19 Eylül 2018 Çarşamba

Baba! Harçlığımı Artırır mısın? *

—Baba! Harçlığımı artırır mısın?
—Ne artırması, nereden çıktı bu?
—Ortalığı görmüyor musun? Kantinden aldığım her şeyin fiyatı uçmuş. 
—Eee!
—Harçlığıma zam yapmanı istiyorum.
—Benim maaşıma artış mı oldu da sana zam yapacağım?
—Ben onu, bunu bilmem. Zam istiyorum. Verdiğin yetmiyor artık.
—Ben ne yapabilirim ki? Almadan vermek Allah'a mahsustur.
—Ben anlatamadım herhalde.
—Seni iyi anlıyorum evlat. Üstelik haklısın da.
—Eee o zaman?
—Ama alacağın yok.
—Niye, madem haklıyım?
—Evlat yok ki vereyim. Devlet bana, ben sana…
—O zaman ben ne yapacağım?
—Tasarruf yapacaksın.
—Can boğazdan gelir diyen sen değil misin? Nasıl tasarruf edeceğim? Hiç yemeyeyim mi?
—Yiyeceksin evlat. Ama şu da lazım, bunu da alacağım, ondan canım çekti demeyeceksin artık. Yani iyi bir hesap-kitap yapacaksın.
—Nasıl yapacağım bunu?
—Günlük harcaman gereken miktar ne ise o kadar harcamayı, ona göre alışveriş yapmayı deneyeceksin.
—.Benim günlük harçlığım 6 TL. Bir köfte ekmek 6.50, 0.5 lt su 1, simit 1.25, ayran 1, tost 4 lira olmuş. Nasıl çıkacağım bu işin içinden?
—Bre köftehor oğlum! Bu demektir ki köfte yemeyeceksin. Onun yerine alternatiflerine yöneleceksin. Mesela tost yiyebilirsin. Köfte yemeyince yanında ayran hatta su da alabilirsin. Ya da bir simit, bir tost yiyebilirsin. Su ya da ayran almazsan daha da paran kalır ertesi güne.
—Pekiyi ben hiç köfte yemeyecek miyim?
--- Hesap yaparsan her zaman yiyemesen de bazı günler köfte ekmek yiyebilirsin. Bazı günler tostla, bazı günler simitle geçiştirir, artan paranla ertesi günü köfte ekmek alabilirsin.
---Yanında içecek? Kuru kuruya boğazdan nasıl geçecek?
---İçmeyiver be evlat! Baktın boğazdan geçmiyor. Şebeke suyuna dayanacaksın. Hatta kana kana iç. Senden para isteyen mi var?
--Harçlık konusunda bu söylediğin son sözün mü?
---Maalesef evlat!
--- Bu demektir ki ayağımı yorganıma göre uzatacağım.
---Ha bu söylediğini ilk başta deseydin de bu harçlık meselesini bu kadar uzatmasaydık olmaz mıydı?
---Israr birçok şeyi halleder diye düşünmüştüm. Desene beni zor günler bekliyor.
---Sadece seni değil evlat! Milleti zor günler bekliyor. Her şey olmuş ateş pahası. Allah bundan geri koymasın. Bugünlerimizi aratmasın. Altından kalkamayacağımız yük vermesin. Sen haline şükret!
---Ben odama geçiyorum, diyeceğin var mı?
---Canının sağlığı evlat! Ama baktın olmadı, evden azık da götürebilirsin.
---İyi olur baba! Fiyatların bu derece anormal artışından dolayı alasım gelmiyor zaten.
---O zaman annene müracaat!

* 26/09/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Girizgâh ***


Yolum Pusula’ya düştü. Bundan sonra salı ve perşembe günleri olmak üzere haftada iki gün bu gazetede arzı endam edeceğim Allah izin verirse. Size şimdiden sabırlar dilerim.

Ne mi yazacağım? Başta toplumsal konular olmak üzere siyasi, ekonomi, dini, eğitim, ahlak, görgü kuralları vb alanlarda Allah ne verdiyse dağarcığım el verdiği müddetçe yazıp çizeceğim. Yani neyi dert ediniyorsam onu!

