Ana içeriğe atla

"Sopayı ben kırmıştım halbuki!"

80 öncesi Kur'an Kursunda okumuş olanlarınız varsa kurs ortamını bilir, bilmeyenler için kısaca anlatmak isterim. Tek bir hocanın önünde 20-30 kadar öğrenci olur. Öğretmen önce cüzden başlayanlar, cüzü biraz bilenler, Kur'an okuyanlar, daha iyi okuyanlar olmak üzere seviye grupları oluşturur. Sorumlu olduğumuz alanı grup olarak birlikte okuruz. İçimizden biri okuyamamışsa geri gönderilir, o günün dersi verilmez. Sürekli geri kalan olursa bir alt gruba kaydırılır. Derdini veren sırasına geçer, ertesi günü verilen ödevini yapmakla görevlendirilir. Sırası gelen grup okur, yerine geçer.

Dersini okuyamayanın dayak yemeden yerine geçmesi pek mümkün olmaz. Az veya çok nasibini alır. Çoğunun üzerinde sopa kırılır. Her yere rasgele vurulan sopa izlerinin zamana bırakılarak iyileşmesi beklenir. Kimse niye vuruyorsun diye sormaz. Vurduğu yerde gül biter, vardır bir hikmeti diye düşünülür. Bu dayak yeme bazılarında tik haline gelir, ders okurken kazara hoca, öne eğilse dayak geliyor der, hemen geriye doğru kaçar. Akşama kadar dayak yiyemeden evinin yolunu tutan öğrenci günün en şanslı öğrencisi olur. Dayak yiyen de ailesine söyleyemez. Suçun olmasa öğretmen döver mi diyerek bir araba sopayı da evden yer.

Biz okurken bizi yola getirmek için hocamızın üzerinde "Beş yaşında, aklı başında" yazılı bir sopası vardı. Hiç kimseye vuramasa kendi eline vururdu deneme sadedinde. Hoca ders okuturken zaman zaman gözünü oturanların üzerine çevirir, sağa-sola kafasını çeviren, konuşan varsa oturduğu yerden sopa üzerimize gelirdi, ne yapıyorsun dercesine. Sopa bazen kafaya, bazen şakağa, bazen yüze, bazen de sırta gelirdi. Mahareti üst seviyedeydi. Attı mı boş geçirmezdi. Amma denklediğine, amma başkasına mutlaka isabet ederdi. Zira dayak cennetten çıkma idi. Başka türlü de adam olmazdık. Hocamız bu atmosferi fazlasıyla çocukluğunda yaşamış, şimdi sıra bizde idi. Ne yaşadıysa onu yaşatıyordu bize. Tek suçumuz ailemizin ileride  ardımızdan bir Fatiha gönderir umuduyla Kur'an öğtensin diye kursa göndermesiydi. Zaman zaman oyuna dalar ödevimizi yapmazdık.

Bir arkadaşımız günlük abone idi dayak yemeye. Dayağın yeri iyileşmeden üstüne gelen sopa işin tuzu biberi olmuştu. Ne yapayım, ne giyeyim de fazla acıtmasın diye akıl yürütürken bir arkadaş, "Gömleğinin altına omuz kısmına kollarınla birlikte post giy" demiş. Bizimkinin aklına yatmış bu. Postu nasıl buldu, gömleğin altına nasıl giydi bilmem. Bir gün dayak yerken "şak şak" diye ses geldi. Üstelik "anam" diye sızlanmıyordu arkadaş. Fazla acı çekmediğini gören hoca bu durumdan işkillendi. "Ne var altında" diye diye öğrenciye "post" olduğunu söyletti. Hoca bu durumdan haz almadı. Zira sopa o zaman görevini yapmamış olurdu. Arkadaşa bir daha post giymemesini yasakladı. Arkadaş başladığı yere yeniden dönmüş oldu.

