12 Kasım 2025 Çarşamba

Belletmenken Bu Kafadaysam

Ortaokul, lise ve üniversite okurken yaz tatillerim inşaatlarda amele olarak çalışarak geçti. Sadece lise dörde geçtiğim yılın yaz dönemiyle, liseden mezun olduğum yılın yaz döneminde inşaatlarda çalışmadım.

Türk Anadolu Vakfı'nda görevli aynı zamanda öğretmenimiz olan Bekir Doğanay rahmetli, bu iki yaz döneminin ilkinde, hafızlığı sağlama dersini verdikten sonra Vakfa bağlı Uluırmak Kur'an kursunun yanındaki camide yaz dönemi öğrencilerine Kur'an öğretme görevi vermişti.

Liseden mezun olduğum yılın yaz döneminde de benden bir alt devre arkadaşla birlikte Uluırmak Kur'an Kursunda belletmenlik görevi vermişti. Öğleye kadar camide Kur'an öğretiyorduk. Öğleden sonra ve gece ise kursta belletmenlik yapıyorduk.

Bu görev karşılığında 20, 20 bin ya da 20 milyon alıyorduk. (Yıl 1985-1986 olduğuna ve paramızdan 6 sıfır atılmadığına göre alacağımız para 20 bin de olabilir, 20 milyon da. Aklımda 20 kaldı).

İnşaatta çalışmaya göre az bir paraydı ama bir öğrenci için hiç yoktan iyiydi. Bu arada antrparantez söyleyeyim. Mersin'den öğrencilerimiz de vardı. Bir gün bir tanesinin velisi gelmişti. Tanıştık. "Çocuğumu gör gözet" diye cebime 50 lira sıkıştırdı. Velinin verdiği para benim iki aylık maaşımdı. Paraya da o kadar ihtiyacım olmasına rağmen olmaz deyip geri çevirdim. Israrına rağmen almadım. Ama içim gitti. Veliye, diğer çocuklara nasılsa, sizin çocuğu da aynı şekilde görür gözetirim. Ayrıca paraya gerek yok. Zaten biz yaptığımız bu işten dolayı maaşımızı alıyoruz dedim. Veli bana veremediği parayı birlikte kaldığımız arkadaşa verdi. O arkadaş da alıp cebine koymuştu.

Akşam kursta bize ayrılan yerde kalırken akşam çay ihtiyacı için caiz olmaz diye kursun çay ve şekerini kullanmadık. Çay, şeker, tepsi, çaydanlık vb. şeyleri kendimiz temin ettik.

Neyse ben geleyim belletmenlik görevine. İçimiz içimize sığmıyordu. Ne de olsa daha öğrenci iken bir başka yerde hocalık yapmaya başlamıştık.

Geceleri kursta kalıyorduk. Akşamları öğrencilere etüt yaptırma, namaza getirip götürme, onları yatırma, yoklamayı alma, yemekte öğrencilerin başında durma görevlerimiz arasındaydı.

Bir gün Bekir Doğanay arkası kapalı bir aracın içinde kursa sandalye getirdi. Birkaç öğrenci çağırıp onlara çektiriyoruz. Onlar içeri sandalye taşırken biz ikimiz kenarda bekliyoruz, öğrencilere haydi çocuklar gibi şeyler söylüyoruz. Öyle ya biz hocayız. Hoca ise sandalye taşır mıydı? Ancak emir verir, taşıtırdı.

Bekir Hoca indirdiği sandalyelerden iki tanesini eline aldı. Sonra bize baktı. Haydi sene çocuklar, ne dikilirsiniz, taşıyın şunları deyince, sandalyeleri kaptığımız gibi içeriye taşımaya başladık. Mahcup olmaya mahcup olduk.

Ama öğrencilerimizin karşısında o anki haletiruhiye içerisinde karizmayı çizdirdik. Daha doğrusu öyle düşündük. Öyle ya koskoca hocalar sandalye taşır mıydı? Ah Bekir Hocam ah. Bizi ne hale düşürdün (!).

Hocamız yılların hocası. Bizden yaşlı. Ta nereden sandalye toplamış. Arabaya atmış, şoförlük yapıyor. Üstüne üstlük çocuğu ve torunu yaşındaki insanların yanında sandalye de taşıyor. Helal olsun ona. Allah rahmet eylesin. Biz ise onun yanında çakma hocayız. Yani koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler misali Abdurrahman Çelebi görevi yapıyoruz.

Bu anekdot, ülkemize eşiyle birlikte gelen Almanya Başbakanı’nın arabasından malzemeleri alıp taşıması görüntüleri üzerine aklıma geldi. Şov ya da başka bir amaçla taşıdı. Ama görüntü bir tevazu örneği idi. Hoşuma gitti. Şu var ki eşyasını alması, taşıması hiç acemi birine benzemiyordu.

Kendi kendime düşündüm. Ben daha liseyi yeni bitirmiş biri olarak hocayım diye sandalye taşımayı nefsime yediremedim. Bir de bir yerde müdür, bir şehirde belediye başkanı, yüksek bir bürokrat, kaymakam, Vali, bakan, başbakan ya da Cumhurbaşkanı olsaydım, o zaman görecektiniz beni. Şu anda bilemiyorum ama herhalde Almanya Başbakanının yaptığını yapmazdım. Her bir şeyimi, telefonuma varıncaya kadar yanımdakilere taşıtırdım. Ben taşımak istesem de emrinde görevli kişiler taşıtmazdı. Çünkü bizim ülkemizde bu işler böyle yürüyor. Ayıplanır adeta. Çünkü biz nevi şahsına münhasır bir ülkeyiz. Çalıştığımız yere hizmet edeceğimiz yerde çalıştığımız yerdekiler bize hizmet eder. Beni de bu hizmetten Bekir Hocam mahrum etti. İşin başında iken bana gelecek hizmetlerin önünü kesti. Alacağı olsun. 

O kadar da değil. Yüksek kademedeki biri kendi eşyasını kendi taşımak isterse, kim ne diyecek diyebilirsiniz. Haklı olabilirsiniz. Yalnız burası Türkiye. Kim, nerede, ayıplar kestiremezsiniz.

Yazım uzadı ama bir anekdot daha aktarayım. Sarayönü'nde çalışırken bir başka okulda müdür olarak görev yapan biri, "Hocam, seninle ilgili bir şey duydum. Çok utandım. Söyleyeyim mi, söylemeyeyim mi bilmiyorum" dedi. Ne duyduysan söyle hocam. Yaptığım ayıbı ben de bileyim dedim. Acaba ne ayıp yaptım diye düşünmeye başladım. "Sınıflara girerken kapıları çalıyormuşsun. Sen koskoca Müdürsün. Müdür kapı çalar mı? Açtığıyla girer içeriye" dedi.

Böyle deyince, derin bir nefes aldım ve rahatladım. Ne var bunda? Böyle yapmam daha uygun değil mi? Sadece içeride öğretmen, öğrenci varken değil, kapalı gördüğüm her yere, içerinin boş olduğunu bilsem bile yine kapıya vururum. Varsın beni eleştiren ve ayıplayan ayıplasın. İstersen içeride öğretmen olmasın. Ben böyle yapmaya devam edeceğim dedim. Dediklerime müdür çok ikna olmadı ama varsın olsun.

Gördüğünüz gibi bu millet neleri ayıplıyor neleri.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder