24 Şubat 2019 Pazar

Kelle Paça (1)

Eskiden okulların taşınırları A, B, C demirbaş defterlerine kaydedilirdi. A demirbaş defterinde okulun sıra, masa gibi dayanıklı tüketim malzemeleri, B demirbaşına laboratuvar malzemeleri, C'ye ise kitap ve basılı yayınlar kaydedilirdi.

MEB,  2007 yılında aldığı kararla okullarda ne kadar demirbaş varsa hepsinin TİF(taşınır işlem fişi) adı altında elektronik ortam modülüne aktarılmasını istedi. 

MEB'in sisteme aktarılmasını istediği süre kısıtlıydı. Yaz dönemi ekranın karşısına geçip girmeye başladım. A ve B demirbaşlarını girmek çok sorun olmadı. Çünkü çok ayrıntısı yoktu. Kısa zamanda girdim. Burada esas sorun C demirbaşı dediğimiz kitapları sisteme girmedeydi. Çünkü hiçbir kitap zamanında C demir başına işlenmemiş. Yazılacak bin kadar kitap vardı. Kitapların ayrıntısı da çoktu: Kitabın adı, yayın evi adı, basım evi, basım yılı, kaçıncı baskı, kitabın ebatı, sayfa adedi, yazar adı, tercüme ise mütercimin adı, fiyatı, (fiyatı belli değilse 0,01 kuruş girilecek) KDV'i, kaç cilt olduğu gibi ayrıntıları vardı. 

Ayrıntısı çok olsa da girilecek. Çünkü emir yukarıdan. Hem yaz dönemi işim neydi?  Koskoca MEB bana bir iş bulmuştu. Okulun kütüphanesine giderek kucaklamışım kitapları odama getirdim. Kitapları tek tek eline alıp sistemde istenen bilgileri bulmak için kitabın önüne, arkasına ve içine baktım. Ebadını öğrenmek için zaman zaman kitabın ebatını cetvel ile ölçtüm. Geçirdiğim kitapları bitirdikçe kucaklamışım gibi geri yerine koydum, yerine yenisini kucaklayıp getirdim. Hantal bir yöntem olsa da kendime böyle bir yöntem bulmuştum. Ah bir de sistem müsaade etse... Çünkü yazıyor yazıyorsun, tam kaydedeceğin zaman sistem atıyor. Sil-baştan yeniden giriyorsun. Sağ olsun Bakanlık bu emri vermişti ama alt yapısını tam oluşturmadığı için herkes yüklenince çekmedi, atıverdi sürekli.

Ne yapmalıydım? Zamanında sisteme girmeliydim. Ama internet yavaş ve sürekli atıyor. Günlerce uğraştım bu şekil. TİF ile uğraşırken kimse gelsin istemedim okula. Çünkü ne kadar girersem kârdı benim için. En iyisi gündüz kitapların bilgilerini kağıda geçeyim, akşam ve hafta sonu bir internet kafeye gidip sisteme işleyeyim dedim. Okuldan hazırlığımı yaptım, mesai bittikten sonra evimin yolunu tuttum.

Yolda öğretmenevi müdürü aradı. Hal-hatırdan sonra ne yaptığımı sordu. Başımda TİF belası var, akşam bir yer bulup sisteme gireceğimi söyleyince "Daha biz de girmedik. Akşam öğretmen evine gel, orada sabahlar ve sisteme gireriz dedi. İyi olur, internet cafeye gitmektense sizin orası sakin olur dedim. (Devam edecek)


Ülkeleri Kimler Yönetiyor?


İstisnaları olmakla beraber ülkeleri, seçilen başkanların yönettiğini düşünmüyorum. Çünkü iktidar olmak başka, muktedir olmak başkadır. Hemen hemen her ülkede adına derin devlet diyebileceğimiz yapılar var. Bu derin yapılar da emirleri, ülkesi dışında dünyaya dizayn veren kişilerden alırlar. Ben ülkemi yöneteceğim diye iktidara geçen başkan, bilerek veya bilmeyerek ülkesindeki derin yapının boyunduruğu altına girer. Kendisine biraz serbest alan bırakılmakla birlikte hazırlanıp önüne konan senaryoyu oynar. Senarist kendisi değildir. Yapacağı tek şey senaryoyu oynayarak halkı ikna etmeye çalışmaktır. Bu işleri yapan, hazırlayan ve yürürlüğe koyan benim rolünü oynar. Yoksa iktidarda kalması mümkün değildir.

Devletlerdeki derin yapı bazen asker, bazen sivil bürokrasi, bazen kurumlar olabiliyor.

Ülkeye hizmet edeceğim, haksızlık ve hukuksuzluğun önüne geçeceğim diye ekibiyle birlikte iktidara gelen, ülkelerin derin devleti tarafından terbiye edilmeye çalışılır. Önce devlet geleneği şöyledir şeklinde etkileme yoluna gidilir, şayet çizgiden çıkılırsa asker ülkeye el koyacak korkusu yayılır. Oluşturulan algılarla iktidarın halk desteği kesilmeye çalışılır. Hiçbiri fayda vermezse başkanı etkileyen ekip ile başkanın arasını açma, aralarına duvar örme işine girişilir. Ekip sarı inek misali teker teker harcanır. Gidenlerin yerleri başkalarıyla doldurulur. Başkanın etrafında yine bir ekip olmaya devam eder ama bu ekip yenidir. Başkan bu şekilde yalnızlaştırılır. Artık etrafında kendisini sürekli alkışlayan ve yanlışlarını söylemeyen yeni bir ekip vardır. Başkan bunlara pek güvenmese de yapabileceği bir şey yoktur. Yalnızlara oynar.

Koca bir devleti yönetmek için tek başına başkan ne yapabilir? İstişare edebileceği kimse de yoktur. Çünkü etrafındakiler istişare edilmeye layık değildir. Üstelik çoğu çıkarı için oradadır. Nemalandıkları müddetçe de başkanı korur, kol-kanat gererler. Ama bu yeni ekip, başkanla halkın arasında aynı zamanda bir duvar görevi görür. Alttan girerek üstten çıkarak icraatlarında başkanı etkilemeye ve yönlendirmeye çalışırlar. Olup biteni kendisine oy veren halk garipsese de anlamaya çalışır. Bakar ki işler düzgün gitmiyor. Bu yapılanlardan başkanın haberi yok demeye başlar. Çünkü olup bitenler hoşuna gitmese de halk, başkandan daha umudunu kesmemiştir. Bir gün elini masaya vuracağı ve olumsuzluklara neşter vuracağı ümidini taşır. Bir müddet sonra halk, başkanın başkalarının emrine girdiğini fark ettiği zaman iş işten geçmiş olur. Çünkü başkan yeni derin devlet tarafından kuşatılmıştır. Belki de derin devletin kendisi olmuştur. Ama farkında değildir.

Anlatmak istediğim ülkelerin yönetim ve siyaseti halk tarafından seçilmiş bir başkana bırakılmayacak kadar ince bir iştir. Dünyaya ve devletlere yön veren zinde güçlerin elinde halk bir figürandır, iktidara gelen de senaryoyu yazanların elinde biçilen rolü oynayan bir aktördür. Biz sadece halka bakarız, bir de halkın getirdiği iktidara. Bence oy vermenin ötesinde demokrasiye başka bir katkısı olmayan ve demokrasinin elinde bir figüran olan halk ile senaryoyu oynayandan öte senaristlere bakmak lazım. Çünkü senaristler için ülkeler halka ve senaryoyu oynayanlara bırakılmayacak kadar önemlidir.


Gellaba!

Küçüklüğümde evlenen amca, dayı, ağabey veya erkek kardeşin hanımlarına ne dememiz gerektiğini büyüklerimize sorduğumuzda bize “gellaba” diyeceksiniz derlerdi. Biz de bizden büyüklere “Gellaba hoş geldin, nasılsın” şeklinde hitap ederdik. Böyle derdik ama bu kelimenin ne anlama geldiğini de bilmezdik. Üstelik söylenişi biraz zordu. Kendi içimde acaba bu kelimenin “gellaba mı, genlaba mı yoksa gelnaba mı” olduğu konusunda tereddüt ederdim.

İlkokulu bitirip şehre okumaya gelince bir akrabamın evini ziyaret ettim. Akrabanın hanımı bana hoş geldin dedi. İyi de bu akrabanın hanımına ne diyecektim? Köyde öğrendiğim şekliyle gellaba dedim ama biraz kaba kaçmış olmalı ki gellaba dediğimi biraz garipsediğini hissettim. Dedim ki buralarda gellaba denmiyor. O zaman ne denecekti?

Yenge dendiğini öğrenmem uzun sürmedi. Yenge demenin hem telaffuzu kolay hem de söylenişi kısaydı. Yenge demeye başladım ama yeni nesle yenge diyor, eski gellaba dediklerime yine gellaba demeye devam ediyorum. Çünkü alışkanlıkları terk etmek zor. Üstelik yıllardır gellaba dediğine bir müddet sonra yenge desen söylediğimiz kişi tarafından bu da garipseniyor.

Biraz daha büyüyüp kelimeleri sorgulamaya başlayınca büyüklerimizin bize “gellaba” diyeceksiniz dedikleri kelimenin kökeninin “gelin abla” olduğunu öğrendim. Kaba gördüğüm, bazı yerlerde garipsenen bu kelimenin aslını öğrendikten sonra milletimizin irfanına bir kez daha hayran kaldım. Ecdadımız ağabey, kardeş, amca, dayı evlendikçe sülalemize gelin gelerek bir sıhriyet bağı oluşan kişilere gelin abla demişler. İki kelimeden oluşan bu kelimeyi yöresel ağza dönüştürerek kısaltmış ve gellaba demeye başlamışlar. Anladığım kadarıyla icat ettikleri bu kelimeyi söylemede işin kolayına kaçmışlar. Dokuz harften oluşan hitabı yedi harfe indirmişler. Bizim toplumumuz kısaltmayı yaparken de kendince bir ağız geliştirmiş. Bu durum sadece gellaba da değil, birçok kelimemize de halkımız kendi imzasını atmıştır. Mesela Eyyüp’e İyip, Seyyit’e Siyit, Hacı Ahmet’e Hacamat, teyzeye dize, Fadime Anaya Fatmana vs dediği gibi.

Halk ağzında kullanılan bu kelimelerle halkımız anlaşmakta, birbirine karşı yabancılık çekmemektedir. Burada sorun TDK’da görünüyor. Özel isimler için bir şey demiyorum ama gellaba kelimesini Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde bulmanız mümkün değil. Bu ne demektir diye TDK’nın sözlüğüne müracaat edersen karşına ya “Aradığınız kelime bulunamamıştır” uyarısı ya da “Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğüne bakınız” şeklinde bir bilgi geliyor.

Aslında TDK, hazırladığı sözlüğün içerisine halk içerisinde kullanılan kelimeleri de koysa, karşısına da “Falan kelimeye bakınız” şeklinde bir kısaltma veya bilgi notu verse bence fena olmaz. Çünkü günümüzde duyduğumuz her kelimenin anlamına ve doğru yazılışına bakma gibi bir alışkanlığımız var. Halk ağzında konuşulan kelimelerin çoğu bu sözlükte yer almayınca “Acaba bu kelimenin aslı nedir, doğrusu nedir” düşünüp duruyorsun. Yine TDK, halkımız tarafından kullanılmayan yeni kelimeler uydurma yerine yöresel olarak halkımızın ağzında kullanılan kelimeleri piyasaya sürse ve sözlüğünde yer verse bence daha iyi iş çıkarmış olur.

Gönül Siyaseti ***


31 Mart seçimlerine giderken "Gönül Belediyeciliği" vurgusu ön planda. Bununla gönül alma, gönüllere girme, gönüllere dokunma hedeflenmekte anlaşılan. Bu demektir ki bu yolda kırılan, incinen, küsen/küstürülen gönüller var. Gönül belediyeciliği sloganıyla yola çıkanlar bu işin farkında olmalı ki böyle bir slogan belirlemişler. Yani işin içinde tamir var.

Kırılan kalbi tamir etmek, küskün ve dargınlarla barışmak dünyanın en zor işidir.,, hizmete benzemez. Gördüğüm kadarıyla tespit doğru, teşhis doğru, çıkılan yol da doğru. Ama esas olan tedavidir. Tedavi için doğru yol ve yöntemleri devreye koymada fayda vardır. Çünkü karşındaki eşya değil ki tamir edilsin. Kırılan eşyayı tamir eder, kullanmaya devam edersin. Ama karşındaki insandır ve sayıları üç, beş kişi değil; milyonlar vardır belki de. Hepsinin kırgınlıkları da tek nedenden kaynaklanmıyor; her birinin gönül dünyasında farklı farklı kırgınlıklar oluşmuştur. Umarım bu iş için yola çıkanların ortaya koyduğu bu slogan, içi boş değildir; üzerinde iyi çalışılmıştır. Hangi alanlarda, hangi tasarruf, hangi icraatla gönüllerin kırılmış olduğunu da tespit etmişlerdir. Bu slogan genel bir slogan. Özele gidilir veya inilirse eskisi gibi olmasa da başarılı olma durumu söz konusu olabilir.

"Gönül Belediyeciliği"nin adı aslında "Gönül siyaseti" olmalıydı. Çünkü mesele belediyecilikten de öte ve derindir. Tüm Türkiye siyasetini kapsamalıdır. Yine bu gönül alma ve gönüllere girme görevi tek başına Cumhurbaşkanı'nın görevi değildir. Partinin ilçe-il teşkilatları, vekilleri, belediye başkanları, partinin üst yöneticileri vs hepsi bu meseleyi dert edinmeli ve gereğini yapmalıdırlar. Çünkü halkın çoğunun Cumhurbaşkanıyla değildir sorunu. Esas etkili ve sorumlu partililer kendilerine çeki düzen vermelidirler. Kendisine çeki düzen vermesi gereken başkaları da var. Bunların arasında bugün ulaşılmaz olan bazı bürokrat ve koltuk sahipleri de var. Partiyle beraber aynı kulvar ve çizgide hareket eden STK'lar var. Hepsi kendisini bir özeleştiriye tabi tutmalıdır. Yani nokta atış yapmalıdırlar.

Adam adama markaj uygulanırsa adına ister “Gönül Belediyeciliği” veya “Gönül Siyaseti” densin bu siyasetin başarıya ulaşma şansı yüksektir. Kırılan gönlün neye kırıldığı belirtilmeden, bunun üzerine gitmeden, hiçbir şey olmamış gibi davranmak suretiyle gönül almaya çalışmanın kimseye faydası olmaz. Bu durum zamanında helallik dilemeyen birisini musalla taşına getirdikten sonra kalabalığa “Bu mevtayı nasıl bilirsiniz” demeye ve halktan “İyi biliriz” sözünü almaya benzer.

Anlatmak istediğim yeniden gönle girmenin yolu samimiyettir, hata ve yanlışlarla yüzleşmektir. Yapılan hatalardan vazgeçmektir. Biz şu şu konularda şöyle hata yaptık demektir. Özür dilemektir.  Mağdur ettikleri kişilerin ayağına gidip "Size/Sana şu şekilde biz yanlış yaptık. Bu hatanın geç farkına vardık veya üzerine yattık. Biz bugün bunu telafi için buradayız" diyerek mağdur veya mağdurlara iadeyi itibar kazandırmak gerekiyor. Çünkü aslan düştüğü veya düşürüldüğü yerden kaldırılır. Böyle yapılmayıp iş, kuru bir özürle geçiştirilme yoluna gidilirse mağdur veya incinmişlerin buna karnı toktur.



***26/02/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.



23 Şubat 2019 Cumartesi

Belediyelerle İmtihanımız

Bir devleti ayakta tutan kurumlarıdır, aynı zamanda bitiren de. Kurumlar görevini layıkıyle yerine getirirlerse bir makinenin dişlileri gibi o devlet teklemeden yoluna devam eder. Dişlilerden biri görevini ihmal ederse makine düzgün çalışmaz. Devlet kurumlarını bir makinenin dişlilerine benzetirsek tekleyen kurum, devleti tökezletir. Devletin belini büken kurumların başında belediyeleri görmekteyim.

Belediyeler gereksiz iddiasında değilim. Çünkü belediyeler olmazsa olmaz kurumlarımızdandır. Yerinden yönetimdir. Kuruluş amacı, işleyişi bakımından vazgeçilmezdir. Çünkü kamu hizmetlerinin merkezi yönetim eliyle taşraya eşit bir şekilde götürülmesi ve bölüştürülmesi zordur. Bundan dolayı mahallinden yönetimlere ihtiyaç duyulmuştur. Belediyeler kanunda yazıldığı gibi çalışırsa kurulduğu yeri yaşanabilir bir şehir yapar. Değilse devletin ve milletin sırtında bir kambur olur çıkar.

Türkiye'deki belediyelerin çoğu kanunda yazıldığı gibi maalesef yönetilmiyor. Ben belediyeleri, başına buyruk kurumlar olarak görmekteyim. Ciddi bir denetim ve incelemeden geçtiğini düşünmüyorum. Siyasi partilerin taşradaki arpalıklarıdır. Çoğu belediye borç batağı içindedir. Özel bir işletme olsalar çoktan iflas bayrağını çekmişlerdi.

Bir şehrin hemen hemen her sorununu çözmesi için kurulmuş bu yapılar, hayırsız evladın babanın servetini haybeye harcadığı gibi gerekli-gereksiz harcamaktadır. Geliri olan belediye de harcıyor, olmayan da. Niye borçlandın, parayı nereye harcadın, hani karşılığında yaptığın hizmet diyen de yok. Belediyelerin tek yaptığı halka şirin görünme adına yaptıklarıdır. Şehrin sorunlarına neşter vuran bir belediye görmedim. Bir taraftan şirin görüneceğim diye ücretsiz hizmet verirken diğer taraftan maliyeti başka kalemler üzerinden vatandaşın sırtına yüklemektedir.

Anlatmak istediğim, belediyeler yaptığı veya yapar göründüğü hizmetlerde çok masum değildir. Yukarıdaki yaptığım değerlendirmeleri çok abartılı bulabilirsiniz. Saygı duyarım ama az bile yazdığımı söyleyebilirim. Belediyelerin hiç suçu olmasa bile kaçak binalar bile başlı başına belediye yönetenlerini ipe götürür. Bana şehrinde kaçak binası olmayan bir belediye getirin, bin kere özür dilerim. Hala bu devirde şehirlerde kaçak yapılaşmadan bahsediliyorsa bence en önemli görevlerini ihmal ediyor belediyeler. Asıl görevini adam gibi yapmayan belediyeler günü kurtaran tali hizmetleriyle tribünlere oynamaktadır.

Paranın neredeyse tek kişi eliyle harcandığı belediyeler, devletin sırtında kambur olmasına rağmen siyasi partilerin vazgeçemediği, hatta genel seçimlerden daha fazla önem verdikleri yerlerdir. Her bir siyasi, parti bir belediye kazanmışsa bir mevzi kazanmış gibi hissediyor kendisini.

Açıkçası kendi kendine yetmeyen, borçlanmaktan başka bir hizmeti olmayan, şehrinin sorunlarını çözemediği gibi sorunları daha da derinleştiren denetimsiz ve sahipsiz belediyelere mutlaka bir neşter vurmamız gerekiyor. Değilse mevcut belediyeler ülkeyi bir borç bataklığına sürükledikleri gibi ülkenin kalkınmasının önünde, en büyük engel olmaya devam edeceklerdir. Yaptıkları en iyi şey harcadıkları veya borçlandıkları paraya kılıf bulmalarıdır. 

Yapılacak seçimlerde başkan olacak kişinin kim ve hangi partiden olduğu çok önemli değildir. Hangisi gelirse gelsin, devletin malını deniz bilip hoyratça harcama yapacak olmalarıdır. Maalesef genel görüntü budur. İstisnalar kaideyi bozmaz.

Gördüğünüz gibi belediyeler başımızın belasıdır. Ne onsuz oluruz ne de onunla onarız. İçinden çıkamadığımız imtihanımızdır belediyeler vesselam!




22 Şubat 2019 Cuma

Bu Çocuk Kazanır

Geçen yıl dersine girdiğim 8.sınıf bir öğrenci vardı. Okulumuza bir başka okuldan gelmiş sorunlu bir öğrenciydi. Geldiği okulda çıkardığı sorunlar yüzünden  İlçe disiplin kurulu okul değiştirme cezası vermiş. Ne sınıfla iyi geçinir ne de derste gözü olan biriydi. Teneffüsten sonra dersine gireceğimde kapının önünde beni bekler, öğretmenim tuvalete gidebilir miyim derdi. Bazen izin verir, bazen de niye teneffüste gitmedin der, yerine geçmesini söylerdim.

Önünde defter ve kitabı olmayan, zaman zaman vurup kafayı uyuyan bu öğrenci, sınıfta çatmadığı öğrenci kalmamıştı. Kısa boylu, zayıf, cılız olan bu öğrenci, bütün suçları işleme potansiyeline sahipti. Gücüne kuvvetine bakmadan her an için birine şiddet uygulama riskini barındırıyordu.

Bir gün ders işlerken en arkada oturan bu öğrenci, ön tarafta oturan iri yarı bir öğrenciyi ayağını sallamasından dolayı el-kol işaretiyle birkaç defa uyarmış. Haberim olduğunda sana ne zararı var, bırak sallasın dedim. Az sonra ayağa kalkmasıyla birlikte sınıf arkadaşına "Sallama dedim sana! Ne sallayıp duruyorsun" diye bağırdı. Ayak sallamaya karşı tiki varmış bizim öğrencinin. Ortamı sakinleştirdikten sonra kabadayı öğrenciyi koridora çıkarıp yarı kızma, yarı nasihat ederek yerine oturttum. Bu işi büyütürsen elimden çekeceğin var dedim, kaldığım yerden dersime devam ettim.

Teneffüste ilgili müdür yardımcısına giderek bu çocuk, sorun çıkardı çıkaracak. Ailesini çağırıp bir görüşseniz dedim. Beni yarım ağız dinleyen müdür yardımcısı "Ben ne yapayım" dedi. Hiçbir şey yapma, oturmaya devam et dedim ve odasından ayrıldım. Aslında yardımcı doğru söylüyor. Elinde yapabileceği bir şey yok. Çaresiz bu öğrenci bu okuldan mezun edilecek.
                                
Nihayet hal ve hareketiyle "Ben okumayacağım" diye bize kendini gösteren öğrenci, hedefi olan diğer öğrencilerle birlikte okulumuzda 8.sınıfı bitirdi.

Öğrenci gitti, yerine yeni öğrenciler geldi. Biz yine gelenlerle derslerimize girip çıkmaya devam ediyoruz. Akşam ders bitti. Okulun dışında beklerken mobilyet ile biri geldi. Mobilyeti stop ettirerek üzerinden indi. Hızlı bir şekilde yanıma geldi. "Ramazan Hocam! Nasılsın" diyerek önümde eğildi ve elimi öpmeye yeltendi. Baktım bizim geçen yılki haşarı öğrenci. Hoş geldin, nasılsın, hangi okula devam ediyorsun dedim. (Okuyacak. Çünkü temel eğitim 12 yıl. Daha önünde bitirmesi gereken 4 yıl var.) "Ben okumuyorum, okulu bıraktım, kaportacıda çalışıyorum" dedi. Aferin sana! En iyisini yapmışsın. Böylece bir mesleğin olacak. Şimdiden ailene katkıda bulunuyorsun. Mesleğini iyi öğren, ileride kendi işyerini açarsın. Bu arada açık liseye kaydını yaptır, bir taraftan da okulunu bitirmeye bak, dedim. Tamam hocam dedi, öpmek için elime davrandı. Teşekkür ederim diyerek tokalaştık.

