Önce münazara ne demek, bunu bir
hatırlayalım. "Bir konu üzerinde, belli kural ve yöntemlere uyularak
yapılan sözlü tartışma". "Bir konuda karşıt görüşleri savunan
takımların fikirlerini çarpıştırdıkları bir sohbet ve tartışma
platformudur". "Bir münazara kapışmasının konusu, tartışılabilecek
her şey olabilir; ancak ağırlıklı olarak güncel, sosyal ve siyasi meseleler
tartışılabilir".
Alıntı yoluyla yer verdiğim münazara tanım
ve açıklamasına ortaokul ve lise bitiren herkes aşinadır. Sınıfımız ya da
okulumuzun yaptığı münazaralar hoşça vakit geçirdiğimiz yarışma türlerindendir.
Burada savunacağımız ve destekleyeceğimiz tez ise doğrunun ortaya çıkmasından
ve iyi olanın kazanmasından ziyade kendi takımımızın kazanmasıdır. Diyelim ki
birinci tez, karın beyaz, ikinci tez ise karın siyah olduğudur. Bize de karın siyah
olduğunu savunmak düşse, karın beyaz olduğu aleni iken bizim takım siyah
olduğunu savunacağı için takımımıza destek vermek için karın siyah olduğu
tarafta saf tutarız. Çünkü münazara bu demektir.
Dinen, siyaseten ve toplumsal olarak
kutuplaştığımız hepimizin malumudur. Fikir ve düşünceler esir alınmış,
bireyselliğin yerini toplumsal refleks hali almış durumda. Yani algılarla
yaşıyor, algılar üzerinden savaşımızı veriyoruz. Söze ve sözün doğruluğuna
değil, söyleyene göre hareket tarzımızı belirliyoruz. Her ne kadar ilim müminin
yitiğidir. Mümin onu nerede bulursa alır" sözünü prensip edinsek de şu
sıralar bizim yaptığımız söze değil, sözün kim tarafından söylendiğidir.
Doğruluk şiarımız da budur. Buna bir örnek vermek istiyorum. Fakültede felsefe
derslerimize Fahrettin Olguner girerdi. Bazen tahtaya uzun bir cümle yazar,
yorumlamayı bize bırakırdı. Biz de o cümlenin ne kadar doğru olduğunu bir güzel
açıklayarak sözü onaylardık. Onaylama ve yorumlama bittikten sonra Hoca,
yazdığı cümlenin altına sözün kime ait olduğuna dair isme yer verirdi. Sözün
Karl Maks'a ait olduğunu gören bizler aniden çark ederek şartlanmışlığımızı ve
önyargımızı bir güzel gösterirdik. Çünkü Karl Maks bize göre iyi biri değildi, o
bizim gibi düşünmüyordu. Fikirleri ancak bizi zehirlemek için olabilirdi. Bizim
kendi doğrularımız ve doğrularımızı savunan fikir adamlarımız varken kendimizi
bu komünistin fikirlerine teslim edemezdik. Kendimizi inkar gibi bir şeydi
bu.
Fakültede de olsak, gençliğin verdiği heyecanla fikirlerimiz tam oturmamış ve olgunlaşmamış olabilirdi. Yaşadığımız bu çelişkiyi bir yere kadar normal görebiliriz. Büyüdük, gördük, geçirdik, olgunlaştık, yaş kemale erdi. Ama fakültedeki şartlanmışlığımızın aynen durduğunu ve yaşadığımız bu hâletiruhiyenin pek değişmediğini gözlemliyorum. Yani yaş kemale erse de aynı oranda beyin, zihin ve ruhumuz kemale ermemiş. Bu konuda “Ben eskiden ne isem, hiç değişmedim. Aynı durduğum yerdeyim” diyenler bu tespitime en güzel örnektir. Tüm bunlardan, ortaokul ve liselerde bıraktığımız münazara halini bugün de hala yaşadığımızı çıkarıyorum. Münazaralarda biliyorsunuz, tezin gerçekliği değil, konuşmacıların tezlerini en iyi savunmak ve karşıt tezi çürütmek esastır. Pekala karın siyah olduğu tezi münazaradan galip çıkabilir. Yani hala doğrunun peşinde değiliz. Birilerinin peşine takılarak tarafımızı seçiyoruz ve doğru yanlış demeden baktığımız taraftan bakıyoruz dine, ekonomiye, topluma, değerlere, siyasete, hayata dair her şeye. Bu da ruhen gelişemediğimizin bir göstergesidir. O halde gelsin bir münazara konusu daha...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder