21 Haziran 2025 Cumartesi

Kendimi Bir Değersiz Bir Değerli Hissettiğim An

Kendimi bir değersiz bir değerli hissediyorum. Anlayacağınız iki haletiruhiye taşıyorum.

Değersiz hissedince, dünyada bir karşılığım yok diyor kendimi dünyaya yük gibi görüyorum.

Değerli hissedince, vay be! Ben neymişim. Şu saygıya bak diyorum. İçim içime sığmıyor. Bir sevinç bir sevinç. Anlatılmaz yaşanır bu hal.

Kendimi ne zaman değersiz ne zaman değerli hissediyorum.

Açıkçası muhit ve mevkie göre değişiyor. Daha doğrusu sürücülerin keyfine göre değişiyor benim değersiz ve değerli hissetme halim.

Bu hal yani değerli ve değersiz hali genelde kaldırımdan karşıdan karşıya geçerken oluyor.

Ömrüm yürüyerek geçince ister istemez yollarda karşıdan karşıya geçme eksik olmaz.

Karşıdan karşıya geçeceğim. Önce soluma, sonra sağıma bakıyorum. Ta uzaktan bir araba geliyor. Onun hızını kesmeden geçerim diyorum. Adımımı yola atıyorum. Atar atmaz, o kendi halinde bir hızla gelen sürücü gaza basıyor, kornaya yükleniyor. Geçme, ben geliyorum. Beni bekle diyor kısaca. Şayet onu dinler, adımımı geri kaldırıma çıkarırsam, hah şöyle. Bana saygı duymayı bileceksin dercesine, tepki göstermeden gidiyor. Buna rağmen ben geliyorum, görmüyor musun dercesine tepki gösteren de eksik olmuyor.

Gaza yüklenmesine rağmen sürücü gelmeden ben onun geldiği şeridi boşaltıyorum. Ama beyefendi, şerit değiştirerek basıyor da basıyor gaza. Adeta yolu değil, beni takip ediyor. Bir afra bir tafra. Görmelisiniz. Uzun korna sesini söylemeye gerek yok zaten. Onun geçişini engellemeden orta refüje çıkmama rağmen yanımdan geçerken yapılan el kol işaretlerini, efir nefir ağzını bilmem söylememe gerek var mı?

Ya Rabbim, niye ben bu yoldan geçtim. Vara bu tabakhaneye giden mikrobun geçişini bekleseydim diyorsun. Ama son pişmanlık fayda vermiyor. İşte bu durum kendimi değersiz görmeme sebebiyet veriyor.

Kendimi böyle hep değersiz hissetmiyorum tabi. Aşağı yukarı her gün Anıt mevkiinden geçerim. Burada trafik lambası yok. Amber Reis Camiini soluma alıp Konya Lisesine doğru yoldan geçmek istediğimde kaldırıma gelip duruyorum. İstiyorum ki akan trafik bitsin, yol boşalınca karşıya geçeyim. Ne mümkün beklemek. Daha ayağımı yola atmadan kaldırımda beklerken gelmekte olan araç duruyor. Yol veriyor. Geç kardeşim, ben seni beklerim diyorsun. Ne mümkün. Sürücü duruyor. Ne kadar yaya varsa karşıdan karşıya geçmesini bekliyor. Sen geçmek için niyetlenmesen bile bunu yapıyorlar. Bu durumu gören her yaya, karşıdan karşıya geçerken elini kaldırıp sürücüye teşekkür edip yoluna devam ediyor. Hatta sürücüyü beklettim diye hızlı hızlı geçiyor yoldan.

Aynı durum Konya Lisesini sağına alıp Anıt'a doğru geçerken de ayniyle vaki. Her araç durup yayaya yol veriyor. Yeter ki kaldırımda bekleyen bir yaya görmüş olsunlar.

Anıt mevkiindeki yayaya yol verme hali birkaç güzergahta da böyle. Haliyle ne zaman Anıt mevkiindeki kavşaktan geçsem, kendimi hep ve pek değerli hissederim. Keyfime diyecek olmaz. Bir mutluluk bir mutluluk. Ben neymişim diyorum.

Kendimi değerli hissede hissede sevinç ve mutluluk içerisinde ayaklarım yere değmeden yoluma devam ederken, acaba bu Anıt mevkiinden geçen araçlar bu şehre ait sürücüler değil mi sorusunu sormadan edemiyorum.

Gönül istiyor ki Anıt mevkiindeki kavşakta sürücülerin yayalara gösterdiği bu hassasiyet diğer mevkilerdeki kavşaklarda da yaygınlaşsın.

Bu arada, sürücülerden beklediğimiz bu hassasiyeti yayalardan da beklemek lazım. Çünkü öncelik bizim diyen öyle yayalar var ki bu önceliklerini ışıklı kavşaklarda da görmek istiyorlar ve trafiği birbirine katıyorlar. Bu kadar hassasiyet fazla yayalar. 

Kimlerle Konuşmak İsterim

Sırtında yumurta küfesi olmayacak.

Köprüden geçinceye kadar ayıya dayı demeyecek.

Başıma bir şey gelir korkusu olmayacak.

Bağlı bulunduğu bir camia, cemaat ve ideolojisi olmayacak. Varsa da okları ilk önce ait olduğu yere doğrultacak. Şurada, burada, şöyle şöyle yanlış yapıyorsunuz diyecek.

Aklını kimseye kiraya vermeyecek.

Makam, mevki ve şöhret peşinde koşmayacak.

Makamımı kaybederim endişesi taşımayacak.

Başkasının gözündeki çöpü görürken kendi gözündeki merteği de görecek.

Körü körüne yanlışı savunmayacak. Hayata tek gözlükle bakmayacak.

Seni dinleyecek, cevap verecek. O konuşacak, sen dinleyeceksin.

Konuşurken bildik şeyleri söylemeyecek. Hep somurtmayacak hep de konuşmayacak.

Ne olur ne olmaz, yerin kulağı var demeyecek. Doğru bildiğini her platformda söyleyip renk verecek. Ben buyum, böyle düşünüyorum, bu da düşüncem diyecek.

İçini dökecek. İçi dışına yansıyacak. Neyse o görünecek.

Kınayanın kınamasına aldırmayacak.

Soracak, sorgulayacak.

İyiye ve kötüye dair şeylerin hakkını verecek.

Olayların perde gerisini görecek.

Güce tapmayacak, gücünü güçten almayacak vs.

20 Haziran 2025 Cuma

Terörist Oldum diye Üzülme!

Terörist oldum, dışlandım, her yerde aranıyorum, herkes bana lanet okuyor, Ya bir kör kurşuna yem olacağım ya da kodesi boylayacağım, güneş yüzü görmeyeceğim deme.

Kellene ödül bile koymuş olabilirler.

Tüm bunlar ve daha fazlası olabilir.

Sakın ola, ümitsiz olma.

Bittim, tükendim deme.

Çünkü;

Gün doğmadan neler doğar.

Yarın konjektür değişir:

Dünün teröristi olan sen, bir bakmışsın, cumhurbaşkanı olmuşsun.

Kellene konan ödül kaldırılır.

Olmaz olmaz, hayal görme deme.

Bu gözler neler gördü neler... 

Bebek katili iken bir bakmışsın, kurucu önder oluvermişsin.

Kurucu önderliği de küçümseme. Çünkü bu ünvan şu ana kadar sadece bir kişiye verilmişti. Sen ikincisisin.

Sana demediklerini bırakmayanlar, dediklerini yutarlar. Ayağına heyet gönderirler. Dört gözle senden gelecek müjdeli haberi beklerler. Saygıda kusur edilmesin. Kurtarıcı olursun kısaca.

Kısaca teröristken de hem gündemde idin. Teröristlikten çıktıktan sonra da gündemde olmaya devam edeceksin.

Dün de aranan idin, bugün de.

Dün yediğin önünde yemediğin arkanda idi. Bugün de öyle olacak.

Yeter ki sabretmesini bil.

Yeter ki verilen görevini layıkıyla oyna.

Unutma ki verilen görevini yerine getiren, bu uğurda dirsek çürütenleri biz hiç yarı yolda bırakmayız.

Yeter ki bizim sana inandığımız gibi sen de kendine inan ve kendine güven.

Ha unutmadan söyleyeyim. Yaptıklarınız unutulmasın, arkanızdan gelen teröristlere de örnek olsun diye heykelinizin dikilmesine ne dersiniz?

O kadar da değil deme.

Zira yakışır.

İnanın her türlü kötülüğü yapan, her türlü melaneti işleyen herkese ümit ve moral kaynağı olacaksınız. Çünkü sizi gören onlar, bunlar bile cumhurbaşkanı, kurucu önder olduysa, biz hayli hayli bir gün cumhurbaşkanı, kurucu önder olabiliriz ümidiyle yaşayacaklar. Böylece hayata bağlanacaklar.

Bilim İnsanlarından Ne İstenir?

"TÜBİTAK'ta çalışan Yüzbaşı Yücel Kenter (32) ile mühendisler Ercan Kuruoğlu (31) ve Mustafa Aktekin'i (54) taşıyan minibüs, 14 Temmuz 2004 günü Çanakkale'de bir traktörle çarpıştı. Bu kazada üçü de vefat etti. Bu üç ismin üzerinde çalıştıkları projeye dair detaylar ulusal güvenlik gerekçesiyle tam olarak bilinmese de "kripto çözümleme sistem ve yazılımları" üzerine çalıştıkları; kazanın olduğu gün ise Çanakkale'de yeni geliştirilen bir askeri cihazı denemek üzere bulundukları ve dönüş yolunda oldukları söyleniyor".

"ASELSAN'ın milli tank projesinde görevli mühendis Hüseyin Başbilen, 5 Ağustos günü ortadan kayboldu. İki gün sonra ise evinden 50 kilometre uzakta aracının içinde ölü bulundu. Bilekleri ve boynu kesilmiş halde bulunan Başbilen'in ölümü kayıtlara 'intihar' olarak geçti".

17 Ocak 2007 tarihinde bir başka ASELSAN mühendisi olan 30 yaşındaki Halim Ünsem Ünal, aracında ölü bulundu. F-16 savaş uçaklarının modernizasyonu, komuta kontrol ve şifreleme sistemleri üzerine çalışan Ünsem'in, kafasına aldığı tek kurşun darbesiyle hayatını kaybettiği bilinirken onun ölümü de kayıtlara intihar olarak geçti.

"26 Ocak 2007'de bir diğer üzücü haber yine ASELSAN mühendisi olan Evrim Yançeken'den geliyor. ASELSAN'da mikrodalga ve sistem teknolojileri üzerine çalışan Yançeken'in 7. kattaki evinden atlayarak intihar ettiği; psikolojik sorunları olduğu iddia edildi.”

ASELSAN'ın en başarılı mühendislerinden Burhaneddin Volkan, 07 Ekim 2007 günü görev yaptığı Bando Okullar Komutanlığı’nda silahla intihar etti. Volkan, Komuta Kontrol ve Haberleşme Yazılım Mühendisliği'nin Uçak Komuta Kontrol Merkezi bölümünde çalışıyordu".

“2007'de tüm diğer acı haberlerin yanında, Türkiye çok değerli 6 bilim insanını bir uçak kazasında kaybetti; 30 Kasım 2007 günü İstanbul-Isparta seferini gerçekleştiren bir Atlas Jet uçağı, inişe geçtikten sonra düştü. Uçağın içerisinde 7 mürettebat ile birlikte 57 kişi vardı. Bu 57 kişi arasında Boğaziçi Üniversitesi öğretim görevlisi ve dünyaca ünlü parçacık fizikçimiz Prof. Dr. Engin Arık, araştırma görevlisi Özgen Berkol Doğan, Prof. Dr. Şenel Fatma Boydağ, Doç. Dr. İskender Hikmet ve araştırma görevlisi Mustafa Fidan ile yüksek lisans öğrencisi Engin Abat yer alıyordu. Türkiye’de kurulması için çalışılan Türk Hızlandırıcı Merkezi projesi üzerine çalışıyorlardı.”

Başarılı bir ODTÜ mezunu elektrik-elektronik mühendisi olan ve ASELSAN'da bir milli savunma projesinde ve Leopard tankların yazılımları üzerine çalışan Oluk'un, askerde iken 'trafo tamiri yaparken' elektrik çarpması sonucu 10 Mayıs 2008 tarihinde hayatını kaybettiği söyleniyor. Ailesi ölümün sıradan bir kaza olmadığını düşündüklerini söylerken ölüm raporlara kaza olarak geçti”.

"Hakan Öksüz 15 yıl boyunca ASELSAN'da görev yapmış; pek çok önemli projede yer almış bir mühendisti. Güncel olarak ise mikro elektronik güdüm ve elektro-optik grubu projelerinde çalışıyordu. 25 Ocak 2013 tarihinde ASELSAN'da çalıştığı tesise uğrayıp kısa süre kaldıktan sonra çıktı. Ardından bir kaza geçirerek hayatını kaybetti".

"F-16 savaş uçakları, İHA, tank ve savaş silahları gibi milli projelerde görev yapan ve manyetik alan projelerinde çalışan bir diğer ASELSAN mühendisi olan Erdem Uğur, 16 Ocak 2015 tarihinde Ankara'daki evinde ölü bulundu. Genç mühendisin ölümü kayıtlara gaz zehirlenmesi olarak geçti".

“ASELSAN'da yerli savunma sistemleri üzerinde çalışan elektronik yüksek mühendisi Kerem Parıldar, 21 Kasım 2017 tarihinde evinden 15 kilometre uzaklıkta bir binanın 14. katından atlayarak intihar etti. Olayın ardından şüpheli bulunan durum soruşturulmaya başlandı ancak olay kayıtlara intihar olarak geçti”.

Bilim insanlarımıza dair ölümü kaza, intihar ve şüpheli olarak yer verdiğim bu bilgileri https://www.webtekno.com/turk-bilim-insanlari-supheli-olumler-h133097.html adresinden alıntı yaptım. 

Kanser üzerine araştırmalar yapan, ‘Yüzde 75 çözüm buldum’, ‘Ömrüm yeterse tüm kanser türlerini tek kalemde bitireceğim’ açıklamasıyla bilinen emekli doktor Mustafa Savan Günay 16 Haziran 2025 günü Eskişehir’deki evinde ölü bulundu. Hastanede yapılan otopside ölümü şüpheli görüldü.

Bilim insanlarına dair yer vermek istediğim son haber, İsrail’in İranlı 14 bilim insanını suikastla öldürmesi hala sıcaklığını koruyor. 

Bilim insanlarının şüpheli, suikast, kaza vb. yollarla kaldırılması verdiğim örneklerden ibaret değil. Yaz yaz bitmez.

Anlamadığım, düşünüp kafa yormaktan ve yeni bir şey ortaya koymaktan başka bir suçu olmayan bilim insanları, bir şekilde ortadan niçin kaldırılır niçin hayatlarına son verilir niçin onlardan herkes gibi yaşamak esirgenir? Ömrünü laboratuvarda geçiren, ülkesine ve insanlığa hizmet olan bu insanların kaderi, ölüm ve öldürülme olmamalı. Eğer bir kavgamız varsa bunun yolu, bilim insanlarını ortadan kaldırmak değil, bilakis onları yaşatmak olmalı. Maalesef biz onlara nefes almayı bile çok görüyoruz.

Tüm bu verdiğim örneklerden benim anladığım, dünyaya yön veren üç beş çakal; sermaye, para, mal, enerji vb. şeyleri tekellerinde bulundurduğu gibi bilim, ilim, teknoloji ve icat da bizim tekelimizde olsun istiyor. Birileri tekerlerini çomak sokunca de bedelini bedenleriyle ödetiyorlar. Yuh olsun sizin insanlığınıza!

15 Haziran 2025 Pazar

Sıra Bizde mi?

İsrail için potansiyel tehlike olan ülkeler; Mısır, Suriye, Lübnan, Libya ve İran idi. Geçmiş zaman kipi kullandım. Çünkü bir zamanlar böyle idi.

Bu potansiyel tehlike bertaraf edilmeliydi.

Haritalar değişmeliydi.

Bölgedeki ülkeler kendi iç sorunlarıyla uğraşmalıydı.

Dünya için değer ifade eden petrol ve doğal gaz yatakları, sevk ve idaresi kontrol altına alınmalıydı. Daha doğrusu petrole çökülmeliydi.

İç kargaşa çıkarılmalıydı.

Yönetimler değişmeliydi.

Bölgede bir istikrarsızlık hakim olmalıydı.

Bunun için Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) devreye sokuldu.

Önce Irak yerle bir edildi. ABD tarafından işgal edildi. Saddam'ın güçlü ordusu, devlet başkanlarını korumak için kılını kıpırdatmadı. Ülkeyi işgalden kurtarmak için tek kurşun atmadı. Bugün Irak fiili olarak ikiye bölünmüş durumda ve etkisiz bir devlet. Değil İsrail'e potansiyel tehlike olmak. Kendini koruyacak gücü yok.

Arap Baharı ile birlikte Mısır'a operasyon yapıldı. Mısır eski gücünden ve İsrail'e potansiyel tehlike olmaktan uzaklaşsa da bir darbe ile belli ki ülkesini bölünmekten kurtardı.
Libya diye bir devlet kalmadı dense yeridir. Haberlerde bile yer almıyor. İkiye mi bölündü, üçe mi bilmiyoruz. Ülkenin istikrara kavuşması zor görünüyor. Kendi içişleriyle uğraşmaktan dışarıya zamanları kalmıyor. Kaddafi'yi ve ülkeyi bölünmekten kurtarmak için Libya ordusu da kılını kıpırdatmadı.

Sıra Suriye'ye geldi. İç karışıklığı birden bitirmediler. 2011'de başlayan iç karışıklık 2024'e kadar sürdü, daha doğrusu sürdürüldü. Ne zamanki Suriye'ye ne yapacaklarını aralarında anlaştılar. Rusya ve İran destekli Esed yönetiminin ipi çekildi. Önce Rusya ve İran'a desteğinizi çekin dendi. Esed'in güçlü ordusu da ülkelerini savunmak için Irak ordusu gibi tek kurşun atmadı. Suriye'de Esed sonrası geçici bir hükümet kurulsa da Suriye'nin ülkesinin yeniden imar etmesi ve istikrara kavuşması da çok zor.

BOP'çular Irak, Mısır ve Libya ile yetinmediler. Çünkü yapacak daha çok işleri vardı. Adım adım hedeflerine ulaşmaları gerekiyordu. Bunun için birileri sularını bulandırmalıydı.

Suriye'de son noktayı koymadan önce imdada 7 Ekim Hamas saldırısı yetişti. İsrail sen misin bana saldıran dedi. Gazze'yi yerle bir etti. Hamas hareket edemez noktaya getirilince, İsrail Gazze nasılsa garanti deyip Hamas'a destek veren Lübnan Hizbullah'ına yöneldi. Hizbullah'ın ne kadar üst düzey komuta kademesi varsa nokta atış suikastla öldürdü. Bu suikastlarda çağrı cihazını silah olarak kullandı.

Lübnan Hizbullah'ına diz çöktürünce İran'a yöneldi. Hamas Lideri İsmail Haniye'yi İran’da iken vurdu. Farklı zamanlarda İran'a saldırarak İran'ın gücünü iki defa test etti. İran ise bu saldırılara karşı İsrail'e füze göndererek cevap verdim deyip geçiştirdi.

Irak, Mısır, Libya, Lübnan, Suriye dizayn edildikten sonra geriye tam darbe vuracak bir tek İran kalmıştı. Ona da 13 Haziran 2025'de 200 uçakla saldırarak büyük çaplı bir operasyon başlattı. İran hem tepeden hem içten büyük darbe yedi. Ne kadar üst düzey komutanı varsa nokta atış öldürüldü. Bilim adamları hakeza.

Tüm bu içeriden ve yukarıdan saldırılara karşı İran'ın, elinde Telaviv'e füze atmaktan başka elinden bir şey gelmiyor.

Bu savaşta İran yalnız iken İsrail'in arkasında başta ABD olmak üzere İngiltere, Fransa ve Almanya var. İsrail aynı zamanda Irak, Ürdün, belki de Suriye üstlerini ve havaalanlarını kullanıyor.

Bu İsrail-İran savaşı ne zaman biter? İran için ne düşünülüyor? Bunları bilmemiz mümkün değil. Önceki eserlerine bakılırsa İran için rejim değişikliği, iç karışıklık, bölünme ve istikrarsızlık kapıda demektir.

Bu savaşın sonu nasıl olur? İran'ın varlık gösterebilmesi mümkün değil. Kullanılan bu teknolojiye yıllardır ambargo uygulanan İran dayanamadığı gibi Türkiye dahil bölgede hiçbir ülke dayanamaz. Öyle görünüyor ki diğer ülkeler BOP planına boyun eğmişse İran da boyun eğecek. Ama gönüllü ama gönülsüz.

Görünen o ki İsrail'in savaşa dair yaptıkları eski savaşlardan çok farklı. Artık kaba kuvvete dayalı, at sırtında savaş kazanma, güçlü ordu bulundurma dönemleri sona ermiş. Yeni ve farklı teknolojiler kullanıyor. Öldürülmesini istediği kişileri nokta atış suikastla öldürüyor. Çağrı cihazını bile silah olarak kullanıyorsa, yarın bir başkasına neyi kullanır, bunu şimdiden kestirmek mümkün değil. Her türlü istihbarat zaten ellerinde.

Kısaca İsrail eliyle tüm bölge bir başta öbür başa dizayn edildi. Arkasında ABD olduğu müddetçe İsrail'i durduracak bölgede bir devlet ve güç yok. Halihazırda İsrail'den rahat ve huzurlu bir devlet yok. Çünkü kendisini potansiyel tehdit edecek devlet kalmadı.

(İnternethaber) 
Peki, İsrail İran'dan sonra köşesine çekilecek mi? Çekilmeyecek. Çünkü İran'dan sonra sarı öküz hesabı sırada Türkiye var.

Hasılı Büyük Ortadoğu Projesi ABD destekli İsrail eliyle hız kesmeden devam ediyor.

İsrail'i durdurmanın tek yolu, onun kullandığı teknolojiye sahip olmaktan geçiyor. Bu da bizde var mı? Sanmıyorum.

Sözün özü, tahta silah ve tahta kılıçlarla cihat dönemi sona erdi. Devir, düşmanın silahıyla silahlanın sözü gereği günümüz teknolojisine uygun savaşlara kendimizi hazırlamamız gerek. Bir de hamaset ve slogandan uzak durmak lazım. Değilse bölgedeki komşu ülkelerin başına gelen bizim için de kaçınılmazdır.

14 Haziran 2025 Cumartesi

Güle Oynaya mı, Ağlaya Sızlaya mı?

"Konya Büyükşehir Belediyesi Konya İl Müftülüğü paydaşlığında gerçekleştirilen, "Güle oynaya camiye gel" projesi kapsamında, 1 Ocak 2016-31 Aralık 2016 tarihleri arasında doğan ve başvuru yaptığı camide 30 Haziran-18 Ağustos tarihleri arasında en az kırk gün sabah namazına gelen çocuklara, bisiklet hediye edilecek"
.

Başvurular 13-23 Haziran tarihleri arasında İnternet üzerinden yapılacak.

Büyükşehir Belediyesi başlattığı bu proje ile "Evlatlarımızı cami ve İbadetle tanıştırarak ibadet alışkanlıklarını küçük yaşlarda kazandırmayı" amaçlamaktadır.

Belediyenin bu projesi 2018 yılından beri her yaz döneminde uygulanmakta.

İlk başladığı yıl yanlış hatırlamıyorsam 7-14 yaş aracılığındaki çocukları kapsamıştı bu proje. Sonraki yıllarda ve bu yıl, 9 yaşındaki çocuklara yönelik bir uygulama.

2018 yılından beri bu proje kapsamında 91 bin bisiklet dağıtılmış. Bu seneki hedefin 100 bini geçmek olduğu belirtilmekte.

Projeye dair bu kısa bilgilendirmenin ardından, 2018 yılından itibaren uygulanmakta olan bu projeye dair kendi görüşümü belirtmek istiyorum.

Kampanya için kırk gün süresinin belirlenmesiyle, bundan muradın, bir işi kırk gün boyunca yapanın o işi bırakamayacağı ve devamlı olacağı düşünülmüş. Buna eyvallah.

Yine aynı şekilde dokuz yaşındaki çocukların seçilmesi ise Hz Muhammed'in "Çocuklarınızı yedi yaşına geldiği zaman namaza başlatın. Dokuz yaşına geldikleri halde namaza başlamadılarsa..." sözüyle, çocukları küçük yaşta namaza alıştırma gözetilmiş.

Proje ile çocuklarımıza ibadet alışkanlığı kazandırmak amaçlandığına göre 2018 yılından beri uygulanmakta olan bu projede başarıya ulaşıldığına dair elde bir veri var mı? Mesela 40 gün boyunca sabah namazına gelip bisiklet almaya hak kazanan kaç çocuk namaza devam ediyor? İmamlardan ve camiye devam eden cemaatten duyduğumuza göre bisiklet hediyesinin ardından camiye devam eden çocuk yok. Durum bu iken niçin bu projede ısrar ediliyor? Aynı yöntemi yedi yıldır uygulayarak farklı sonuç beklemek ne derece doğru?

Belediye ve İl Müftülüğü, sabah namazı dışında bir başka projeye imza atmayı düşünmüyor mu? Niçin sadece namaz niçin sadece sabah namazı niçin sadece bisiklet? Niçin kitap okuma alışkanlığına yönelik bir projeye öncülük edilmez? Mesela 40 gün boyunca Konya'daki kütüphanelere gelip günde bir saat kitap okuyan çocuklara hediye kampanyası yapılabilir. Çünkü bu toplumun cami ve namaz ihmali dışında okuma sorunu da var. Kitap okuma projesi mutlaka düşünülüp hayata geçirilmeli.

Diyelim ki namaz önceliğimiz. Ağaç yaş iken eğilir misali çocuklarımızı önce namaza başlatalım. İyi, güzel de niçin sabah namazı? Mübarekler, sabah namazı dediğiniz namaz, kişiye hele çocuğa en zor gelen namaz. Gecelerin kısa olduğu, herkeste uyku probleminin olduğu, kişinin uykuyu alamadığı bir mevsim. Amacımız çocuğu namaza başlatmak mı? Çocuğa illallah dedirtmek mi? Bu ne demek biliyor musunuz? Sen misin bisiklet isteyen? Gör o zaman Hanya'yı Konya'yı demek. Madem çocuklarımızı namaza başlatacağız. En kolay vakitlerden başlatmak daha pedagojik olmaz mı? Mesela öğle, ikindi ve akşam namazına çocuk bir başına gidebilir. Caminin etrafında veya mahallesinde oyun oynayan çocuk ezanı duyar duymaz oynamayı bırakır, koşar abdest alır, namaza gider. Hem de güle oynaya yapar bunu. Gördüğünüz gibi bir vakit yerine üç vakit namaz kıldırabiliriz çocuklara. Çocuklar bu vakitlerde kıldığı namazda zorlanmaz. Çocuk bu üç vakit camiye gitmek için anne, baba, ağabey ve ablaya ihtiyaç hissetmez. Uyku problemi olmaz. Halbuki sabah namazı öyle mi? Bir defa sabahın köründe, zifiri karanlıkta hiçbir çocuk yanında aileden biri olmadan camiye gidemez. Gitse de aile salmaz.

Çocuğu namaza başlatmak ve ona ödül olarak bisiklet vermek için seçilen bu sabah namazı, matematiğe yeni başlayan, daha çarpım tablosu ve dört işlemi bilmeyen çocuğa trigonometri ve karekök öğretmeye benzer. Halbuki matematik ve diğer derslerde kolaydan zora doğru bir seyir izlenir. Pedagojiye uygun olan da budur.

Tüm bunlardan geçtim. Projenin başlığı olarak seçilen "Güle oynaya sabah namazına gel" sloganına gelelim. Büyükler bile sabah namazına giderken yarı uykulu gider. Yani güle oynaya camiye gitmez. Değil ki dokuz yaşındaki ana kuzusu bir çocuk güle oynaya sabah namazına gitsin. Olsa olsa anne babası güç bela uykudan uyandırır. Yarı uykulu camiye gider. Yani camiye giderken güle oynaya gitmez. Gitse gitse ağlaya sızlaya gider. Bu tespitime, geçmişte bisiklet projesine katılan torununu sabah namazına götüren bir dede hak verdi: "Torunum camide başını dizime koydu. Uyumaya başladı. Ayıp olur, kalk diye uyandırdım" dedi. Kısaca namaza özellikle sabah namazına güle oynaya gidilmez. Öğle, ikindi ve akşam namazları için belki güle oynaya düşünülebilir.

Verilen hediyeye gelince. Bisiklet kullanmayı yaygınlaştırmak için güzel bir hediye. Konya bisiklet sürmeye de en uygun şehirlerden biri.

Bisikletlerin sponsoru büyük bir ihtimalle Büyükşehir Belediyesi. Belediye de projeye dahil olan çocuk sayısı kadar bisiklet temin etmek zorunda. Bunu temin için öyle zannediyorum, bisikletleri ihale ile almaktadır. En uygun teklifi verenden satın almakta. Eğer böyle ise satıştan sadece bir veya birkaç firma faydalanır. Halbuki şehirde toptan ve perakende bisiklet satışı yapan çok sayıda satıcı vardır. Bu satıştan tüm esnafın faydalanmasında yarar görüyorum. Bunun için ihalede en uygun teklif verilen bisiklet fiyatı ailenin hesabına yatırılabilir ya da bisiklet çeki vererek bu kampanyaya katılan ne kadar esnaf varsa vatandaş dilediğinden bisiklet alabilir. Böylece şehirdeki tüm bisiklet sektörü gözetilmiş olur.

Bir diğer husus, binlerce bisiklet belediyeye ek maliyet getirir. Bu sponsorluğu, belediyenin üstlenmesinden ziyade başka STK'ler, dernekler ve yardım kuruluşları üstlenebilir. Konya Müftülüğü Bisikletlerin temini için cuma namazı sonrası yardım sergisi açabilir. Hayırseverlerden yardım toplanabilir. İsterim ki kamu bu işe sponsor olmasın. Kamu, kurum ve kuruluşları, kaynaklarını belediyenin asli görevlerine ayırabilir.

Bu konuda daha önce birkaç defa yazı yazmıştım. Yılda bir bu proje tekrar gündeme gelince yeniden ele almak istedim. Niyetim, pişmiş aşa su katmak değil. Temenni ederim ki proje başarılı olur, amaçlanan hedefe ulaşılır.

12 Haziran 2025 Perşembe

Bankamatik Memurluğu Caiz mi?

Türkiye'de geçmişten günümüze şöyle böyle değil, baya bankamatik memuru var. Sayısını bilmiyoruz.

Halk arasında bankamatik memuru dense de aslında resmiyette kimse bankamatik memuru değil.

Hele bu mesleği icra edenlerin hiçbiri memur değil. Hepsi bir zaman müdürlük yapmış. Vekaleten başladıkları bu görevleri zamanla asalete dönüşmüş. Sonra birileri bunlara kızağa çekerek yerine bir başkasını yönetici atamış. Yeni atadığını da bir süre sonra alıp yerine bir başkasını oturtmuş.

İşte bu kızağa çekilenlere halk bankamatik memuru diyor. Bu tip kızağa çekilenler maaş ve özlük haklarını almaya devam ediyor. Adları da kah uzman kah araştırmacı oluyor. Neyin uzmanı ya da neyi araştırıyor demeyin. Atandıkları kadro adı böyle. Yoksa herhangi bir şeyin uzmanlığını ya da bir şeyin araştırmasını yapmıyorlar.

Bunları maaş ve diğer özlük hakları hesaplarına yatar. Bunlar da ihtiyaç oldukça maaşlarını kullanırlar.

Yerleri, yurtları yoktur. Mesai kavramları da yoktur. Kendilerine neredesiniz, gelin biraz çalışın diyen de olmaz.

Mesai kavramları ve ayrıldıkları kuruma herhangi bir sorumlulukları da olmadığı için bunlar çarşı, pazar, köy, kasaba, tatil merkezleri dolaşır dururlar. Yani 7/24, 365 gün boşlar.

Otur, halk, gel, git denmeyen bu kişiler, emeklilik öncesi emeklilik yaşarlar. Emeklilikten tek farkı emekli maaşı almamaları, çalışan gibi maaş almaları.

Araştırmacı ya da uzman olduktan sonra bunların tek yaptığı, bir uzmanın deyimiyle şöyle: “Şu kadar yıl kamuya hizmet ettik. Bundan sonra karıya hizmet ediyoruz” şeklindedir.

Halkımız bankamatik memuru dediği bu kızağa çekilmiş kişileri görse, bir güzel hoşbeş yapıyor, nerede, ne iş yaptığını soruyor. Görevini söyleyince oh ne güzel diyor. Bankamatik memuru yanlarından gidince başlıyorlar bunların arkasından konuşmaya: "Bunların aldığı caiz mi? Kesinlikle caiz değil, iş yapmadan para almak caiz olmaz" şeklinde kendi aralarında konuşup duruyor.

Kızağa çekilmek suretiyle uzman ya da araştırmacı kadrosuna alınıp herhangi bir görevi ve mesaisi olmayan bu tip yöneticilerin aldıkları maaş caiz mi, değil mi? Bunun üzerinde hiç durmayacağım. Çünkü bu sorunun muhatabı bu tip bankamatik memurları değil, onları kızağa alanlardır. Çünkü bunları bankamatik memuru yapan onlardır. Bunlara maaş ve özlük haklarını vermeye devam edenlerdir. Bunları alanında herhangi bir işte istihdam etmeyip çalışan bir kişi gibi maaş vermeye devam edenlerdir. Bunlardan ve tecrübesinden yararlanmayanlardır. Kısaca bu işin asıl suçluları, bir müddet yöneticilikten sonra bunlara araştırmacı ya da uzman adı altında bir kadro istihdam edenlerdir. Eğer birilerine kızılacaksa eğer birilerine hesap sorulacaksa eğer caiz mi denecekse bunun suçlusu insan kaynağını yerinde kullanmayanlardır. Devletin parasını çarçur edenlerdir.

İnsanları önce yönetici yapıp sonra beğenmedim deyip kızağa çekerek onları bankamatik memuru yapmaktansa, yöneticiliğe getirilecek kişiyi yönetici yapmadan önce "Yöneticilik üzerinden bir şekilde alınırsa asli görevine dönersin" denmelidir. Böylece piyasada bankamatik memuru kalmaz.

