20 Şubat 2017 Pazartesi

Her şeyde bir hayır vardır

Bir şeyi normalinden daha fazla büyütmemizde üstümüze yoktur. Yeri geldi mi deveyi pire, pireyi de deve yaparız. Şimdi gündemimizde hepinizin malumu anayasa referandumu var. Cepheler belli. Kılıçlar çekildi. 'Evet diyeceğim' diye görüş bildireni bir kesim göklere çıkarırken diğer cephe onu anasından doğduğuna pişman etmek için uğraşıyor. Biri de 'hayır diyeceğim' şeklinde bir görüş bildirirse bu sefer diğer cephe harekete geçiyor, adamı yerin dibine batırmaya çalışıyor. Aslında yok birbirimizden farkımız…Tencere-kapak gibiyiz.

Demokrasiyi bir türlü özümseyemedik. Bir şölen havası içerisinde sandığa gitmeyi beceremiyoruz. Mutlaka kıracağız, dökeceğiz. Demokrasilerde bir seçimi kazanmak da var, kaybetmek de. Referandumda 'evet' ve 'hayır' çıkması bir seçenektir, bir tercihtir. Gücü elinde bulunduranlar, gücü eline geçirmeye çalışanlar halkın tercihine saygı duymayı öğrenmeliler her şeyden önce. Ne 'evet' dünyanın yeniden kuruluşudur, ne de 'hayır' dünyanın sonudur. Halkın sağduyusu isabet de eder, yanılır da. Sonunda hayatta kazandığımız ve kaybettiklerimiz hep kendimizin tercihleri sonucunda oluşmuyor mu? Edep dairesinde evet/hayır çıkması için çaba sarf edenlere, çalışanlara, gerekçelerini anlatanlara hiç sözüm olmaz. Görüş bildirenlere de saygım var. Fakat her iki tarafta kraldan daha kralcı olan fanatik militanlar var. İşte bu fanatiklerdir ortamı geren, sandığın içine edenler. Aşırı fanatikliğin kimseye faydası olmaz. Tek faydası görüşünü değiştirmeyecek şekilde rakibini motive eder. Evet çıksa da hayır çıksa da kazanan bu ülke olacaktır. Ama kaybedenlerin evet/hayır fanatikleri olacağını düşünüyorum. Mutlaka evet çıkacak diye fanatiklik yapanlar 'evet' çıkmazsa, mutlaka 'hayır' çıkacak diye militanlık yapanlar 'hayır' çıkmazsa kahrolacaklar, bunu biliyorum. 'Evet'i savunanlar 'hayır'ın çıkabileceğini, 'hayır'ı savunanlar 'evet'in çıkabileceğini hesaba katsalar daha iyi olur. Aslında her iki taraf da "Allah'tan hayırlısı" diyebilse mesele bitecek.

Bizim kültürümüzde olmasını istediğimiz iş için çaba sarf eder, sonunda "Benim için hayırlı ise olsun, hayırlı değilse olmasın" denir. Bunu demek sonucuna katlanmak demektir. İstediğimizin, gönlümüzden geçenin olması değildir. İş, istediğimiz şekilde olmazsa içimizden buruk bir üzüntü duysak da "Demek ki hayırlı olan bu imiş, bunda da vardır bir hayır" deriz. Allah her zaman istediğimizi vermez. Eğer bizim her istediğimiz gerçekleşmiş olsa ele avuca sığmaz, nereye basacağımız belli olmaz, kırmadık yumurta bırakmayız. Şımarır da şımarırız. Bazen "Hayır bildiğimizde şer, şer bildiğimizde de hayır" olabileceğini hesaba katmamız lazımdır. Yazımı, her şeyde bir hayır vardır hikayesiyle bitirmek istiyorum: 

Zamanın birinde bir padişah yaşarmış. Padişah avlanmayı çok sever, sık sık avlanırmış. Padişahın aklı-selim: “Her şeyin hayırlısı, her şeyde bir hayır vardır.” cümlesini dilinden düşürmeyen bir de veziri varmış. Padişahın başına bir şey gelse vezir hep; “Padişahım üzülmeyin her şeyde bir hayır vardır.” dermiş. Padişah da vezire bu yüzden çok kızarmış.

Yine bir gün padişah vezirine “Bugün ava nereye gidelim” diye sormuş, vezir bir yer tarif etmiş. Oraya gitmişler fakat avlanırken padişah elinden yaralanmış, eli kanamış ve elinin yarasını sarmışlar. Padişah vezirine kızmış, “Senin yüzünden oldu” demiş. Vezir yine aynı cevabı vermiş ; “Her işte bir hayır vardır padişahım, üzülmeyin.” demiş.

Bunun üzerine padişah vezire çok kızıp, ben elimi kesiyorum, sen bana “Her işte bir hayır vardır” diyorsun deyip veziri zindana attırmış. Vezir zindana giderken yine “Her işte bir hayır vardır” deyip gitmiş. Padişah yine öfkelenmiş, “Adamı zindana attırıyorum adam yine aynı şeyi söylüyor” demiş.

Padişah avlanmak için az bir adamla başka insan ayağı değmemiş bir yere gitmiş, avlanırken oranın yerlileri bunları faka bastırıp, esir etmişler. Yerliler her gün bir esiri kendi inançları gereği kurban ediyorlarmış, sıra padişaha gelmiş ama onu serbest bırakmışlar. Çünkü yerlilerin inancına göre sakat veya  bir yeri yaralı adamdan kurban olmazmış.

Padişah vezirini düşünüp ona hak vermiş. Hemen ülkesine dönüp vezirini serbest bıraktırmış. Ama yine soruyu sormuş; “Hadi benim elimin kesilmesini anladık, peki senin zindana girmendeki 'hayır' nedir demiş.

Vezir de; “Ben zindana girmeyip sizinle gelseydim, yerliler şimdi diğerleri gibi beni de kurban etmiş olacaklardı demiş.”

Var mı bundan ötesi? Ders alıp, öğüt çıkaranlara ne mutlu! 20/02/2017


Tek kişiye bel bağlamak

Doğu toplumlarının özelliğidir, sevdi mi ölümüne sever, nefret etti mi yine ölümüne nefret eder. Sevdiğimiz, hele bir de hizmet eden biri ise ona her yönüyle güvenir; canımızı, malımızı, mahremimizi, ülkemizi emanet ederiz. Öl desin ölür, kal desin kalırız. Nefret ettik mi de kılımızı vermeyiz. Ağzıyla kuş tutsa, bizi sırtında taşısa, önümüzde takla atsa -tabirim yanlış anlaşılmasın, teşbihte hata olmaz- Nuh der, peygamber demeyiz.

Hayatı, her şeyi, geleceğimizi sadece bir kişiye bağlamak, emanet etmek, ona havale etmek doğru mu? Ya sevdiğimiz kişinin başına bir şey gelirse ondan sonra ne yapacağız? Yetim mi kalacağız? Bu durumda havale ettiğimiz işler ne olacak? Böyle bir durumda hedefe gidilen yol dümura uğramaz mı? Çünkü orta yerde 'B' planı yoktur.  Nasıl ki kurt puslu havayı severse düşman ve fırsatçılara gün doğar.

Her insan lider olamaz, liderlikte mutlaka karizma da gerekir. Böylesi liderler olsun olmaya. Fakat ölümlü dünyada her türlü kötülüğün etrafımızda dolandığı bir ortamda bir hareket kişiye endeksli olmaktan ziyade kurumsallaşma yoluna gitmelidir. Liderin gerisinde onun hatasını düzeltecek, ona yol gösterecek, ufuk çizecek 'ehlü'l hal ve'l akd' diyebileceğimiz bir heyet olmalıdır. "Onların işleri kendi aralarında şûra iledir" ayeti gereğince kararlar istişare ile alınmalıdır. Yeri geldiği zaman burada hesap verme-hesap sorma olmalıdır. Liderin yükü de hafifletilmiş olur. Hizmetin liderinin başına menfur ve nahoş bir durum geldiği zaman heyet yeni liderini seçip yoluna devam etmelidir. Böylece dava, hizmet ve hareket inkıtaya uğramamış olur. Türkiye'nin siyasi hayatı lider endekslidir. Lideriyle doğar, büyür ve ölür. Lider ölünce partisi de eski görkeminden çok uzakta kalır. Çünkü yerine seçilen, lider olmaktan ziyade sadece genel başkan seçilmiş olur, önceki liderinin hep gölgesinde kalır. Yine bizde hiçbir lider kendisini geçebilecek bir çırak yetiştirmez. Kitleleri ardından sürükleyebilecek biri çıkarsa da partiyi ele geçirebilir endişesiyle partisinden aforoz edilir. Hasılı mevcut "Siyasi Partiler Kanunu" ile bir partiden ikinci lider doğmaz.

Türkiye'nin geçmiş tecrübelerinden hareketle şimdiden tedbir almakta fayda vardır. Bu şekil olan bir hareket evladiyelik ve uzun ömürlü olur, iyice kökleşir ve kurumsallaşır. Böylesi kurumsallaşan hareketler demokrasi kültürünün oluşmasına da katkı sağlarlar. Parti bir demokrasi okulu olur. Doğrular ve yanlışlar birlikte göğüslenilir. Sonunda ortaya yeni  bir Uhut da çıkmış olsa pişmanlık olmaz. Çünkü kararda ortak aklın imzası vardır. 20.02.2017

Bari bu işi az ötede yapsalar! *

Birlikte çalıştığımız bir arkadaş: “Ne zamandır Karatay Terminalinin önünden Üçler Mezarlığına doğru gitmemiştim. Ne biçim olmuş oralar öyle. Sağlı sollu bekleşen bayanlardan geçemedim, az ileriye gittikten sonra polisi aradım. Polisin geldiğini görenler hemen kayboldu.” Konuştuğu polisin: ‘Yakaladığımız zaman Kabahatler Kanununa göre 70 lira kadar bir ceza yazıp salıyoruz, başka bir şey yapamıyoruz, bu işi yapanların çoğunun aylığı 20-30 bin lirayı buluyor, müşteriye 300 liraya gidiyorlar’ dediğini ifade etti.
***
Birkaç yıl önce yine birlikte çalıştığım bir arkadaş yine aynı bölgede(Karatay Terminali) aracını park ettikten sonra yürümek isterken yol kenarında bekleyen bayanın biri: “İster misin” demiş. “Ne ister misin, anlamadım” deyince kadının:  “Anlamamazlıktan gelme! Kafanı, gözünü kırdırırım bak!” dediğini anlattı. Kendi başına kafa-göz kıramaz. Öyle zannediyorum, onu izleyen çetesi de olmalı.
***
Kayalıpark-Alaaddin Durağı arası ve Alaaddin tepesinin etrafındaki kaldırımlarda;  üzerinde bir bayan ismi, altında da aranacak numara olan kartvizitlerin rastgele serpiştirildiğini, özellikle atıldığını görmek mümkün. Birileri atıyor, belediye durmadan temizleyeceğim diye uğraşıyor. Akşama kadar kaç kişiyi ağlarına düşürüp avlıyorlar, kaç kişiyi soyup soğana çeviriyorlar? İşte burası meçhul. Konya’nın diğer taraflarında,  diğer şehirlerimizde ise nelerin döndüğü en azından benim için muamma.
***
Arkadaşımın annesi balkondan aşağıya bakarken güpegündüz, işlek bir caddede iki karşıt cinsin öpüştüğünü görür ve hemen "Ayıp değil mi gençler" diye seslenir. Erkeğin utancından yüzü kızarır, başı önde yürümeye başlar. Kızımız başını kaldırır ve "Kıskandın değil mi" diye cevap verir. Sonra ne mi olmuş? Teyzenin yüzü kızarmış ve: "Terbiyesiz! Neyi kıskanacağım, benim 4 tane oğlum var. Fesübhânellah! Ne günlere kaldık, ya Rabbi!" diyerek içeri geçmiş.
                                                                         ***
Otobüs durağında bekleyen 15-16 yaşlarındaki iki genç kızın yanına az ilerde duran iki gençten biri geldi. Kızı öptü. Kız beni gördü. Utandı sandım. Mutlu, huzurlu ve gülen yüzüyle o da gitti onu öptü; gelen otobüsün içindekilere, yoldan geçenlere ve durakta bekleyenlere aldırmadan. Ben ne mi yaptım? Arkadaşımın annesi  kadar  olamadım. Sadece bakakaldım. Hiçbir şey diyemedim… Bizim kültürümüzde eş bir yere giderken uğurlamaya gelenlerle sarılır, tokalaşır, eşine de uzaktan "Hoşça kal" derdi. Nereden nereye... Bindik bir alamete. Gidiyoruz kıyamete bakalım. Allah hakkımızda hayırlısını versin.