Nasıl bir üslupla yazacağım? Yazmak için oturduğum zaman o anki haleti ruhiyem ne ise o şekilde yazacağım. Yazılarımda bazen mizahın izi olur, bazen hicvin. Bazen düz yazarım, bazen tersinden. Bazen kızar, bazen överim. Eleştirel bakarım genelde. Yapıcı bir eleştiri benimkisi! Kimsenin şahsıyla işim olmaz. Lügatimde hakarete yer yoktur. Hadiseleri kendi doğru bildiğim prensiplerim çerçevesinde tenkit ederim. Bir hareket, bir davranış bana hoş gelmişse över; hoşlanmamışsam yerer, doğrusu şöyle olmalıdır derim. Yumuşak bir üslupla elbette! İcraatı kimin yaptığı önemli değil. Asla şahsileştirmem. Zira kişilerle değil benim işim. Sizden de yapıcı eleştiriler bekliyorum, öneri ve tavsiyelerinizi de.

Yazıp çizerken hata yapmayacak mıyım? Ne mümkün hata yapmamak! İnsan olup da hatasız kul olur mu? Bazen istemeyerek kalp kırmış olabilirim, bazen yanlış bir düşünce sarf edebilirim, bazen kendimi tam ifade edemeyişimden yanlış anlaşılabilirim. Bakış açım yanlış olabilir. Daha önce değindiğim bir meseleye yarın bir başka açıdan bakabilirim, Bunu çelişki gibi görebilirsiniz. Bu da doğaldır. Çünkü yazarken yeni şeyler öğreniyoruz.

Yazım ve imla kurallarında yanlış yapabilirim. Türkçe yazıp çizip de hata yapmamak mümkün mü? Türkçemiz ile yazıp çizmek, gerekli noktalamayı koymak zor mu zor! Bazen değme Türkçeciler bile çıkamıyor işin içinden. Bakmayın siz çoğumuzun benim Türkçem iyi dediğine. Sağ olsun TDK kural üstüne kural, kural içinde kural koymuş. Hasılı “Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler” misali benim gibi yazı yazmaya kalkanın hata üstüne hata yapmaması da mümkün değil. Bunu da baştan söyleyeyim. Hele bir de yazıyı kimi zaman cep telefonu marifetiyle yazmaya kalkınca T9’un azizliğine uğramak da var. Duygu ve düşüncelerimi terennüm ederken yapacağım hatalarda olduğu gibi yazım ve imla yanlışlarında da sizin engin hoşgörünüze sığınırım, olur biter. Bu durumda tek yapacağınız ya sabır çekmek. Girizgâhta değindim. Ya da kötü komşu mal sahibi yapar misali oturacaksınız klavyenin başına, bir köşede yazmaya başlayacaksınız.

Niyetim gündeme dair güncel konuları da sıcağı sıcağına ele almak. Ama takdir edersiniz ki haftada iki gün yazacağım. Saat başı gündemin değiştiği ülkemizde bizim gündeme dair yazdığımız köşe yazısı bir bakmışsın ki gündemden düşüveriyor. Yani bayatlayıveriyor. Bu da bu işin cilvesi! Ama eğer Konya’da yaşıyorsanız biz Konyalılar günlük yediğimiz taze ekmeğin bayatını dini bayramlarda bol miktarda yiyoruz. Başka da elimizden bir şey gelmez.

Herhangi bir tarafın tarafı değilim. Ama asla tarafsız biri değilim. Niyetim -dürüst biri olmasam da- en azından “Bu işin doğrusu bana göre şöyle olmalıdır” demek. Kutuplaşmanın zirve yaptığı günümüzde bir şeyin doğrusunu söylemenin özellikle fanatik derecesinde tarafgir olanların yanında pek bir yeri yok. Bunu biliyorum. Zaten o tiplerin gözüne girme gibi bir düşüncem de yok, kimseye yaranma gibi bir niyetimin olmadığı gibi. Allah doğruluktan ayırmasın hiçbirimizi. Kınayanın kınamasına aldırmadan doğru olanı yazmayı, yazdığımız doğrularla yaşamayı nasip etsin. Allah utandırmasın! Pusulamızı şaşırtmasın!
Barbaros ULU
*** 20/09/2018 tarihinde Pusula gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

18 Eylül 2018 Salı

Kendine Özgü Bir Adı Olmayan Günlerimiz


Bir haftanın yedi günden ibaret olduğunu hepimiz biliriz. Beş tanesinin kendine özgü adı var. İki tanesi var ki kendinden önceki isimlerle anılıyor. Bunlardan bir tanesi cumadan sonraki gelen gün, diğeri de pazardan sonra gelen gün. Cumartesi ve pazartesiden bahsediyorum. O kadar kelime içinde diğer günlere isimler konurken kelime kıtlığı mı çekildi ki bu iki gün diğerlerine göre garip kaldı? Yani isimsizler.

Bir işlevi mi yok bu günlerin? Önemsiz iki gün müdür? Ya da bir önceki günün devamı mıdır bu günler? Son sorudan başlayalım. Cuma ve Pazar ertesileri kendinden önceki günün devamı ise diğer günler de bir önceki günün devamıdır. Çünkü hayat kesintisiz bir şekilde devam ediyor. Bugünler önemsiz değil aynı zamanda. En az diğer günler kadar hatta daha fazla bir işleve sahip.

Cuma ve Pazar ertesilerinde mutlaka bir farklılık bulacaksak cumartesi ve pazartesi günleri aynı işlevi yapan diğer kardeşlerine göre birbirleriyle sıkı bir ilişkiye sahip. Cumartesiyi ele alalım: Cumartesinin sevinci cuma gününden başlar. Hafta sonu tatili geliyor. Şu özel işimi yapayım, ya da nasılsa yarın tatil diye cuma akşamı biraz daha rahat edeyim diyor  insan. Cumartesi geç kalkarım diye alabildiğine geç yatıyor. Allah ne verdiyse cumanın ertesinde uyuyor. Kalkınca çocuklar gibi şen. Nasılsa tatil. İş yok, güç yok. Ardından gezme-tozma, dolaşma ne varsa planında ya da plansızlığında onu yapıyor.

Cumartesi akşam yine rahat oturma. Gecenin geç saatinde vücudun uykusuzluğuna yenik düşüp yatıyoruz. Yine uzun bir yatış bu.

Pazar tatil olmaya tatil ama. Cuma ertesindeki rahat yok. Yüzümüzdeki dünkü gülücükler yok. Ne de olsa ertesi ilk iş günü. Ertesinin sıkıntısı karabasanlar basar gibi pazar günden başlar. Oturup kalksan, dolaşsan da fayda etmez. İçimizde rahat değil çünkü. Ertesi gün iş başı ne de olsa. İki günlük rehavetten sonra tekrar işe odaklanmak zor mu zor. Üstelik erken kalkacaksın. Ne de çabuk bitti tatil bilemeyiz. Halbuki geç kalkmaya da ne güzel alışmıştık. Şimdi kim kalkacak bugünün ertesinin köründe. Pazar günden başlayan bu kabusun adı pazartesi sendromudur. Çoğu çalışan yaşar. Pazardan başlayan mutsuzluk pazartesi iş başındayken de devam eder.

Gördüğünüz gibi birbiriyle ayrılmaz bir yedili olan ve bir makinenin dişlileri gibi kesintisiz devam eden günlerden cumartesi ve pazartesinin işlevi diğer günlere nazaran daha farklı. Cumartesinin sevinci cumadan, pazartesinin sendromu ise pazar gününden başlıyor. Demek ki atalarımız bu iki güne kendi adlarını vermezken bir bildikleri varmış. Boşu boşuna bu iki güne farklı bir isim verme yoluna gitmemişler.

Yoksa sizin nazarınızda bu iki gün tıpkı diğer günler gibi mi? Hiç mi fark bulamadınız? Gördüğünüz gibi ben buldum. İster kabul eder, ister etmezsiniz. Siz ne derseniz deyin cumartesi ve pazartesi günler içerisinde önemli bir işlevi olan isimsiz kahramalarımızdır.

17 Eylül 2018 Pazartesi

İletişim ve İstişare

Gözümüzün gördüğü, elimizin uzandığı, burnumuzun kokladığı, kulağımızın işittiği, dilimizin tattığı, vücudumuzun dokunduğu her şey Allah tarafından bize bahşedilen birer nimettir. Akıl vermiş, irade vermiş, feraset vermiş. Allah'ın insan için verdiği nimetler say say bitmez. Neler vermiş neler!