Reçetede Kota Uygulaması

Kullandığım tansiyon ilacı bitti. Raporlu bu ilacı yeniden yazdırmaktansa bugünlerde yüksek seyreden tansiyonumu kontrol altına almak için kurban bayramı arifesinden bir gün önce kardiyoloji doktoruna muayene oldum. EKO, EKG çektirdim, kan tahlili verdim. "Tahlil sonuçları iyi. Kalbinde sorun yok. Yalnız tansiyonun yüksek. Kullandığın ilacın dozunu yükselteceğim. Reçeteyi yazdım. Az sonra cep numarana reçete numarası gelir" dedi doktor. Teşekkür edip hastaneden ayrıldım.

Yolda zaman zaman mesajın gelip gelmediğini kontrol için cep telefonuna baktım. Mesaj bir türlü gelmedi. Belli ki bir aksilik var. Acaba nereden kaynaklanıyor.

Doktor, sonuçlarıma mesaiden sonra 18.00 sularına doğru bakmıştı. En iyisi sabah doktora mesaj atayım. Reçete numarası gelmedi diyeyim dedim.

Akşam 21.00 sularında oğlana mesaj attım. Evlat, reçete mesajı gelmedi. Acaba o hastanenin sisteminde senin numaran kayıtlı da bana gelecek mesaj sana gelmiş olabilir mi dedim. "Aynen baba. Mesaj bana gelmiş. Yoğunluktan ben de görmemişim" diyerek telefonuna gelen mesajı bana gönderdi.

Arife günü öğleden sonra resmi tatil olduğuna göre ilacımı öğleden önce almalıyım. Nasılsa eczaneler öğleye kadar açık olur dedim.

12.00 civarında evden çarşıya doğru çıktım. Nasılsa eczaneler 13.00'e kadar açık olur. Yol üzerindeki eczaneden ilacımı alayım diye eczaneye yöneldim. Kapalıydı. Benim evdeki hesap çarşıya uymadı.

Belli ki eczaneler ya o gün saat 12.00'ye kadar çalıştı ya da hiç açmadılar. Hizmeti nöbetçi eczanelere devrettiler.

Bu aşamadan sonra elim mahkum nöbetçi eczaneye gitmeye deyip çarşıya devam ettim.
Terzime uğradım. Paçasının yapılması için iki pantolon bıraktım. Birlikte bir tanıdığın cenazesine katıldık. Dönüşte, terzide biraz oyalandıktan sonra yolum üzeri yakın nöbetçi eczane listesine baktım. Kızılay'ın karşısında bir eczanenin nöbetçi olduğunu öğrendim.

Saat 17.00 suları eczaneye vardığımda içerisi tıklım tıklım idi. İlaç yüzdesi vermek isteyenler bile sıra bekliyordu. Çalışan sayısı da fazla olmasına rağmen kendisiyle ilgilenilmesini bekleyen müşteriler vardı.

Az bekledikten sonra telefonumu uzatarak şu reçeteye bakar mısın der demez, çalışan telefona bile bakmadan "Reçete alamıyoruz. Kotamız doldu" deyip başka müşteriye yöneldi.

Şaşırdım doğrusu. Reçetenin kotası da mı olur dedim kendi kendime. Bana bunu diyen çalışan 15-16 yaşlarında bir çocuk idi. Müşteri yoğunluğundan beni baştan savdı diye düşündüm. Çıkıp giderken kapıya yakın gençten bir çalışana gösterdim reçetemi. O da önceki çocuğun dediğini söyledi. "Kotamız doldu. Reçete alamıyoruz. Saat 5 oldu. Zaten 6'da kapatacağız. İlacınızın ivediliği yoksa reçetenizi alalım. İlacınızı bayram sonrası verelim" dedi. Teşekkür edip ayrıldım.

Yeniden nöbetçi eczane listesine baktım. Muhacir Pazarı civarında bir eczane daha nöbetçi idi. Adımlarımı sıklaştırarak ikinci nöbetçi eczaneye geldim. Burada fazla müşteri yoktu. Tek tük gelen müşteriler vardı.

Reçeteyi gösterdim. Çalışan tüm raflara baktı benim tek kalemden ibaret ilacı bulmak için. İçerideki diğer çalışanlara sordu. Bulamadı. Öğleden önce bu ilaçtan üç tane istemiştik. Geldi mi, geldi de verdik mi bir bakın. Çünkü sistemde bu ilaçtan üç tane gözüküyor. Acaba düşmedik mi? Şu depodan gelen açılmamış paketlerin içine bakın dedi. Kendi de baktı. "Maalesef yok" dedi. Buraya da teşekkür ederek oradan ayrıldım.

Eczane çalışanının tek tek raflara bakarak ilacı aramasına şaşırdım. Çünkü bugüne kadar hangi eczaneden ilaç almışsa, istediğim ilacı almak için gözü kapalı rafa yöneldiğini görmüştüm. Belli ki nöbetleri yoğun geçiyor. Yorgunluktan mayışmışlar.

Çıkışta tekrar nöbetçi eczane listesine baktım. Oturduğum mahallede iki tane eczane daha nöbetçi idi.

Adımlarımı sıklaştırarak üçüncü eczaneye 17.50'de vardım. Bu eczane müşteri bekler durumdaydı. Reçeteyi uzatmadan tereklerde ilacıma göz gezdirdim. İlacımı görünce sevindim. Çünkü üçüncü eczane ile birlikte ayaklarına karasular inmişti. İlacımın olmasına sevindim ama ya bu eczanenin de reçete kotası dolmuşsa, vay halime dedim. Çünkü işin yoksa kotası dolmayan ve ilacımın olduğu nöbetçi eczane ara dur.

Oturan görevliye reçetem var deyip telefonumdaki mesajı gösterdim. TC'mi söyledim. Telefonumdaki reçete numarasını girerek yerinden kalktı. "Coveram 10*10 neredeydi" deyip raflara bakmaya başladı. Sağ tarafında deyince, bir kutu alıp "Amca, ilacı kullanınca ilacı hemen gördün" dedi. İlacımı aldım. Teşekkür edip çıktım.

Şükür ki üçüncü nöbetçi eczaneden ilacımı alabildim. Buradan da kotamız doldu. Reçete alamıyoruz" sözünü duyacağım diye endişelenmiştim. Şayet böyle olsaydı, Konya kazan, ben kepçe tüm nöbetçi eczaneleri dolaşacaktım.

Siz siz olun, resmi tatil günlerinde -biliyorum elimizde değil ama- hasta olmayın. Daha önce muayene olduğunuz halde ilacı almak için benim gibi işi ağırdan almayın. İşinizi nöbetçi eczaneye bırakmayın. Maazallah o kadar yol gidip ilacınızı bulamayabilirsiniz. Bulsanız bile kotaya takılabilirsiniz. Mağdur olmamak, gittiğiniz eczaneden geri dönmemek için niyete aldığınız eczaneye telefon edip alacağınız ilacın olup olmadığını, varsa kotalarının dolup dolmadığını öğrenmenizde fayda var.

Gelelim reçetede kota uygulamasına. Nöbetçi eczane ararken İnternete girip "reçetede kota" yazıp aratmıştım. Olur mu böyle şey, ilaçta kota mı olur, bunlar benim aklımla dalga geçiyor diye düşündüğüm kota uygulamasının doğru olduğunu gördüm. Zonguldak Eczane Odasının Web sayfasında şu açıklamaya rastladım: "Aylık kotalı karşılanacak reçeteler için bu reçeteleri karşılamak isteyen eczanelere odamız tarafından bir kota belirlenmiş olup, eczane kotası dolana kadar kendisine gelen reçeteyi karşılayabilecek, kotası dolduktan sonra reçeteyi kotası dolmayan başka bir eczaneye yönlendirilecek; bunun takibini sistemden yapabilecektir".

Sanırım bu kota uygulaması 2012 yılında uygulamaya konmuş. O zamandan bu zamana da uygulanıyor. Bu kota uygulaması ile ayak altında herkesin uğrak yeri olmayan, yani daha az ciro yapan eczaneler korunmak ve desteklenmek istenmekte. Eczacılar arasında bir meslek dayanışması anlayacağınız.

İyi, hoş, güzel. Mesleki dayanışmaya kimsenin sözü olamaz. Ancak gıpta edilir. Yalnız bu meslek dayanışması ve birbirlerini koruma, hastayı mağdur etmemesi lazım. Vatandaş hasta hasta şu eczane, bu eczane, kotası dolmayan eczane mi arayacak? Madem bu uygulama devam ediyor. Eczacılar birbirlerini koruyup kollayacak. Pekala kotası dolan eczane, kotası dolmayan eczaneye reçete bilgisini vererek ilacı o eczaneden getirtebilir. Kotası dolmayan eczacı da bu işi seve seve yapar diye düşünüyorum. Çünkü her eczanenin küçük çalışanı var. Pekala mobilete atlayıp ilacı getirebilir.

Reçete kotasından dolayı bugüne kadar kaç hasta mağdur oldu bilmiyorum. Velev ki bir kişi mağdur olsun. Niye mağdur olsun? (Bu arada benim için eczane eczane dolaşmak mağduriyet sayılmaz. Çünkü bu vesileyle yürümüş olurum. Bunu da antrparantez hatırlatırım. Ki bu sayede hepsi eczane için olmasa da o gün 16.430 adım atmışım.)

Başıma yeni geldiği için reçetede uygulanan bu kotadan 2025 yılında haberdar oldum. Bu kota, 2012 yılından beri uyguladığına göre öyle zannediyorum, binlerce vatandaş bu kota uygulamasına takılmıştır. Bu mağduriyet bugüne kadar niçin gündeme gelmedi, anlamış değilim.

Eczanelerde uygulanan garip bulduğum bu kota uygulaması, düşünün ki okullarda uygulansın. Sınavsız öğrenci alan bir okul müdürü kontenjanımız doldu. Alamıyoruz desin. Kıyamet kopar. Hatta 222 sayılı kanunda bir sınıftaki öğrenci sayısı 40'ı geçemez denmesine rağmen bazı okullarda sınıf mevcutları kırkın üzerindedir. Hiçbir okul müdürü kırkın üzerinde öğrenci alamam. Ben kanunu uygulayacağım diyemez. Derse, başına ne geleceğini kestirmek mümkün değil. Bilin ki o okul müdürünü ben bile kurtaramam.

Bir hastanenin acili, hastamız çok. Şu sayıdan sonraki hastalar başka hastanelere gitsin, onları muayene edemeyeceğiz desin. Bakın o hastane yetkililerinin başına neler gelir.

Hasılı, garip bulduğum ve anlam veremediğim bu reçetede kota uygulamasının, hastayı mağdur etmeyecek, hastayı eczane eczane dolaştırmayacak, hastaya kolaylık olacak şekilde uygulanmasında büyük yarar görüyorum.

11 Haziran 2025 Çarşamba

Trafik Işıkları

Çoğu illerin kavşaklarında bulunan trafik ışıklarında, diğer ışığa geçmek için kaç saniye kaldığı yazılı.

Konya'da ise trafik ışıklarının olduğu hiçbir ışıkta ışığın süresi yazmıyor. Sanki geçmişte kısa bir süre ışıklarda saniye bilgisi vardı. Sonra ne hikmetse kaldırıldı.

Diğer illerin kavşak lambalarda süre varken Konya'da olmaması garip değil mi?

Lambalarda süre yazılı olsa ne olur, olmasa ne olur, kırmızı ise bekleyeceğiz, yeşil ise geçeceğiz diyebilirsiniz. Ben ise lambalarda sürenin yazılı olmasına tarafım. Çünkü sürücü kavşağa gelirken ışığın kırmızı olduğunu görünce, kaç saniye sonra yeşile döneceğini bilir. Aynı şekilde yeşilin yandığını görünce süreye göre kendini ayarlar. Hatta gaza biraz yüklenip yeşilde geçer. Yeşilin bitmesine birkaç saniye kaldığını görünce, nasılsa geçemem diyerek lambada durur.

Lambalarda süre yazmayınca, kavşağa yaklaşırken ışığın yeşil olduğunu gören sürücü, yeşilin ne zaman biteceğini bilmediği için gaza yüklenmek suretiyle yeşilde geçmeye kalkar ama çoğu sürücü önce sarı, ardından kırmızı da geçmek zorunda kalabiliyor. Çünkü tam kavşağa geldiğinde kırmızı yansa bile frene basamaz. O hızla ani fren kazaya sebebiyet verir. Kazara güç bela durmaya kalksa bile ardından kaptırıp gelen sürücünün arkadan vurmaması çok zor. O yüzden lambalarda mutlaka süre olmalı. Sürücü de süreye göre kendini ayarlamalı.

Lambalarda süre olması, olası kazaları önleyeceğini düşünüyorum. Sürenin olmaması da kazalara davetiye çıkarmaktadır.

Hepimizin bildiği gibi aşırı hız ve hız limitine riayet etmemenin sonucu, direksiyon hakimiyetini sağlayamadığı için olan kazaların yanında, kavşaklarda olan çarpma ve çarpışma kazaları da azımsanamayacak kadar çoktur. Bu kazalarda hızını alamadığı için kırmızıda geçen ile kendisine yeşil yanan diğer sürücünün burun buruna çarpışması eksik olmuyor bu ülkede.

Trafik lambalarında süre belirtilmesi, kırmızıda geçme riskini de ortadan kaldıracağı için sürücü kırmızıda geçme cezası yemediği gibi kavşak kazalarını da minimuma inecektir.

Sinyalizyon işlerine bildiğim kadarıyla belediye bakıyor. Konya Büyükşehir Belediyesi de diğer illerde olan süre ayrıntısına kavşak lambalarında mutlaka yer vermeli. Bu iş emniyetten bitecekse, Konya emniyeti de üzerine düşeni yapmalı.

Lastik Tamiri

Bayram ziyaretine gelen çocuklarımla bayramlaştık. Kahvaltımızı yaptık. Başka akrabaları da ziyaret edelim diye çıktılar.

Arabalarına binip gitmediler bir türlü.

Ne hayır diye arkalarından indim. Bir tanesinin arabasının arka sağ tekeri inmiş. Jant yere değmiş. Baktım pompa yardımıyla şişiriyorlar. 

Bu teker patlak. Stepneyi takın dedim. "Kim uğraşacak. Nasılsa yaptırılacak. Biraz şişirip bir lastikçiye kadar gidelim" dediler.

Yakındaki bir petrolde bulunan lastikçiye götürüp yama yaptırmışlar. 

Cam girmiş tekere. 

Bayram bayram, bayrak kazığı yedim dedi oğlan. Kaç verdin dedim. 350 lira imiş. Fazla değil mi diye sordum. Bizim ücretimiz böyle dedi. İşimin görüldüğüne baktım. Yalnız bu ücret fazla dedi. 

Kaç yıldır lastik yaptırmadım ama bana da fazla geldi dedim. İnternete girerek bu işin piyasasını öğrenmek istedim. Önüme Ankara Sanayi Odasının azami fiyat listesi düştü. Binek arabaya ait üç ayrı fiyat var. Fitil 400, yama 600, mantar yama 800 TL yazıyor. Öncelikle fiyat listesini belirleyip herkesin görebileceği şekilde dijital ortamda yayınlayan Ankara Sanayi Odasını tebrik etmek lazım. Belirlenen fiyat uçuk kaçık olsa da kendisine bağlı olan esnafa bu fiyattan yüksek alamazsın tavsiyesini yapmış. 

Görünen o ki Konya'daki lastik tamir ücreti de Ankara'yı aratmıyor. Ankara Sanayi Odasının belirleyip ilan ettiği listenin bir benzerini de Konya Lastikçiler veya Sanayi Odasının sitesinde görmek istedim. Maalesef göremedim. Şeffaflık adına böyle bir listeye ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Çünkü lastik tamiri sonrası esnafın istediği rakamı uçuk kaçık bulan bir vatandaş en azından hemen ilgili odanın sitesine girerek fiyatlara bakar. Tamircinin istediği ücretin makul olup olmadığını sıcağı sıcağına öğrenmiş olur. Görünen o ki Konya'daki ilgili odalar buna ihtiyaç hissetmemiş. Belirledikleri bir fiyat listesi varsa da oda ile esnaf arasında sır olmalı. 

Ankara yama ücretini ve Konya odalarının fiyat listesine dijital ortamda yer vermemesini bırakıp bayramda alınan yama ücretine gelelim. Bayram sonrası bir esnaf ziyaretime, bir yama ücreti 350 lira olur mu dedim. Söylediğim fiyata şaşırdı. "İki, üç gün önce 200 liraya yaptırdım. Çok yüksek almış" dedi. 

Görünen o ki diğer alım, satım, tamir vs.'de olduğu gibi lastik tamirinde de oturmuş bir piyasa fiyatı yok. Esnaf zaman, mekan ve müşterinin mesleğine göre fiyat çekiyor. Meslek ne alaka demeyin. Alakası şu: Tamirci, oğlana ne iş yaptığını sormuş. O da mesleğini söylemiş. Tamir sonrası aldığı fiyatı düşününce oğlanın kazancına göre fiyat istemiş olabilir. Bu benim oğlanın zannı. Zannın ne derece doğru olduğunu en iyi esnaf bilir. 

Garip olan, oturmuş piyasa olmayınca aynı mevkide biri 200'e bu işi yaparken diğeri 350 çekiyor. 

Belki de alınan 350 lira yama ücreti normal olabilir. 200'e yapan bu işi azamiden ziyade alt limitten yapmış olabilir. Yalnız arada bu kadar uçurum olmamalı. 

Lastiği çıkarma, patlağı bulma, yama yapma, şişirme, belki de tekrar balans yapma, lastiği tekrar takıp vidaları sıkma, tozu, toprağı, yağı, emeği gibi işlemleri düşününce alınan 350 lira az bile diye düşünebiliriz. Elbette burada bir emek var. Emeğin karşılığı da alınmalı. Yalnız alınan 350 lira altı sıfırı atılmamış paramızla 350 milyon demektir. Neredeyse iki büyük paramız tutarı bu yama ücretini düşününce paramızın pul olduğu söylemi, söylemden çıkıp gerçek olmuş.

Bir yama ücreti bile bu fiyata gelmişse vay halimize. Biz bu enflasyon belasından kurtulmadıkça bu hayat pahalılığı belimizi bükmeye devam edecek. Oturmuş bir piyasa fiyatı da olmayınca bu ortam insanımızda ne ahlak bırakır ne vicdan ne insaf ne de Allah korkusu. Her zaman başımıza gelmeyen böylesi durumlarda önce şaşırıp şok geçireceğiz. Ardından tıpış tıpış bu fahiş bedeli ödeyeceğiz. Sonra da vay benim ülkem deyip hayıflanacağız. Her zaman olduğu gibi yine esnada kızacağız. Esnafa kızalım kızmaya da biraz da bu puslu havayı oluşturanlara ve bu puslu havayı dağıtmayanlara ya da dağıtamayanlara bir çift sözümüz olsun. 

9 Haziran 2025 Pazartesi

Kafa Ütülemede Bazıları

Hastaneden çıktım. Epey bir otobüs bekledikten sonra küçük otobüslerden biri geldi. Bu kadar bekleyeceğimi bilseydim, eve yürürdüm dedim ama iş işten geçti.

Otobüs dolu idi. Yol boyunca da her durakta durup yolcu aldı. Aralar ayakta yolcu ile doldu.

Orta kapının önünde bulduğum bir boşluğa sırtımı verdim. Bir elimle de tutundum. Çünkü her dur kalk da otobüs sendeledi durdu. Boş bulunursan bir başkasının üzerine düşmemen mümkün değil.

Bu esnada telefonum çaldı. Oğlandı arayan. Tahlil ve tetkik sonuçlarını sordu. Sorun yok. Raporlu ilacımın dozunu yükseltti doktor deyip telefonu kapattım.

Ardından bir telefon daha geldi. Oğlan bir şey soracak sandım. Telefonu açtım. Arayanın 850'li bir numara olduğunu öğrendim ama iş içten geçti. Çünkü normal şartlarda 850'li hiçbir numarayı açmıyorum. Açmadığım gibi engelle butonuna basarak engelleme yoluna gidiyorum. Arayan maaşımı aldığım banka idi. Gereksiz bir telefondu ama açmış bulundum. Bu tür gereksiz telefonlara müsait değilim diyerek kapatırdım. Yine boş bulunmuş olmalıyım ki müsaidim dedim.

"Bankamızdan memnun musunuz" sorusuna da boşta bulunmam devam ediyor olmalı ki memnunum deyiverdim. Bu memnuniyeti alan görevli "Kredi kartınız bulunmamakta. Size kredi kartı gönderelim. Kart açılır açılmaz kartınıza 500 puan yüklüyoruz. 600 küsur kart bedeli var. Bunu da ilk 6 ay (bir yıl da demiş olabilir) almıyoruz. Kartımız çok fonksiyonlu. Petrollerde (bilmem nerelerde) alışveriş yaptığınızda taksit imkanı veriyor. Çok avantajlı. Gönderelim mi" dedi. İstemiyorum. Elimde birkaç kredi kartı var. İhtiyacım yok dedim ise de bu kartın bitmez tükenmez nimetlerini saymaya devam etti. Kurumum yeni maaş anlaşmasını başka banka ile yaptı. Hesabı da kapatacağım. Ayrıca diğer kullandığım kartlara kart ücreti ödemiyorum. Sizin kredi kartında üyelik aidatı varmış. Düşünmüyorum dedim. "O zaman üyelik aidatı olmayan şu kartı gönderelim" dedi. Bunu da düşünmüyorum dedim. "Konuşmayı sonlandırmadan yasal bir dinleme yaptıracağım. Bu esnada herhangi bir tuşa basmayalım. Ardından memnuniyet anketi gelecek. Ankete katılmak ister misiniz" dedi. Ben size müsaidim dedim ama bulunduğum ortam hiç uygun değil dedim. Yasal dinleme ile konuşmayı sonlandırdık.

Güç bela tutunarak yaptığım bu görüşme kafamı ütülemeye ütüledi. Ama kafamı esas ütüleyen karşımdaki yolcu idi. Bu telefonu açar açmaz banka görevlisinden daha fazla konuşan biri idi. "Kapat kapat. Dolandırıcı bunlar. İnanma söylediklerine..." türünden konuştu durdu. Haliyle bir kulağımı banka görevlisi, diğer kulağımı da karşımdaki yolcu ütüledi. Telefon görüşmesi bittikten sonra da devam etti emekli olduğunu söyleyen tanımadığım bu kişi. "Emekli imiş ama hala çalışmaya devam ediyorum. Mecburum. Görmüyor musun piyasayı" dedi. Ben bu tür telefonları açmıyorum. Dolandırıcı bunlar. Bana gelen bu türden telefon ve mesajları oğlana gösteriyorum. Açma bunları diyor. En iyisini benim oğlan yapıyor. Onun telefonu farklı. Engelliyor bu tür telefonları" dedi. Arayan çalıştığım banka dedim ise de "İnanma. Ne belli bankacı oldukları. Bizim mahallede 13 kişiyi dolandırdılar. Bende o göz var mı baksana" dedi Doğru dürüst cevap vermedim ama devam etti yine bu telefon görüşmesi üzerine. Hem konuştu hem el kol işaretleri yaptı hem kırk yıllık arkadaşlarımın yapmadığı kadar dirseği ile beni dürttü. Hasılı durmadı çenesi. Tamam, geçti gitti dedim ise de bıkıp usanmadan bana akıl vermeye devam etti. Ya sabır çektim çokça. Nihayet ondan önce indim de kafamın ütülemesi bitti. Bitti ama ben de bittim. İndiğim zaman otobüste iken başlayan baş ağrım artarak devam etti.

