20 Şubat 2023 Pazartesi

Zafer Otobüs Durağı

Zafer Konya'nın kalbi dense yeridir. Herkesin uğrak yeri olan burası, sabahın ilk ışıklarından gecenin geç vakitlerine kadar insan yoğunluğundan geçilmez. Kimi iş gereği kimi gezip dolaşma kimi de o bölgedeki kafelerde oturma amaçlı bu muhitte. 

İnsan yoğunluğu kadar bu bölge araç trafiği yönünden de yoğun. Konya Lisesinden itibaren Alâeddin Tepesi boyunca bu tek şeritli yolu büyük toplu taşıma araçları da kullanıyor. 

Yayalar yoğun olmasına rağmen herkes kendi halinde yürüyüşünü yapıyor. Hiçbiri diğerini rahatsız etmiyor. 

Yürüyüp geçip gidenler açısından kimse kimseyi rahatsız etmez iken araç trafiği yönünden Zafer'deki Otobüs Durağında her zaman bir kilitlenme söz konusu. Çünkü yolcu almak ve yolcu indirmek için durağına gelen belediye otobüsü durağına yanaşamıyor. Tek şeritli yolda durarak indi bindi yapıyor. Arkasındaki araçlar da Konya Lisesine kadar durmak zorunda kalıyor. Otobüs kalkınca onlar da hareket edecekler. 

Otobüs şoförleri kurallara uymayan, söz dinlemeyen kişiler mi? Bu yüzden mi durağına yanaşmıyorlar? Kurallara uyuyor uymasına da şoförlerin durağına yanaşma imkan ve ihtimali yok. Çünkü otobüs durağı park etmesi ve durması yasak olan araçlar tarafından işgal altında olduğu için haliyle otobüsler akan trafikte indi bindi yapmak zorunda kalıyor.

Sivillerin, burası durak. Polis ceza yazar endişesi yok. Gelen normal otoparkmış gibi girip park yapıyor. Bu durağın otoparktan tek farkı, ücret ödemesi yok. Ceza da olmadığına göre otobüs yolda indi bindi yapıyormuş, arkasındaki araçlar mecburi duruş yapıyormuş, trafik kilitleniyormuş, tüm bunlar çok da umurlarında değil.

Otobüs durağına parktan dolayı ceza yazmanın bazı aşamaları olduğunu buraya park edenler iyi biliyor. Trafik polisi gelirse önce “otobüs durağına park eden araçlar, lütfen aracınızı park ettiğiniz yerden kaldırın” anonsu yaparak geçip gidiyor. Araç sahibi diyor ki cezanın iki aşaması daha var diyor. Polis ikinci gelişinde araçların sileceklerini kaldırıp gidiyor. Sürücü buna da aldırış etmiyor. Bir 15 dakikam daha var diyor. Üçüncü anonsla beraber sürücü harekete geçip otobüs durağına park ettiği aracına binip geçip gidiyor. Çıkarken de arkadan gelen araçları durduruyor.

Polis bu şekil anons uyarılarıyla üç aşamalı park etmiş araçları kaldırınca çekip gidiyor. Gelen otobüs boş durağına girince trafik az bir rahatlıyor. Arkadan gelen yeni sivil araçlar park yasağı olan bu durağı yeniden dolduruyor. Trafik tekrar kilitleniyor, ağır aksak ilerliyor.

Bu durum dünden bugüne değil, ben kendimi bildim bileli bu otobüs durağına sivil araçlar park yapıyor. Yasak yere park eden yine park etmeye devam ediyor.

Garibime giden çok mu zor bu otobüs durağına araçları park ettirmemek? Diyelim ki yasağı dinlemeyip park ettiler? Niçin ceza yazılmıyor? Ceza yazmak için niçin önce anons, sonra silecek kaldırma, ardından ceza şeklinde üç aşama takip ediliyor? Buraya bir görevli koyup park etmeye çalışan araçlara park yaptırmasa nasıl olur? Eğer bunların hiçbiri yapılmayıp buradaki keşmekeşlik devam edecekse, yani gelen yasak yere park etmeye devam edecekse, bari bu durağa park yapmayı ücretli hale getirin de olsun bitsin.

