18 Mart 2024 Pazartesi

İlkel Kalan Propaganda Yöntemi

İletişim ve teknolojinin gelişmediği, televizyon ve medyanın yaygın olmadığı dönemlerde, siyasi partilerin kendilerini ve icraatlarını anlatmak ve gövde gösterisi yapmak amacıyla miting düzenlemeleri anlamlı idi.

Bugün seçmene ulaşmanın bin bir yolu varken bu iletişim çağında hala miting yapılmasını çok banal buluyorum. Çünkü yapılan her miting, zaman israfıdır. Masraftır. Şehir trafiğini felç etmedir. Miting meydanına giden yolların kapatılmasıdır. Görüntü ve gürültü kirliliğidir. Yüzlerce polisin görev yapmasıdır. Miting yapılacak ilin polisi yeterli gelmezse çevre illerden polis takviyesi yapmadır. Çevre il ve ilçelerden mitinge katılımcı taşımadır. Katılımcıların saatlerce ayakta durmasıdır. Yorgunluk ve bitkinliktir. Miting meydanını kirletmedir. Koşuşturmadır. Ankara’nın miting meydanına; uçak, helikopter, seçim otobüsü, taksi ile çıkartma yapmasıdır.

Bu kadar sıkıntı ve maliyete rağmen mitinglerden vazgeçilmemesi ve önemsenmesi gerçekten manidar. Yazık giden milli servete. 

Miting süresi de ortalama bir saattir. Bir saat program için bunca çabaya değer mi?

Mitinglerde siyasilerin ne söyleyeceği de eskisi gibi merak uyandırmıyor. Çünkü konuşmalar baştan sona televizyonlarda canlı olarak veriliyor. Siyasinin bir ildeki konuşması ile diğer illerdeki konuşması üç aşağı beş yukarı aynı. Sadece o ile ait birkaç vaat veriliyor o kadar.

Siyasi liderler hem kendilerine hem gittiği şehre sıkıntı vereceğine, propaganda sürecinde bir TV kanalı ile anlaşsa, o televizyon kanalı vasıtasıyla, yaptıklarını ve yapacaklarını anlatsa, veya her gün bir kanala çıkıp mesajını verse, gazetecilerin sorduğu sorulara cevap verse çok daha iyi olur.

İl ve ilçelerde ise o partiye ait adaylar ev ev, dükkan dükkan gezip dolaşsa, pazar yerlerine uğrasa, kahvehane gibi insan yoğunluğunun olduğu yerleri ziyaret etse, seçmenlere birebir dokunabilse, o ile ait mahalli kanallardan seçmenine kendini ve yapacaklarını anlatsa, seçmenin derdini dinlese, gittiği yerlerde yaptıklarını ve yapacaklarını anlatan broşürler verse çok daha iyi olur. Kısaca seçim çalışmasını adaylar arazide sessiz sedasız yapsınlar istiyorum.

Sıkıntılı ve masraflı olsa da mitingler hem parti liderlerinin hem de adayların işine geliyor. Partinin adayları her gün araziye çıkmaktansa hepsini bir yere toplayarak işin kolayına kaçıyor. Ne yazık ki bizde lider merkezli siyaset yapıldığı için her ile parti lideri gelip miting yapacak, adaylarına destek isteyecek.

Diyelim ki mitingler siyasilerin işine geliyor. Seçmene ne oluyor, inanın anlamış değilim. Seçmen miting meydanlarındaki birbirinin aynısının ta kendisi konuşmaları koltuğuna oturmuş bir şekilde evinde canlı olarak izlese, çoğunluk miting meydanına rağbet etmese siyasiler fazla seyirci toplayamadığı için miting yapmaya kalkışmayacak. Bu çağda çok ilkel kalan mitingler de tarihteki yerini alacak.

Soğuk-sıcak, uzak-yakın demeden miting meydanına koşan gönüllü yüz binler olunca siyasiler mitingden niye vazgeçsin değil mi? 

17 Mart 2024 Pazar

Mülkün Emanetçisi Olmak İsterdim

Tecrübeli bir büyüğüm, emeklilik sonrası ne düşünüyorsun dedi. Daha emekliliği düşünmüyorum. Emekli olursam da emeklilik sonrası ne yapacağıma dair bir planım yok dedim.

Bu devirde emekli olunca salt emekli maaşı ile geçinemezsin. Kendine ikinci bir iş bulmalısın dedi. 

Bilemiyorum. Belki siyaset düşünebilirim dedim. Vara demez olaydım. 

Neyin var maddiyat olarak? Menkul, gayrimenkul dedi.

Maddiyat ne alaka dedim. Bir partiye girip belediye başkan aday adayı veya vekillik için müracaat yeterli değil mi dedim. 

Paran yoksa kısaca zengin değilsen siyaseti aklının ucundan geçirme. Çünkü siyaset zenginin işi dedi. Ardından neyin var dedi.

32 yıllık çalışmama karşılık 30 yıllık bir evim. Bir kooperatifim. Olursam emekli maaşım. Bir de 24 yaşında bir arabam var dedim.

Bu kadar variyet seni kıt kanaat geçindirir. Siyaset senin neyine, neyine güveniyorsun da gelin güvey oluyorsun dedi. 

Daha neyim olmalı dedim. 

Gördüğüm kadarıyla ailenden kalan evler, arsalar, daireler yok. Hanım tarafından da gelmiş, gelecek bir şeyin yok. Bu halinle karnını zor doyurursun. Otur oturduğun yerde dedi.

Kendisine; arsa, daire gibi şeylerin siyasetle ilgisini kuramadım dedim.

Mülk Allah'ın olsa da kullanımı sende emanet olsa fena mı olur. Variyet çoğu kapıları açar. Adaylıkta tercih sebebi olursun. Siyasiler, Allah buna anadan, babadan, yardan yürü ya kulum demiş. Bir yürü, seni kim tutar da biz diyelim der. Siyaseten önünü açıverirler. Bu yaşa gelmişsin. Allah sana yürü ya kulum. Emrimdeki şu mülkleri sana emaneten verdim. Bunları tepe tepe kullan dememiş. Siyasiler niye desin, değil mi? Gayrimenkul zengini olsaydın, meydan meydan gezerken, kürsülerde konuşurken kendinden daha emin konuşurdun. Çünkü insanın malı, mülkü ne kadar çok olursa bu alanda at koşturmasının havası bir başka olurdu dedi. 

Şimdi ben ne yapayım emeklilikte dedim. 

Bence sen emeklilikte mevcut emvalinle karnını doyur, yeter dedi.

Tüm bunlara sustum sadece. Hayıflandım kendi kendime. Ne olurdu Allah bana mülkünden bolca verseydi de Karun gibi zengin olup bu emlakin emanetçisi olsaydım. Vara cennete bir beş yüz yıl sonra gitseydim dedim. Hasılı benim emeklilik sonrası hayallerim başlamadan suya düştü.

16 Mart 2024 Cumartesi

Yediğim Çizikler ve Cezalar

Çoğunluğun fotoğraf paylaşımı yaptığı, yediğini ve içtiğini, gezip tozduğunu paylaştığı sosyal medyada kısa ve uzun yazılarla başladı yazı hayatım. Araştırma mahsulü olmadan, yazım ve imla kurallarına dikkat etmeden doğaçlama usulü daldım bu aleme. 

Bir zaman sonra yerel bir gazetenin sahibi, gazetesinde yazmamı istedi. Önce gülüp geçtim. Bir zaman sonra ne zaman yazmaya başlayacaksın dedi. Yazı ve ben... Zinhar olmaz dedim. 

Bugün yarın derken teklifi bir yıl öteledim. Sonra bari yazayım dedim. 

Yazar değilim. Olsam olsam koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler misali Abdurrahman Çelebi olabilir ise de cahil cesareti deyip başladım yazmaya. 

9 Aralık 2015 günü ilk yazım Konya, Karaman ve Aksaray bölgesine hitap eden Anadolu'da Bugün gazetesinde çıktı. 

Gazetenin yazı işleri müdürü, sizin gibi başlayıp altı ay sonra pes deyip hevesini alan niceleri yazıp çizdi dedi.

Yazı işleri müdürü bugün yarın pes etmemi bekleye dursun. 2015'den 2024'e kadar beş yılı kendi ismimle, diğer yıllarda da iki ayrı müstear isimle haftada dört gün yazıvermişim.

Bu zaman diliminde, Konya bölgesine ait iki ayrı gazetede (Yeni Haber  ve Pusula Haber) önce birinde sonra diğerinde haftada iki gün Barbaros Ulu müstear ismiyle yazdım. 

Yine bu zaman diliminde Adıyaman'da çıkan dijital bir mahalli gazetede haftada bir yazım yayımlandı.

Bir ara Konya'nın bir ilçesinde çıkan bir sanal gazetede haftada bir yazım çıktı.

Abdurrahman Çelebi olarak başladığım yazı hayatım daha dün gibi olsa da aradan dokuz yıla yakın bir zaman geçmiş. 

Gazetelerde çıkan ve gazetelere gönderilmeyen tüm yazılarım hemen hemen kendime ait bloğumda yer almakta. Blog adeta benim için bir günlük işlevi gördü. Hala da öyle.

Bu zaman zarfında hemen hemen her telden zülfüyâra dokunan yazılar yazdım. 

Yazılarımın kahir ekseriyetini de cep telefonu marifetiyle yazdım. 

Ramazan YÜCE ismiyle yazdığım yazılarımdan dolayı hiç çizik yemedim. Barbaros ULU müsteşar ismiyle yazdığım yazılarımdan dolayı üç defa çizik yedim. 

Müstear ismi ilk kullandığım gazete sahibi, bu isimle daha rahat yazarsın demesine rağmen yazım zülfüyâra dokunduğu için yazımı yayımlamadı. Başka yazı göndermedim. Aynı müstear isimle başka gazetede yazdım. Bir zaman sonra orası da yazımı yayımlamadı. Bu iki gazete niçin yayımlamadığına dair bir izah yapmadı. Zaten ben de izah istemedim. Buralara şunu yayımlayın diye başka yazı göndermedim. 

Üçüncü çiziği baştan beri yazdığım gazetemden yedim. İlk iki çiziğin konusunu dahi unuttum. Üçüncü çizik, belediyenin çocukları namaza alıştırmak amacıyla "Güle oynaya sabah namazına" kampanyasını eleştiren bir yazı idi. Yazımı yayımlamayan gazetenin genel yayın yönetmeni "Yazı çok güzel ama yayımlayamıyoruz. Kusura bakma" dedi ve gerekçesini söyledi. Gazete izah yapınca çizik yememe rağmen hatır için başladığım yazılarımı yine göndermeye devam ettim. 

Barbaros Ulu ismi ile yazdığım yazılarım bir mülki amire dokunmuş olmalı ki geriye dönük taranan yazılarımdan altı tanesini ilgi tutarak şikayetçi oldu. Bu yazılarım dolayısıyla görevlendirilen iki Bakanlık müfettişi, hakkımda soruşturma dosyası hazırladı. Altı yazımdan beş tanesinde disiplin yönünden suç sübut bulunca 657 sayılı kanunun 76-77. maddeleri ilgi gösterilerek idari yönden üzerimdeki yönetici görevi alınarak tenzili rütbe aldım ve asli görevime döndürüldüm. Disiplin yönünden de kademe ilerlemeyi durdurma cezası ile tecziye edildim. 

Kalemim kırılınca idari ve disiplin yönünden teklif edilen cezalar il disiplin ve üst disiplin kurullarından da onandı. Alt idare mahkemesi de kitabına uydurulan cezaları usule uygun bulan karar verdi. Maksat hasıl olunca istinafa gitmeye gerek görmedim. 

Hasılı Barbaros Ulu takma adıyla yazdığım yazılar bana pek yaramadı. Üç çizik, bir ceza aldım. Bana da üç çizik, bir idari, bir disiplin cezasını taşımak kaldı. Bu çizik ve cezalar ayıpsa bu ayıplar bana yeter. Yok, şerefse bu şerefi şerefimle taşıyacağım. 

Bir ara fırsat bulursam, muhakkiklerin sübutlarını, mahkemeye ve disiplin kurullarına verdiğim savunmamı yazı konusu edinmek isterim. 

Başka çizik yok mu derseniz, bende çizik olmaz mı? Son yani dördüncü çiziğim de var. Başka müstear bir isimle yazıp gönderdiğim, "Bir Vatan Nasıl Satılır?" başlıklı yazım da çizik yedi. Şimdilik hiçbir gazeteye yazı göndermiyorum. Vakit buldukça bloğumda yazıp çiziyorum. 

Gazetelerde yayımlanan yazılarımın altında "Yazarın yazdığı yazılar yazarın kendisini bağlar" denmesine rağmen yazılarımın benden ziyade gazeteleri bağladığı ortaya çıktı. Benim için No problem. 

Hayatı Kendimize Zindan Etmemek

Hayatı dert edinmez isen, daha doğrusu hayatı ciddiye almazsan,

Algı oluşturmaya yönelik yayın yapan basın ve medyayı izlemezsen, 

Siyaseti takip etmez, nereyi kim ve hangi parti kazanır diye merak etmezsen,

Gündelik siyasetten alabildiğine uzak kalabilirsen, 

Bir parti veya ideolojinin kazanıp kaybetmesine umut bağlamazsan, 

Birinin kazanıp kaybetmesini dünyanın sonu görmezsen, al birini, vur ötekine dersen ve hiçbirine bel bağlamazsan, 

İnsanların, siyasilerin yaptıklarına hayret etmezsen ve hiçbirini gündemine almazsan, 

Sandığa gidip gitmemeyi düşünürsen, gittiğin zaman oy verip vermemeyi daha akıllıca görürsen, gerekirse sessiz tepki gösterirsen,

Eşinle, dostunla siyaset yapmazsan, dağarcığında gündelik siyasetin "S" ine apolitik olursan, sosyal medya ve sanal alemde görüş belirterek kutuplaşmış insanların eline malzeme vermezsen, 

Siyasilerin icraat ve vaatlerini elinin tersiyle itersen, vaatlere karnım tok deyip  hiçbirinden bir şey beklemezsen, her birine Allah sizi bildiği gibi yapsın dersen, 

Kendi işine zaman ayırıp esas işine odaklanırsan, çocuklarına zaman ayırırsan, 

Verilen onca krediyi hoyratça harcayanları eleştiri konusu yapmazsan, 

Koyduğun prensipler çerçevesinde bir yol çizip kendi kabuğuna çekilirsen, 

Ortaya çıkmış aktörleri gündemine alarak vaktini harcamazsan, 

Kafalardaki ön yargıyı ve fanatikliği yıkmaya çalışmazsan, 

Alışverişlerde hayat pahalılığını mesele edinmeyip ayağını yorganına göre uzatabilirsen, 

Dünyayı ve çevreyi değiştirmeye çalışmayıp kendini dinlersen ve kendini anlamaya çalışırsan, 

Kimsenin görmek istemediğini görmeye çalışmazsan; olaylara, kişilere kör ve sağır olursan,

Hiçbir konuda namerde muhtaç olmadan ve bir beklentiye girmeden yaşarsan,

Olup biten eksik ve aksaklıkları görmezsen,

Kendini yetiştirmeye ve geliştirmeye yönelirsen,

Konuşup yazmazsan, herhangi bir konuda görüş belirtmezsen,

Kimsenin özellikle yumuşak karnı olanın tavuğuna kış demezsen,

İnsanlara, olaylara, olup bitenlere ve gündelik kısır çekişmelere Fransız kalırsan,

Dert ve sıkıntılarını atmak için yürüyüş yapan bir müteferriç olursan...

Senden iyisi senden mutlusu senden huzurlusu olamaz ve hayat sana daima güzeldir. Hayat ise güzeli yaşamak için vardır. Ötesi derttir, sıkıntıdır vesselam. Değer mi üç günlük dünya için başkasının kurup dayattığı düzene çomak sokmaya...

14 Mart 2024 Perşembe

Fecri Kazib ve Fecri Sadık

Oruçla ilgili kullanılan kavramlardan bir tanesi de imsakın başlama vaktidir. İmsak denilince de fecri kazib ile fecri sadık konusu akla gelir.

Önce tanımlara bir bakalım. 

İmsak, oruca başlama vakti. 

İmsak vakti, fecri sadıkın oluşması, yani tan yerinin ağarması. 

Güneşin doğmaya başlama vaktine fecr denir. İkiye ayrılır: fecri kazib, fecri sadık şeklinde.

Fecri kazib, "Birinci fecr. Sabahın gerçekten girdiğini göstermemesi nedeniyle bu fecre yalancı fecr denir. Yani fecri kazibte ortaya çıkan aydınlık geçici aydınlıktır. Kısaca yalancı aydınlık demektir. 

Fecri sadık ise ikinci fecirdir ki sabaha doğru doğu ufkunda yayılmaya başlayan aydınlığa denir. 

Oruçla ilgili yaptığımız bu tanımlardan sonra fecri kazib ve fecri sadık konusuna gelelim. Bugün bu tabirler pek kullanılmasa da oruca başlama vakti olan imsak, bir zamanların rüyeti hilal konusu gibi gündemimizde. Üç beş yıl öncesinde üzerinde epey tartışmalar yapıldı. Televizyonlarda konuşuldu. İmsak vakti uygulamalı olarak canlı yayında gösterildi. Diyanet'in imsak vaktinin çok erken olduğu, gerçek fecir oluşmadığı gibi zifiri karanlıkta oruca başlandığı yazılıp çizildi. Bu işin başını da fecir üzerine epey kafa yoran, bu işin bilim uzmanlarıyla tespitini yaptıran Fıkıh Profösörü Abdulaziz Bayındır oldu. 

Oruca çok erken başlandığı ve haddinden fazla oruç tuturulduğu eleştirilerine, "Gerekirse bir iki saat fazla oruç tutarız" inatlaşması yapıldı. Fazla oruç tutmada sıkıntı olmaz elbette. Esas sıkıntı, Diyanet'in imsak vaktiyle birlikte sabah namazının kılınabileceği fetvasında idi. Çünkü Bayındır'a göre daha sabah namazı vakti girmemiş oluyordu. 

Bir zamanlar gerilimi yükselten bu tartışmalar geride kaldı. Ne zamandır Abdulaziz Bayındır Süleymaniye Vakfı adı altında  alternatif bir ramazan imsakiyesi yayımlar oldu. 

Diyanet

Hem Diyanet'in hem de Süleymaniye Vakfı’nın Konya merkez imsakiyesinden örnek vererek ne demek istediğimi anlatmış olayım. 15 Mart 2024 günü orucun beşinci gününü ele alalım. İki

Süleymaniye Vakfı
imsakiyedeki imsak ve sabah namazları vakitlerinin farkını ortaya koyalım. 
İki imsakiye incelendiğinde Diyanet, 15 Martta 05.34'te imsaka başlatırken Süleymaniye Vakfı imsakı 06.19'da başlatmaktadır. Arada 45 dakikalık bir fark söz konusudur. Belirtilen imsak vakitleri aynı zamanda sabah namazının girme vaktidir. 
İki imsakiyeyi karşılaştırdığımız zaman Diyanet imsakı yalancı aydınlık denilen fecri kazibte başlatırken Süleymaniye Vakfı ise fecri sadıkta oruca başlatmaktadır. Diyanet şimdilerde kaldırsa da eskiden bir de temkin vaktine yer verirdi. Temkin vakti de 15 dakika idi. Yani aradaki fark bir saate çıkıyordu. 

Bugünlerde pek dillendirilmese de fazla tutsak daha iyi olmaz mı, ha bir bir saat önce ha bir saat sonra denebilir. Buna bakarsak hiç sahur yapmayan daha fazla oruç tutmuş olur. Burada esas sorun sabah namazının girip girmemesi. Diyanet fecri kazibte oruca başlatıp aynı zamanda sabah namazı vakti girdiği için sabah namazı kılınabilir dediğine göre şayet vakit girmemişse insanımız sabah namazını vakti girmeden kılmış olur ki vakit, namazın farzlarındandır. Bayındır'ın imsak vaktini görenler ise hava iyice aydınlanmış oluyor. Böyle oruç olur mu eleştirisi getiriyor. Halbuki havanın aydınlanması imsak vaktinin girdiğine işarettir. Siyah iplik beyaz iplikten ayırt edilinceye kadar yiyin, için ayetine daha uygundur. 

Ezcümle, Süleymaniye Vakfı'nın alternatif olarak çıkardığı imsakiye, ayetin ruhuna daha uygundur. Ama çoğu insanımız bu takvime göre oruca başlamaya ne olur ne olmaz, oruca halel gelir düşüncesiyle soğuk bakıyor. 

Hasılı insanımızın kafası karışık. Kimi Diyanet'in imsak ve sabah namazını uyguluyor kimi Diyanet'in imsakıyla oruca başlıyor, sabah namazını ezan okunur okunmaz kılmıyor, biraz geciktiriyor kimi de Süleymaniye Vakfı'nın takvimini baz alarak imsaka başlıyor. Ben de Bayındır'ın imsak vaktini doğru bulmakla beraber Diyanet'e göre imsaka başlıyor, Bayındır'a göre sabah namazını kılıyorum. Zaman zaman Fiyanet'in imsak vaktini biraz geçirdiğim olur. 

Bu mesele çözülmez mi? Çözülmeye çözülür. Yeter ki taraflar, özellikle Diyanet adım atabilsin. Zühri ahirin kaldırılması konusunda nasıl cesaretle adım atabilmişse bu meselede de cesaretle karar verebilir. Bildiğim kadarıyla bu meseleyi vuzuha kavuşturmak için Abdulaziz Bayındır çok adım attı. Fakat Diyanet Nuh dedi, peygamber demedi. Halbuki Diyanet'in varlık sebebi dini konulardaki sorunları çözmesidir. Hoş, bu mesele dini olmaktan ziyade bilimsel bir meseledir. Gerçek fecir vaktinin hangisi olduğunu pekala rasathane çözebilir. Sanırım bunun için siyasi iradenin bu konuya sıcak bakması yeterli. 

Şu var ki bu mesele bugünden yarına çözülecek görünmüyor. Diyanet'in, devletin, siyasi iradenin, vatandaşı oruç ve sabah namazı konusunda ikilem içerisinde bırakmaya hakkı yoktur. 

Ramazana Beraber Başlayamayan Bir Dünya

Eskiden ramazanlara başlarken rüyeti hilal adı verilen hilalin görülmesi tartışması yaşanırdı. Çünkü oruca başlamak için hilalin görülmesi ve yine hilalin görülmesi ile bayram yapılırdı. 

Teknolojinin gelimediği, bilimin ilerlemediği dönemlerde hilalin görülmesi çıplak gözle izlenir. Bunu görmek için hilalin net görüleceği yüksek tepelere çıkılır. Bir kişinin gördüm beyanıyla ramazan orucuna başlanırdı. Hz Muhammed de "Biz ümmi (okur yazar olmayan) bir toplumuz. Hilali görünce oruca başlar, hilali görünce orucu bozar, bayram ederiz" demiştir. 

Gel zaman git zaman teknoloji ve bilim gelişmiş. Rasathaneler kurulmuş. Buralarda astronominin diğer hareketleri izlendiği gibi hilalin hareketleri de izlenir oldu. Öyle ki bilim şu gün şu saat şu dakika güneş tutulması olacak şeklinde tespitler yapmış. Bu tespitler de bilimin dediği şekilde gerçekleşmiştir.

Birçok ülke gibi Türkiye de rasathanenin verdiği hilalin görülmesi bilgisiyle oruca başlar ve orucu bozar kervanına katıldı. Rasathanenin verdiği bilgi kesin ve doğru olmasına rağmen yukarıda yer verdiğim hadisten hareketle birileri yüksek tepelere çıkarak çıplak gözle hilalin görülmesini izledi. Diyanet, rasathanenin verdiği bilgiyle oruca başlarken bazılarımız, çıplak gözle görülmediğinden ve Diyanet'e olan güvensizlikten dolayı ramazan orucuna bir gün önce veya bir gün sonra başladı. Zaman zaman hilal görüldü denerek arife günü oruç bozarak bayram etti. Bundan İslam dünyası da nasibini aldı. Bazısı bir gün, bazısı iki gün veya sonra oruca başladı. Haliyle koca İslam dünyası hiçbir ramazana aynı gün başlamadı, aynı gün bayram yapmadı. Halbuki peygamber bugün yaşasa, çıplak göze değil, rasathane bilgisine göre oruç tutar, bayram yapardı. Zaten hadiste de biz ümmi bir toplumuz demek suretiyle buna işaret edilmiştir. Ama gel de bunu Müslümanlara anlat. Hala bu mesele İslam dünyası arasında çözülebilmiş değil. Türkiye Müslümanları arasında laik ve seküler devlet yapısına güvenmeyen nice Müslüman, 90'lı yıllarda oruca başlamayı ve bayram etmeyi kulaktan kulağa telefonla yayılan hilal görüldü haberiyle yaptı. Hatta bazıları yevmi şek (şüpheli gün) dolayısıyla peygamberin de ramazanı bir iki gün kala karşılamayın sözünden hareketle ramazana üç gün önceden başladı. Halbuki küçük bir mantık yürütülse ramazanı bir iki gün önce karşılamayın sözünün ramazana üç gün kala da başlamayın anlamına geldiğini bilebilirdi. 

Maalesef Müslümanlar için bu hilalin görülmesi kötü bir tecrübeydi. İslam dünyası hala aynı gün oruca başlayamasa da Türkiye Müslümanları bu sorunu aştı. Bildiğim kadarıyla herkes aynı gün oruca başlıyor, aynı gün bayram ediyor. Farklı tutup farklı bayram edenler varsa da bilmiyoruz. Çünkü sesleri çıkmıyor. 

90'lı yıllarda genç biri olarak bu kervana ben de katılmıştım. Hatta fakültede sözü dinlenen bir hocanın tavsiyesiyle ramazana üç gün önceden başladım. Samimiyetle tuttuğum bu oruçlar bir cehaletin ve Diyanet’e olan güvensizliğimin bir sonucu olduğunu öğrenince de bundan vazgeçtim. Nicedir Diyanet’le başlıyor, Diyanet’le bitiriyorum.

Şimdi benim ve Türkiye Müslümanlarının böyle bir sorunu kalmasa da bu yılda (2024) bile oruca aynı gün başlayamayan İslam dünyası haberlerini izleyince, bir oruca bile beraber başlayamayıp birlikte bayram yapamayan İslam dünyası bu görüntüsüyle birlik ve beraberlikten çok uzak ve çağ ve bilim dışı kalmış, çağı okuyamayan bir görüntü vermektedir. Bu dünyanın içinde yaşadığı bu dünyaya verebileceği bir şey yoktur.

Allah iflah olmaz bu İslam dünyasını bildiği gibi yapsın. 

Bir sonraki yazımda da oruçla ilgili fecri kazib ve fecri sadık olayına değineceğim.

Çağ Dışı Kalmış Bazı Uygulamalarımız

Sayfamda zaman zaman alıntılara yer veririm. Yer verdiğim alıntıların çoğu da noktası virgülüne katıldığım hususlar. Aşağıda Rıza Bozdağ tarafından yerinde tespit ile yazılmış; bir zamanlar önemli bir işlev görmüş, günümüzde ise işlevini yitirmiş, külfet, masraf ve angarya olan çağ dışı kalmış bazı uygulamaların kaldırılması gerektiğine dair bir yazıyı bulacaksınız:

Biliyorum, aşağıda saydığım ve kaldırılmasını istediğim bu uygulamaları meslek olarak icra eden kişiler bana çok kızacak ama gerçekten de bu uygulamalar çağ dışı ve ilkel kaldıkları için kesinlikle kaldırılmalıdır. Üstelik toplum olarak bunların bazılarının kaldırılması sonucu güvenlik ve ekonomik açısından da rahatlık yaşarız.

