine atılıyor şayiası ayyuka çıktı. Acaba komisyonların bazısı bu suç örgütünün içinde de, suçluyla mücadele ediyorum diyerek masumların canını mı yakıyor. Yani kendisi FETÖ'cü. Kendisini ele vermemek için başkasına suç isnat ediyor olmasın.

Gördüğünüz gibi nasıl suç yaftalıyorum insanımıza. İnsanın içi kötü olunca maalesef akla böyle kötü şeyler geliyor. Umarım FETÖ'cüler, FETÖ'cü diye kendi insanımızla oynamıyordur. 11.09.2017