Ana içeriğe atla

"Kaç Oğlum Kaç..." *

Sabah namazından sonra tenha bir ortamda, serin bir havada biraz yürüyüş yapayım diye Evliya Çelebi Parkına gittim. Akşam kalabalığı yoktu parkurun. Tenha mı tenha. Birkaç kadın yürüyüşlerini yapıp bir kamelyaya oturmuşlar. Kahvaltı yapmak için ellerinde nevaleleriyle iki kadın bir kamelyaya oturdu. 800 metrelik parkur neredeyse bana ait.
Girdim parkura. Kimse olmadığı için maskeyi de boynuma indirdim. Terledikçe boynumdaki maskeyi elime aldım. Yürüyüşü sonlandırmak için başladığım noktaya gelmiştim ki ihtiyar bir amca belirdi önümde.  Yürümüyor da. Parkurun kenarında bekliyor. "O maskeyi elinde tutma, tak yüzüne. Az önce polis şurada maske takmadığı için bir gence ceza yazdı" dedi. Cevap vermeden parkuru terk ettim. Belli ki maske kontrolüne gelmiş.
*
Bir pazar yürüyüş için güzergah olarak Meram Dere'yi seçtim. Aşkan Mahallesinde başlayan yürüyüşüm Meram Dere'yi geçtikten sonra iki-üç sıra dağı geride bırakacak şekilde iki saat sürdü. Geri dönerken meskûn mahallin dışında yolun solunda sürekli akan çeşmenin suyundan içmek istedim. Dağın başındaki suyun başında karı, koca ve bir oğuldan ibaret bir aile vardı. Evden koca aracın içine, buldukları ne kadar 5 litrelik pet şişe varsa doldurup geldiklerine göre buranın suyu meşhur olmalıydı.
Maskemi, gözlüğümü, şapkamı ve cep telefonumu bir kenara koydum. Ailenin iki metre gerisine durdum.  İstedim ki müsaade ederler, suyumu içer, yoluma devam ederim. Epey bekledim. Genç birini doldurdu, diğerini koydu musluğun altına. Su içmek için izin vermedikleri gibi kenarda bekleyen baba ile aramızda şu diyalog geçti:
 —Ne olacak böyle? Hasta sayısı iyice arttı.
—Ne yapacağız, virüsle yaşamayı öğreneceğiz.
—Yoğun bakımdaki hastaları ne yapacağız  ya. Hiç gördün mü? Nasıl nefes alıyorlar...(Sanki görmüş gibi. Yoğun bakıma kimseyi almazlar.)
—Hastaların çoğu da yaşlı ve kronik hasta imiş. Covit-19'da çalışan tanıdıklarım var. Bundan biliyorum durumlarını.
Buraya kadar konuşma normal seyrinde gidiyor. Ben de adamı normal biri sanıyor ve normal bir şekilde cevap veriyorum. Ağzındaki baklayı çıkardı sonunda. Bir karın ağrısı varmış meğer.
—Sordum mu yoğun bakımda tanıdığın olduğunu. Sende maske yok, bende maske yok. Aramızda mesafe yok. Hastalık artmayıp da ne yapacak? Bakan ne yapsın bu durumda? Ulan kardeşim, az ötede dur şöyle. (Az ötesi vızır vızır aracın geçtiği dar yol. Yani bizden uzak dur da gerekirse arabanın altında kal demekti bu.)
—Aramızdaki mesafede ne var? Şu dağın başında şu mesafede birbirimize temas etmeden birbirimizden virüs bulaşacaksa bırakalım virüs bulaşsın. Evden niye çıkıyoruz ki? Eve kapanıp çıkmayalım o zaman.  İki saattir yol yürüyorum. İki yudum su içip gideceğim. Maskeli mi içeceğim suyu. Siz su doldurmaya devam edeceksiniz anlaşılan. İzin verin suyumu içip gideyim.
—Çekil oğlum kenara. Suyunu içip gitsin.
Şükür ki oğlu çekildi. Ben de suyumu içip ayrıldım.
*
Maske boynumda. Yanımda kimse yok. Ahmet Özcan Caddesi kaldırımında bir başıma bir tempo tutturmuş, yürüyorum. 8-10 metre öteden yüzlerinde maskeleri olan, alışveriş yapıp gelen bir baba ile oğlu geliyor. Caddenin bazı kaldırımları dar olsa da geçmekte olduğum kısım geniş. Adam ağız ve burnumu kapatmadığımı görür görmez oğluna, "Kaç Oğlum kaç! Bu adamın maskesi yok" demez mi? Hiç istifimi bozmadan ve duraklamadan acı acı gülümseyerek yoluma devam ettim.
Anlattığım bu üç olay da maske ile ilgili. Belki içinizden bazıları, adamların bu hassasiyetini doğru buluyor da olabilir. Doğru olan; dışarı çıkıldığı, insanların arasına girildiği durumlarda nizami bir şekilde maskeyi takmaktır. Bir başına yürünürken maske takılmasını abartı buluyorum. Sanılmasın ki maskeyi önemsemiyorum ve maske takmıyorum. Kendi sağlığımı düşündüğüm kadar başka insanların da sağlığını düşünüyorum. Evden çıkarken boynuma taktığım maskeyi kalabalık yerlerde, alışveriş merkezlerinde, insanlarla muhatap olduğumda usulüne uygun takıyorum. Yürüyüş yaparken de hızımı kesmeyecek tenha yerleri seçiyorum. Bu anekdotlarda garibime giden temasın, kalabalığın ve iletişimin olmadığı yerlerde de maske takılmasıdır. Beni esas düşündüren, bu koronavirüs bugünden yarına gideceğe benzemiyor ama bir gün gidecek ve normalleşeceğiz. Ama bu tiplerin normalleşmesi zor. Kendine güvenen bunları normalleştirsin de göreyim.

*11/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde