20 Temmuz 2018 Cuma

Yeni Dönemden Beklediklerim ***


Yeni sistemle birlikte Türkiye 3.Cumhuriyet evresine geçti. Her başlangıç bir umuttur. Umarım yeni sistem, dertlerimize derman olur. Bu sistemle birlikte birikmiş sorunlarımızı çözmemizin yanında bakış açımızı da değiştirmemiz lazım. Bundan sonraki yapacaklarımız eskinin bir kopyası; eski hamam, eski tas olacaksa sistem değişikliğini niçin yaptık sorusunu sormaya başlarız kısa zamanda. İzniniz olursa bir vatandaş olarak yeni sistemden beklediklerimi madde madde belirtmek istiyorum:

-Ekonomiye neşter vurulmalı. (sıcak paraya değil, üretime dayanan bir ekonomi)
-Gençlere istihdam alanları açılmalı.
-Kamuya eleman ve öğretmen alımında, yönetici seçiminde uygulanmakta olan sözlü mülakat kaldırılmalı. Yerine merkezi sınav ve güvenlik soruşturması kriter olarak konmalı.
-Büyükşehir statüsüne alınmış illerdeki ilçe belediyeleri kaldırılmalı.
-Merkez ilçelerde bulunan kaymakamlıklar, ilçe milli eğitimler ve diğer ilçe müdürlükleri kaldırılmalı.
-Eğitim ve öğretim ameliyata alınmalı. İlkokul dışında eğitim ve öğretim zorunlu olmaktan çıkarılmalı, isteğe ve başarıya bağlı olmalı, okullarda eleme usulü ciddi bir şekilde uygulanmalı. Okulların her kademesinde "Tam Gün Eğitime" geçilmeli. Değerlendirme bilgi, davranış ve pratik şeklinde olmalı.
-Adalet sistemimizde, cezalandırma uygulamamız kamu vicdanını rahatlatacak şekilde cezalar caydırıcı olmalıdır. Yargılama makul sürede yapılmalı.
-Kayıt dışı ekonomi kayıt altına alınmalı.
-Vergi sistemimiz kazanca dayalı olarak yeniden düzenlenmeli.
-Vatandaşlık görevini yerine getirmeyerek vergisini ve borcunu ödemeyenlere yapılandırma yapılmamalı.
-Fikri, zikri, düşüncesi, siyasi görüşü ne olursa olsun; her türlü cemaat, tarikat, hareket, mezhep ve STK'ların şeffaf olması sağlanmalı; geliri, gideri, çalışması denetlenmeli.
-Bedelli askerlik belli periyotlarla önümüze gelen bir tercih olmaktan ziyade bir sistematiğe kavuşturulmalı. İhtiyaç fazlası asker adayının askerliğini bedelli olarak yapması tercihler içerisinde yer almalı. Bedelli usul ile elde edilen para, başta bedenen askerlik yapan erata en az asgari ücret olmak üzere maaş olarak verilmeli, şehit ve gazilerimize bu fondan yardım edilmeli, savunma sanayisine pay ayrılmalı, askerin iaşesi karşılanmalı.
-Kamuda görev alan herkes emekli oluncaya kadar yedi bölgede görev yapacak şekilde planlama yapılmalı; memur, amir belirli aralıklarla rotasyona tabi tutulmalı.
-Her türlü seçim beş yılda bir olmak üzere aynı gün yapılmalı.
-Siyasi Partiler Yasası yeniden ele alınmalı. İki defa girdiği seçimde yüzde üç oy alamayan parti kendiliğinden fesih olunmalı. Seçilme yaşı 25-30'a çıkarılmalı, vekil sayısı 450'ye indirilmeli. Siyasete atılanların siyaset öncesi, siyaset dönemi ve aktif siyasetten ayrıldıktan sonra mal varlığı incelenmeli. İki seçime giren parti yönetimi başarılı olamayınca görevinden ayrılmalı.
-Üniversitelerin istihdam alanı olmayan bölümleri kapatılmalı.
-Eğitim ve öğretim ülke ihtiyaçlarını giderecek ve rekabet ortamını sağlayacak şekilde yeniden düzenlenmeli. İhtiyaç olan her alana yüzde 20 kontenjan fazlasıyla öğrenci alınmalı. Mezun olan kişilerin emsalleriyle rekabet etmesi sağlanmalı. Öğrencilerin ekseriyeti bir meslek öğrenecek şekilde yeteneğine uygun meslek okuluna yönlendirilmeli.
-Merdiven altı üretime izin vermeyecek şekilde denetimler artırılmalı. Belli bir kaliteyi yakalayamayan, halk sağlığını tehdit eden ürünlerin üretim ve satışına izin verilmemeli.
-İthale ihtiyaç olmayacak şekilde zirai ürünlerin ekim-dikimi, rekabet imkanı olacak şekilde planlanmalı, stokçuluğun önüne geçilmeli.
-Hayvancılık özendirilmeli, ihtiyacı karşılayacak şekilde beslenmeye imkan verilmeli, tekelciliğin önüne geçilmeli…