                                          ***
Verdiğim son iki örnek amatörce yapılanı. Aşkın(!) cadde ve sokaklara taşması veya evlere girmemesi de denebilir. Önceki örnekler ise bu işin profesyonelce yapıldığını göstermektedir. Lut peygamberin kavmi niçin helak oldu acaba? Sadece Lûtîlikten mi? Yoksa fuhşiyatı cadde, sokak, çarşı demeden herkesin gözü önünde aleni olarak yapmalarından dolayı mı? Sanırım ikinci olsa gerek. Lut zamanında "Bari bu işi az ötede yapın" diyenler çıkarmış. Biz bugün hiçbir şey söyleyemiyoruz bile maalesef.

Meryem Süresi 59.ayette Allah: “Ama onların ardından namazı bırakan, şehvetlerine uyan bir nesil geldi. Onlar bu azgınlıklarının karşılığını göreceklerdir.” buyurmaktadır. Bu ayete göre bir toplumun bozulmasının iki ipucudur: namazı terk ve şehvetlere uymak. Sanırım zaman bu zamandır. Allah bu tür neslin anne-babalarına ve çocuklarımıza yardım etsin. Bu uçkuruna düşkün ve bedeninden para kazananların şerrinden bizi korusun.

Kayalıpark, Alaaddin demek Konya’nın merkezi demektir. Konya’da yaşayanlar buralarda garip şeyle döndüğünü, birilerinin vücudunu pazarladığını düşünüyor. Sanırım yetkililer de burada olup biten durumdan haberdarlar. Yapanları da biliyorlar. Verilen cezalara göre tekrar yapılıyorsa demek ki cezalar caydırıcı değil. Vatandaş olarak çözüm beklediğimizi ifade etmek istiyorum. Yok elimizden başka bir şey gelmez diyorsa yetkililer, bu işi meslek haline gelmiş kişilere: "Bari bu işi az ötede yapın" desin. 20/02/2017

* 22/02/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Ne Derdi Acaba?

*Konya Zafer Meydanı dile gelseydi, o bölgede olup bitenler için ne derdi acaba?
*İslam dile gelseydi birbirini öldüren, kuyusunu kazan, dedikodu yapanlara ne derdi acaba?
*Eğitim ve öğretim dile gelseydi hava muhalefetinden dolayı yapılamayan   eğitim için  müntesiplerine ne derdi acaba?
*Kur’an dile gelseydi, kendisini ezberleyip de yaşamayanlara ne derdi acaba?
*Dilin dili olsaydı, söylediğini yaşamayanlara ne derdi acaba?
*Tatilin dili olsaydı, tatil yapmaktan keyfini çıkaramayanlara ne derdi acaba?
*Ana karnındaki çocuk dile gelseydi, hava muhalefetini gerekçe göstererek işine gitmeyen anneye ne derdi acaba?
*Gözün dili olsaydı; gördükleri, görmeye çalıştıkları ve gözetledikleri için ne derdi acaba?
*Emanetin dili olsaydı, kendisine yapılan ihanetler için ne derdi acaba?
*Ayakkabı dile gelseydi, akılsız başın yaptıkları için ne derdi acaba?
*Kibir dile gelseydi, güya dağları ben yarattım diye caka satanlar için ne derdi acaba?
*İçimiz dışa çıkıp dile gelseydi, dışımız için ne derdi acaba?
*Sevgi dile gelse, birbirini sevdiğini söyleyenlere ne derdi acaba?
*Her türlü emellerimize alet ettiğimiz aletler dile gelseydi, bize ne derdi acaba?
*Alâeddin-Adliye arasındaki raylar dile gelseydi bu projeyi üretenler, yapanlar ve sessiz çoğunluk için ne derdi acaba?
*Gizlilik ve alenilik dile gelseydi, gizlediklerimiz aleni yaptıklarımıza, aleni yaptıklarımız gizlice yaptıklarımız için ne derdi acaba?
*Ramazan dile gelseydi, Ramazana ne derdi acaba?
*Özür dile gelseydi, kabahate ne derdi acaba?
*Mazeret ve gerekçe dile gelseydi, yaptıklarımıza ve yapamadıklarımıza bulduğumuz kılıflar için ne derdi acaba?
*Asgari ücret dile gelseydi, asgari ücretin üzerinde ücret alıp da asgari ücretlileri asgari ücretten kurtarmayanlara ne derdi acaba?
*Toplu taşıma araçları dile gelseydi, çoluk çocuğunu evlendirmiş,  evini barkını almış 65 yaşına gelmiş ve emekli olmuş kişileri, toplu taşıma araçlarına ücretsiz bindirip yeni iş bulmuş, evi kira olan asgari ücretlilerden tam ücret alma kararına ne derdi acaba?
*Yetki dile gelseydi elindeki yetkiyi kılıç gibi kullananlara ne derdi acaba? 20.02.2015

19 Şubat 2017 Pazar

Bazılarımız işitme-engelli olsaydı ne iyi olurdu!

Türkiye gibi gruplaşmanın bol olduğu, ön yargının hakim olduğu, düşünce-fikir ve vicdan hürriyetinin olmadığı, görüş bildirenlere belden aşağı vurularak konuşup konuşacağına pişman edildiği, prensiplerin değil kişilerin konu edinildiği, gücü eline geçirenin muhaliflerine tokmak vurduğu, başarı gösteremeyip hep muhalif kalanların kendini anlatma yerine saldırıya geçtiği, farklı görüşün dışlandığı, insanın iliklerine kadar baskı hissettiği  ülkelerde acaba dilsiz olmak daha mı iyi olurdu diye düşünmeden edemiyor insan.

Dilsiz olunca zaten duyamıyorsun da. Kimin ne dediğini işitmiyorsun. Kimse senin görüşünü de sormaz. Yapılan kayıkçı kavgalarından haberin olmaz. Ne üzülür, ne de üzersin. Gül gibi geçinir gidersin. Ülkeyi düzeltme, yanlış yolda gidenleri yola getirme gibi bir derdin de olmaz. Kendi halinde hayat mücadelesi verir gidersin.

Birbirimize karşı hazımsız, tahammülsüz ve hasmane tavırları göre göre bir gün gelip işitme-engelli olanlara gıpta edeceğim hiç aklıma gelmezdi. Beş duyu organlarımızdan kulak ve dil gibi iki önemli organımızın çözüme katkı olacağı yerde bir gün sorun haline gelebileceğini hiç hesaba katmamıştım. Hatta acırdım bu şekil engele sahip olanlara. Halbuki acınası bir halde olan kulak ve dile sahip olanlarmış da farkına varamamışım.

Lal olsaydık hiç olmazsa Yunus'un dediği gibi: "Dövene elsiz gerek/Sövene dilsiz gerek" derdik. Dünyaya nizamat vermek için başkasına had bildirmeye kalkmaz, haddimizi bilirdik. Engelli olsaydık öbür dünyada hesabımız da  ona göre olurdu. Birbirimizin dedikodusunu yapmaz, iftira atmazdık. Kul hakkımız da olmazdı. 

Sahi, duyma ve konuşma fonksiyonu olmadığı için engelli sayılan işitme-engelliler mi özürlü, yoksa işitme ve konuşma özelliği olup da amacı dışında kullanan bizler mi? 

Allah'ın verdiği bu iki nimeti yerinde kullananlara ne mutlu! 19.02.2017


"Bunca yıl boşuna mı okudum? Emeğime yazık!

Başka ülkeleri bilmem ama bizde kamuda bir iş bulmak, masa başında çalışmak, 08.00-17.00 mesaisine tabi olmak, bedenen çalışmamak, sosyal güvence ve geçimimizi sağlayacak bir ekmek kapısı bulmak için okunur. Milyonlar üniversite kapısında ter döker her yıl. Olmadı mı bir daha denenir, bir daha denenir. Üniversiteyi bitirip iş bulunca hedefimize ulaşmış oluruz. Okuma işi de biter. Çünkü amaç hasıl olmuştur.

Hepimizin hayalidir bir bordro mahkumu olmak. Aslında devlette çalışmayı istemek; ben ne uzayacağım, ne de kısalacağım. Kendimi de geliştirmeyeceğim, bir şey üretmeyeceğim, ayağımı maaşıma göre uzatıp gül gibi geçineceğim demektir. Okuyup da devlette görev almayanların sayısı çok azdır. Görev alıp da istifa edenlerin oranı da aynı şekildedir. 

Amaç; okuyup iş-güç sahibi olmak olunca okuma bizde ahlakımıza da yansımıyor. Çünkü okulu kültürlü olalım, okumanın en iyisini yapalım, öğrenelim diye bir derdimiz olmayınca okumadan beklenen davranışlar da ortaya çıkmıyor. Çalışıp memlekete ve insanlığa faydalı olalım diye bir düşüncemiz de olmaz. Varsa yoksa kendi rahatımız, terlemeden akşamı yapmak.

Okumayı seçip başarılı olanların çoğu da alt ve orta gelire sahip ailelerin çocuklarıdır. Ailesinin durumu iyi olanların çocuklarının pek okumada gözü olmaz. Ailenin serveti ona yeter de artar bile. Az sayıda okuyan maddi imkanları iyi olan çocuklar da ailesi tarafından özel okullarda okutulduktan sonra aile şirketinin başına geçirilir. 

Dar ve orta gelire sahip ailelerin çocukları okuyup da görev almayınca veya alamayınca bir başka alana da kayıp iş yapma yoluna gitmiyor. Çünkü kendisinde ve ailesinde: "Bunca emeğim var, ben bunca yılı boşu boşuna mı okudum, mesleğimle ilgili çalışmak istiyorum" düşüncesi hakimdir. Kendileri böyle bir psikolojiye sahip olmasa bile etrafından bazı işgüzarlar: "Sen o kadar yılı bu işi yapmak için mi okudun, bu yaptığın işi diploma sahibi olmadan da yapabilirdin" diyerek ajite etmeye devam ederler.

Dar ve orta seviyedeki gelir grubunun çocuklarının okumayı seçmesi, zengin ailelerinin çocuklarının okumada gözü olmamasını değerlendirdiğimiz zaman bizim ülkemizdeki okuma amacına uygundur. Doğru bir düşünce olmasa da ülkemiz insanının bilinçaltını ifade etmektedir.

Ne yapıp ne edip iş bulma gayesiyle okumaya bir son vermek gerekiyor. Okunacaksa eğer mutlaka bir katma değer üretmek, aldığımızdan daha fazla vermek hedefimiz olmalı. İnsanlık tarihinde icat yapan mucitler olarak ismimizi duyurmamız lazım. Çok bilgim yok ama dünya tarihinde bordro mahkumu olup da yeni bir icat ortaya koyan var mı? Hep merak etmişimdir. Olacağını sanmıyorum. Varsa da bu şekil üretici kafanın sayısı bir elin parmaklarını geçmez.

Okunacaksa İmamı Azam Ebu Hanife gibi olmalıdır bizim okumamız. Okuyup kendisini ispatladıktan sonra devlette görev almayan ender kişilerden biridir. Çünkü kendi işini yapmıştır. Hiçbir devlet adamına eyvallah dememiştir. Görev alması için kendisine yapılan baskılara da boyun eğmemiştir. Hem talebe yetiştirmiş, hem ticaretini yapmış. Kazancını da yeri geldiği zaman ihtiyaç sahiplerine dağıtmıştır. Asırlar geçmiş olmasına rağmen büyüklüğünden hiçbir şey kaybetmemiş, ticaretinden ziyade fıkıh alanındaki yaptığı hizmetlerle anılır olmaya devam etmiştir. Verdiği fetvalarda kimsenin etkisi altında kalmadan inandığı doğruları savunmuştur. Belki de büyüklüğü onun serbest çalışmasındadır. Çünkü şöyle karar verirsem ekmeğim kesilir, baskı görürüm endişesi taşımamıştır.