Ne Zaman Öğreneceğiz?

Depremlerle imtihanı ne zaman tam puan alarak sınıfı geçip sınıf atlayabileceğiz?

Depremle yaşamayı ne zaman öğrenebileceğiz?

Evlerimizi fayın geçmediği, ovanın olmadığı, sağlam zemine, malzemeden çalmadan sağlam bir şekilde yapıp, evimiz yıkılmadan oturma rahatlığına ne zaman kavuşacağız?

Yaptığımız evlerin muhtemel depremlere karşı dayanıklı olup olmadığını ne zaman ciddi bir şekilde denetleyeceğiz?

Ne zaman kaçak ev yapmadan, usulüne uygun evler yapabileceğiz?

İmar barışı denen ucube imar afları bu ülkede ne zaman sona erecek?

Ne zaman tüm işlerimizi düzgün yapmayı öğreneceğiz?

Günübirlik yaşamaktan, plansızlıktan, kural tanımazlıktan, ölüme meydan okuyan cehaletimizden ne zaman vazgeçip her işimizi bilimsel yapacağız?

Usulüne uygun yapmadıklarımızdan dolayı ne zaman müteselsilen hesap verip hesap soracağız?

Gözümüzdeki bu gözyaşına ne zaman son vereceğiz? Analarımız ağlamaktan ne zaman vazgeçecek, onların gözyaşları ne zaman dinecek?

Tabiat kanunları dediğimiz sünnetullaha uygun hareket etmeyi ne zaman öğreneceğiz? 

Başımıza gelen her şeyi kader kabul etmekten ne zaman vazgeçeceğiz? Kader denilen şeyin bir ölçü, bu ölçüye göre hareket etmemiz gerektiğini, bu ölçüye uygun hareket etmediğimizde meydana gelen kaderin kendi yapıp ettiklerimizin bir sonucu olduğunu ne zaman kabulleneceğiz? 

Yapıp ettiğimiz usulsüzlükleri görmezden gelmekten ve kılıfına uydurmaktan ne zaman vazgeçeceğiz?

Koyduğu kuralları harfiyen uygulamak, denetlemek ve gereğini yapmakla yükümlü, vatandaşlık bağıyla bağlı olduğumuz bizden olan yöneticilerimiz ihmal ve öteleme hastalığından ne zaman vazgeçip kendilerine dair bir özeleştiri yapacaklar? Ne zaman hesap verecekler? Ne zaman bir istifayı düşünecekler?

Yapanın yanına kar kalır fiili uygulamasını ne zaman ters yüz edeceğiz?

Bu ülkede bir olumsuzluk olduğunda sorumlu benim, sorumlu sensin demeye ne zaman başlayacağız? Kendimize hiç toz kondurmadan günah keçisi aramaktan ne zaman vazgeçeceğiz?

Bu ülkede insanca yaşama hakkımız olduğunu ne zaman öğrenip uygulamaya geçireceğiz?

Bağışlar Karşılıksız Olmalı

1993 yılında askerliğimi bedelli olarak yapmak üzere Burdur'dayım.

Dönemimde vali yardımcısı, kaymakam, emniyet amiri, iş adamları, ünlüler vs. kimler yoktu ki.

Çok nazik ve kibar davranan üst teğmen rütbeli bir batarya komutanımız vardı. Bizimle arkadaş gibi konuşur, ilgi ve alaka gösterir. Taleplerimizi dinler. Yapabileceklerine tamam derken yapamayacaklarını da niçin olamayacağını bir güzel izah ederdi. Komutanın bu davranışı bizim çok hoşumuza giderdi. Bunu değişik ortamlarda söyledik durduk. Bizim bu konuşmalarımıza kulak misafiri olan uzun dönem askerlik yapan kadro erlerden kaç tanesi, "Dediğiniz komutan size nazik. Gelin bir de bize söylediklerini dinleyin. Sabahtan akşama küfreder. Ne anamız kalır ne eşimiz ne de bacımız." dediklerinde, bir insanın aynı ortamda iki farklı kesime nasıl böyle farklı davranabildiğinin şaşkınlığını yaşamıştık.