Ne densiz, görgüsüz, geveze, haddini bilmeyen, nerede kime ne konuşacağını bilmeyen, doğru dürüst cevap vermemene rağmen susayım bu adam benden haz almıyor demeyen bu tür tipler var bu ülkede. Yeter ki kaşın yeter ki malzeme ver ona. Hemen başında ekşir. Sanki arkadaşın ya da dert ortağın gibi iyilik meleği kesiliveriyor. Fazla aklını sana satıyor da satıyor.

Böylelerine, neredesin izan neredesin ey edep? Ne zaman bitecek bu haddini bilmez cahilin konuşması dercesine hayıflanıyorsun. Ama hayıflanmakla kalıyorsun. Çünkü faydası yok.

8 Haziran 2025 Pazar

Radara Gel Radara!

Araban varsa şayet
Basacaksın tüm gaza, 
Atacaksın vitesi,
Yolların hakkını vereceksin. 

Allah devlete zeval vermesin. 
Ne güzel yol yapmış de. 
Allah ne verdiyse
Bastıkça basacaksın. 

Araban fazla yakarsa yaksın. 
Yolun hakkı basmaktır. 
Radara yakalanırsan yakalan. 
Çünkü devletin hakkı radardır. 

Bittikçe yakıtın, doldur deponu
Öde devlete ÖTV ve KDV'ni. 
Devlete görevimi yaptım deme, 
Radara da gir ki bütçe düzelsin. 

Radara girip ceza yedim diye üzülme. 
Çünkü yolun zekatı radar cezası,
Arabana basmak da arabanın zekatı. 
Unutma, ceza vatandaşlık görevidir. 

Bu cezalar sana yol, su olarak dönecek. 
Yeter ki sık sık radara gir, ceza ye. 
Çok ceza geldi deyip hayıflanma. 
Erken ödeme indiriminden yararlan. 

Devlet vatandaşına kumpas kurdu deme. 
Çünkü devlet asla ve kat'a kumpas kurmaz. 
Tüm bu cezalar senin güvenliğin içindir. 
Güvenliğini düşünenden de üçü, beşi esirgeme. 

Bu cezalar gelmeye devam ettikçe
Ver kendini şiir yazmaya. 
Varsın olmamış desinler şiirine, 
Çünkü dertler seni şair yapar. 

Sevsinler Bu Tür Demlenmeyi

Demlenmek denince, çayın renginin ve kokusunun suya geçmesi, çayın çökmesi ve dinlenmesi akla gelir.

Ayrıca pilav için piştikten sonra bir süre bekletilerek kıvamını bulması anlamında da kullanılır.

Argoda içki içmek demektir. Eksi sözlüğe göre Sivas yöresinde sigara içmeye de bu tabir kullanılıyormuş. Olgunlaşma anlamına da geliyor. İçki içip sarhoş olan için de demlenmiş deniyor.

Bir de 2023 Cumhurbaşkanlığı seçiminde bazılarını suçlamak için siyaseten demlenmek kullanıldı. Şimdilerde pek değil, hiç kullanılmıyor artık. Çünkü roller, bakış açısı ve zihniyet, daha doğrusu konjonktür değişti.

Neyse biz gelelim demlenmeye. Her ne kadar demlenmek denince, sigara, içki içmek ve sarhoş olmak akla gelse de de dendi mi bu toplumun aklına çayın demi gelir. Tavşan kanı gibi tabiri de kullanılır. Çayın dinlenmesi demektir.

Demlenen çay kişiyi dinlendirir, susuzluğu giderir, uykusunu açar, çoğu zaman da uykusunu kaçırır. Çayı bu şekil kıvamında içince içtikçe içeriz. Bir daha bir daha deriz. Çay bitince ya da yeterli içmenin ardından ziyade olsun deriz. Bir çaydanlık çayı içsek bile tekrar içesimiz gelir.

Bazımız imamın abdest suyu gibi açık çay içer bazımız normal deminde içer bazımız da tam dem içer. Tam dem içenler bir, iki, bilemedin üç bardakla yetinir.

Milli içeceğimiz olan çay konusunda millet olarak uzmanı. Hepimizin bildik söyleyecekleri vardır. Bu kadarla yetinip biraz da siyaseten demlenmeye gelelim.

Siyaseten demlenme, çayın demi ya da demlenme gibi müspet değil. Bu tür demlenme kimine göre hem kötü hem iyi. Bu tür demlenen bir başkası olursa, “Bak bak demleniyor. İyi demleniyorlar. Şunlara bakın ey millet” demek suretiyle onları hedef tahtasına koyuyor.

Başkasının demlenmesini ayıplayıp bunu oya tahvil edenler aradan fazla zaman geçmeden bir bakmışsın, ayıpladıklarını yapmaya başlıyorlar. Yani demleniyorlar. Akşam sabah birbirlerini ziyaret ediyor, birbirlerini övücü sözler söylüyorlar. Saygı ve sevgide kusur etmiyorlar, kırıcı olmuyorlar. Adeta kırk yıllık arkadaş gibi olup çıkıveriyorlar.

Burada, bu ikilemi gösterenlere ya da dün kara dediğine ak diyenlere, bu ne yaman çelişki demek lazım. Yaptığınızın hangisi doğru? Dünkü mü, bugünkü mü? Sizin kaç yüzünüz var demeli? Öyle ya bu işi başkası yaparken kötü, kendileri yaparken iyi.

Bu durum, sigara içen babanın oğluna, “Sigara içtiğini görmeyeyim” demesine benzer. Oğluna yasaklıyor ama kendisi içiyor. Çünkü haspaya yakışır. Öyle ya oğlan demlenmeyecek ama kendisi demlenecek. Kendisine caiz ama evladına caiz değil.

Sevsinler bu tür anlayışı, bu tür demlenmeyi...

Elkızı mısın, Eloğlu mu?

Elkızı mısın, eloğlu mu ya da yöresel ağza göre ilkızı mısın, iloğlu mu?

Bekarsan evin bir ferdisin. Daha eloğlu ya da el kızı değilsin. Tabi aileden birisin.

Ne zaman ki evlendin. Bir haneye gelin gittin. Olursun elkızı. Oğlansan bir eve damat olunca, olursun eloğlu.

Elbette gelin eve dışarıdan gelir. Elkızıdır. Oğlan bir evin damadı olur. Eloğludur. Çünkü aileye dışarıdan gelmiştir. Bu durum hayatın bir gerçeği olsa da elkızı veya eloğlu tabirini hiç tasvip etmiyorum. Çünkü itici bir kelime olup insanı ajite etme durumu söz konusu.

Eve dışarıdan gelen biri anlamına gelen bu ifade hayatın gerçeği olsa da kendisine elkızı veya eloğlu dendiğini duyan bir insanın başından kaynar sular dökülür.

Hakkını yemeyelim, bazı ailelerde gelin evi bir ferdi olur. Aynı şekilde damat da aileden biri kabul edilir.

Haydi diyelim ki bir haneye gelin gelen veya bir eve damat olan biri için ilk başlarda bu ifade kullanılsın. Ama torun torba sahibi de olsa o evden cenazesi de çıksa, toplumun her kesiminde olmasa da bazı kesimlerde gelin-damat hala elkızı ve eloğludur. Bazı yörelerde damat için dış kapının mandalı ifadesi kullanılır.
Bu tabir her zaman için kullanılmasa da genellikle kızgınlık ve dargınlık halinde ilinoğlu, ilinkızı değil mi diye bilinçaltındaki bu ifade ağızdan çıkıverir.

Özellikle Anadolu’nun birçok yöresinde anne baba bakıma muhtaç hale gelmişse anne babaya oğlan bakar anlayışı ile anne baba oğlunun evine sığınır. Kızın evi pek düşünülmez.

Mesela oğlanlarının yanında kalan bir anneyi kızı evine çağırsa veya kızının evinde kalmak zorunda kalırsa, çoğu eski kadınların "Ne işim var iloğlunun yanında. Adı üzerinde ilin oğlu. Öyle değil mi" dediğini duyabilirsiniz. Bu bakış açısına göre oğlanın yanında kalsa da gelin de elkızı olsa da gelin elkızından ziyade evin kızı kabul edilir ya da gelin elkızı olsa da anne ya da baba oğlanın yanında daha rahat edebiliyor. Nasılsa oğlumuz var bu evde diyebiliyor.

Bir başka örnek daha. Bir ara evime kayınvalide geldi. Bana bakarak “Ben burada kalacağım” dedi. Gülerek dilediğin kadar kal kalmaya. Yalnız damadın evinde kalmayı bizim köyde pek iyi karşılaşmazlar dedim. Kayınvalide de güldü.

Benim bu anlattığımı kayınvalide bir başka zaman bizim bir köylü kadına “Bizim damat böyle dedi” diye anlatmış. Bizim köylü de “Doğru söylemiş. Bizim köyde iyi karşılaşmazlar” demiş.
Böylece köyün adetini bilmeden benim şakasına söylediğim gerçeğe binmiş oldu.

Hakkını yemeyeyim. Aynı toplum içinde bazı aileler kız, erkek fark etmeden kayınvalidesi ya da anneleri sırayla evlerine götürülmekte ise de toplumu büyük çoğunluğunda oğlan bakar anlayışı hakim. Bu anlayıştan hareketle kız çocukları da “Biz iloğlunun yanındayız. Bizim evde sözümüz geçmez. Anneye oğlanlar bakar” deyip kenara çekiliveriyor. Kızlarda olan bu anlayış aynı şekilde damatlarda da var. Bu yönüyle senin evden çıkan kız kardeşin de o kız kardeşinin kocası da olup çıkıyor elkızı ve eloğlu.
Anneye ya da babaya yıllar yılı bakarken kazara bir hastalık ya da özel durum olsa “Yahu bunlar hasta. Şu ata biraz da bizim evde kalsın” denmez. Kazara kızların evinde biraz kalsa “Buraya atıverdiler gittiler” türünden laf ve söz eksik olmaz. Çünkü ataya bakmak oğlanın görevi. Bu tür ailelerde kızların görevi, annelerini üç dört günde bir telefonla arayıp hal hatır sormaktan, emir ve talimat yağdırmaktan ibaret. Bu durumda oğlan çocuğunun canı çıksın. Böyle bir durum söz konusu olduğu zaman kimse tasvip etmese de çocukların arasına kırgınlık ve dargınlık girebiliyor.

Bu işler anlayış kadar biraz da variyetle ilgili. Eğer bakıma muhtaç kişinin geride bırakacağı mirası ya da maaş türünden biraz imkan ve geliri varsa bu durumda kimse elkızıyım, eloğluyum demiyor. Gelin, damat kayınvalide ve anneye bakmak için sıraya giriyor. Kimse sen bakacaksın demiyor. Bu dediğime bir örnek vermek istiyorum:

“Hocam, kayınpeder öleli çok oldu. Kayınvalidem bir başına evinde kalıyor. Kayınvalidem hem kocasından hem de babasından iki maaş alır. Düşündük taşındık. Kayınvalideyi yanımıza alalım. Birer ay birer ay sırayla ona bakalım. Oturduğu evi de kiraya verip kirasını alalım dedik.