*** 24/07/2018 günü Yeni Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.




19 Temmuz 2018 Perşembe

Zamana Riayetin Neresindeyiz?

Yaz dönemi üç günlük mahalli bir kurstayım. Kursu veren, kursun yeri, kursun tarihi, kursun başlangıç ve bitiş saati belli. Kurs merkezi olarak ulaşımı kolay bir yer seçilebilirdi ama seçilmemiş.

Kursa başladık, tanışma faslından sonra kurs veren kişi, zamana riayet konusunda hassasiyetini belirtti: Ne zaman başlayacağımızı, teneffüse ne vakit çıkılacağını, teneffüsün süresini, öğle arasını ve bitiş saatini üstüne basa basa söyledi.

Hocamız, "Bu kursu almak için yüzlerce kişi müracaat etti. Maalesef herkes alınamadı. Siz şu 28 kişi meslektaşlarınıza göre şanslısınız..."dedi konuşmasının başında. Bu sözünü sunum esnasında birkaç defa daha söyledi. Kursa 1,5 saat geç intikal eden bir kursiyer, "Bu kursa seçilen bizlerden hangimiz bu kursu almaya layık kişileriz..." dedi konuşma arasında. Kursiyer meslektaşın konuşmasını da diğerleri gibi can kulağıyla dinledim. Avukat gibi konuşuyordu. Hem konuşması, hem giyim ve kuşamı dürüstlük abidesi gibi geldi bana. 

İlk gün geç gelmişti kursiyerimiz. Olabilir. Çünkü ilk gün alışık olmadığı bir yere zamanında ulaşması mümkün olmayabilir. İlk günü bu şekilde bitirdik.

Ertesi gün kurs başlamadan 5 dakika önce kurs salonuna girdim. Benden başka bir iki kişi vardı. Az sonra kurs hocamız geldi. Salonda kursiyerlerin çoğu olmayınca hocamız uzun bir hikaye anlattı. Niyeti herkesin gelmesini beklemek, yani bizi oyalamak. Yarım saat sürdü hikaye. Bu arada kursiyerlerimiz birer ikişer damladı. Bir saat gecikmeyle en son gelen kim olabilir? Dün "Hangimiz hak ederek bu kursa geldik" diyenden başkası değildi. 

Bu arkadaş gibi bazıları, gideceği yere en son ve gecikmeli gitmeye alışmış olabilir. Bu huyu değiştirmek zor. Zaten niçin geciktin veya gecikmeyelim desen sana bin bir mazeret öne sürer. Mazeretlerinin arkasındaki aymazlıktır aslında. İnsanları ikna ettim, kandırdım sanırlar bu halleriyle. Neyse geciksin gecikmeye. Konuşurken niçin dürüstlük abidesi gibi konuşur? Kursu almaya ehil olmadığını söylerken tüm herkesi niçin işin içine katma gereği duyuyor, anlayabilmiş değilim. 

Yarın kursumuzun son günü. Dört gözle kursa kaçta geleceğini bekleyeceğim. Kendisinden sonra gelen olacak mı? Umarım zamanında gelir de beni mahcup eder.


Bu Bakan İş Yapar! *

“Adalet esasımız olacak. Her şeyde adalet olmalı. Bizim varoluş nedenimiz çocuk, davamız çocuk. Kendi ego davamız olmamalı. Yeteneğinle bir yere gelirsen bu anlamlı olur. İlişkilerle bir yere gelmeye çalışırsan bu, Allah’ın gücüne gider. Bir okul müdürünü ilişkisinden dolayı atarsanız adaletsizlik olur. Gidişat yeteneğe doğru gitmeli. İlke temelli çalışalım referans temelli değil. Gerçek bir ekip oluşturun. Ekibinizi sıkıca kucaklayın." Bu sözler çiçeği burnundaki yeni MEB Bakanının 81 il müdürüne karşı yaptığı konuşmadan bir bölüm. Bu sözlere içimizden şapka çıkarmayacak olan yoktur sanırım.