İşte benim, çağ dışı ve ilkel kabul ettiğim ve bazılarının güvenlik ve ekonomik açıdan topluma yük olduğu için kaldırılmasını uygun gördüğüm uygulamalardan bazıları ve benim gerekçelerim:

1- Mahalle muhtarlığı: Eskiden çok önemli olan ve mahalle ya da köy sakinleri ile devlet arasında aracılık yapan muhtarlık, artık çok gereksiz bir kurum oldu. Çünkü vatandaş, eskiden muhtarlar tarafından karşılanan hizmetlerden bir çoğunu bugün e-devlet uygulaması ile rahatlıkla karşılıyor. Güvenlik ve ekonomik açıdan da muhtarlığın topluma bir yük olduğunu düşünüyorum. Çünkü muhtar olmak isteyenlerin büyük çoğunluğu, bellerinde taşıyacakları bir tabanca ruhsatı alabilmek ve asgarî ücretli bir iş sahibi olmak maksadıyla muhtar oluyorlar. Ülkemizde ne kadar muhtar varsa o kadar da beli tabancalı ve fazladan asgarî ücretli kişi var. İlla da bu kurum kalacaksa bırakın önceki muhtar devam etsin. Hiç olmazsa bir kişi daha az tabancalı ve asgarî ücretli çalışan eksik olur. Muhtarlıktan daha önemli iş yapan nahiye müdürlükleri bile uzun zaman önce kaldırılmışken, muhtarlıkların hâlâ yaşıyor olması gerçekten çok tuhaf bir durumdur.

2- Ramazan davulculuğu: Eskiden, her evde çalar saatin olmadığı dönemlerde gerçekten önemli bir görev icra eden Ramazan davulculuğu, artık zamanımızda topluma sıkıntı, hatta işkence vermekten başka hiç bir işe yaramıyor. Çünkü günümüzde insanlar artık saat bile kullanmaz oldu. Herkesin evinde yaşayan fert sayısı kadar cep telefonu mevcut ve hepsinin de alarmı var. İstenilen saate kurulup çaldırılabilir. Üstelik davul, bütün mahalleyi gürültüye boğarken saatin alarmı, sadece çaldığı odada uyuyan kişiyi uyandırır.

3- Cenaze selâsı: Eskiden iletişim imkanları şimdiki kadar çok kolay ve rahat değildi. Özellikle köylerde yaşayan insanların, köylerinde vefat eden kişilerden haberdar olması maksadıyla geliştirilen cenaze selâsı ya da halk arasındaki söylenişiyle "Su selâsı" oldukça önemli bir ihtiyacı karşılıyordu. Hatta bu yüzden su selâsı, mahalle veya köy sakinleri tarlalarına veya işlerine gitmeden, hemen sabah namazı kılındıktan sonra verilirdi ki insanlar erkenden haberdar olurdu. Ancak günümüzde hemen hemen her köyün dernekleri var ve köyün cenazesi olduğunda hemen cep telefonlarına mesaj gönderilerek herkes haberdar ediliyor. Kayserililer bilir, uzun zamandan beri Kayseri'nin köyleri hariç, şehir merkezinde su selâsı verilmez ve bu iş eskiden tellâl marifeti ile halledilirdi. Artık zamanımızda tellâle bile gerek kalmadan cep telefonlarının mesajları ile her şey hallediliyor. Ama bazı mahallelerde hâlâ sabah namazının ardından selâ verilip insanlara hiç tanımadıkları kişilerin selâsını dinleterek resmen zulmediliyor.

4- Düğün davetiyeleri: Önceden, yine haberleşme imkânlarının kısıtlı olduğu yıllarda insanlar tüm sevdiklerini "Sizleri de aramızda görmekten mutluluk duyarız" diye biten düğün davetiyeleri gönderirdi. O zamanlar için gerçekten çok önemli ve gerekli olan düğün davetiyeleri de bugün gereksiz ve boşuna masraf olan şeyler arasına katıldı. Çünkü bugün insanlar yine cep telefonları ile herkese, hatta dünyanın öbür ucundaki tanıdıklarına bile düğünlerini haber verebilmektedirler. Ancak her şeye rağmen "El âlem ne der?" kaygısıyla hem telefonlarla haber verip hem de davetiye bastırmaktadırlar. Bastırılan davetiyelerin neredeyse yarısı belki dağıtılamıyor. Çünkü her biri şehrin bir ucunda oturan eş, dost ve akrabalara dağıtımı tamamen zaman kaybı ve masraflı olan dağıtım işi yerine, davetiyenin fotoğrafı çekilip insanlara ulaştırılıyor.

Rıza Bozdağ

13 Mart 2024 Çarşamba

Kayseri