8 Ekim 2016 Cumartesi

Geniş Tabanlı Eğitim Sistemi *

Değişmeyen tek şey değişimdir diyerek sürekli eğitim sistemimizle oynuyoruz. Gelen oynuyor, giden oynuyor. Çünkü kimse mevcuttan memnun değil. Her yeni gördüğümüze sarılıyoruz, mevcut iyi değil diye. Her yeniyi uygulamaya umutla başlarız. Aksayan yönleri görünce hemen yeni arayışlara yöneliyoruz. Sürekli arıyoruz, eğitimde en iyiyi bulmak için. Bir türlü sığınacağımız güvenli limanı bulamadık. Bıkıp usanmadık. Kaç nesli heba ettik kobay olarak kullanmaktan. Nedeyse her arayış bizi duvara toslatıyor.

Eğitimimiz bir çorba. İyi niyetle yapılan bir çorba. Ama nedense her çorba bize gıda olmaktan ziyade zehir saçıyor. Öyle zehir ki eğitim sistemimizdeki çarpıklıktan dolayı  ülke elden gidiyordu maazallah. Çünkü 15 Temmuz, okumuşların isyan ve ihanetiydi. Bedelini kanla ödedik.

Adını, sayısını unuttum uygulanan eğitim sisteminin. Bizden öncekiler iyi bir eğitim alamadan gittiler. Yarın biz de gidersek öbür dünyadakiler soracak eğitim sistemi düzeldi mi diye. Sizi bilmem ama bana ötede sorarlarsa eğitim sistemimizi en iyi anlatan aşağıdaki hikayeyi anlatacağım onlara:

"Bir gün ormandaki hayvanlar bir araya gelip okul açmaya karar verirler.
Bir tavşan, bir kuş, bir sincap, bir balık ve yılan balığı yönetim kurulunu oluşturdu.

Tavşan, müfredatta koşmanın bulunmasını istemektedir.

Kuş, uçmanın, balık yüzmenin dahil olmasını ve sincap, ağaca tırmanmanın mutlaka zorunlu dersler arasında olması gerektiğini söylemektedir. Bütün bunları bir araya getirip, bir müfredat programı yaptılar ve bütün hayvanların bu dersleri görmesini istediler.

Tavşan koşu dersinden A alıyor olmasına rağmen, ağaca tırmanmak onun için çok ciddi bir sorundu. Sürekli kafa üstü düşüyordu.

Bir süre sonra beyni hasar gördü ve eskisi gibi koşamadı.

Artık koşuda A almak yerine, C alıyordu. Ve tabii, ağaca tırmanmada ise her zaman zayıf alıyordu. Kuş, uçmada çok başarılıydı, ama sıra toprak kazmaya geldiği zaman, o kadar başarılı değildi.

Sürekli gagasını ve kanatlarını kırıyordu. Bir süre sonra toprak kazma notu hala F olmasına rağmen, uçma notu C´ ye düşmüştü. O'da ağaca tırmanmada çok zorlanıyordu.

Sonuçta sınıf birincisi olan hayvan her şeyi yarım yapabilen, geri zekalı yılan balığı oldu. Ancak eğitimciler çok mutluydu, çünkü herkes bütün dersleri görüyordu.

Ve buna “Geniş Tabanlı Eğitim Sistemi” dediler." (OSHO´nun “Sezgi” kitabından alıntıdır.)

Hayvanların üzerinden anlatılan bu hikayeyi dinleyince öbür dünyadakiler: "Tamam kardeş, daha başka bir şey anlatmana gerek yok. Türkiye'deki eğitim sisteminde hiçbir değişiklik yok. Bizde de aynıydı. Anlaşılan hala havanda su dövülüyor" derler sanırım.

Türkçe'si her şeyin öğrenilmesi için planlamanın yapıldığı, ama hiç bir şeyin öğretilmediği sistem bizdeki. İşin garibi mevcudu da unutuyoruz, tıpkı hikayede anlatılan kuş ve hayvanların yeteneklerini de kaybettikleri gibi. 08.10.2016

* 16/10/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Bu Hızır bir başka!