Yeni hükümet sisteminin ilk kabinesi açıklandığında ismi MEB Bakanı olarak açıklandığında milyonlarda bir heyecan ve olumlu hava oluşmuştu. Demek ki millet boşuna beklenti içerisine girmemiş. Milletin beklentisi ve umudu devam etsin, eğitim ve öğretime vurulacak neştere destek versin; öğrencisi, velisi, vatandaşı, öğretmeni, alt ve üst yöneticileri Bakana güvensin; bu bakan iş yapar. Yeter ki Bakan konuştuklarının arkasında dursun ve Bakanı eğitim ve öğretimin başına getirenler Bakana açık çek versin. Bu Bakan eğitim ve öğretimin nerede olduğunu, nasıl çözülmesi gerektiğini, yönetici atamalarının ne şekilde yapıldığını ve idareci görevlendirmelerinin nasıl olması gerektiğini bilen biri. 

Sayın Bakan ilk toplantısında yönetici seçiminde referansın değil adalet temel prensibimiz olmalıdır. Bir yönetici atanmasında ehliyetten ziyade ilişkiler geçerli ise bu, Allah'ın gücüne gider, diyor. "Bu MEB'den bir cacık olmaz, ne olacak bu eğitimin hali" deyip umutsuzluğa düştüğümüz bir anda adaletten bahseden biri çıkıyor, gönüllere su serpiyor. Bakan, dediği gibi liyakat ve ehliyet üzere atamalar yapsın, bu halk ve eğitim camiası sonsuz kredi açar bu Bakana. 

Kim istemez ki hakkaniyetin ön planda olduğu bir görevlendirmeyi. Bundan sonra "Ben ehilim, atanamıyorum, bu işlerde ahbap-çavuş ilişkisi var" demesin. Bir yere gelemiyorsa  "Demek ehil değilim" desin. Bakanın bu sözünden mevcut koltuğuna referans ve torpil yoluyla gelen veya ehil olmadığı halde bir yere gelmeye göz kırpan korksun. Ehil olmadığı halde halen bir koltukta oturan varsa altından koltuğunun bir gün kayacağını düşünmeye başlasın şimdiden. Bakan, adalet ve hakkaniyeti esas almak suretiyle liyakata göre atama yaptığında bu, atanan kişinin onur ve haysiyetini de koruyacaktır. Öğretmen gelen müdürüne şunun adamı demeyecek, öğrenci dersine giren öğretmene bu adam torpilli demeyecek... İşte bu bakış birbirimize güveni getirecek. Güven ve itimadın geldiği yere huzur gelir. Bu ülkenin iki önemli ihtiyacı adalet ve güvendir. Bu iki ahlaki değerdeki yozlaşmayı kaldıralım, felç durumdaki eğitim ve öğretimimiz ayağa kalktığı gibi koşmaya başlar.

İlk konuşmasında en önemli soruna işaret eden bu Bakan; eğitim ve öğretimin, hatta bu ülkenin şansıdır. Belki de son şansı. Umarım kıymeti bilinir. Çünkü bu Bakan iş yapar, hem de çok!

* 23/07/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Haydi Bu Günü Bilin Bakalım!