Uzatmayayım. Batarya komutanı yine bir istirahatte, bedellilerin taleplerini dinliyor. Taleplere verdiği cevaplardan, askerin bazı isteklerinin yerine getirilememesinde bazı maddi sıkıntıların olduğu anlaşılınca, bazı askerler söz aldı. Bu eksikliklerin giderilebilmesi için yardım yapabileceklerini söylediler. Öyle ya bizde zenginden çok ne vardı. İçlerinde en fakiri bendim. 

Bu yardımlara nazikçe teşekkür etti batarya komutanı. Biliyorum yardım yapacağınızı. Fakat bir kuruş bile olsa askerden yardım almayacağına söz verdiğini, bu yüzden bizden gelecek yardımı kabul etmeyeceğini söyledi. Niçin sorusuna başladı anlatmaya komutan: Şu gördüğünüz kamelya, sizden üç dönem öncesinde inşaat halindeydi. Ödenek yetersizliğinden inşaat birden bitirilemedi. Üç dönem önceki askerler, komutanım, biz ne güne duruyoruz burada. Biz bu inşaatı tamamlar, kamelyayı açarız. Bu da askeriyeye bizim yardımımız olur dediler. Biri, demiri benden, diğeri kiremidi benden, öbürü tuğlası benden deyip bir çırpıda belirttiğim tüm ihtiyaçlar karşılandı. Bu duruma çok duygulandım. İşte milletimizin yardımseverliği dedim. Ardından zengin askerlerin verdiği yardım paralarıyla kamelya inşaatını tamamlayıp askerlerin hizmetine açtık dedi.

Tamam, ne güzel olmuş, bizde aynısını yapalım istiyoruz dedi birkaç asker. Ardından komutan tekrar söz aldı. Arkadaşlar, yardımları kabul ettiğime pişman oldum. Çünkü yardımın ardından, yardımseverler sırayla odama geldi. Komutanım, şu kadar kiremit aldım, beni bir hafta önce terhise gönder. Diğeri, 5 gün, öbürü 10 gün vs. izin istedi. Bu şekil talepler bitmedi. O yüzden yardım teklifleriniz için teşekkürler. Kimseden yardım kabul etmeyeceğim dedi. Biz öyle değiliz dendi ise de komutan geri adım atmadı. 

Üç dönem önceki devrelerin yaptıkları yüzünden komutanın ağzı yanmış, bize gelince de yoğurdu üfleyerek yiyordu. Haklıydı. Güya yardımlar karşılıksızdı. Öyle verilmişti ama görüldüğü gibi her yardımsever yaptığı yardımı kendi menfaatine yontmuştu.

Bu anekdotun ardından 23 yıl geçmiş. Unutmadığım gibi daha dün gibi hatırlıyorum. Bir yardım kampanyası veya yardım seferberliğinde anlamlı bağış ve makul bağışın ötesinde birileri yüklü bağış yapınca bu anekdotu tekrar tekrar hatırlarım.

Her yardımsever böyledir dediğim anlaşılmasın. Çünkü yüklü bağış yapanlar arasında hiç karşılık beklemeden yardımını yapanlar vardır. Ama verdiğim örnekte de görüleceği üzere yardımseverler arasında beklentiye girenler, bundan faydalanmaya çalışanlar çıkabiliyor. O yüzden her yüklü miktardaki bağışa sevinmekle beraber içimde bir acaba soru işareti her daim oluşuyor. 

Seçme Fıkralar (27)

Gıyabi Cenaze Namazı *

Bugün cuma hutbesini dinliyor bir yandan da yanımda hutbeyi dinlemeyip konuşan çocukları, kırmadan nasıl ikaz edeceğimi düşünüyorum. 

Ben onları uyarmaya fırsat kalmadan onlar beni de yanlışlarına ortak ettiler: 

İmam efendi, tespihattan sonra depremzedeler için  gıyabi cenaze namazı kılınacağını söyledi.