Allah'ın verdiği bu sayısız nimetleri yerli yerince kullanabiliyor muyuz? Kullanamıyoruz ki sorunlarımız eksilmiyor, artıyor. Eğer sorun çözülmek isteniyorsa bunun yolu iletişimdir. İletişim yolunun kapalı tutulmamasıdır.  İletişim yolunun açık tutulmasının yanında bir de istişare gereklidir. Çünkü iletişim kendi başına yeterli gelmeyebilir.

İnsanın olduğu, amme hizmetinin yapıldığı yerlerde başvurulacak iki yöntem iletişim ve istişaredir. Kim bu iki yöntemi hayatına düstur edinirse bulunduğu ortama barış ve huzur getirir. Çünkü muhatabına değer verdiğini gösterir. Doğru dürüst konuşmaz, iletişime açık olmaz, kimseyle bir şey paylaşmaz, kapalı kutu gibi olursa böylesi ortamlar kimseye güven vermez. Kimse birine bir derdini paylaşmaz. Herkes karnından konuşmaya, birbirinin arkasından atmaya başlar. Kimse eleştiriye açık olmaz. Birbirine bakarken duvara bakar gibi bakar.

Kamu kurum ve kuruluşlarda özellikle okullarda iletişim yolu daima açık tutulmalıdır. Çünkü okul ortamında barış iklimi olsun, herkes birbirini sayıp sevsin, değer versin isteniyorsa olmazsa olmaz iki güzel kelime iletişim ve istişaredir. Bu ikisinin olduğu yerde yüzler güler, çalışanlara huzur gelir. Dostluklar oluşur, okulda kurum kültürü gelişir. Herkes birbirinin derdiyle dertlenir. Çünkü kendisine değer verildiğini, önemli görüldüğünü hisseden bir insan o okula, o kuruma canını verir. Ekmeğini alsan sesini çıkarmaz. Elinden gelen fedakarlığı gösterir. Yapılan hataları görmezden gelir. Çünkü bilir ki adı üzerinde bir hatadır. Kasıt akla gelmez kimsede. Telafi edilme yoluna gidilir.

Ben yaptım oldu, ben asla danışmam, işimi kimseyle paylaşmam deyip odaya çekilmek, insanlardaki mutsuzluğu okuyamamak bir kuruma yapılabilecek en büyük kötülüktür. Niye kötülük yolunu seçiyoruz ki? Ne kazanacağız iletişim ve istişareye kapalı olmakla? Yoksa iletişim ve istişare karizmayı çizdirir diye mi düşünüyor bazıları? Eğer böyle düşünüyorlarsa bu işte çok çiğ oldukları ortaya çıkar. İletişimsizlik ve istişaresizlikte kibir kokusu vardır. Tersinde ise tevazu vardır. Seçin beğenin; kibir sahibi olmayı mı tercih edersiniz yoksa tevazu sahibi olmayı mı?



Hafızamızı Kaybediyoruz *


Bir zamanlar öyle bir eğitim sistemimiz vardı ki birçok şeyi sular seller gibi ezberlerdik. Çarpıp tablosuyla başlamıştık ezbere. Milli bayramlarda şiir okumak için arkadaşlarımızla yarışırdık. Ardından İstiklal Marşı, Gençliğe Hitabe hepimizin ezberlediklerindendi. Matematik formülleri hep belleklerimizdeydi. Sınıf arkadaşlarımızın numaralarını ezbere bilirdik. Sülfürik asit bileşenini (H2S4O) hafızamızda yer etsin diye Hasan2, Salak Osman4 diye kodlardık. Türkçe, Hayat Bilgisi gibi derslerde öğretmen okuma parçasının özetini çıkartır, tahtada anlattırırdı. Çoğu elementlerin sembolünü bilirdik. Çünkü ezberletirlerdi öğretmenlerimiz.

Okullardaki bu ezber mantığını günlük hayatımızda da kullanırdık. İletişim halinde olduğumuz çoğu kimsenin ev telefonunu birkaç aramayla hafızamıza yerleştirir, bir daha ajandaya bakma ihtiyacı hissetmezdik. Bakmayın siz bazılarının "Bu millet balık hafızalı" dediklerine. Sağlam ve çakı gibi bir hafızası vardı bu milletin. Ya şimdi? Şimdi aynı şeyi söyleyemiyoruz maalesef. Bunun iki nedeni var. İlki nice zamandır ezberci eğitime karşı olmamız. Diğeri de cep telefonları. 


Ezberci eğitime karşıyız diye çocuklarımıza doğru dürüst hiçbir şeyi ezberletmez olduk. Ezber dendi mi ürküyor bugünkü çocuklar. Hatta ailesi çocuğunu İHO ve İHL’ye vermek istediği zaman çocuk, “O okullarda ezber varmış, benim ezberim iyi değil, o okulu ben yapamam” şeklinde ayak diretiyor. Halbuki İHL’lerde yapacağı ezber toplamı 8-10 sayfayı geçmez.


Ezber kötüdür diyerek zihnimize hiçbir şey almaz olduk. Günübirlik yaşıyoruz artık. Üstüne üstlük cep telefonlarının yaygınlaşması da bu işin tuzu biberi oldu. Olan hafızamız da gitti. Çünkü hiçbir şeyi akılda tutma gereksinimi duymuyoruz. Lazım olacak ne varsa cep telefonumuza kaydediyoruz. Kaydetmekle kalmıyor, kullanacağımız ne varsa telefondan otomatik açıyoruz. Ne var bunda? Şifre yazmak için zaman kaybetmiyoruz diyebilirsiniz. Doğrudur zamandan tasarruf ediyoruz. Ama bir başka bilgisayardan girmek durumunda kaldığımız zaman şifremizi hatırlayamıyoruz. Düşün dur artık! İşin ne? Halbuki  şifre adına ne varsa cepten otomatik açmaya ne güzel alışmıştık. Burada yapacağımız tek çözüm eğer sistem kabul ediyorsa “Şifremi unuttum” butonuna basıp yeni şifre almak. Hele işin acilse dokuz doğurursun yeni şifre alıncaya kadar.

Geçen gün e sınav türü bir sınavda görev aldım. Görev yerimize yarım saat önce varmamız yeterliydi. Vardığımızı göstermek için ana bilgisayardan mebbis şifremizle sisteme giriş yapmamız gerekiyormuş. Ben kısa bir duraklamadan sonra şifremi buldum. Ama benden sonra gelen sisteme girmek için “Şifremi unuttum” butonuna basmak ve yeni şifre almak zorunda kaldı. Bu işi yapmak için de cep telefonundan faydalanması gerekiyor. Ama salona cep telefonuyla girmesi yasak. Dışarıda ve koridorda 25 dakika yeni şifre almak için uğraştı durdu. Neredeyse “Sınava gelmedi” muamelesi görecekti. Sınavın başlamasına 5 dakika kala nihayet işini halletti. Tabi o şifre almak için uğraşırken onun semeri bana vuruldu. Canı sağ olsun! Problem değil.
Hasılı, ezberci eğitime hep birlikte rezerv koyduktan sonra ardından gelen cep telefonları bizim hafızamız oldu. Akşam yediğimizi hatırlamıyoruz. Bereket kendi cep numaramızı ve her yerde istenen TC numaramızı ezbere biliyoruz. Kazara cep telefonumuz arızalanırsa işimiz kül. Birini aramamız gerekirse ezberden bildiğimiz bir numara yok.

Sonuç, sonucu ne olursa olsun ezberci eğitime karşı olmaya ve cep telefonunu kullanmaya ve şifremizi otomatik olarak açmaya devam. Kim vazgeçirebilir bizi bundan. Atın ölümü arpadan olsun! Acaba hafızamızı zorlamamak Alzheimer hastalığını tetikler mi? Şimdi siz düşünün artık!

* 22/09/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


16 Eylül 2018 Pazar

Tabutun İçine Girdim

Hepimizin korkulu rüyası ölmektir. Bundan dolayı hiçbirimiz ölmek, o tabutun içine girmek, mezara gömülmek istemez. Aklımıza bile getirmeyiz ölümü. Çünkü ölümün yüzü soğuk. Ama korkunun ecele faydası yok. Zira her birimiz faniyiz. Ölümden kaçış yok. İstemesek de başımıza gelecek.

Size ölmeden öldüm ve tabutun içine girdim desem inanır mısınız? Girdim ve hiç kimseye tavsiye etmem. Zira ölümü iliklerime kadar hissettim. 

Beni gecenin bir sularında aldılar içeriye. Önce iç çamaşırım hariç üzerindeki her şeyi çıkarttılar. Ardından üzerime lacivert bir elbise giydirdiler. "Şuraya sırt üstü yat, ellerini vücuduna paralel uzat ve hiç kıpırdama, hareket etme" dediler. Denileni yaptım. Az sonra bana eşlik eden görevli çekip gitti. 

Makinenin çalışmasıyla birlikte beni bir güç başım tarafına çekti. Üzerimi tabuta benzer bir görüntü kapladı. Elimi kaldırsam dokunacağım. Ama hareket etmem yasak. Bana hareket yasak ama tabutun içindeki beni makine bir öne, bir arkaya getirdi götürdü. Ara ara gaipten gelir gibi garip sesler gelmeye başladı. Kah korna sesine benzer bir ses, kah alarma benzer bir ses geldi geldi, gitti. Sonra kendisini görmediğim ama onun beni izlediğini hissettiğim biri "Derin bir nefes al. Nefes almaya devam et. Şimdi nefesini tut" dedi ara ara bana. 

Ortam aydınlıktı ama korkuttu beni. 30-45 dakika kadar sürdü işkencem. Az sonra ses kesildi, görevli kapıyı açtı. Yanıma geldi. Kolumdan tutup tabutun içinden çıkardı beni. Ayağa kalkınca düşmemek için sendeledim. Terlemişim bir iyi.  Çıkıp üzerimi giyindim. Yavaş yavaş çıktım oradan. 

Girip çıktığım yer MR adı verilen ve Türkçede emar diye okunan aygıtmış. Nedense ilk defa içine girdiğim bu aygıtın görüntüsü, ortamı bana öldükten sonra içine gireceğimiz tabutu hatırlattı. Teşbihte hata olmaz. Ölmeden tabuta girdim anlayacağınız. Ölmeden önce ölümü hatırlamak isterseniz, nasıl bir şey ki diye merak ederseniz MR çektirin derim. Ölmeden önce ölmüş gibi çektiriyor zira.

Eğitim ve Öğretimimizde Kim Suçlu?


Eğitim ve öğretimimizde bir şeylerin iyi gitmediği hepimizin malumu. Maarifimiz felç. Can çekişiyor. Hepimiz bu felç durumdan kurtulmaya çalışıyoruz eğer buna kurtulma denirse. Daha doğrusu kurtulma çabamız var mı? Varsa da bunda samimi miyiz? Benimki de laf yani! Elbette kurtulmaya çalışıyoruz.  Ama nedense kurtulamıyoruz ve üstelik her geçen gün hasta daha kötüye gidiyor. Ölsün diye gözüne bakıyoruz, ölmüyor. Dirilip kalksın, koşsun istiyoruz; bu da olmuyor. Batıyoruz iyice.
Kurtulmak istiyoruz ama üzerimize toz kondurmadan suçu bir başkasına atmaktan ibaret bizim kurtulma çabamız. Suçlu kim? Bu da herkesin malumu! Kim olacak? Öğretmen tabi. Bugün tepeden tırnağa, eğitimin içindekiler ve dışındakiler öğretmeni eleştiriyor. Yılanın başı görülüyor. “Bu öğretmenlerle olmaz” diyor. Aslında eğitim ve öğretimde en büyük sorunumuz suçlu bulma, suçu birine ihale etme hastalığıdır. Önce kronikleşmiş bu hastalığı tedavi etmemiz gerekiyor.
Eğitim ve öğretim bir defa öğrenci, veli, çevre, okul, hizmetli, öğretmen, idareci, servisçi, kantinci, MEB’in taşra teşkilatından tepe noktasına varıncaya kadar bir paydaşlar bütünüdür. Bunca iç ve dış paydaşın olduğu bir ortamda suçtaki payımızı sorgulayacağımız yerde hepimiz tüm suçu öğretmene atarak egomuzu tatmin etmeye çalışıyoruz. Aslında bu bir topu taca atma durumudur. Oynamak istemeyen futbolcunun topu oyun alanının dışına vurmasına benzer.
Ben size burada bir suçlular listesi yayımlayacağım. Bakalım kimler var bu listede?
Eğitim ve öğretimin mutfağında olan öğretmen elbette suçludur. Öğretmen de tıpkı diğer kesimler gibi kendi rahatını düşünüyor. En iyi okulda çalışayım, okulum evime yakın olsun diyor. Daha fazla kazanmak istiyor. Okuldaki görevinin dışında ikinci bir iş yapmaya çalışıyor. Hiçbir şey yapamazsa özel ders veriyor, etüt ve kurs merkezlerinde çalışıyor. Hiç olmazsa okulunda açılmış olan “Yetiştirme ve Destek Kursunda” görev alıyor.
Ama tüm suç öğretmenin mi? Ya da öğretmenin suçlu olduğu bir durumda diğer paydaşların her birinin temiz ve suçsuz olması mümkün mü?  
Eğitim ve öğretimde diğer bir suçlu veli olan anne ve babalardır. Benim çocuğum en iyi okulda okuyacak, hep başarılı olacak. Aslında çok zeki. Tek suçu var, o da çalışmamak. Ben onun her istediğini yapacağım. Çocuğumun bir dediğini iki etmeyeceğim. Çünkü benim biricim çocuğum o. Zamanında ben çektim o çekmeyecek. Asla sanayi vb yerlerde çalışmayacak. Çünkü kıyamam ben ona. Onun yeri masa başı bir iş olacak.  Kimse onun kılına dokunamayacak. Eğer böyle bir şey olursa dünyayı dar ederim ona” düşüncesinde olan ve bu düşüncesini icraata koymuş çok veli var bu ülkede. Ben buna aşırı korumacılık diyorum. Velilerimizdeki bu aşırı korumacılık olduğu müddetçe çocuklarımıza okul ve öğretmenleri laf anlatıp sözünü dinletemeyecektir.
Eğitim ve öğretimde bir diğer suçlu MEB’in taşra ve merkez teşkilatıdır. Tüm yaptıkları öğrenci ve veli memnuniyeti üzerinedir. Diğerleri özellikle öğretmen ve idareci önemli değil. Çocuk sınıfta kalamaz bir defa. Bunun için elinden gelen gayreti gösterir. Çünkü bu durumdan hem veli, hem çocuk memnun kalmaz. Ayrıca kalan bir öğrencinin devlete maliyeti ne kadar biliyor musunuz der. Hatta öyle ileri gider ki “Hiçbir çocuk istemediği bir okul türünde okumayacak” diyerek veli ve öğrencilerin göz bebeği olmayı hep başarmıştır. MEB, velilerden daha korumacıdır.
Eğitim ve öğretimde bir diğer suçlu suçlular içerisinde belki de en masumu öğrencilerdir. Kalma yok, devamsızlık sorun değil. “Derse çalışmasam da olur. Nasılsa okul müdürüm ve annem ve babam gereğini yapmak üzere öğretmenle görüşür. Öğretmen de tüm bonkörlüğünü kullanarak bu sorunu çözer. İstediğim yaramazlığı yaparım, dersi dinlemem, ödevimi yapmam. Kim karışır bana. Nasılsa arkamda koca TC devleti var ve benim için yaşayan annem ve babam var. Onlar arkamda olduğu müddetçe günümü gün ederim.” şeklinde bir eğitim ve öğretim yapmaya geliyor.
Kurtuluş reçetesi basit aslında. Önce birbirimizi suçlamaktan kurtulacağız. Eğer suçlu bulmazsak olmaz derseniz -istisnalar kaideyi bozmaz- bir kısım suçlu listesine yukarıda kısaca değindim. Öğretmen, öğrenci, veli ve MEB kimseyi suçlamadan iyi bir özeleştiri yapma yoluna gitmelidir. Herkes payına düşeni öğrendikten sonra sorumluluğunu üstlenmelidir. İşimizi yaparken birbirimize güveneceğiz. Ki başka yolumuz yok. Ayrıca çalışanla çalışmayanı ayırt edeceğiz. Tüm bunları yaparken aramızda iletişim ve paylaşımı asla elden bırakmayacağız.