Günlerinde;
-gün görmediğin gündür,
-günlerinin günler öncesinden belirlendiği gündür,
-günler öncesinden hazırlığın yapıldığı, türlü ikramların hazırlandığı, evin silinip süpürüldüğü, sana öbür tarafa geç dendiği gündür,
-misafirler gelmeden sana erkenden evi terk et dendiği gündür,
-eve o gün erkek sineğin girmesinin yasak olduğu gündür,
-akşama kadar şurası senin, burası benim, bir de şuraya uğrayayım diye akşama kadar sağda-solda oyalandığın; herkes evinin yolunu tutarken görenlerin "Şu adamın gidecek evi yok mu" dediği gündür,
-akşam eve gelince mutfak lavabosunun yıkanacak kaplarla dolu olduğu ve sana "Aç mısın" diye sorulduğu gündür,
-"Ben tokum, sana ne hazırlayayım, gündüzden kalan kurabiye, kek, batırık; biraz da çay var. Isıtıp koyayım, ben evleri süpüreceğim dendiği ve senin o gün gündüzden kalanlarla bayram ettiğin gündür, 
-"Beni falan yere bırakabilir misin, beni akşam şuradan alabilir misin" dendiği gündür,
-işten geldiğin zaman evde yalnızlara oynadığın gündür,
-eve misafir gelmeden önce, geldiğinde, misafirler gittikten sonra veya misafirliğe gidildiğinde huzurun kaçtığı gündür,
-eve misafir gelmeden önce ekstradan alışverişe gönderildiğin gündür,
-misafire hazırlanan ikramın misafire ikram edilmeden elini süremediğin gündür,
-gelecek misafirlerin sana göre değil, misafirlere göre belirlendiği gündür...

Bildiniz mi bu günü? Bilmemeniz mümkün mü? O zaman bu günü söylemeye gerek yok. Zira malumu söylemek zaittir.



18 Temmuz 2018 Çarşamba

Kayaönünde Piknik

Bedava bir piknik teklifi aldım. Piknik yeri olarak şehrin gürültüsü ve kalabalığından uzak bir yer seçilmiş, şehre uzaklığı 70 km'lik bir mesafe. Çoluğu, çocuğu yanıma alarak atladım gittim pazar günü. Baldan tatlı idi benim için ne de olsa!

İçim içime sığmıyor. Nasıl sevinmezsin ki! Şehirden uzak bir yer seçildiğine göre doğa harikası bir yer olsa gerek. Bir tarafta akan su, dopdolu barajı, yemyeşil tabiat, püfür püfür esen rüzgar. Camız havası gibi bir şey beklediğim.

Yeme ve içme sonunda otur otur sıkılırsam diye yanıma da benden bir parça olan cep telefonumu aldım. Onun yanına da şarjım kalmazsa diye power bankı aldım. Sıra sıra ağaçlardan Güneş görebilirsem yanmamak için şapkam da yanımda. Allah'tan daha ne isterim ki!

Öğle dolaylarında piknik mevkiine doğru yola çıktım. Menzilime yaklaşırken yeri öğrenmek için telefonuma sarıldım. O da ne! Şebekem çekmiyor. Bereket yanımdakinin hattı çekiyor. Varacağımız yeri o telefondan öğrendik. Daha doğrusu öğrenemedik. Çünkü gönderilen konum bizi götürmedi. Organizatör önümüze çıktı bizi piknik yerine götürmek için. O önümüzde, biz arkasında. Arabayla yol alıyoruz ama gidilecek gibi değil. Çünkü adı yol olan bir yoldan gidiyoruz. Ne asfalt var, ne mucur dökülmüş, ne de tesviye yapılmış. Akan seller yolu yarmış. Arabanın iki tekeri yukarıda, ikisi aşağıda. Bizim arabanın altı değmedi ama önden giden bazı araçların altı değmiş. Traktör zor geçer bu yoldan desem abartmış olmam. Hatta eşek bile doğdum doğalı böyle eziyet görmedim der. Arabanın geçmesi zor olan bu yol aynı zamanda tehlikeli de. Çünkü yokuş aşağı dik, fren yaparak iniyorsun. İçim dışına çıkmış bir vaziyette bildiğim duaları okuyarak inerken "Bu kadar riski göze alarak bu piknik yeri bulunduğuna göre doğa harikası, cennet misali bir yer olmalı gideceğimiz yer" diye gözümün önüne getiriyorum. Nihayet az sonra piknik yerimizi gördüm.

Bir çukurun içiydi burası. Köylüler buraya Kayaönü adını vermiş. Bir tarafımızda dağ var ama dağı göremiyoruz. Çünkü yol geçmiş oradan. Dağdan sel akıyormuş buraya. Yeni yol ile birlikte köprü yapılmış. Köprünün altına yüksekliği 5-6 metrelik taştan bir duvar örülmüş. Oturduğumuz yüzeyde 8-10 metrelik bir mesafede iki ağaç var. Biri dut, diğeri akasya ağacı. Dut ağacının yarısı bize ait . Diğer yarısı büyük taşlarla kaplı. Ağaçlar yetmez denerek bir de çadır kurmuş bizim organizatör. Hal- hatırdan sonra etrafı temaşa etmeye başladım. Sürekli akan bir çeşme, onun önünde dere bile denmez yerin tabanında azar azar akan su var. Çeşmenin arkasında ve önünde uzun uzun ağaçlar var ama içlerine girilmez ve oturulmaz. Yabani otlar ve dikenlerle kaplı zemin. 

Çeşmeden bir abdest aldım, buz gibi sudan da kana kana içtim. Sonra zorunlu ikametgâhım olan dut ağacının altına serilmiş serginin üzerine geçip namaza durdum. Bastığım yerden ayağımı tekrar kaldırdım. Çünkü sergimizin altı doğal çakıl ve mucur dolu. Secdeye gidiyorum, alnımı acıtan taş; ben buradayım, rahatsız etme diyor. Tahiyyata oturdum. Oturmak ne mümkün! Yine taş. Cesaretin varsa ayağını bük tahiyyatta. 

Pikniğin organizatörüne burayı çok mu aradın dedim. Evet dedi gülerek. "Dayım tavsiye etti burayı" dedi. Dayınla aran iyi mi dedim. İyi, cevabını verdi. Millette akıl fazlalığı var, bizim ise akla ihtiyacımız var dedim. Haydin gidelim buradan dedim. Kimse oralı olmadı. Sanırım ortamdan rahatsız olan tek kişiydim. 

Vakit geçirecek bir meşgale bulmam lazım. Hemen oyuncağıma sarıldım. Yukarıda çekmeyen telefonum belki çukurun çukurunda çekerdi. Ne telefon çekiyor, ne de internet! Ne yapayım derken yatayım bari dedim. Sağıma soluma taşlar bata bata kıvrıldım. Benim geldiğimden rahatsız olan taşlar neren ağrır dercesine batırıyordu taşını. Çekecek çilem varmış, çekeceğim artık dedim, homurdana homurdana uyumaya çalıştım. Uyumak ne mümkün! Ne altım rahattı, ne de üstüm. Alttan taşlar, üsten sinekler. Başıma şapkayı koydum. Az sonra yanımdakiler Güneş geldi diye kalkıştı. İki koldan yeni bir yere bakmaya gittiler. Az sonra en iyisi burası deyip geldiler. 

Ortamdan en mutlu olan bizi buraya getiren, olursa burası diyen organizatördü. Başka mutlu olan var mı diye bir göz gezdirdim, pikniğin masraflarını karşılayanın da sevincine diyecek yoktu. Biri organizatörlüğümün kıymetini bilin; diğeri, "Ben size yediririm ama burnunuzdan fitil fitil getireceğim" der gibiydi. Hiçbir şeyden habersiz küçük çocuklar da mutluydu; kah çeşmeye, kah dereye giderek birbirlerinin üzerini ıslatıyordu. Az sonra annelerinden "Yine mi ıslattın üzerini, ne giyeceksin şimdi" azarına aldırmadan... Bir mutlu kesim daha vardı ki esas mutlu olanlar onlardı; kimi misafiri geldiği için iştirak edemedi, kimi tatile çıkacağım diye, kimi de nöbetçiyim diye.

Az sonra semaverde yapılmış çayımız geldi, yudumladık. Çekirdeğimizi yedik. Karnı doyan top oynamaya kalktı. Küçük bir yer vardı top oynamak için. Futbola müsait değildi saha ama ekibimiz buna da çözüm buldu. Voleybol oynamaya karar verdiler ama direk yok iki kenarda. Hemen iki arabayı ortası boş olacak şekilde paralel hale getirdiler. Bir de ip çektiler. Güneş tam tepedeyken kendilerini oynamaya verdiler. Kimse sıcak, yanarsınız sözüne aldırmadı. Az ara verip bu sefer yakan top oynadılar. Az sonra başlarına gelecek olana aldırmadı kimse. Nice sonra çoğunun özellikle sarı olanların kolları ve yüzleri kızarmaya başladı. Ekip bu durumda iken ben kalkıp kalkıp can sıkıntısından su içmeye gidiyordum, su belki şifalıdır diyerek içiyordum durmadan. Aç karına da fena gitmiyordu.

İkindiye doğru ekip acıkmaya başlayınca taş, diken, çöğür ve yabani otlar arasında bulduğumuz bir yere mangallar yakıldı. Şükür nevalemiz varmış, millet pikniğe geldiğini anladı dedim. Elim arkada dolaşıyorum. O kadar gencin arasında bana iş düşmez dedim. Duman çıktıkça moralim biraz gelmeye başladı. 

Yemeğimizi yedik. Pişirenlerin ellerine sağlık, sofrayı hazırlayanların da. Özellikle salata yapanlara da teşekkür etmem lazım. Aile saadetim için önemli bu. Pikniğin masrafını çekenin atasına rahmet, kesesine bereket. Organizatöre gelince Allah onun hayrını versin. Kuş uçmaz, kervan geçmez bu yeri referansla bize buldu ya. Bu pikniğin unutulmayacak yönü de burası. Ben kızdıkça gülmesi olacak olanlara hazırlıklı gibiydi. 

Karnımızı doyurduk ama bu işin yani çukurun bir de çıkışı vardı. İnmeye inmiştik. Geldiğim andan itibaren alternatif yol sordum soruşturdum; nasıl, nereden çıkarız bu ören yerden diye. En iyisi indiğimiz yolmuş. Kazasız-belasız buradan bir çıkarsak halimize şükür diyeceğim. 

Vedalaşıp ayrılırken organizatöre "Muhtara ismini yazdır, önümüzdeki yıl da biz pikniği burada yapacağız de, kimse kapmasın" dedim. Ya Allah, ya bismillah diyerek indiğimiz yolu tırmandık birinci vitesle. Şükür ki inişimiz kadar zor olmadı. Çıktıkça rahatladım. Zira burada araba arızalansa buraya ne tamirci gelir, ne de çekici. Çekici gelse çekemezdi yukarıya. Asfalta doğru yaklaşırken köyün pardon mahallenin mezarlığını gördüm. İyi mezarlık da yakınmış, başımıza bir şey gelseydi gömüleceğimiz yer de yakınmış dedim kendi kendime.

Eğer şehrin her bir köşesindeki dört başı mamur piknik yerlerinden bıktınız, kendinize yeni bir macera arıyorsunuz, ağrımaz başınızı ağrısın istiyor ve benim piknik yaptığım bu piknik yerini çok beğenip merak ettiyseniz yer ayırtmada acele edin veya sabahın erken saatinde herkesten önce giderseniz belki şansınız olur. Ölmeden önce ölümü hatırlarsınız. Yer mi? Sır... Kimseye söylemem. Sadece yanından Seydişehir yolu geçiyor, tabi yola çıkabilirseniz. Bu arada açlıktan ve can sıkıntısından soğuk diye kana kana içtiğim su içilmiyormuş, haberiniz olsun. Bana afiyet ve şifa olsun. 


17 Temmuz 2018 Salı

Torpilin Neresindeyiz? **



Kamuya eleman alımında veya yönetici seçiminde her birimizin ağzımızdan düşürmediği kulağa hoş gelen iki güzel kelime var: Liyakat ve ehliyet. Bu iki kelime sadece dilimizde değil, 657 Sayılı DMK' da da istenen kriterlerden ikisi. 


Liyakat ve ehliyetin neresindeyiz? Ne kadar riayet ediyoruz ihtiyacımız olan yere birini seçeceğimizde? İşte bu sorular çok su götürür maalesef. İstediğimiz kadar liyakat ve ehliyeti dilimizden düşürmeyelim, Kanun'da iki şart olarak sunmaya devam edelim, Allah Kur'an'da "Emanetleri ehline verin" buyursun; sonuç, imam bildiğini okuyor. Bu alanda milletçe sınıfta kaldık desek yanlış olmaz. Maalesef karnemiz ve sicilimiz iyi değil, hatta berbat. Çünkü kahir ekseriyetimiz iyi bir sınav vermiyor. 


İşin garibi adam kayırmacılığından, ahbap-çavuş ilişkisinden "Dayısı olan giriyor" diyerek herkes şikayetçi. Ama istisnalar hariç çoğumuz bu işin içindeyiz. Yeter ki bir yere atanacak bir tanıdığımız olsun veya atama yapılacak komisyonda görev yapalım.  Ya torpil yapacak birine ulaşmaya çalışıyoruz, ya da görevlendirildiğimiz komisyonda bize ulaşan olmasın. Hatta bazımız tek referansı yeterli bulmayıp ne kadar etkili ve yetkili kişiye ulaşırsak işimiz o kadar garanti olur düşüncesiyle çalmadık kapı bırakmayız.


Son yıllarda FETÖ gibi terör örgütleriyle mücadele etmek amacıyla kamuya alımlarda can simidi gibi sarıldığımız sözlü mülakat, “Birileri kayırılıyor” şayiasını beraberinde getirdi. Sözlü mülakatlarda görev yapan komisyon üyeleri, “Biz ehliyet ve liyakata göre alacağız, kesinlikle kimseyi kayırmayacağız…” dese veya devletin en üst kademesinde görev yapan yetkili kişiler komisyon üyelerine, “Önünüze üç katı aday gelecek. Siz bunlardan üçte birini seçeceksiniz. Seçerken elinizi vicdanınıza koyarak karar verin, kendi işinize adam alır gibi seçin…” dese ya da aday veya aday yakınları, “Hak eden ve layık olan kazansın. Biz asla birilerini devreye koymayacağız…” dese ve her şey hakkaniyet ölçüsü içerisinde yapılıp hiç torpil yapılmasa bile sözlü mülakatın özünde torpil var algısı vardır. Yani çok su götürür. Hatta halkımız mülakatı, eşittir torpil olarak görmektedir. Böyle görmekte haklılar da. İşin garibi çoğumuz torpil buluyor, torpil yapıyoruz. İstediğimiz olmayınca “Torpil var” diye bas bas bağırıyoruz. Bu konuda öyle algı oluşmuş durumda ki  adamın yoksa kamuya giremezsin sözü belleklerimize iyice yerleşti. “Ben torpile karşıyım, torpil yoluyla iş sahibi olmak istemiyorum diyen de torpil bulmak zorunda hissediyor kendini.


Kamuya alımlarda devletin köküne dinamit koymak demek olan ve toplumsal barışı zedeleyen kayırmacılığa bir dur demenin zamanı gelmedi mi hala? Böyle gelmiş böyle gider mi diyeceğiz? Dün onlar yaptı, onlar yaparken iyiydi, bugün biz yapmayacak mıyız demeye devam mı edeceğiz? Herkesin şikayet ettiği bu çürümüşlüğe son noktayı koymayacak mıyız? Eşittir torpil demek olan bu mülakat belasından nasıl kurtulacağız? Bu konuda soruları çoğaltabiliriz. Bu konuda şunu söylemek istiyorum. Kamuya alımlarda torpil varsa bilelim ki torpil iki taraflıdır: Torpili talep eden ve bunu yerine getiren. Bir defa torpil istemeyen ekseriyetimiz torpilin kalkması konusunda samimi değiliz. Maalesef yanlış bildiğimiz bu yöntemle kayırdıkça, kayırma aradıkça pamuk ipliğine bağlı barış ortamını yok ediyor, geleceğimizi tüketiyoruz.


Torpile kapı açan mülakat kimin aklıysa bu aklı kendine saklasın. Bu yöntem ahlaki yozlaşmayı artırırken devlete ve insanlara olan güveni azaltıyor. Mülakat yöntemi iktidarın da topuğuna sıkıyor ve kolay kazanacağı seçimleri daha zor veya bıçak sırtında kazanmaya başlıyor.


Torpil konusunda torpil yapanlar kadar torpil arayanlar da suçlu. İki tarafı pis bir değneği taraflar tutmaya devam ediyor. Burada devlete düşen torpile kapı aralayan mülakatla kamuya eleman alımı yöntemini çöpe atmaktır. Bu yöntemin ne iktidarda olana katkısı olur; çünkü buradan oy çıkmaz. Ne de devlete hayrı olur; çünkü ortalık hakkımı helal etmiyorum diyerek devlete küsenlerle dolu. Torpil ile devlete atananlar da devlet ve millete hayır etmez. Çünkü ehil olmadan o göreve geldi veya makama atandı. Zaten bu yüzden olsa gerek, bulunduğu yerde başarılı olamasa bile istifa mekanizması bizde çok hatta hiç işlemiyor.


Gelin, geleceğimizin teminatı olan çocuklarımızın umutlarını tüketmeyelim. Kamuya alımlarda yeniden sınav ve güvenlik soruşturmasını şart koşalım. Yoksa bugünlerimizi çok ararız.

** 23/07/2018 günü kahtasoz.com da yayımlanmıştır.




15 Temmuz Darbe Gecesinde Sala Veren Müezzinleri Darp Edenlere Ne Yapıldı?


15 Temmuz darbe gecesi Diyanet İşleri Başkanlığının direktifi gereğince tüm Türkiye’de camilerimizin minarelerinden sala okunmaya başlanmıştı hatırlarsınız. 120 bin camide aynı anda okunmaya başlanan salalar toplum nezdinde hüsnü kabul gördü. 

Kanlı darbe teşebbüsünün ikinci seneyi devriyesinde Habertürk kanalına telefonla bağlanan ve 15 Temmuz gecesi ile ilgili sorulara cevap veren eski(eskimez) Diyanet İşleri Başkanına gazeteciler, “Basın ve medyada darp edilen din görevlilerin bilgileri yer aldı. Bu sayı tüm Türkiye’de kaç din görevlisinin başına geldi” şeklinde bir soru sordu. Sayın Görmez, “60 camide sala veren müezzine fiili saldırı olduğunu” söyledi. Yine gazeteciler, “Darp eyleminin kaç tanesi darbeci askerler tarafından işlendiğini” sordu. “Yarıdan fazlasını” cevabını verdi Sayın Görmez. “İmamlara yapılan bu fiili saldırı ile ilgili ne yapıldığı” sorusuna, “Haklarında suç duyurusunda bulunuldu” dedi Görmez. Gazetecilerden “Suç duyurusu yapılanlar hakkında hangi fiili tecavüzcüye ne cezası verildi” sorusunu sormalarını beklerdim. Ama böyle bir soru sorulmadı.

Sayın Görmez o geceye dair önemli açıklamalarda bulundu. Burada sala veren müezzinlere uygulanan darbı konu edinmek istiyorum. Görmez’in verdiği bilgiye göre fiili tecavüzün yarıdan fazlası darbeciler tarafından işlenmiş.  Sala okuyan müezzinlere darbeci askerler tarafından yapılan saldırıyı kendi içinde tutarlı görürüm. Ha cami duvarına işemiş, ha minareye, fark etmez. Çünkü milletin ve Meclisin üzerine bomba atan, gözlerini kırpmadan sivillerin üzerine kurşun yağdıran canilerin müezzini darp etmesi normal. Öldürmediklerine şükretmez lazım. Zira onlara göre darbenin karşısına çıkan herkes çoktan ölmeyi hak etmişti. Umarım bu darbe teşebbüsüyle birlikte sala verirken görevliye dipçik vurup yere yıkan bu caniler şimdi içeridedir ve hak ettikleri cezayı fazlasıyla almışlardır.

Sayın Görmez’in yaptığı açıklamadan anladığım imamlara fiili tecavüzde bulunan kişilerin yarıya yakını sivil darbe severler tarafından işlenmiş. Bunlara ne yapıldı, haklarında sadece dava mı açıldı, bunlar hakkında tutuklama kararı verildi mi? Yoksa ellerini ve kollarını sallayarak toplum içerisinde geziniyorlar mı? Umarım darbeye teşebbüs edenler gibi işlem görmüşlerdir bunlar. Verilen emir çerçevesinde kamusal bir görev ifa eden bu görevlilere saldıranlar şayet ifadeleri alındıktan sonra “Adli Kontrol Şartı” ile hiçbir şey yokmuş gibi salıverildiyse vay halimize! Çünkü son yıllarda ölüm ve yaralama dışında darp eyleminde bulunanlar ifadelerinden sonra salıveriliyor. İnşallah bu darbe severlere aynı muamele yapılmamıştır. Bence sala veren görevliye vazife başındayken yapılan bu saldırı diğer darplara benzemez. Yapılan bu eylem darbeye teşebbüs eylemidir; milletin üzerine bomba yağdıranlardan, silah çekenlerden farkı yoktur. Aynı amaca hizmet etmiştir. Darbede suçüstü yakalanan gözü dönmüşlerle aynı cezayı çekmeleri için yargılanmaları gerekiyor.

Sala veren görevlilere darbeci askerlerin dışında fiili saldırıda bulunan sivil darbe severlere, “Ceza verildi mi? Ceza verildiyse ne kadar ceza verildi? Yoksa ifadelerinin ardından salıverildiler mi” sorularına cevap verilmesini etkili ve yetkili makamlardan istiyorum.