8 Ekim 2016 Cumartesi

Bu Hızır bir başka!

Okullarda yazıcı vazgeçilmezdir. Olmazsa olmaz. Özellikle yöneticilerin eli ve ayağıdır. Son zamanlarda renkli yazıcılar da ihtiyaç olmaya başlandı. Öğrenciye sınav giriş belgesi vermek, MEM tarafından gönderilen renkli broşürün çıktısının alınarak okulun uygun yerine asılması vb durumlarda renkli yazıcıya ihtiyaç duyulmaktadır. Zaman zaman öğretmen gelip "Hocam bizim okulun renkli yazıcısı var mı?" şeklinde sorular da sormaya başlayınca okula renkli bir yazıcı almak vacip oldu artık deyip piyasa araştırmasına çıktım. 2012-2013 yıllarıydı sanırım.

Kule Sitede bir bilişim mağazasında uygun bir yazıcı buldum. yetkilisi: "Okula alacaksanız eğer, kurumunuzdan onaylı bir ihtiyaç listesi getirdiğiniz takdirde bilgisayara bağlı ürünlerde % 18 kdv muafiyeti uyguluyoruz" dedi. İstenilen formu bulduktan sonra formu doldurup ilçe kurum müdürüne onaylattım. Oradan oraya giderken çaba sarf edip yoruluyorsun ama kurumuna % 18 daha uygun bir demirbaş alacağınız heyecanıyla  sevinip mutlu oluyorsun. Bizimkisi tatlı bir telaş.

Yazıcıyı aldım,  onaylı evrakı yetkiliye ibraz ettim. % 18 kdv muafiyeti uygulandı. Okulun parası olduğunda oradan alırım düşüncesiyle kendi kredi kartımı uzatıp ödemeyi yaptım. Görevli: "Aracınız nerede, oraya kadar eleman götürsün" deyince, bir yazıcı değil mi arabaya ne gerek var, araba getirmedim, ben götürürüm dedim. "İyi öyleyse" dediler. yazıcıyı bana uzattılar. Kaba bir görüntüsü var ama olsun, içindeki ambalajındandır bu dedim. Eğilip davrandım. Ağır gerçekten. Arabayı nasıl aramazsın şimdi dedim kendi kendime. Bir taraftan yazıcıyı yüklendim, bir taraftan da bu yazıcıyı nereye götürüp emanet edeyim diye düşünmeye başladım. En iyisi tramvay durağına kadar götüreyim, Alaaddin'de inip İş Bankasının önünden tekrar otobüse biner, Kayalıpark'ta iner, oradan fatih Çarşısına götürür, koyarım. Ertesi gün çar yakınlarından okula aracıyla gelen bir öğretmeni arar, yazıcıyı okula getiririm dedim.

Yazıcıyı kah kucağıma, kah omzuma alarak çıktım yola. Zaman zaman  uygun yere koyarak nefeslendim. Durağa yaklaştım, yolu neredeyse yarıladım. "Amca yardım edeyim" sesi kulağıma çaldı. Baktım 13-14 yaşlarında bir çocuk.  Hızır gibi yetişti imdadıma dedim içimden...Zahmet olmasın delikanlı! Ağır, zaten yaklaştım, tramvaya bineceğim dedim. "Olsun amca, zahmet olmaz" dedi. yazıcıyı hemen kendine doğru çekti. Allah razı olsun senden genç dedim. O, önden bense ardından yürüdük. İnsanlık ölmemiş, maşallah! Şu çocuktaki yardım duygusuna bak, bu çocuk bana yardım etti,  cebimden para vereyim varınca dedim. 200 m. yürüdükten sonra durağa geldik. Elimi cebime attım, 5 lirayı çocuğa uzatarak delikanlı, al şunu harçlık yap" dedim. "Ne amca bu? Az bu!" demez mi? Şaşırdım doğal olarak. Yavrum! İçimden geldi verdim, sonra ben seni çağırıp yardım et demedim, al şunu, benim moralimi iyice bozma. hakkında oluşmuş kanaatimi de yok etme dedim, tramvaya bindim.

Alaaddin tramvay durağında indim. Duraktan İş bankasının önüne yürüdüm kucağımdaki yazıcıyla beraber. biraz otobüs bekledikten sonra gelen otobüse bindim. Bir durak sonra indim. Bir yazıcıya baktım bir de Fatih Çarşısına. her zaman ki arşınladığım çarşı ne kadar da uzak geldi bana. Güç-bela çarşıya geldim. ter o biçim. Söylemeye gerek yok. Yazıcıyı emanet ettim oradaki bir dostumun dükkanına.

Akşam, ertesi günü dersi olan ve Fatih Çarşısının önünden geçen bir öğretmenimi aradım, hocam! okulun yazıcısı var, alıp gelebilir misin diye. "Lafı olmaz hocam, hay hay! dedi. Tarif ettiğim yerden ertesi gün yazıcıyı alarak okula getirdi.

Sıkıntı çektim ama yazıcı okula gelince keyfim yerine geldi, hemen kurduk yazıcıyı. İlk çıktıyı aldık, moralim yerine geldi. Az sonra  yazıcıyı terziden alıp gelen öğretmen odama girdi. "Hocam müsaadeniz olursa 10 dakikalığına  havuç almaya gidebilir miyim" dedi. Hocam, getirdiğin yazıcıyı fatih Çarşısına bırak, ben oradan kendim getiririm" dedim hiç istifimi bozmadan. Öğretmen: "Hocam önemli değil, ben havuç almaya gitmem, çok da önemli değildi zaten, getirdiğim yazıcının lafı mı olur" dedi... Dedim ya keyfim yerinde diye. Ama öğretmenin bir anda ciddiye alacağını hesaba katmadım. Ardından gülüştük. O, havucunu almaya gitti, ben de işime koyuldum. 

Ya öğretmen işi ciddiye alıp yazıcıyı tekrar aldığı yere götürseydi, benim halim nice olurdu acaba? Kule'den getirdiğim gibi tekrar Fatih Çarşısından aynı yöntemle getirirdim getirmesine de. İşte o zaman anam ağlardı. Ardından dilimin cezası derdim herhalde yazıcıyı yüklenip getirirken... 08/10/2016

7 Ekim 2016 Cuma

İki taraflı ince çizgi: Güven *

"İngiltere'de yargıçların maaşı yoktur. Onun yerine ihtiyaçları oldukça kullandıkları kredisi sınırsız çek defterleri vardır. Bir gün hakimin biri bir bankaya gidip 1.000.000 poundluk bir çek bozdurmak istediğini söylemiş. Tabii ortalık birbirine girmiş. Banka yöneticileri en üst makamdan onay almadan bu kadar parayı veremeyecekleri söyleyip hemen İç işleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Başbakanlığa filan telefon etmişler. Ancak aradıkları her yerden gelen cevap aynıymış: ÖDEYİN! Gel gelelim bankada o kadar nakit yokmuş. Hakimden ertesi gün gelmesi rica edilmiş. Ertesi gün para bir bavul içinde hazırmış.

Aradan birkaç gün geçmiş. Hakim çıkagelmiş. Parayı bankaya geri vermek istiyormuş. Banka yönetimi şaşırıp kalmış. Hemen Adalet Bakanlığını aramışlar. Derhal bakanlık müfettişleri devreye girmiş ve hakime hareketinin sebebini sormuşlar. Hakim “Kraliçe'nin hükümeti bize gerçekten bu kadar güveniyor mu? Onu sınadım” cevabını vermiş. Raporlar bakanlığa iletilmiş ve aynı gün hakim azledilmiş. Adalet bakanlığı hakime gönderdiği yazıda gerekçeyi şöyle açıklamış: ”Kraliçe hükümetinin saygın bir hakimi, devletine güvenmiyor ve onu sınıyorsa, devlet ona asla güvenmez.” “Güven” çok ince bir çizgidir. Onu kalınlaştırarak kırılmasını engelleyen tek şey, “iki taraflı” olmasıdır."