Dayak yiyenlerin içerisinde  en az dayak yiyen olmama rağmen bir haftasonu birkaç arkadaş bir araya gelerek en büyük düşmanımız olan sopayı yok etmeye karar verdik. Bu ekibin elebaşı da ben idim. Nöbetçi öğrenciden kursun anahtarını alarak sopayı alıp kırdık. Öyle ya sopa olmasa öğretmen bizi nasıl dövecekti. En büyük düşmanımızdan kurtulmanın sevinci ile kurstan uzaklaştık. Bir taraftan da içimizde bir korku vardı. Çünkü sopa nerede diye sorulacaktı.

Pazartesi günü bile bile geç geldim kursa. Selam verip içeri girdiğimde sınıftaki erkeklerden kimse yoktu. Sadece kızlar tarafı dolu idi. Hocamız selamımı aldı, beni yanına çağırdı. "Ramazan, sopa yok orta yerde. Arkadaşların yan sınıfta ayakta bekliyor. Yanlarına git, o değilden ağızlarını bir yokla." dedi. Vardım yanlarına. Hepsinin başı öne eğikti. Suçlu bir insan psikolojisini taşıyordu hepsi. İçlerinde birlikte sopayı kırdığımız suç ortaklarım da vardı. Her birine tek tek "Sopa nerede, hanginiz kırdı" dedim. Başını kaldıran "Bilmiyorum, kimin kırdığını da bilmiyorum" dedi. Sorgu işi bittikten sonra suçun failini tespit edemeden hocanın yanına vardım. "Hocam, kimin kırdığını hiçbiri bilmiyor" dedim. Ardından "Çağır arkadaşlarını, yerlerine geçsinler" dedi. Denileni yaptım. Ben önde, arkadaşlarımsa ardımda sınıfa girdik. İlk defa sopasız bir sınıf ortamında sessizce oturduk. Fakat mutluluğumuz uzun sürmedi. Zira biz mutluyduk ama elinde demoklesin kılıcı gibi sopa olmayınca hoca rahat edemedi. Kendinde bir eksiklik hissetti.

Sınıftaki sessizliği yine hocanın sesi bozdu. Kaldırdı sırasından birini. "Git ağaçtan bir sopa kes gel" dedi ona. Emir demiri keser misali arkadaş koşarak gitti. Nice sonra elinde bir sopa ile geldi. Üstelik yeni dalından kesildiği için yaş idi sopa. Bu sefer bizim moralimiz bozuldu, hocanın keyfi yerine geldi. Ara verdiği yerden dövmeye yine başladı. Marifet sopayı yok etmek değil, mantalitenin değişmesiymiş. Ama sen gel onu bizim çocuk kafamıza anlat. Üstelik önceki sopadan daha fazla acıttı durdu.

Niyetim kurs ortamlarını ve dayak anılarımı anlatmak değildi. Bunca yazının içerisinde bana lazım olan sopayı kırma anekdotumdu. Ne var bunda derseniz. Sopayı kıran benim, sopayı kıranları sorgulayan da benim. Yani hem suçluyum, hem güçlü. Sadede gel, ne demek istiyorsun derseniz belki günümüze ışık tutar derim. Malumunuz FETÖ ile mücadele ediliyor. Bu süreçte FETÖ ile iltisaklı veya üyesi denilerek komisyonlar marifetiyle açığa alma ve ihraçlar yapılıyor. Suçluyla mücadelede ne kadar isabet ediliyor bilmiyorum. Ama masum kişiler de bu suçun içine atılıyor şayiası ayyuka çıktı. Acaba komisyonların bazısı bu suç örgütünün içinde de, suçluyla mücadele ediyorum diyerek masumların canını mı yakıyor. Yani kendisi FETÖ'cü. Kendisini ele vermemek için başkasına suç isnat ediyor olmasın.

Gördüğünüz gibi nasıl suç yaftalıyorum insanımıza. İnsanın içi kötü olunca maalesef akla böyle kötü şeyler geliyor. Umarım FETÖ'cüler, FETÖ'cü diye kendi insanımızla oynamıyordur. 11.09.2017

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde