22 Aralık 2018 Cumartesi

Aha Size Bir Namaz Kıldırma Memuru!


Bir kısım insanımız "Bunlar var ya bunlar, para vermesinler; camiye gelip bir vakit namaz kıldırmazlar. Bunlar namaz kıldırma memuru! Bir ay maaşlarını verme. Bak bakalım camiye gelirler mi? Hatta namazı da bırakırlar" şeklinde bazı imamları eleştirir dururlar. Böyle bir yargıya nasıl vardılar, gerçekten kıldırmazlar mı bilmiyorum. Zaten denemeden ve görmeden bilemezsin. Ama ardında bir müddet namaz kıldığım bir cami görevlisini görünce alın size bir namaz kıldırma memuru dedim içimden.

Cami havlusunda lojmanı ve arabası için oto garajı var bu görevlinin. Ne zaman bu camiye gitmeye kalksam çevre camiinin ezanları başlar, ezan yarılanır, camiye girerim. Cemaat içeride bekler. Ama imam yok orta yerde. Nice sonra hocamız gelir, ezan okunan yere girer, hızlı bir şekilde ezanını okur. Herkes namaza kalkar, hoca da ezan okuduğu yerin ön tarafında merdiven altına daha sonradan ahşaptan yapılmış imam odasına girer. Biri farz için kamet getirmeye başlayınca hocamız sarık ve cübbesi ile birlikte imam odasından çıkar ve mihraba geçer.

Ne var bunda? Öküzün altında buzağı arama dediğinizi duyar gibiyim. Herkes namazın sünnetini kılıyor iken o kılmıyor, imam odasında oturuyor desem herhalde durumun vahameti anlaşılmış olur. Burada kılıp kılmadığını nereden biliyorsun, yanında mıydın, diyebilirsiniz. Yanında değilim elbet. Zaten yanına girip "Sünneti burada kılmak çok sevap olsa gerek, izin verirsen ben de burada kılayım desem izin vermesi mümkün değil. Zira kendisi zor sığıyor içeriye.

Bir vesileyle cami görevlisiyle görüşmek için görmüştüm bu imam odasını. Dikdörtgen  şeklindeki küçücük kapalı yere bir masa, bir de sandalye atmış hocamız. Geriye namaz kılmak için secdeye varınca iki büklüm olman gereken kapı eşiği var. Işık yakmadığın zaman gündüz bile karanlık burası. Ki yanar görmedim hiç.

Bir an için hocamız sünneti burada kılıyor diyelim. Herkes koca camiye yayılmış bir şekilde sünnet kılarken bu kardeşimiz niçin dar, karanlık bir yerde namaz kılar? Bir insan kendine eziyet etmek istese bile herhalde böyle bir yer seçmez. Çünkü namaz kılınacak gibi değil burada. Geçen gün vakit dışında namazımı kılmak için bir arkadaşla bu camiye girdim. Namazdan sonra arkadaşıma "Gir şuraya! Sen burada bir namaz kıl, kılabilir misin" dedim. Benim gibi boyu kısa olan bu arkadaşımız kapısı açık olan imam odasına girdi. Namaza durur gibi yaptı, rükuya eğilince sırtını duvara vurarak öne doğru geldi. Güç bela secdeye yattı, sığmadı. Ya iki büklüm olup secde yapacak, ya da kafasını eşikten çıkarıp cami içine secde edecek.

Ben bu camide ne kadar namaz kılmışsam hocamız sünnet kılınırken hep içeride durdu, ne kendisi çıktı, ne de kafasını gördüm. Kamet getirecek kişi de hocamız sünneti kıldı mı diye tereddüde düşmeden kalkıp kamet getiriyor. Özellikle caminin gediklileri bu durumu biliyor olmalı ki sağına soluna bakmadan kamete kalkıyorlar. Geriye bir durum kalıyor, hoca sünnet kılınırken içeride oturuyor. Yani sünneti kılmıyor. Birkaç defa hocanın secdeye gitmiş halini görür müyüm diye o değilden imam odasının önünde namaza durdum. Namazı geciktirdim, hocayı namaza başlamış görür müyüm diye geriye dönüp baktım, hoca bir türlü namaza başlamadı. Bazı günler namazı erkenden bitirdim, hocanın kafasını veya secdeye gitmiş halini görür müyüm dedim. Bugüne kadar bir defa görebildim o açık kapıdan kafasının secdeye gittiğini.

Adama iftira etmeyeyim, zanda bulunmayayım ama sanırım sünnet kılmıyor, kılıyorsa da ima ile kılıyor. Değilse cami içinde cemaatin arasında rahat bir şekilde sere serpe namaz kılmak varken niçin o küçücük yeri seçsin?

Bir insan sünneti kılar veya kılmaz. Bu, onun Allah ile kendisi arasında bir mesele. Ama bu kişi normal bir insan değil, bir cami görevlisi ise burada bir sorun var. Bu durumunu görünce namazda gözü olmayan bir insan bu görevi cemaatin karşısına geçerek yıllar yılı niçin sürdürür? Pekâlâ diğer kurumlara geçiş yapabilirdi bugüne kadar. Bu kişi niçin o daracık yerde durarak kendisine bu eziyeti reva görür? Aklıma "Kıldırır beşi, alırım maaşımı. Lojmanda da bedavaya veya yok pahasına oturur, kendi evimi de kiraya veririm. Diğer kurumlara geçiş yapsam bir defa lojmanı yok, kendi evime çıkmam gerekecek. Sonra günlük 8-5 mesaisi yapacağım, maaşım da düşecek, üstelik işe gidip gelmek için yol parası da vermiyorum. Çünkü zaten caminin avlusunda oturuyorum. Burada bu caminin kelek keseniyim. Başka kurumlara geçerek niye amirin ağız kokusunu çekeyim" düşüncesi geliyor.

Bu yazıyı yazmaya karar vermeden önce epey tereddüt yaşadım. Yazmasam mı dedim. Ama kalem oynatmaya başlarken kendi kendime "Neyi dert ediniyorsam onu yazacağım" demiştim. Bu mesele de beni üzmüş ve maalesef yazımın konusu olmuştur. Bu durum diyanet camiasının geneline teşmil edilemez elbet. Bireysel de olsa beni üzmüş, keşke görmeseydim dedim. Ama maalesef gördüm. Ne diyeyim? Allah beni affetsin, bu yazıyı yazmama sebep olan hocamızı da. İnşallah makamda oturan ve personelinin bu durumundan haberi olmayan makam sahibi müftümüz de görür. Ki görmesi ve duyması lazım! 





21 Aralık 2018 Cuma

Başka Bir İmam Bulamadınız mı?


Öğle namazını kılmak için camiye gittim. 10-15 kadar bir cemaat vardık. İlk sünneti kıldıktan sonra kametle beraber ilk safı oluşturduk. İmamın arkasında fatih görevi yapacak olan kişinin sol tarafında saf tuttum. Bu arada imamımız da öne geçti. İmam her zamanki namaz kıldıran değildi. Müezzin idi namaz kıldırmak için öne geçen.

Öğle namazının farzına niyetimi yaptım. Kulağım imamın iftitah tekbirini almasını beklerken ne zaman ellerini kaldıracak diye de gözümü imama kaydırdım. Nihayet tekbirle beraber elini kaldırdı. Elini diyorum. Çünkü tek elini kaldırdı.  Diğer el vücuduna paralel bir şekilde hazır ol vaziyetindeydi. Ardından ellerini bağladı. Az sonra rükuya, sonra secdeye vardı. Ayağa kalkarken sağa yaslanarak ve sağ eliyle yerden destek alarak kalktı. Tüm namaz boyunca sadece işini sağ eliyle yaptı.

Ezan okumaya giderken ve ezan dönüşü gördüğüm zaman ayağı aksıyor, sol elini ise işlevsiz görürdüm. Ama bu iki uzvunun bu kadar da iş yapmadığını bilmiyordum.

Eve gelince ilk işim bir imam-hatipte olması gereken özelliklere baktım yeniden. Önüme Diyanet’in bu yıl alacağı; içerisinde imam-hatip, müezzin kayyum ve Kur’an Kursu öğreticisi olmak üzere 9500 personel alım ilanı geldi. Müracaat edeceklerde aranan şartlardan bir tanesi de “Başvuru yapacağı unvanda görev yapmaya mani bir engeli bulunmamak” maddesi idi. Bu şart olmasına rağmen bu arkadaşa nasıl müezzinlik görevi verildi? Diyebiliriz ki bu arkadaşın görevi müezzin kayyumluk, imamlık değil. Buna bir diyeceğim yok. Ama müezzinlerin görevlerinden bir tanesi de imam olmadığı zaman onun yerine imamlık vazifesini yapmaktır. Nitekim kıldığım öğle namazında imam olmadığı için müezzinin namaz kıldırmasında olduğu gibi.

Namazım olmadı mı? Olup olmadığını Allah bilir ama namazım olmuştur. O zaman derdin ne diyebilirsiniz. Benim derdim bu arkadaşa niçin başka bir memurluk değil de müezzin kayyumluğun verildiği? Pekâlâ, bu arkadaşa memurluk görevi yapması için müftülüklerde masa başı bir görev verilebilirdi. Çünkü yaptığı görev olan imamlık şüphe götürmez, tereddüde mahal bırakmayacak bir görevdir. Camide o anda cemaat olarak namaz kılan o kadar sağlam insan varken engelli birinin namaz kıldırması uygun olmasa gerek.

Müftülük bu engelli görevliyi biliyor olmalıdır. Ne yapıp ne edip bu kişiyi geçici görevli olarak büro işi yapması için müftülük bünyesine almalıdır.

Not: Bu görevliyi yaptığı bu görevden dolayı kınamıyorum. Allah kimseye bir engel vermesin. Burada sözüm engelli olmasına rağmen bu arkadaşa görev veren sorumlularadır. 


20 Aralık 2018 Perşembe

Ölmüş Gitmişlerle İmtihanımız


Her sene olduğu gibi bu sene Mustafa Kemal'i vefatının 80.yılında, Celalettin Rumi'yi ise 745.yılında devlet töreniyle andık. İsmini zikrettiklerim veya zikretmediklerim tarihe bir iz bırakmış olmalı ki bugüne kadar andık, anıyoruz ve bu gidişle anmaya devam edeceğiz.

Anılmalı/gerekli veya anılmamalı/gereksiz demeyeceğim, anmalar çok abartılı veya sönük geçiyor da demeyeceğim, anmalar bir amaca hizmet ediyor veya hizmet etmiyor da demeyeceğim. Anana niçin anıyorsun, anmayana niçin anmıyorsun da demeyeceğim.

Niçin anıyoruz sorusuna çok büyük hizmetleri olduğu için bir vefa diyebiliriz, unutmamak ve gelecek kuşaklara bu tür önemli şahsiyetleri daha iyi tanıtmak için anıyoruz veya yeterince anlayamadık/anlatamadık; her yıl andıkça daha iyi anlayacağız/anlatacağız ya da o kadar çok seviyoruz ki elimizde değil, anmadan edemiyoruz diyebiliriz.

Bana göre bir insana vefa, onu her yıl aynı veya benzer cümlelerle hatırlamak, rutin etkinlik ve formalitelerle anmak değildir. Sevdiğimiz ve değer verdiğimiz kimsenin yaptığı iyi şeyler var ve halen geçerliyse yapmaya devam etmektir, koyduğu hedef olup da gerçekleştiremedi ise onun ideallerini gerçekleştirmeye çalışmaktır. Hatta sevdiğimizin yaptıklarının ve hedeflediklerinin üzerine daha fazlasını yaparak onları geçmeye çalışmaktır ve onlar gibi insanlar yetiştirmeye ve hizmet etmeye çabalamaktır. Bence olması gereken budur. Yoksa her yıl anmak bir rutini tekrarlamak olur. Her yıl sürekli anmak demek biz sizin gibi olamadık, içimizden kimseyi çıkaramadık, bu yüzden anmaya devam ediyoruz demektir. Bu yaptığımız aynı zamanda sevdiğimize gösterdiğimiz kuru bir sevgiden ibaret olur. Yine bu kimseleri yıllar yılı anmakla hala tanıyamamış veya tanıtamamışsak bundan sonra da anlayamayacağız veya tanıtamayacağız demektir.