Bahsettiğim çocuk gibi olanı okullarda o kadar çok ki hepsi okulların altını üstüne getirerek okullara devam ediyor. Bunlar düşe kalka liseyi bitirecek. Sonunda hiçbir meslek öğrenememiş bir şekilde işsiz ve avare olarak toplumun içine dağılacaklar. Diğer okuyan öğrencilerden milyonlarcası üniversite kapısında bekleyecek. Bir daha bir daha sınava girecekler. Pek çoğu, sonu olmayan ve istihdam imkanı olmayan üniversitenin bölümlerinde 24-25 yaşına kadar okuyacaklar. Okullarını bitirince okumuş işsiz olarak toplumdaki yerlerini alacaklar. Her yıl bir işe girebilmek amacıyla KPSS sınavlarına katılacaklar. Sonuç, çoğu bir iş bulamayacak ve "Keşke okumasaydım" pişmanlığını duyacaklar. Ortaokuldan sonra okumayıp küçük yaşta kaportacıya giderek çiçeği burnunda çırak olan çocuk ise içlerinde belki de en huzurlusu. Çünkü belki de geleceğini kurtaran ender kişilerden olacak.

Bir Kopya Çekme Hikayesi

2000'li yıllarda Adana'da bir lisede görev yapıyorum. Okul büyük bir okul değil. Tüm sınıflara ben giriyorum. 

Haftada bir saat olan dersimden sınav yapmak için soru hazırlamam gerekiyor. Birçok okula göre imkanları çok iyi olan okulun öğretmen bilgisayar laboratuvarına geçtim. Soruları A ve B grubu olarak hazırladıktan sonra birer çıktısını aldım. Ardından sildim.

Sınav sorularını erkenden hazırladım. Günü geldiği zaman sınavlarımı yaptım. Sınavını yaptığım sınıfa girmeden o sınıfın yazılarını okuma gibi bir prensibim var. Klasik usulle yaptığım sınavdan 11.sınıflarda 10 kadar öğrenci yüz aldı. Notlarını okurken 100 alan öğrencileri ayrıca tebrik ettim.

Sınavları bitirmenin rahatlığı içerisinde okulda boş kaldıkça okulun bilgisayar laboratuvarına gidip sanal aleme takılıp vakit geçiriyorum. Bir gün bilgisayarın başında değişik sitelere girerken okul Kimya öğretmeni, yanımdaki bilgisayara geçerek sınav sorusu hazırladı. Soruları almak için benden disket istedi. Yanımda yok dedim. "O zaman ben bir disket bulup geleyim. Buraya öğrenci girmese iyi olur. Bakarak olur musun" dedi. Olur hocam, ben buradayım dedim.

Az sonra 11.Sınıf bir öğrenci laboratuvara girdi. (Bu öğrenci istediği şekilde laboratuvara girme hakkına sahipti. Çünkü bilgisayardan çok iyi anlayan bu çocuk, okulun bilgisayarlarının bakımı için okul idaresi tarafından görevlendirilmişti. Birkaç defa okul yönetimine bu çocuğun laboratuvara girmesinin yanlış olduğunu söylesem de okul idaresi "Hocam, bu çocuk anlıyor. Bir bilgisayar bozulduğunda servisi çağırsak servis dünyanın parasını istiyor. Bu öğrenciye para vermiyoruz" diyerek geçiştirdi.) Öğrenciye hayırdır dedim. Bilgisayarların çalışıp çalışmadığına bakacağım dedi. Çabuk bak ve burayı terk et dedim. Çocuk kapalı bilgisayarları açarak odayı terk etti. Saygılı çocuk ne de olsa...

Az sonra ekrandan kafamı kaldırıp yanımdaki bilgisayara baktım. Kimya soruları ekrandaydı. Yerimden kalkarak laboratuvardaki bilgisayarlardan sorumlu öğrenciyi aramaya koyuldum. Orta yerde in-cin top oynuyordu. Çünkü herkes dersteydi. Okul idaresine giderek öğrenciyi sordum. İdarede yoktu. Ardından sınıfına gittim. Öğrenci sınıfta da yoktu. Sanki yer yarıldı, öğrenci kayboldu. İşi-gücü bırakarak öğrencinin gidebileceği her yere bakmaya başladım. Her yeri dolaştıktan sonra geri laboratuvara gelirken öğretmen laboratuvarının yanında bir oda dikkatimi çekti. Burası öğrenci bilgisayar laboratuvarıymış. Hışımla kapıyı açtım. Aradığım öğrenci içerideydi. Yanında da üç-dört öğrenci daha vardı. Ne yapıyorsunuz, niye derste değilsiniz demeye kalmadan önlerindeki açık bilgisayarın ekranına baktım. Ekranda az önce hazırlanan Kimya soruları vardı. Önlerine de kağıt ve kalem almışlar, soruları çözüyorlar. Bilgisayardan anlayan çocuk, soruları çözmesi için Kimyası iyi olan bir öğrenciyi de bulup getirmiş anlaşılan. Öğrencilere kızıp bağırdım. Ardından öğretmenler odasına giderek Kimya öğretmeninin yanına vardım. Durumu öğretmene anlattım, sınav sorularını yenilemesini istedim.

Ertesi günü Kimya sorularını ağ bağlantısı üzerinden sınavdan önce çözen okulun bilgisayarlarından sorumlu öğrenciyi yanıma çağırdım. Delikanlı! Sana bir soru soracağım. Bana doğru cevap vereceksin, dedim. "Tamam hocam" dedi. Kimya sorularıyla ilgili yaptığını biliyorum. Sen benim dersimden yüz aldın. Acaba benim soruları da daha önceden almış olabilir misin? Bana doğru söyle! Eğer doğru söylersen kopyadan dolayı sana bir şey yapmayacağım dedim. Yemin billah etti, çekmedim. Dersime çok iyi çalıştığını, bu yüzden 100 aldığını söyledi. Peki, sana inanıyorum dedim. Öğrenciyi sorgulamayı bıraktım.

Bir ay sonra yaptığım yazılıları rulo haline getireyim istedim. Kağıtları önüme aldım. Aklıma, şu çocuğun kağıdına bir bakayım, geldi. Çocuğun kağıdına baktım. Kağıt diğer arkadaşlarının kağıdından farklıydı. Diğer kağıtlar bembeyaz, onunki ise hafif sarımtrak idi. Bir ay sonra da olsa öğrencinin kopya çektiğini tespit etmiştim. Çünkü çocuğun kağıdı yazıcı çıktısı, diğerleri ise laboratuvarda seri çekimlerde kullandığımız baskı makinesi çıktısı idi. Yerimden kalkıp kopyacı öğrenciyi buldum. Kendisine "Hani kopya çekmemiştin. Maalesef kopya çektiğini tespit ettim" dedim. Önce çekmediğini söyledi tekrar. O zaman senin çıktın diğerlerinden niçin farklı dedim. Başını öne eğdi. Sana olan güvenimi kaybettin. Şimdi söyle, ne yapayım sana? İster disipline vereyim, ister aileni çağırayım, ister sıfır yazayım not defterine dedim. Susmaya devam etti. Sana bir şans daha vereceğim. Bana soruları başka hangi öğrencilere verdin, onu söyle dedim. Arkadaşların ismini veremem dedi. İyi, sen bilirsin. O zaman disiplin kurulunun huzuruna çıkmaya kendini hazırla dedim. Sonra soruları kimlere verdiğini tek tek söyledi. Verdiği isimler arasında hep yüz alan öğrenciler vardı. Kendisine teşekkür ettim. Şimdi arkadaşlarını tek tek çağırıyorsun, hepiniz kalem ve silgileriyle birlikte falan sınıfa geliyorsunuz dedim. Çocuk koşarak gitti. Teneffüsten sonra  dersim olan sınıfa gittiğimde kopyacı çete ekibi hazır kıta sınıftaydı. Hepsini tek tek sıraya oturtarak önlerine yapmaları için birer sınav kağıdı koydum. Koyduğum kağıt bir ay önce yaptığım sınavın sorularıydı. Yani kopya çektikleri sınav soruları. Daha önce yüz üzerinden tam puan alan öğrenciler, aynı sorulardan 100 puan üzerinden 70, 80, 50 gibi değişik puanlar aldılar.

27 yıllık öğretmenlik hayatımda karşılaştığım en ilginç kopya çekme yöntemiydi. Ama gördüğünüz gibi suçlu, suç mahallinde mutlaka bir iz bırakıyorsa bizim öğrenci de izini bırakmış.