Kayınvalide çocuklarından kimin evine giderse iki maaş kartını ve evin kirasını çocuğuna veriyor. Yani bize kalıyor. Şimdi kayınvalide çocuklarının arasında aylık dolaşıyor. Dört gözle kayınvalide sırasının bize gelmesini bekliyoruz. Çünkü iki maaş + kiranın getirisi baya iyi”.

Uzattığımın farkındayım. Elkızı ya da eloğlu fark etmiyor. Allah kimseyi yatağa bağlı olarak yıllar yılı yatmayı nasip etmesin. Bakıma muhtaç hale getirmesin. Herkese hayırlı, bereketli ve sağlıklı ömür versin. Kız olsun, oğlan olsun, gelin ve damat olsun kimsenin eline düşürmesin. Fazla bakım ve yatağa muhtaç olmadan ölümün hayırlısını versin.

7 Haziran 2025 Cumartesi

GSM Operatörleri Bildiğiniz Gibi

GSM operatörlerini sormayın. Zira bildiğiniz gibi. Bir istikrar abidesi olarak bir arpa boyu yol almadan gerisin geriye patinaj yapmak suretiyle yerlerinde saymaya devam ediyorlar. Kendilerini geliştirme ve değiştirme gibi bir dertleri yok. Müşteri memnuniyeti ise zaten lügatlerinde olmaz.

Haksızlık yapmayayım. Mevcut müşteriden esirgedikleri memnuniyeti yeni hat alandan ve hattını taşıyandan esirgemiyorlar. Gören de operatörden ziyade yeni hat satma ve hat taşıma görevleri var sanır. Ama öyle. Çünkü GSM operatörlerinin hizmette sınır tanımadığı tek hizmetleri bu. Hepsi tıpkısının, aynısının ta kendisi. İsimleri farklı olsa da yok aslında birbirimizden farkımız modundalar. Yine her depremde alt yapıları çökme yönünden de birbirlerini aratmazlar.

Ne demek istediğimi anladınız ise de yine de kısaca değinmek isterim. Taahhüdü biten eski müşterilerine ne kadar indirim yapıyoruz deseler de yüksek fiyat çekiyorlar. Hattını taşımak isteyenlere de kampanya adı altında düşük ücret veriyorlar. İşleri, güçleri hat taşımak. Nedense "Biz önce mevcut müşterimizi memnun edelim. Onlar vefalı. Onlara normal fiyat verelim. Eski müşteriyi koruyalım. Ardından yeni müşteri gelsin" düşünceleri hiç olmadı.

Hattını taşıyacak yeni müşteriye kolaylık sağlarlarken eski müşteriye sundukları teklifle zorluk üstüne zorluk çıkartıyorlar. Adeta yersen bu. Yemezsen güle güle. Pek de lazım değilsin. Sen bizi beğenmezsin ama elimizi sallasak ellisi" dercesine kapıyı gösteriyorlar.

İstenmediğim yerde durmam. Başka bir GSM'ye geçeyim diyorsun. Taahhüt sürenin bitmesini bekliyorsun. Taahhüdün bitmesine kaç gün kala geçersem, cayma bedeli ödemem diye bir bayiye soruyorsun. "4 gün kala" dedi adı Kadir olan görevli. Delikanlı, emin misin? Beni yakma diyorsun. "Yok amca. İçin rahat olsun" diyerek seni rahatlatıyor. İyi, dört gün kala geçeyim diyorsun. Yeni bir operatör bayiine giderken gördüğün mevcut hat bayii gözüne ilişiyor. Bir de buraya sorayım. Garanti olsun diyorsun. Kızım, taahhüt sürem, 9'unda sona eriyor. Mobil şubede dört gün kaldı bitime yazıyor. Başka bir operatöre geçiş için başvurursam, ceza yer miyim diyorsun. "Amca, bizde sizin faturanız gözükmüyor. Yalnız ceza çıkabilir. En iyisi müşteri hizmetlerini arayarak doğrusunu öğren" diyor.

Haliyle kafan karışıyor. Arayayım bari diyorsun. Aramaya arıyorsun ama müşteri hizmetlerine bağlanmak mesele. Sana otomatik olarak sayıyorlar. Sen de dinliyorsun ve ne zaman sadede gelecekler diye bekliyorsun. İşlem yapmadınız diyor. Sadra şifa bir şey söylemediniz ki işlem yapayım. İstediğim müşteri hizmetleri. Ona da bir türlü sıra gelmiyor.

Nihayet müşteri hizmetlerini telaffuz ediyor. Tuşlayınca müşteri hizmetlerine bağlanacaksınız diyor. Ama gel de bağlan. Onca işinin arasında müzik dinliyorsun. TC numaranı giriyorsun. Gün, ay, yıl olarak doğum gününü istiyorlar. Ardından "Annenizin baş harfini söylemek için ilk harfi kodlayın diyor. Yani A ile başlıyorsa soyadı, Adana diye kodlatıyor. Çankırı diyorsun, o ise Çanakkale aşığı çıkıyor. Çanakkale'nin "Ç"si teyidi yapıyor. Derdini anlatıyorsun. Seni taahhüt birimine aktarıyor. Bu arada yine bekletiliyorsun müzik eşliğinde. Taahhüt birimi ise "9'unda gece 00.00 itibariyle fatura kesilir. O zamana kadar GSM değiştirdiğin takdirde cayma bedeli ödersiniz" diyor. Gece 00.00'da başka GSM'ye nasıl geçebilirim" diyorsun. "Birkaç gün sonra geçebilirsiniz. Sadece kullanmanıza bağlı olarak taahhütsüz fiyattan cüzi bir miktar ücret ödersiniz" diyor. İyi de ben ne anladım bu işten diyorsun. "Durum böyle" diyor. Ardından "Efendim, niye GSM değiştirmek istiyorsunuz" sorusuna, doğru dürüst telefon konuşmam yok. İnterneti ise fazla kullanmıyorum. Sizin taahhüt sonrası verdiğiniz rakamlar yüksek. Nedense kendi müşterinizden indirimi esirgiyorsunuz. Başka GSM'ler de aynı sizin yaptığınızı yapıyor. Kısaca onların kampanyaları daha cazip. Sizin bana önerebileceğiniz bir teklifiniz var mı dedim. "Beyefendi! Telefon ve İnterneti fazla kullanmadığınız görülüyor. Haklısınız. Niye fazla ödeyeceksiniz? Başka GSM'ye geçmektense bizde faturasız uygun kampanyalar var. İsterseniz, arkadaşlar teklif versin. Sizi o birime aktarayım" diyor. İyi olur dedim. Yine müzik ve bekleme. Sonrasında bir kızımız muhatabım oldu. Ona, 9'unda taahhüdüm bitiyor. Şu anda faturasıza geçersem cayma bedeli alınıyor mu dedim. "Evet alınıyor" dedi. İyi de başka bir operatöre geçmiyorum. Yine sizde kalıyorum dedim ise de "Efendim, sözünüzde durmamış olacağınızdan yine cayma bedeli alınır" demez mi. Peki, ayın 9'u kurban bayramının 4. gününe tekabül ediyor. Resmi tatilde faturasıza geçmek için muhatap bulabilecek miyim diyorsun. "Elbette bulursunuz. Bizi arayabilirsiniz" dedi. Sonrasında herhangi bir işlem yapmadan iyi günler diyerek telefonları karşılıklı olarak sonlandırıyorsunuz.

Bir sonuç alamadığım, bekleme, müzik, kampanyaları dinleme, şunun için buna, bunun için şu rakama basma, üç ayrı birimin temsilcisi ile görüşme toplamı, 19 dakika 22 saniye sürmüş.

Sözün özü taahhüdümün sonuna kadar beklemezsen, cayma bedeli çıkacak. Taahhüt bitimi başka bir GSM'ye veya mevcut operatörümün faturasına geçersem cüzi bir miktar ödeme yapacağım. Yani rahat durmadığım için her halükarda operatörüm benden para alacak. Taahhüt bitimi son faturanın 00.00'da bitimi ile birlikte gece gece faturasıza geçeceğim diye müşteri hizmetlerine bağlansam, "Amca, sabahı bekleyemedin mi? Gece gece yatamadın mı” cevabı alırsam hiç şaşırmayacağım.

Kısaca faturalı hattın mı var. Derdin var. Çıkmak istiyorsun, çıkamıyorsun. Çünkü cayma bedeli var deniyor. Kalayım diyorsun, yüksek fatura öneriliyor. Faturasıza geçeyim desem, bu da sözümde durmama anlamına geliyormuş.

Bu durumda en iyisi bir daha faturalı olmamak. Paketini peşin ödersin. Başka GSM'ye geçersen de "Sakın ha cayma bedeli ödersin" tehdidi olmaz. Bakalım günler ne gösterecek.

Yalnız GSM operatörlerine elini kaptırdın mı kurtulamıyorsun. Beni bırak diyorsun. Ne mümkün. Ben sizi bırakıyorum desen, onlar seni bırakmıyor. Hırsız misali. Hani oğul hırsızı yakalamış. Baba, buraya getir demiş. Ama hırsız gelmiyor demiş oğul babasına. O zaman bırak gitsin demiş baba. Gitmiyor demiş evlat. O hesap ne seni kendi haline bırakıyor ne de kendisi çekip gidiyor.

Yazım uzadı biliyorum. Ama kısa kısa birkaç hususa daha değinmek isterim. GSM operatörleri kayıt altına aldıkları görüşmelerde güvenlik için anamın kılık soyadını sormaktan hiç vazgeçmedi. Varsa yoksa anamın kızlık soyadı. Anam öldü gitti. Ama kızlık soyadı baki. Bayatladı artık bu kızlık soyadı. Büyüyün ve geliştirin kendinizi. Anamı da bu işe karıştırmayın. Bırakın da anam mezarında rahat uyusun. Bir de bu soru eskiden bir anlam ifade ederdi. Çünkü adınlar evlendikleri zaman ailesinin soyadını almazlardı. Şimdi kocasının soyadı ile birlikte aile soyadını da alenen kullanıyor kadınlar. Buna rağmen kılık soyadı güvenlik yönünden bir anlam ifade etmiyor.

Hülasa GSM operatörleri kırk dereden su getirme yönüyle büyümek istemeyen küçük esnaflara çok benziyor. Bu tür küçük esnafın küçük kalmasında çoğunun müşteri memnuniyetini esas almaması yatıyor. Hani küçük esnaf dükkanının görünür yerine "Satılan mal geri alınmaz, değiştirilmez" yazdırıp asar ya. bizim GSM operatörleri de öyle.

Büyüyüp gelişmek istemeyen bizim GSM operatörleri, küçük esnaf olarak kalmaya devam edecek. Ne diyeyim, Allah topunu bildiği gibi yapsın.

4 Haziran 2025 Çarşamba

İyi ki Belediye Başkanı Olmamışım

Bir zaman nerede bir koltuk boşalmışsa talip oldum. Daha doğrusu atladım. Zaman zaman belediye başkanı da oldum.

Oldum demiş isem sahiden değil. Kendimi darı ambarında görür, bir adaylık teklifi gelirse, millet başkanlık nasılmış, nasıl hizmet yapılırmış görsün derdim.

Ama hiç adaylık teklifi almadım. Haliyle nasip olmadı. Kendi kendime gelin güvey olmuş oldum.

Şimdi düşünüyorum da iyi ki belediye başkanı olmamışım. Allah beni büyük tehlikeden korumuş diyorum.

Niye derseniz? Anlatayım efendim.

Malumunuz bir kesere sap olma, bir koltuğa oturma arzusu, sevda derecesinde bende. Benden iyisini mi bulacaklar, ben milleti hizmete boğarım. Zira vizyon var, misyon var, dürüstlük zaten istemediğiniz kadar dedim durdum.

Diyelim ki belediye başkanı oldum. Benim dürüstlüğüm bitecekti. Nereden biliyorsun demeyin. Çünkü benim dürüstlüğüm elimde imkan olmadığından yani yokluktan. Elime imkan geçse anasını ağlatırım dürüstlüğün. Dürüstlüğün 'd' si kalmazdı bende. Çünkü makam kadar debdebe ve şatafata, dünya dolusu olsa da mal, mülk ve servet edinmeye karşı aşırı tamahkarlığım var. Bakmayın gözü tok göründüğüme. Bu görüntüm, ciğere ulaşamayan kedinin ete murdar demesinden başka bir şey değil.

Belediye başkanı olduktan sonra daha fazla mal edinmek için kirli işlere girişecektim. Ben böyle yaparken devletin eli armut toplamayacaktı elbet. Bir sıçarken, iki sıçrarken bir sabah bakmışsın, bir kaçıncı dalga operasyonu ile ellerim kelepçeli bir şekilde önce gözaltı, nezarete alınma, ardından tutukluluk halinin devamı... Yani içerideydim.

Böyle derken müneccim olduğumu sanmayın. Zira ben kendimi biliyorum. Dalga dalga gelen operasyonlar beni de bulacaktı. Ondan sonra da iddianame hazırlanıncaya kadar içerideyim. Artık yargılama ne zaman biterse. Güneş yüzü görmeyecektim anlayacağınız.

Bu aşamada basın hakkımda neler yazacaktı neler... Belki de "Bir de ilahiyatçı. Adam malı götürmüş. Boşuna dememiş atalarımız, kıyamet hacı ile hocadan kopacak diye. Adam bize vermiş talkını, kendi yemiş salkımı" yazacaklardı.

Şimdi düşünüyorum da belediye başkanı olmadığım için kendimi şanslı hissediyorum ve verilmiş sadakam varmış diyorum.

Aman belediye başkanlığı sizin ve başkasının olsun. Bu halimden memnunum. Belediye başkanı olanlar düşünsün. Bir de operasyonda sıra bana ne zaman gelecek diyenler düşünsün.

Otobüste 65'li Muhabbeti

Ne zamandır belediye toplu taşıma araçlarına binme ihtiyacı hissetmedim.

Gideceğim yere zaman kazanmak için Zafer durağından otobüse bindim.

Otobüs Kültür Park durağına gelince, şoför yolcu aldıktan sonra hareket edeceği zaman duraktan yaşlı bir amca kapıya doğru yöneldi. Kaptan kapıyı açtı. "Nüve İş Merkezine hangi otobüs gider" diye sordu. Sanırım "138” ya da 168 dedi. "Gideceğin yer şurası. Bir duraklık yer. Beklediğine değmez. Yürüyüver" dedi. Soruyu soran hiç oralı olmadı. Durakta Nüve İş Merkezinden geçen otobüsü beklemeye koyuldu.

Şoför şaşkınlığını üzerinden atamadı. Hareket ettikten sonra da Allah Allah demek suretiyle homurdandı. Dedim belli ki adam 65'lik. Bir duraklık mesafe de olsa niye yürüsün" dedim. "Ama bekleyecek" dedi. Yürümektense beklesin, işi ne dedim. "Orası öyle. Niye binmesin, sonra niye yürüsün, doğru" dedi.

Sonrasında 65'liklerin otobüse binme konusu muhabbet konusu oldu. Meram Tıp Fakültesi hastanesinin önünde ininceye kadar devam etti. Muhabbeti zorlaştıran tek sıkıntı, şoförün kısık sesle konuşmasıydı. İşitmek için epey efor sarf ettim.

Dertliydi şoför. Derdini gülmeye vermiş. Anlattı da anlattı. "Güneşin altında 15 dakika otobüs bekledikten sonra bindi biri. Biner binmez ben daha hareket etmeden inme düğmesine bastı. Bir değil, beş değil. Her gün böyle. Amca niye böyle yapıyorsun? Bu kadar bekleyip bir durak sonra ineceksen, yürüsen olmaz mı dedim. Demez olaydım. Bana bir sürü laf saydı. Baktım olmayacak. Sustum" dedi.

"Ben genelde şu mevkide çalışıyorum. Bir tanesi öğleye kadar üç defa benim otobüsüme bindi. İyice tanıdım artık. Her gün böyle. Çarşıda kaç defa biniyorsa artık. Bir de sabahın yoğun saatlerinde biniyor. Binince yürüyecek yer yok. Önündeki öğrencileri itekliyor. Öğleden sonra da üç defa biniyor. Ne iş anlamadım. Tenha saatleri bari seçse" dedi.

"Hele bir tanesini merak ettim. Hareket merkezinden bir günde kaç defa bindiğine baktırdım. İnanır mısın, bir günde 43 defa binmiş otobüse" dedi. Aylık ya da haftalık olmasın dedim. "Hayır, bir günde" dedi. Vay be herhalde mahalle mahalle dolaşıp Konya'nın mahallelerini tanıyor. Belli ki işi yok. Evde sıkılıyor. Otobüse binerek vakit geçiriyor dedim.

Ardından lafı ben aldım. 65'e varmaya 3 yılım kaldı. Rekorları egale etmeyi pek severim. O adamın 43 rekorunu bakarsın 63'e çıkarırım. Hele o yaşa bir geleyim. Konya'nın kaç mahallesi varsa her güzergaha bineceğim. Benim çok sayıda bindiğimi görünce, 43 defa binen, yunmuş yıkanmış diyeceksin dedim. "Böylece mahalleleri tanırsın" deyip güldü.

Şoföre, sen hu konuda çok dertlisin. Daha anlatacağın çok şey olmalı. Oturup seni dinlemek lazım. Hele senin bu bir günde 43 defa bineni yazı konusu edineceğim dedim. "Aman yaz da benden bahsetme" dedi.

Konuşunca, otobüse bindiğimde işlediğim yazma sünnetini işleyemedim. Bir de ne zaman Meram Tıp hastanesine geldiğimi anlayamadım. Muhabbeti bozan tek şey, 65'lik olunca 43'ü geçeceğim deyince, yanımdaki oturanın, "dur bakalım, o zamana çıkabilecek misin? Kimi 65'i bulunca ölüyor" dedi. Orası öyle tabi. Nasipse artık. Yarına çıkacağımız belli değil dedim. Bir de “dur bakalım, o zamana bu bedava binmeyi kaldırırlar belki” dedi.

Eksik olmaz böyleleri. Muhabbet arasına girerek ölümü hatırlatırlar ve muhabbetin içine ederler. Sordum sanki, ne kadar yaşarım diye.

Bu muhabbetin faydası yeni bir konu bulmak oldu. Hastanede muayene olduktan sonra EKO sıramı beklerken yazmak nasip oldu. Hoş, ne zaman otobüse binsem, dikkatimi çeken insan manzaralarını yazı konusu edinirim. Bir de 65'e gelir de otobüs otobüs şu mahalle, bu mahalle gezersem, ondan sonra görün bendeki günlük yazı sayısını. Böylece emeklilikte be yapacağım endişesini de kafamdan attım. Çünkü otobüs otobüs gezeceğim. Gördüğünüz gibi emeklilikte meşgalem hazır.

Sahi, günlük 43 rekorunu 65'e girdikten sonra egale etmek için içinizde varım diyeniniz var mı?

Allah Arapları Bildiği gibi Yapsın!

Petrol ve doğal gaz gibi yeraltı kaynaklarının dışında, dünyaya verebildikleri bir katma değeri olmayan Ortadoğu'daki Arap ülkelerinin hanedanları, lüks ve şatafat içerisinde bir hayat sürüyorlar. Nasılsa para gani. Toprağın altı verdikçe veriyor.

Bu zenginlikten halkları da nasiplense gam yemeyeceğim. Belki de çoğunun halkı yiyecek ekmeğe muhtaçtır.

Petrol ve doğal gaz zengini bu Arap kralları bu devasa serveti ne yapıyorlar?

Afrika'da açlıktan kırılan insanlara mı yardım ediyorlar? Sanmıyorum. Yardım yapıyorlarsa da devede kulak misalidir.

Yıllardır kanayan yara Filistin'in elinden mi tutuyorlar? Yerle bir olmuş Gazze'yi imar için seferber mi oluyorlar? Hiç sanmıyorum. Servetlerinin zekatlarını bile verseler Filistin ve Gazze'yi imar ederler. Verseler verseler dilenciye sadaka misali sadaka verirler. Bunu da dostlar alışverişte görsün diye yaparlar. Arap ülke liderlerinin Filistin ve Gazze diye bir dertlerinin olduğuna inanmıyorum. Bugün Filistin ve Gazze yok olsa, buralarda tek Filistinli kalmasa, vah diyeceklerini sanmıyorum. Belki de oh be kurtulduk deyip zil takar oynarlar. Bitmiş, tükenmiş Suriye’yi yeniden imar mı ediyorlar? Güldürmeyin beni.

Peki, dünya zengini bu Arap ülke liderleri bu devasa bütçeyi nereye harcıyorlar? Çünkü ne kadar lüks ve debdebeli hayat sürseler de petrol ve doğal gaz geliri harca harca bitmez.

Zenginin parası züğürdün çenesini yorar misali ben de biraz kafa yorayım. Sahi dudak uçuklatan bu serveti Araplar ne yapıyorlar?

Her işi bitirdiler, yapacak hiçbir işleri kalmadı. Başta Müslümanlar olmak üzere dünyada aç ve sefil hiçbir insan bırakmadılar. Hala da paraları olduğuna göre Araplar, futbol endüstrisine yaptırım yapıyorlar. Petrol ve doğal gaz dışında her şeyleri ithal olan bu Araplar futbolcu da ithal ediyorlar. Hem de futbolunun sonuna gelmiş, uzatmalara oynayan nerede ünlü futbolcu varsa, dünyanın parasını ve servetini vererek onları transfer ediyorlar. Başka kulüplerin verdiğinin üç, beş, on katı fark etmiyor onlar için. Yeter ki gelsin. Yönünü ülkelerine dönmeyecek futbolculara öyle uçuk kaçık transfer ücreti veriyorlar ki futbolcular da jübilesine bir kala Arap topraklarına ayak basıyor. İki, üç sene dişimi sıkar, paraya para demem, bir ömür yerim, harca harca bitmez diyorlar.

Bu kadar ünlü futbolcuyu transfer edip dünyanın parasını veren bu Arap kulüplerini gören de bunlar Şampiyonlar ligine katılacak sanır. Adamların tek derdi Asya kupasına katılmak.

Hayırsız evladın baba parasını bu şekil çarçur etmesi dışında geriye kalan serveti başka ne yapıyorlar derseniz, yolda görse yüzüne bakmaz efendileri topraklarına bir bastı. Trilyonca dolarları ticari anlaşma adı altında Trump'a hediye ettiler. Yani borç batağındaki ABD'yi kurtarmak için el verdiler. Ne de olsa din kardeşleri zorda kalmış. Ayaklarına kadar şeref vermiş. Vermeyip de ne yapacaklar? Yeter ki Trump'ın hışmına uğramasınlar. Yere ki Trump bunların ülkelerine gelerek bunların yüzüne baksın. Bir bakışa ülkelerini bile verirler. Ne de olsa varlık sebebi efendilerini memnun etmek birinci vazifeleridir.

Verdiğim bu iki örnek bile Arap ülke hanedanlarının nasıl bir haletiruhiye içinde olduklarını, neyi dert edindiklerini bariz bir şekilde ortaya koyar. Öyle ya insanın kalitesi, nasıl kazandığıyla değil, nasıl ve nereye harcadığından belli olurmuş. Bunların kalitesi de bu.

Ne diyeyim? Allah bildiği gibi yapsın bu sömürge valilerini ve kral görünümlü köleleri...