Okullarda yazıcı vazgeçilmezdir. Olmazsa olmaz. Özellikle yöneticilerin eli ve ayağıdır. Son zamanlarda renkli yazıcılar da ihtiyaç olmaya başlandı. Öğrenciye sınav giriş belgesi vermek, MEM tarafından gönderilen renkli broşürün çıktısının alınarak okulun uygun yerine asılması vb durumlarda renkli yazıcıya ihtiyaç duyulmaktadır. Zaman zaman öğretmen gelip "Hocam bizim okulun renkli yazıcısı var mı?" şeklinde sorular da sormaya başlayınca okula renkli bir yazıcı almak vacip oldu artık deyip piyasa araştırmasına çıktım. 2012-2013 yıllarıydı sanırım.

Kule Sitede bir bilişim mağazasında uygun bir yazıcı buldum. yetkilisi: "Okula alacaksanız eğer, kurumunuzdan onaylı bir ihtiyaç listesi getirdiğiniz takdirde bilgisayara bağlı ürünlerde % 18 kdv muafiyeti uyguluyoruz" dedi. İstenilen formu bulduktan sonra formu doldurup ilçe kurum müdürüne onaylattım. Oradan oraya giderken çaba sarf edip yoruluyorsun ama kurumuna % 18 daha uygun bir demirbaş alacağınız heyecanıyla  sevinip mutlu oluyorsun. Bizimkisi tatlı bir telaş.

Yazıcıyı aldım,  onaylı evrakı yetkiliye ibraz ettim. % 18 kdv muafiyeti uygulandı. Okulun parası olduğunda oradan alırım düşüncesiyle kendi kredi kartımı uzatıp ödemeyi yaptım. Görevli: "Aracınız nerede, oraya kadar eleman götürsün" deyince, bir yazıcı değil mi arabaya ne gerek var, araba getirmedim, ben götürürüm dedim. "İyi öyleyse" dediler. yazıcıyı bana uzattılar. Kaba bir görüntüsü var ama olsun, içindeki ambalajındandır bu dedim. Eğilip davrandım. Ağır gerçekten. Arabayı nasıl aramazsın şimdi dedim kendi kendime. Bir taraftan yazıcıyı yüklendim, bir taraftan da bu yazıcıyı nereye götürüp emanet edeyim diye düşünmeye başladım. En iyisi tramvay durağına kadar götüreyim, Alaaddin'de inip İş Bankasının önünden tekrar otobüse biner, Kayalıpark'ta iner, oradan fatih Çarşısına götürür, koyarım. Ertesi gün çar yakınlarından okula aracıyla gelen bir öğretmeni arar, yazıcıyı okula getiririm dedim.

Yazıcıyı kah kucağıma, kah omzuma alarak çıktım yola. Zaman zaman  uygun yere koyarak nefeslendim. Durağa yaklaştım, yolu neredeyse yarıladım. "Amca yardım edeyim" sesi kulağıma çaldı. Baktım 13-14 yaşlarında bir çocuk.  Hızır gibi yetişti imdadıma dedim içimden...Zahmet olmasın delikanlı! Ağır, zaten yaklaştım, tramvaya bineceğim dedim. "Olsun amca, zahmet olmaz" dedi. yazıcıyı hemen kendine doğru çekti. Allah razı olsun senden genç dedim. O, önden bense ardından yürüdük. İnsanlık ölmemiş, maşallah! Şu çocuktaki yardım duygusuna bak, bu çocuk bana yardım etti,  cebimden para vereyim varınca dedim. 200 m. yürüdükten sonra durağa geldik. Elimi cebime attım, 5 lirayı çocuğa uzatarak delikanlı, al şunu harçlık yap" dedim. "Ne amca bu? Az bu!" demez mi? Şaşırdım doğal olarak. Yavrum! İçimden geldi verdim, sonra ben seni çağırıp yardım et demedim, al şunu, benim moralimi iyice bozma. hakkında oluşmuş kanaatimi de yok etme dedim, tramvaya bindim.

Alaaddin tramvay durağında indim. Duraktan İş bankasının önüne yürüdüm kucağımdaki yazıcıyla beraber. biraz otobüs bekledikten sonra gelen otobüse bindim. Bir durak sonra indim. Bir yazıcıya baktım bir de Fatih Çarşısına. her zaman ki arşınladığım çarşı ne kadar da uzak geldi bana. Güç-bela çarşıya geldim. ter o biçim. Söylemeye gerek yok. Yazıcıyı emanet ettim oradaki bir dostumun dükkanına.

Akşam, ertesi günü dersi olan ve Fatih Çarşısının önünden geçen bir öğretmenimi aradım, hocam! okulun yazıcısı var, alıp gelebilir misin diye. "Lafı olmaz hocam, hay hay! dedi. Tarif ettiğim yerden ertesi gün yazıcıyı alarak okula getirdi.

Sıkıntı çektim ama yazıcı okula gelince keyfim yerine geldi, hemen kurduk yazıcıyı. İlk çıktıyı aldık, moralim yerine geldi. Az sonra  yazıcıyı terziden alıp gelen öğretmen odama girdi. "Hocam müsaadeniz olursa 10 dakikalığına  havuç almaya gidebilir miyim" dedi. Hocam, getirdiğin yazıcıyı fatih Çarşısına bırak, ben oradan kendim getiririm" dedim hiç istifimi bozmadan. Öğretmen: "Hocam önemli değil, ben havuç almaya gitmem, çok da önemli değildi zaten, getirdiğim yazıcının lafı mı olur" dedi... Dedim ya keyfim yerinde diye. Ama öğretmenin bir anda ciddiye alacağını hesaba katmadım. Ardından gülüştük. O, havucunu almaya gitti, ben de işime koyuldum. 

Ya öğretmen işi ciddiye alıp yazıcıyı tekrar aldığı yere götürseydi, benim halim nice olurdu acaba? Kule'den getirdiğim gibi tekrar Fatih Çarşısından aynı yöntemle getirirdim getirmesine de. İşte o zaman anam ağlardı. Ardından dilimin cezası derdim herhalde yazıcıyı yüklenip getirirken... 08/10/2016

7 Ekim 2016 Cuma

İki taraflı ince çizgi: Güven *

"İngiltere'de yargıçların maaşı yoktur. Onun yerine ihtiyaçları oldukça kullandıkları kredisi sınırsız çek defterleri vardır. Bir gün hakimin biri bir bankaya gidip 1.000.000 poundluk bir çek bozdurmak istediğini söylemiş. Tabii ortalık birbirine girmiş. Banka yöneticileri en üst makamdan onay almadan bu kadar parayı veremeyecekleri söyleyip hemen İç işleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Başbakanlığa filan telefon etmişler. Ancak aradıkları her yerden gelen cevap aynıymış: ÖDEYİN! Gel gelelim bankada o kadar nakit yokmuş. Hakimden ertesi gün gelmesi rica edilmiş. Ertesi gün para bir bavul içinde hazırmış.

Aradan birkaç gün geçmiş. Hakim çıkagelmiş. Parayı bankaya geri vermek istiyormuş. Banka yönetimi şaşırıp kalmış. Hemen Adalet Bakanlığını aramışlar. Derhal bakanlık müfettişleri devreye girmiş ve hakime hareketinin sebebini sormuşlar. Hakim “Kraliçe'nin hükümeti bize gerçekten bu kadar güveniyor mu? Onu sınadım” cevabını vermiş. Raporlar bakanlığa iletilmiş ve aynı gün hakim azledilmiş. Adalet bakanlığı hakime gönderdiği yazıda gerekçeyi şöyle açıklamış: ”Kraliçe hükümetinin saygın bir hakimi, devletine güvenmiyor ve onu sınıyorsa, devlet ona asla güvenmez.” “Güven” çok ince bir çizgidir. Onu kalınlaştırarak kırılmasını engelleyen tek şey, “iki taraflı” olmasıdır."