İngiltere'de hakimlerin maaşı böyle mi bilmem, ama yıllardır bu şekilde anlatılır. Bana Türkiye'deki en büyük sıkıntı nedir dense "Adalet ve güven duygusu" derim. Çünkü bugün ne mahkemelerimiz adalet dağıtıyor, ne  birbirimize güveniyoruz, ne biz devlete, ne de devlet bize güveniyor. İki tarafı ince çizgi adı verilen güvenimiz kalınlaştırılmadan kırılmış maalesef. Öyle bir durumla karşı karşıyayız ki ne hapse girene suçlu gözüyle bakabiliyoruz, ne de dışarıda gezene masum gözüyle bakabiliyoruz. Çünkü suçlu diye içeriye atılan kısa bir müddet yattıktan sonra çıkıyor, dışarıdaki içeriye giriyor. Kim girerse içeri: Haksızlık yapılıyor, esas suçlular dışarıda diye kalabalık bir güruh sesini yükseltiyor. Sonra bir zaman geliyor, dışarıdakiler içeri giriyor. Bu sefer diğerleri yaygarayı basıyor: Ama bu haksızlık diye. Hasılı bu ülkede hiçbir şey, hiçbir kimse göründüğü gibi değil. Akla-karayı karıştırdık, suçlu-suçsuz ayırt edilemez oldu artık. Birbirimizin söylediğine de inanmıyoruz. Ne olacak bu halimiz gerçekten? Biz birbirimize nasıl güven duyup nasıl güven vereceğiz? Adalet ve güven ortamının olmadığı bu ülke daha ne zamana kadar ayakta kalır. Yaşama denirse buna yaşıyoruz birbirimize güvenmeden, dost görünümlü bir düşman olarak...

Ardımızdan gelen nesil bize herhalde diyecek: Atalarımız iyi-hoş kişilermiş, bize çok şeyi miras bırakmışlar. Ama çözemediğimiz bir şey var. Bunlarda hiç adalet duygusu yokmuş, birbirlerine de hiç güvenmiyorlarmış. Keşke bize her şeyi bırakacaklarına miras olarak adalet ve güven bıraksalar daha iyiymiş diyecekler...

Bu ülkede toplumsal barış sağlamak istiyorsak önce birbirimize güvenelim. Birbirimizi dinleyelim, kulak verelim. Adalet duygusunu tesis edelim. Ortak suçlularımız olsun. Suçlular suçunu çeksin. Kimse onlara kol kanat germesin. Masumlarımız da ortak olsun, onların canı yanmasın. Önce kafamızdaki algılardan kurtulalım. Yanlış algıların oluşmaması için gerekeni yapalım. Eğer bir yanlış anlaşılma söz konusu ise, “Minare yamuk” diyen çocukların kafasında bir algı oluşmaması için Mimar Sinan’ın bir halat getirerek minareye bağlayıp çocuklarla beraber asılması gibi minareyi düzeltmeye çalışalım. Minare düzelmeye düzelmedi. Ama çocukların kafasında oluşacak olan yamuk minare algısının önüne böylece geçilmiş oldu. Büyükler çocuk değil biliyorum ama her birimizin anlayacağı, ikna olacağı bir damarı vardır. Önemli olan o damarı bulmaktır.

Haydin hep birlikte birbirimize güvenelim. Aramızda adaleti tesis edelim. Bu ikisinin olmadığı yerde huzur olmaz. Bunun için de  herkes ve her kesim ilk önce kendi evinin önünü ve kendi mahallesini temizlemekle işe başlamalı. Zira tüm mahalleler çok kirli...07/10/2016

* 15/10/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


6 Ekim 2016 Perşembe

Koltuk sahipleri

Çeşit çeşittir bu ülkede koltuk sahipleri. Kimi gücünü koltuğundan alır, kimi de koltuğuna güç katar. Kimi hava atmak, kimi de havasını ve hevesini almak için yapar bunu.

Koltuk sahibi olmak sorumluluk demektir hakkıyla yapmak isteyenler için. Üzerine daha fazla yükün binmesidir. Kimi hakkıyla yapar; kimi de eline, yüzüne bulaştırır. Heveslisi de pek çoktur. Kiminin üzerine yıkılmıştır bu görev, kimi de kendisi talep eder bu makamı.

Kimi hak ederek, bileğinin hakkıyla gelir bu göreve. Oturduğu koltuğu doldurur ve hakkını verir. Kimseye de minnet borcu yoktur. İşini layıkıyla yapmaya çalışır. Kimi de çalışıp çabalamadan, birilerinin himmetiyle dokuz takla atarak gelir, makamda kalmak için de 18 takla atar. Hep minnet duyar kendisini o koltuğa oturtan kimseye. Kendisi amirdir başkasına karşı. Fakat minnet borçlu olduğu kimsenin karşısında ise iradesi olmayan bir emir eridir. Gözüne girip tutunmak için etrafında neredeyse pervane olur. Onun selamı, ricası bir emirdir. Verdiği emir demiri keser çünkü. Varlık sebebidir ne de olsa. Gözü hiç bir şeyi görmez, asla sorgulamaz, aklını kullanmaz. Çünkü ipi efendisinin elindedir, her an aforoz edilebilir. Makama tutunmaya ve orada kalıcı olmaya çalışır. Koltuk vazgeçilmezdir bundan sonra onun için. Altından kaydı mı hayatı kararır. Yediğinden, içtiğinden zevk alamaz. Millet içine çıkamaz maazallah! Hep göz doldurmaya çalışır, reklamını da iyi yapmaya çalışır. Böyleleri etrafında tevazu ve alçakgönüllülüğü de kimseye bırakmaz. "Efendim! istemiyordum ama bu makama gelmem için teklif, hatta ısrar var. Yoksa yapmam bu işi" diyerek bulunduğu makam için bulunmaz Hint kumaşı olduğunu izah etmeye çalışır. Muhatabı sesini çıkarmadıkça da "Herkesi ikna ettim" sanır kendince.

Kiminin gelmek istediği makama atanmak için önce denenmesi gerekir. Bedeli ne olursa olsun sınavı geçmesi gerekir, yoksa getirildiği makama asaleten atanması söz konusu olamaz. Kanlıdır bunların koltuğu. Efendisine rüşdünü ispatlaması için çok kişiyi koltuğundan etmesi gerekir. Bunun için her yolu dener. Almadık kelle bırakmaz, hatta böylelerine: "Bulunduğun makama geleceksin ama önce babanın cesedini çiğneyip geleceksin, haydi seni göreyim" dense gözünü kırpmadan babasını öldürür, cesedini de çiğner geçer. Çünkü yıllardır hayalini kurduğu makama gelmek ve orada tutunabilmek için gelen bu fırsatı tepmemesi lazımdır. Zaten bu işi kendisi yapmasa da bir başkası yapacaktır. Hayatın cilvesine bakın ki, kendisi bu konuda biçilmiş bir kaftandır. Ondan iyisini mi bulacaklardır. Kelle almak, başkasının ayağını kaydırmak, suyunu bulandıranlara bir ama ve kulp takmak... her babayiğidin harcı değildir. Kelle alacak ki makama layık görülecek, kan akıtacak ki koltuğunu sağlamlaştıracak; iftira, dedikodu yapacak ki herkese gününü ve gücünü gösterecek...savunma refleksi de mükemmel zaten. Birileri tepki gösterirmiş, vız gelir onun için. Çünkü rüzgar, tüm hızıyla arkasında zaten. Kendisini oraya getiren irade orada olduğu müddetçe elindeki kılıçla daha nice canlar alır, yeter ki efendisi istesin. Böylelerinin yaptığı makam sahipliği  Çingene beyliğidir. Bir günlük de olsa beylik beyliktir. Beylik olsun da varsın çingene beyliği olsun. Makamında koltuğa oturmak, emrindekilere emir vermek, makam aracına bindiği zaman arka sağa oturmak dağları ben yarattım demek gibidir böyleleri için. Yalnızlıktan, tek başına kalmaktan müthiş korkarlar. Çünkü tek başına kalmak demek, öz eleştiri yapmak demektir. Bu durumda vicdanları yer bitirir onu. Makamda kaldığı müddetçe etrafında oluşturduğu yağdanlığın kendisine saygı göstermesi ve yağcılık yapmasıyla övünür hep. Emekliliği de pek düşünmez. Çünkü emir alıp, emir vermeye alışmıştır. Emekli olunca kim dinler sözünü sonra?

Görevden el çektirilirse  kazara böyleleri, işte asıl büyük kıyamet budur onun için. Çünkü varlık sebebidir, gücünü aldığı koltuk olmayınca ne yapacak? Ha koltuğu gitmiş ha canı? Ne fark eder ki! Koltuğu olmayan canı nideyim ben diyerek hayata küser. Çalmadık kapı bırakmaz, tutunmak için. Tüm kapılar kapanırsa nankörlükle suçlar efendisini bundan sonra. Onun için neler neler yaptığını, kelle koltukta çarpıştığını sıralar durur, ama nafile...

Aklıma gelen koltuk çeşitleri bunlar. Daha nice çeşitleri vardır kim bilir?  Allah kimseye altından kalkamayacağı bir yük vermesin. Oturduğu koltuğa hakkıyla oturmayı, oturacağı koltukta ne bedeller ödeyeceğini bilmesini, aklını kullanmayı, vicdanının sesine kulak vermesini nasip etsin.  İnsanlar makamlarda da sınanır, insanlığını kaybettirmesin kimseye... 06/10/2016