Her yıl andığımız kişileri çok sevdiğimiz için bu anma programlarını düzenliyorsak sevdiğimize sevgimizi göstermemiz için illaki ölüm yıl dönümlerini beklemek gerekmez. Ne zaman hatırımıza gelir, kalkar anar, hayırla yâd ederiz. Siz anne veya babanızı anmak istediğiniz zaman ölüm yıl dönümünü beklemezsiniz herhalde. Gece-gündüz veya herhangi bir olay nedeniyle hatırlar, duygulanırsınız. Baba-anne! Şimdi zamanı değil, daha ölüm yıl dönümün gelmedi demezsiniz.

Bu tür anmalar bir sektör haline geldi, bizi aştı derseniz -görünen öyle sanki- bu demektir ki birileri bundan maddi veya manevi olarak faydalanmaya devam edecektir veya adettendir derseniz nice adetleri unuttuk. Bu adet nereye kadar devam edecek?

Bence ölenle ölünmez. Ölen sevdiklerimiz görevlerini yaptı gitti. Yaptıklarının karşılığını hem bu dünyada iken aldılar, öbür dünyada da alacaklardır veya hesap vereceklerdir. Yaşayan olarak bizler bu dünyada ne yapabiliriz, yarın biz de hesap vereceğiz diye düşünmemiz ve yapmamız gerekeni yapmalıyız. Ölmüş gitmişi övmekle veya yermekle bir yere varamayız. Övdüğümüz ve andığımız için bize sevap verilmeyecek, anmadığımız için günah da yazılmayacaktır.

19 Aralık 2018 Çarşamba

Hiç Rahatından Ödün Vermedi (2)

Ailenin büyüğü olarak zaman zaman evinde toplanırız. Yine böyle bir gün. Mevsim yaz. Günler uzun. İki öğün yemek yiyorsun. Bir sabah, bir akşam. 

Akşam ezanıyla birlikte eve gidersin. Çünkü yemeğe başkası da gelecek, bekletmeye gelmez. Evin çocukları esnaf. Biraz geç gelir ama geçikse gecikse yarım saat gecikir, bekleyelim dersin. Şimdi gelir, az sonra gelir derken baktın ki geciktiler. Telefonla ararsın. İşleri çıktığını, az gecikeceklerini söylerler. Ha geldi, ha gelecekler derken oğlanlar da yoldayız diye telefon açarlar. Daha önce pişirilmiş ve soğuğan yemekler ısınması için tekrar ocağa konur. Şurada ne kaldı, bu zamana kadar bekledik, az daha beklesek ne olur diyorsun. Bir taraftan da sofralar kurulmaya başlar. Sen de beklediğime değdi, o güzelim yemekleri bir bir mideme indireceğim hayali kurarken yemek daha midene inmeden kursağında kalır. Çünkü evin büyüğü siz beklerken beni hesaba katmadınız, ben daha ölmedim, biraz da beni bekleyin dercesine yatsı namazını kılmak için yola koyulur. Oğulları eve girerken o, camiye gider. Çocuklar geldi, gel bugün namazı evde kıl, misafirleri bekletmeyelim uyarılarına kulak vermez, bisikletine atladığı gibi caminin yolunu tutar.

Tekrar başa döneriz artık. Çünkü yeniden beklemeye koyuluruz. Patlasan da, çatlasan da, karnın zil çalsa da, için dışına çıksa da bekleyeceksin. Konuşarak vakit geçirelim desen, açlıktan konuşmaya takadin kalmaz. Başa gelen çekilir dercesine içine kapanır, patlamaya hazır bir bomba gibi sessizliğe gömülürsün. İçinizden ha yarım saat daha bekleyiver diyebilirsiniz içinizden. Doğru bir namaz en geç yarım saat içinde biter. Ama büyüğümüzün namazı yarım saati çoktan geçer. Namaz bitince hemen gelivermez. Camiden cami görevlisiyle birlikte en son çıkar, imama elini uzatır, Allah kabul etsin der. Çıkan herkes gider, caminin ışıkları söner, caminin önünde kimse kalmayınca bizimki de kaç ben de gideyim der ve camiyi terk eder. 

Nihayet sofraya oturulur. Büyüğümüz  de sofraya oturduktan sonra yemeğe başlamadan önce hep yaptığı tasarruflarını da sofrada bir güzel icra eder. İyi kötü yemeğini hızlı bir şekilde yer, kalkarsın. Bizimki yine devam eder yemeye. Çünkü iyice acıkmıştır. Yedikçe yer, yedikçe açılır. Yine adam bu yaşına rağmen bu zamana kadar beklemiş, sen de amma sabırsızsın diyebilirsiniz. Efendim büyüğümüz akşam olmadan karnını doyurmuştur, tüm bekletmesi yeniden acıkmasını sağlamak. Çünkü tok karna yemek yenmez. Önemli olan onun açıkması. Sen istediğin kadar dokuz doğur.

Afiyet olsun!

Hiç Rahatından Ödün Vermedi (1)

Evinde veya misafirlikte varlığını hep hissettirdi, büyük olduğunu gösterdi hep. Yapmak istediğinden ve rahatından hiç ödün vermedi. Herkesi bekletti. Kendisini beklediklerini fark edince bundan daha büyük haz aldı, keyiflendikçe keyiflendi. Bıkmadan usanmadan bunu mütemadiyen devam ettirdi. Hıza düşmandı bir defa. Başkası onu bekliyormuş hiç umursamadı bugüne kadar. Denemesi bedava! Yeter ki sen onu bir yemeğe çağır. "Ben buradayım" dercesine varlığını iyice hissettirir.

"Sofra hazır" sesini duyunca kimseyi bekletmeyeyim diye yerinden kalkıp sofraya doğru gidersin. Büyüğümüz de yerinden kalkar. Sofraya oturursunuz birlikte. Eksik olan bir iki kişiyi beklerken bizimki yerinden kalkar, elini yıkamaya gider. Doğrusu yemekten önce eli yıkamak sünnettir. Elini gıcırdata gıcırdata yıkar ve havluya silmeden gelir. Daha önce oturup kalktığı yere tekrar oturur. Oturduğu yerde biraz elini kendiliğinden kurutmaya çalışır. Herkes ondan eline kaşığını alıp bir defa almasını bekler. Çünkü sofra büyüğündür bizde. O başlamadan yemeğe başlanmaz. 

Eline kaşığı alır. Hah nihayet başlayacak dersin. O da ne? Kaşığı tekrar bırakır. Acaba niye bıraktı derken oturmasını değiştirir, bağdaş kurar. Bu sefer ekmeği eline alır, bölmeye başlar. Eğer ev sahibi ekmeği bölmüşse bölünmüş ekmekleri alır, değişik yerlere koyar. Sonra kafasını kaldırır, gözleriyle sofradakilere göz gezdirir. Şimdi başlayacak artık diyorsun. Ne mümkün! Sen bu tarafa yanaş, sen öteye git şeklinde talimatlar yağdırır. Bu işlemi de bitirdikten sonra kaşığı eline tekrar alır. Sen sanırsın ki artık yemeğe uzanır. Sen öyle san! Kaşığı tekrar bırakır. Gömleğinin kolunu katlamaya başlar. Bunu yaparken de sana bakar, ne beklersiniz dercesine hafifçe gülümser. Sen elinde kaşık onu bekler durursun. Nihayet kol kıvırma işi de biter. Ekmeğe davranır bu sefer. Eline aldığı ekmeği lokma olacak şekilde böler, tekrar sofraya koyar. Tüm bu işlemleri yaparken de hadin hadin der. Yani başlayın, beklemeyin der. Ama kim başlayabilir ki? Sofrada büyük başlamadan kaşığı çorbaya uzatamazsın. Sonunda beklenen an gelir. Böldüğü ekmeği yavaşça alır, çorbaya banar.  Beraberinde kendini bekleyenler çorbaya kaşıklarını daldırırlar.

Dünya bizimdir artık. Beklediğimize değdi. Gerçi beklerken daha yemeğe başlamadan ayakların uyuşmaya başlamıştır ama olsun, başladık ya! Buna da şükür! Dişini biraz gıcırdatmış, sabrın en güzel örneklerini hakka'l yakîn göstermiş, bekleye bekleye koruk olmuşsundur ama olsun! 

Yemeğe başlarsın ama kurt gibi açlığından eser kalmaz, gerile gerile tavan yapan sinirin gerile gerile mideni küçültmüştür. Birden doyarsın, yediğinden de zevk almazsın. Her zamankinden daha az yersin. Yavaştan kalkmanın yollarını ararsın. Herkesin yemesini bekleyeyim diye yavaştan kaşığı yemeğe götürürsün ama tok karna yenen yemek zevk verir mi? Size afiyet olsun diyerek kalkarsın sofradan.

Büyüğümüz mü? Yavaştan yavaşa yemeye kendini alıştırır, kabın biri biter, diğerine başlar. Doyan kalkar. Her kalkana da ne oldu, yeseydin der ve kendisi oturmaya ve yemeye devam eder. Doymak nedir bilmez. Her kabı sünnetler, ev sahibine uzatır. Hazırlanan tüm yemeklere midesinde yer vardır. Ağır ağır midesine gönderir. 

Sen girersin, çıkarsın hala sofradadır. Nihayet tüm kablar yıkamaya ihtiyaç hissetmeyecek şekilde iyice silinir, süpürülür. Ardından dua edilir.

Afiyet olsun!





18 Aralık 2018 Salı

Adana'nın Bir Fellahı* Bana Güvendi ama Etli Etmek Kafalı* Bir Konyalı Güvenmedi (1)

2002-2005 arası yıllarımı Adana'da geçirdim. Çocukların giyimle ilgili bir ihtiyacını almak için Çakmak Plazada tanımadığım ve daha önce alışveriş yapmadığım küçük bir esnaf dükkânına girdim. Cebimde param yoktu ama tapu gibi kredi kartım vardı. Çektirip borçlanıyorsun. Bir ay sonrasında ödüyorsun. 

Alacağımız fazla tutmadı. Yanlış hatırlamıyorsam 7 milyon lira idi ödemem gereken miktar.  (paradan altı sıfır atılmamıştı) Esnaf aldıklarımı poşete koydu, bana uzattı. Ben de buradan alır mısın diye kredi kartımı uzattım. "Bizde post cihazı yok, kullanmıyoruz" dedi. Buyur buradan yak şimdi! Kredi kartımın kredisi yoktu burada. Adam bir güzel poşete de koymuştu. Ama bende nakit yok, o zaman aldığım kalsın dedim, bıraktım tezgahın üzerine. Esnaf "Al götür, güle güle kullanın, sonra verirsin" demez mi? Olur mu öyle! Siz beni tanımıyorsunuz. İsmimi, cismimi bilmiyorsunuz. Çıktığım gibi arkama bakmadan giderim, bir daha da uğramam dedim. Gülerek "Sen getirirsin, götür git, ben insan sarrafıyım" dedi ısrarla. Adımı bari yaz bir kenara dedim. "Yazmaya gerek yok, siz getirirsiniz, getirmeseniz de canınız sağ olsun" dedi.

Çıktım dükkândan. Bende bir sevinç bir sevinç! Mutluluğuma diyecek yoktu. Niçin sevinmeyeyim ki? Tanış olmadığım bir esnaf bana güvenmişti. Az önce üzerimde nakit yok derken duyduğum mahcubiyet, yerini anlatılmaz bir sevince bırakmıştı. 

Maaş gününü iple çektim. Bir an evvel gelsin ki şu bana güvenen adama olan borcumu bekletmeden, bir an önce vereyim dedim. Maaş günü yakındı zaten. Maaşımı alır almaz çarşıda başka işim olmamasına rağmen bindim dolmuşa. Gidip esnafa olan borcumu ödedim. Nasıl ödemem? Belki de bana güvenen ilk kişiydi.
*
Yıl 1991. Fakülteyi yeni bitirdim. Ankara'da  öğretmen olmak için girdiğim yeterlilik sınavında 159.yedeğim. 200 kontenjanın verildiği bu sınavı asil olarak kazanan arkadaşlarım görevlerine başladı. Ben beklemedeyim. Yedeklerden atanıp atanmayacağım belli değil. Bekleyeyim ama nereye kadar? Evli ve üç çocuk babasıyım.

Bir arkadaşın akıl vermesiyle Karatay ilçe Milli Eğitim Müdürlüğünde ihtiyaç olan vekil öğretmenliğe müracaat ettim. Herkes gibi beni de sözlü mülakata aldılar. (Bugün mülakatla öğretmen alınıyor diyenlere duyurulur. Mülakat eskiden beri bizim genlerimizde varmış. Mülakatta da bana vekil öğretmenliğe müracaat et diye akıl veren arkadaşın babası Hüseyin Amca referans olmuştu.) Mülakat sonucuma  göre Konya'ya 75 km mesafedeki Kemerli Kolca mezrasına müdür yetkili vekil öğretmen olarak görevlendirildim. Tası-tarağı toplayıp gittim oraya. (Devam edecek)

*Halk arasında Adanalı için fellah, Konyalı için de etli ekmek kafalı dendiği için bu tabiri kullandım. Hakaret kastım yok.

17 Aralık 2018 Pazartesi

Celalettin Rûmî Kimdir? Ne Kadar Tanıyoruz?

Bu ülkenin sorunu çok. Saymakla bitmez. Bir tanesi de ölmüş-gitmiş, tarihe mal olmuş şahsiyetler. Yaşayan bizlerin kutuplaşmaya varan sorunları ölmüşler üzerinde de devam ediyor. Aynı kavgayı II. Abdülhamit, Vahdettin, Mehmet Akif, Said-i Nursi, Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Adnan Menderes, Turgut Özal, Necmettin Erbakan, Süleyman Demirel ve benzerlerinin üzerinden devam ettiriyoruz. Kimimize göre bunlar birer hain, kimimize göre birer kahraman.  Aşırı nefret edenlerle, göklere çıkaranlar yüzünden bunları ve kimseyi olduğu gibi tanımıyoruz. Çünkü taraflar hep kendi penceresinden anlattı bunları. Kendilerinin tanıdığı veya tanımak istedikleri şekliyle tanıttılar bizlere. Bunlardan biri de Celalettin Rumi. 

Selçuklular döneminde yaşamış, bugün Konya ile özdeşleşmiş, bu şahsiyet kimimize göre Moğallarla anlaşmış bir işbirlikçi, meşhur eseri Mesnevi'sinde  ağza alınmayacak müstehcen hikayelere yer vermiş, eserini Kur'an'dan daha üstün gören, oğlu Alaaddin'i ve Nasrettin Tusi'yi Moğallar'a öldürten vs biri; kimine göre Anadolu'nın manevi mimarlarından, dine hizmet etmiş, çevresini aydınlatmış, ülkemize önemli eserler kazandırmış, hoşgörü sahibi bir Allah dostu. Eserlerinde yer verdiği müstehcen hikayeler hikmetlerle dolu, yazdığı her beytte derin manalar var. Mutasavvıf, postnişin ve Mevleviliğin kurucusu önemli bir şahsiyet.

Bu iki zıt anlayışa göre Celalettin Rumi'yi tanı da göreyim. Ne mümkün? Birinin ak dediğine, diğeri kara diyor. İşin ehli olduğunu söyleyenlerden bir kesim Celalettin Rumi'yi yerin dibine batırırken diğer kesim göklere çıkarıyor. İş bununla kalsa iyi. Durum bu olunca halk arasında öyle inanışlar dolaşmaya başlıyor ki dudağın uçuklar: "Mevlana türbesini ziyaret eden yarım hac sevabı alır", "Mevlana sayesinde Konya'ya bir şey olmaz. Zira Mevlana koruyor bu beldeyi", "Hz Pir'in huzuruna gidiyorum", "Bir savaş olduğunda türbedeki yatırlar mezarlarından kalkıyor, yerin altından geçip Alaaddin Tepesinden çıkarak savaşmaya gidiyorlar" gibi efsaneler de yok değil.

Gerçekten kimdir bu Celalettin Rumi? Ne kadar tanıyoruz? Bu kişiyi olduğu gibi tanıyamayacak mıyız? Tanımıyoruz gayri belli. İki zıt kutup, arasında anlaşmadan yakın zamanda çok tanınacak gibi görünmüyor. Çok bekleriz daha.

Aramızdaki bu zıtlıklar devam ettiği müddetçe oluşturduğumuz dezenformasyon sayesinde ölüler üzerinden kavgaya devam edeceğiz. Ne diyelim? Allah bizim hayrımızı versin.