Okumayıp cahil kalalım iddiasında değilim. Zenginimiz de okusun, fakirimiz de. Okumanın en iyisini, en mükemmelini yapalım.  Hangi gaye ile okursak okuyalım Ebu Hanife'nin okumasını örnek alalım. Sadece sınıf geçmek, iş bulmak gayesi olmasın. Ekonomik özgürlüğünü elde edemeyenler birilerinin mahkumu olurlar, bir şey de üretemezler. Unutmayalım ki rızkın onda dokuzu ticarettedir. Okumayı seçince ticareti, ticareti seçince okumayı ihmal etmeyelim. 19/02/2017


Kimi, kimseye muhtaç etmesin!



Bu dünya bizim için imtihan dünyasıdır. Ebedi alemin azığını hazırlıyoruz burada. Yapılan iyilikler kişiyi Cennet'e, kötülükler de Cehennem'e götürecek. Kimse de bir başkasının yükünü çekmeyecek öbür dünyada.

Yatsı namazını kıldıktan sonra okuduğumuz Bakara Süresi son iki ayetin ikincisinde  Rabbimize: "Bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme" diye dua ederiz. Allah insana gücünün üzerinde bir yükler mi? Yüklemez. Çünkü aynı ayetin başında "Allah kimseye gücünün üzerinde yük yüklemez" buyurulmaktadır.

Herkesin imtihanı farklı farklıdır şu fani dünyada. Kimini babayla, kimini evlat ile, kimini fakirlik, kimini de servetle... imtihan eder. Önümüze çıkan her türlü imkan, dert ve sıkıntı da aslında imtihanın bir parçasıdır. Çünkü kimse başıboş yaratılmamıştır. Kiminin ki ağır, kiminin ki hafif. Çünkü herkese ancak taşıyabileceği kadar yük verilmektedir. Bu da adaletin bir gereğidir. Dünya meşgalesi bize bir çok değerlerimizi unuttursa da ebedi alemden kaçış yoktur. Bakmayın siz ahirete inanmıyor gibi yaşadığımıza.

Yan tarafta gördüğümüz ibretlik mezar taşı fotoğrafını Pusulahaber'de Uğur ÖZTEKE paylaşmış. Yazısının adını da "Gıcık bir pazar yazısı" olarak koymuş. Ne denir bu fotoğrafa. Söylenecek çok bir şey yok. Babanın çocuklarıyla imtihanı göze çarpmaktadır. Anladığım kadarıyla dünyada devam eden bu imtihan öldükten sonra da devam etsin istenmiş, acılı baba mezar taşıyla ebedileştirmiştir incinmişliğini. Öyle zannediyorum baba ölmeden önce mezar taşına bu şekilde yazılmasını birilerine vasiyet etmiş olmalı. Yoksa öldükten sonra kendi mezar taşını yazdırıp dikecek değil. Mevta nasıl biriydi, evlatları ise şu anda ne alemdeler, ne durumdalar bilinmez. Ama bildiğim bir şey var Tirmizi'de geçen bir hadisi şerife göre: "Üç kişinin duası geri çevrilmez. Allah katında makbul olur. Babanın (evladına) duası, misafirin duası. mazlumun duası" şeklinde. Baba ile evlatları arasındaki husumet, anlaşmazlık nedir, kim suçludur. Burası meçhuldür. Ne taşa bu şekilde yazdıran babayı, ne de babanın bedduasına maruz kalan evlatları ayıplayacak, kınayacak değilim. Allah kimseyi bu şekil bir imtihanla karşılaştırmasın.

Birkaç yıl öncesinde karşılaştığım yaşlı bir amca ile aramda geçen konuşmayı yazıya dökerek daha önce gazetemizde/blogumda paylaşmıştım. (http://dilinkemigiyok.blogspot.com.tr/2016/03/bir-huzurevi-sakini-ile-sohbet.html) 85 başında yaşlı bir amcanın 6 çocuktan sonra soluğu huzurevinde aldığını öğrenmiştim kendisinden. Günümüzde çoluğu çocuğu tarafından bakılmadığı için yolu huzurevlerine düşenleri duyuyoruz da böylesine ilk defa rastladım. Demek ki babanın canına tak ettirmiş evlatları.

Allah hiç kimseye gücünün üzerinde bir yük vermesin. Kimi, kimseye muhtaç etmesin. Herkese İsra 24. ayette dendiği gibi  «Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!» diyecek hayırlı evlatlar nasip etsin. Güya onlara "Öff bile" demeyecektik. Öften geçtik, bari beddualarını almasak...19/02/2017