Yanımdaki çocuk bana dönerek  "Amca gıyabi cenaze namazı ne demek?" diye sordu.  

Cenaze karşımızda olmadan kılınan namaz, diye cevap verdim.

Ona da yanındaki çocuk sordu "Neymiş neymiş?"

 'Hiç, uzaktan eğitim gibi bir namaz çeşidiymiş." diye cevap verir. (Ali Güngör’ün paylaşımı)

*6 Şubat 2023 günü Kahramanmaraş merkezli 7.7 ve 7.6 şiddetindeki iki ayrı depremin ardından ölenler için 17.02.2023 Cuma günü tüm Türkiye'deki camilerde cuma namazının akabinde toplu gıyabi namazı kılınmıştır. 

Tayyare Uçmazsa, Memleket Uçar mı?

“Bir grup profesör uçakla bir toplantıya gideceklerdir.

Uçağa bindikleri sırada pilot yanlarına gelir.

“Değerli hocalarımız hoş geldiniz. Bu uçağımızın ilk uçuşu. Ve size gurur duyacağınız bir haberim var. Bu uçağı sizin öğrencileriniz yaptı.”

Pilotun bu açıklamasını duyan tüm profesörler koşarak uçağı terk ederken biri yerinde oturmaya devam eder.

Pilot merakla sorar.

“Niye kaçtılar?”

Yerinde oturan profesör yanıtlar, “Çünkü öğrencilerimizin yaptığı uçağın düşeceğinden eminler.”

Pilot yine sorar.

“Peki siz düşmeyeceğini mi düşünüyorsunuz?”

Profesör gayet emin biçimde “Hayır! Ben havalanmayacağından eminim. Çünkü biz onları uzaktan eğittik... ” (Fatih Altaylı)

Yardım ve Bağışlar

Yardım ve bağış, ihtiyaçları gidermede hayırda yarışmak içindir. 

Adından da anlaşılacağı üzere gönüllülük esasına dayanır. Herkesin yardım yapması beklenir ise de yardım yapana niye yaptın, yapmayana niye yapmadın denmez. Niye fazla yaptın, niye az yapmadın denmediği gibi. Ayrıca kara listeye alınmaz. Bundan dolayı kimseye gönül konmaz. Verenden de Allah razı olsun, vermeyenden de denir.

Yapılan yardım küçümsenmez. Az olsun, çok olsun, bazı bağışların anlamlı bağış olduğu unutulmamalı. Ben de varım bunda, sizinle beraberim, çorbada benim de tuzum olsun demektir. Ayrıca sempatizanı ve destekçilerine siz de katılın demektir.

Yine unutulmamalı ki toplanan yardım ve bağışlar güven esasına göre yapılır. Güvene dair şüpheler varsa, bunu gidermek de yardım toplayan ya da yardıma öncülük edenlere düşer.

Yardımın gizli yapılması esas olmakla beraber teşvik amaçlı alenen de yapılabilir. Ayrıca şova döndürülmez.

Yapılan yardımın karşılıksız olması esastır. Ayrıca karşılık beklenmez, ayrıcalık tanınmaz. Yapılan yardım için beklentiye de girilmez. Karşılığı Allah'tan beklenir. 

Bağışlar, vergiden düşülmez. Ayrıca ihale vb. yollarla bağışı çıkarma niyet ve amacı güdülmez. Yani bir koyup beş alınmaz. Bir cepten diğer cebe konmaz. 

Milli dayanışma ve yardımlaşmada tek yürek olunması isteniyorsa, kimseyi ve hiçbir zümreyi dışarıda bırakmadan tüm bileşenlerin kampanyada yer alması gözetilir. Bu da yardım toplayanlara düşer.

Usulüne uygun, şartlarını yerine getirerek aynı amaca yönelik başka yardım toplayanlar olursa, bundan dolayı onlar dışlanıp tu kaka yapılmaz, haklarında ileri geri konuşulmaz, linç etmeleri için toplumun önüne atılmaz. Çünkü en ufak bir şüphe yardımları bıçak gibi keser. Toplanan yardımın yerli yerinde kullanılıp kullanılmadığına dair şüpheler varsa, ilgililerinin denetlemesi için yönlendirilir. Ayrışmayı değil, birleştiriciliği ön planda tutmak lazım.

Bağış ve yardımlarda en takdire şayan bağışlar, adı sanı belli olmadan, kendini ortaya çıkarmadan yapılan yardımlardır. Kumbarasındaki biriken parasını gönderen çocuk tüm sermayesini vermiştir. Bu çocuğun yaptığı bağış, milyarlar kazanan bir holdingin milyonundan daha değerli ve anlamlıdır.

Devletin kurumunun verdiği bağış, bağış olmaz. Çünkü bu, zaten devletin parasıdır. Bu, parayı bir kasadan öbür kasaya aktarmak demektir.

Kurum yöneticilerinin kendi öz kazançlarından yaptıkları yardım bağıştır.

Yardım ve bağışlar yerinde kullanılmak üzere kendisine tevdi edilenlerin, bu parayı kuruşu kuruşuna yerli yerinde kullanma gibi bir sorumlulukları vardır. Bu para amme malıdır. Amme malı ise sahibi olmayan yetim malı gibidir. Emanet har vurup harman savrulmadan yerine harcanmalıdır. Şeffaflık ve hesap verebilirlik adına gelir gider tablosu kamuoyuna açıklanmalıdır.

19 Şubat 2023 Pazar

Avcı Mehmet

Anlatacağım bu Avcı Mehmet, 4. Mehmet veya ava düşkünlüğünden dolayı kendisine Avcı Mehmet adı verilen, altı yaşında 19. Osmanlı padişahı olmuş, Kanuni'den sonra 39 yıl padişahlık yapmış Avcı Mehmet değil. Bu Avcı Anadolu'nun saf çocuğu bizim Mehmet Avcı.

Bitmez ve tükenmez bir enerjiye sahip. Kendi enerjisini kendisi ürettiği gibi ürettiği enerjiden karşı tarafa da verir.

Olduğu yerde uzun süre durmayı sevmez. Onu bir yerde durdurabilene aşk olsun. Kah orada kah burada. Uzaktan görüşme esnasında otururken bile çat çut sesleriyle sabit ve sakin durmadığı gözlerden kaçmaz. 

Kah yürüyüş yapar kah motora biner kah taksiye. 

Onu bir yerde bırakırsın ama o başka bir yerden çıkar. 

Ömrü çalışarak geçmiştir hala öyle. Evinin önündeki bahçesi, onun gazını alıyor yoksa onu evinde tutmak meseledir. 

Eş, dost, komşu, arkadaş ziyareti günlük yapması gereken görevlerinden birisidir. Ya birilerini ziyaret eder ya da peşine takar eve misafir getirir. Ulaşamadığı kişileri de sırayla günlük arar. 

Hatay Erzin'i mesken edinmiş ama bir bakmışsın Aydın'da bir bakmışsın Mersin'de bir bakmışsın Osmaniye'de bir bakmışsın Konya'da. Kısaca bir Hanya’da bir Konya’da.

Karakola gitmişliği, hapis yatmışlığı bile var. Yok yok onun hayatında. 

Her gittiği yer maceradır onun için. 

Her yerde tanıdığı birileri vardır. Hiçbirini de unutmaz. Ya ziyaret eder ya da telefondan arar. Halini hatırını sorarak hatır bilir, gönül alır. Bir yerde hiç tanıdığı yoksa yeni birileriyle tanışır. O tanıştığı kimse bundan sonra başına gelecekleri düşünsün. Zira peşini bırakmaz, belirli periyotlarla arar durur. 

Çevresi de pek geniş. İlahiyattan 5-6 dönem öncesini, dönemini ve sonrasını bilir. Kaçıncı dönem olduğunu, okulu kaç yılda bitirdiğini kendisinin de bildiğini sanmıyorum. 

Hareketinden, fikir dünyası da nasibini almıştır: Gençliği ülkücü, ilahiyat dönemi İrancı, cumasızlık dönemi de olabilir. Şimdi de ehlisünnet çizgisinin yılmaz savunucudur. Bu yönüyle de Kayserili Toprağını pek kızdırıp. Bir savunduğu daha var: Partisi. Daha doğrusu liderini. Ona düşman olanları düşman bilir. Düşmanlığı da hep dilinde. Merhametinden karıncayı bile incitemez.

Konya onun ikinci evi diyeceğim ama bana öyle geliyor ki birinci evi gibidir. 

Hasbi biridir. Kimseden bir şey beklemez. Hep verendir. Maddi, manevi ve yüreğini. Herkesin derdiyle dertlenir. Yük olmaz, yük alır.

Hareketi sevdiği gibi muhabbeti de sever. Nereye gitmişse tüm tanıdıklarını bir yerde toplamayı iyi becerir. Eli kanda da olsa yapar bunu. Her yere gittiği gibi misafir geldiği yere  misafir alarak onları ev sahibi gibi ağırlar.

Ne zaman Erzin’den Konya’ya gelecek olsa arabanın içini ve bagajını siparişlerle doldurur. Kim ne isterse getirir. Gelirken bahçesinde ne varsa ikram etmek için ortaya döker. Onun hareketi demek bereketi demektir.

Derdi var mıdır, yok mudur bilmiyorum ama insan olup da derdi olmayan yoktur. Buna rağmen yüzünde hiç gülmesi eksik değil. Hep pozitiftir. Herkese de bu pozitif enerjisinden dağıtır.

Bu kadar hareketine rağmen niçin kilolu ve göbekli olduğu düşündürücü. Çünkü ters orantılıdır. Yine bu kadar hareketine rağmen kitap okuduğunu söylemesidir. Ne ara okur, bilinmez. Kitapların dili olsa da bir söylese. Yine okuduğu kitapların bilgisini bugüne kadar sır gibi saklıyor. Tek paylamadığı da budur.

Erzin’in depremden etkilenmemesinde onun denge unsuru olarak ağırlığının payı olduğu düşünülmektedir.

İşte bizim Avcı böyle biridir. İleride uzmanların bu kişiliği; hareketine, bereketine, güler yüzüne, içtenliğine, doğallığına, muhabbetine, hasbiliğine, dağıttığı pozitif enerjisine ve kilosuna dair inceleme için bir çalışma başlatacakları beklenmektedir.

Devlet Var mıydı, Yok muydu?

Deprem afetinin yaralarını tam saramadan, depremzedelerin acılarını dindiremeden, depremzede var olma mücadelesi verirken ve bir yakınını defnedip diğerine koşarken birileri "Devlet vardı/devlet yoktu" tartışmasını yapmaya başladı. 

Yapılanları, yazılıp çizilenleri, kavgayı hayret ve ibretle izliyorum. 

Tüm bu kavgayı ocaklarına ateş düşen depremzede yapsa, hakları var, acılarından varsın konuşsunlar, ne derlerse kabulümüzdür diyeceğim. Ama depremzede suskun, depremzede yaralı, depremzede hayat-memat ayakta kalma mücadelesine odaklanmış.  Çünkü anası ölmüştür, babası ölmüştür, kardeşi, eşi, çocuğu, komşusu ölmüştür. Yani işi başından aşkın. Evimi, batkınu, eşyasını kaybetmiş. Aynı zamanda soğukla boğuşuyor. Fırsat buldukça için için ağlıyordur, belki de sıkıntısını içine atmış, ağlayamıyordur bile. Acıların çocuğu olmuştur zira. 

Durum bu iken devlet vardı, yoktu kavgası troller tarafından sosyal medyada devam ettiriliyor. Bugünden yarına bu kavga duracağa da benzemiyor.

Bu kavga savunmacı ve saldırgan anlayışa sahiplenenlerin kavgasıdır. Savunan kesim koruyup kollama adına bunu yapıyor. Saldıran kesim de fırsat bu fırsat, nasıl vurur nasıl zayıflatırsam, kar mantığı güdüyor.

Gelelim devlet var mıydı, yok muydu sorusunun cevabına. Bu soruya, savunmacı ve saldırgan kesim gözüyle cevap vermeyeceğim. Zira her ikisi de olgudan ziyade algı savaşı veriyor. Allah bunları bildiği gibi yapsın. Bu soruya cevabı depremzede gözüyle vereceğim. Devlet hem vardı hem de yoktu. Nabza göre şerbet, hem nalına hem mıhına türünden iki tarafı da memnun etme niyetinde değilim.

Depremin ilk anından itibaren devlet ayaktaydı, harekete geçti. Deprem bölgesinde oldu. Bir yerlerin ucundan tuttu ve arama kurtarmaya başladı. Elindeki insan gücüyle elinin yettiği yerlere elini uzattı. Ben buradayım dedi. Devleti bu şekil yanında gören halk için devlet vardı. Çünkü yanlarındaydı.

Gelelim devlet yoktu diyen depremzedelere. Bunlar için de devlet yoktu. Çünkü deprem bölgesi bir il, birkaç ilçe ve köylerden ibaret değil. 10 şehri yıkıp geçen büyük bir alan. Bu alanda 13 milyon insan yaşıyor ve binlerce ev yıkılmış, binlerce kişi enkaz altında kalmış. Elindeki arama kurtarma insan gücü ve imkanlarla devletin 13 milyon kişiye ve binlerce enkaza aynı anda ulaşması ve yeterli gelmesi mümkün değil. Zaten bu yüzden devlet tüm dünyaya acil yardım çağrısı yaptı. Kendi kendine yetebilseydi, hiçbir ülkeden yardım istemezdi. Diğer ülkelerden ve Türkiye'nin her bir yerinden gönüllülerin deprem bölgesine gelmesi zaman aldı. İşte bu süreçte devleti yanında göremeyen depremzede için devlet yoktu. 9.10.11.12. gün dahi enkazdan canlı kurtarmak bile arama kurtarma ekiplerinin bu enkazlara geç intikalinin bir göstergesidir.

Filistin ve İsrail meselesine dönüştürdüğümüz bu konu bu kadar basit. Yeter ki anlamak isteyelim. 

Bu konuya basit bir örnek vereceğim. Evinize birkaç misafirin gelmesiyle aynı anda 30 misafirin gelmesi bir olur mu? Birkaç misafire gösterdiğiniz ilgi, alaka, izzet ve ikramı 30 kişiye gösterebilir, aynı oranda hizmet yapabilir misiniz? Ne mümkün. Çünkü birkaç misafiri ağırlamak başka 30 kişiyi ağırlamak başka. Birkaç misafiri ağırlarken her şey tıkırında olurken çok misafire iki ayağımız pabuca girdiği gibi aksaklıklar da olur. Fazla misafir evde iken veya ayrıldıktan sonra ev sahibi iyi bakamadı derken az misafir ev sahibi çok iyi baktı der.

Anlatmak istediğim, 1 milyonluk şehrin enkazına bakmak ile 13 milyonluk şehirlerin enkazına bakmak aynı değildir. O yüzden aksama olur, gecikme olur. Bunu anlamamak için bir insanın kör ve sağır olmasına gerek yok. Biraz izan yeterli.

Burada devlet çok masum, her şeyi dört dörtlük yaptı demek suretiyle devlete yön verenleri temize çıkarma niyetim yok. Eksik ve aksağına rağmen bu devlet bizim devletimizdir. Eksikleri birlikte düzelteceğiz.

Burada direksiyonun başında oturanlar ve oturmak için hazırlık yapanlar bu büyük depremden dersler çıkarmalı. Demek ki çok ili vuran depremler de olabiliyor demeli. Devlet vardı diyenleri dost, yoktu diyenleri düşman bellememeli. Bu depremdeki aksayan yönleri güçlendirmek için daha büyük plan, program, hazırlık vs. yapmak için  kolları şimdiden sıvamalı. Organize, koordine, lojistik destek, malzeme, materyal ve insan gücü ne gerekiyorsa şimdiden daha büyük düşünmeli. Büyük devlet olmak, büyük düşünmeyi gerektirir.