İngiltere'de hakimlerin maaşı böyle mi bilmem, ama yıllardır bu şekilde anlatılır. Bana Türkiye'deki en büyük sıkıntı nedir dense "Adalet ve güven duygusu" derim. Çünkü bugün ne mahkemelerimiz adalet dağıtıyor, ne  birbirimize güveniyoruz, ne biz devlete, ne de devlet bize güveniyor. İki tarafı ince çizgi adı verilen güvenimiz kalınlaştırılmadan kırılmış maalesef. Öyle bir durumla karşı karşıyayız ki ne hapse girene suçlu gözüyle bakabiliyoruz, ne de dışarıda gezene masum gözüyle bakabiliyoruz. Çünkü suçlu diye içeriye atılan kısa bir müddet yattıktan sonra çıkıyor, dışarıdaki içeriye giriyor. Kim girerse içeri: Haksızlık yapılıyor, esas suçlular dışarıda diye kalabalık bir güruh sesini yükseltiyor. Sonra bir zaman geliyor, dışarıdakiler içeri giriyor. Bu sefer diğerleri yaygarayı basıyor: Ama bu haksızlık diye. Hasılı bu ülkede hiçbir şey, hiçbir kimse göründüğü gibi değil. Akla-karayı karıştırdık, suçlu-suçsuz ayırt edilemez oldu artık. Birbirimizin söylediğine de inanmıyoruz. Ne olacak bu halimiz gerçekten? Biz birbirimize nasıl güven duyup nasıl güven vereceğiz? Adalet ve güven ortamının olmadığı bu ülke daha ne zamana kadar ayakta kalır. Yaşama denirse buna yaşıyoruz birbirimize güvenmeden, dost görünümlü bir düşman olarak...

Ardımızdan gelen nesil bize herhalde diyecek: Atalarımız iyi-hoş kişilermiş, bize çok şeyi miras bırakmışlar. Ama çözemediğimiz bir şey var. Bunlarda hiç adalet duygusu yokmuş, birbirlerine de hiç güvenmiyorlarmış. Keşke bize her şeyi bırakacaklarına miras olarak adalet ve güven bıraksalar daha iyiymiş diyecekler...

Bu ülkede toplumsal barış sağlamak istiyorsak önce birbirimize güvenelim. Birbirimizi dinleyelim, kulak verelim. Adalet duygusunu tesis edelim. Ortak suçlularımız olsun. Suçlular suçunu çeksin. Kimse onlara kol kanat germesin. Masumlarımız da ortak olsun, onların canı yanmasın. Önce kafamızdaki algılardan kurtulalım. Yanlış algıların oluşmaması için gerekeni yapalım. Eğer bir yanlış anlaşılma söz konusu ise, “Minare yamuk” diyen çocukların kafasında bir algı oluşmaması için Mimar Sinan’ın bir halat getirerek minareye bağlayıp çocuklarla beraber asılması gibi minareyi düzeltmeye çalışalım. Minare düzelmeye düzelmedi. Ama çocukların kafasında oluşacak olan yamuk minare algısının önüne böylece geçilmiş oldu. Büyükler çocuk değil biliyorum ama her birimizin anlayacağı, ikna olacağı bir damarı vardır. Önemli olan o damarı bulmaktır.

Haydin hep birlikte birbirimize güvenelim. Aramızda adaleti tesis edelim. Bu ikisinin olmadığı yerde huzur olmaz. Bunun için de  herkes ve her kesim ilk önce kendi evinin önünü ve kendi mahallesini temizlemekle işe başlamalı. Zira tüm mahalleler çok kirli...07/10/2016

* 15/10/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.