25 Ocak 2017 Çarşamba

İş yapmak istemiyorsan, gösterdiğim yolu takip et...

Bir yerde mazeret üreten insan gördün mü selam vermeden kaçacaksın. Çünkü ona verebileceğin bir şey yoktur. Hatta onu dinler, onunla beraber bulunursan kokusu sana da siyebilir. Bir bakmışsın ki sen de mazeret üretmeye başlamışsın. Atalarımız boşu boşuna söylememiş, " Üzüm üzüme baka baka kararız" diye.

İş yapmada gözü olmayanın, rahatına düşkün olanın başvurduğu yöntemdir. Olumlu-olumsuz her icraata söyleyeceği sözü vardır böylelerinin. Laf ebesidir. Hayatta hiç pozitif enerji alamazsın, durmadan karamsarlık salgılar. Beğenmeyip eleştirdiği şeyi kendisinin yapmasını söylersen altta kalmaz. "Efendim, benim zamanım mı var, işim başından aşkın, başımı kaşıyacak vaktim olmuyor, vaktim olsa mükemmel yaparım" türünden dert yanmanın binlercesini duyarsın.

Ömrü mazeretle geçenler iş de yapmaz. Çünkü her şeye mazeret ve kılıf bulma mahareti var. Kimse ona bu konuda su dökemez. Bir dokunsan bin ah işitirsin. Sonunda o otururken sen kalkar o işi kendin yaparsın.

Efendim okumadınız mı dediğinde "Ben çalışmadım, çalışsaydım okur ve başarırdım" cevabı hazır zaten. Herhangi girdiği bir sınavın notunu sorsan: "Ben zaten çalışmamıştım ki, çalışmadan girdim. Çalışsaydım 95'ten aşağı almazdım.

Yapar göründüğü işi ise dünyanın en zor işidir. Ona göre kendi yaptığı iş doktorların, mühendislerin, öğretmenlerin, yerin altından kömür çıkaran işçinin işinden daha zordur.

Yok ben böylelerini severim, beraber olmaktan da zevk alırım dersen kendi düşen ağlamaz. Bu durumda kolları sıvayacaksın kendi işinle beraber bu mazeret üreten arkadaşın işini de sen yapacaksın. O oturacak, sen çalışacaksın. Sen çalışıp iş üreteceksin, o ise sana mazeret üretecek. Sonunda bir o üretecek, bir sen. Onun sadece dili çalışacak, senin bedenin. Onun sadece ağzı yorulacak, seninse tüm vücudun. Ne güzel ortaklık!

Rabbim sana selamet versin. Bol muhabbetler... 25/01/2017

“Diyar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa koyunu/Gelir de adl-i İlahi sorar Ömer’den onu”

-Buzda kalçası kırılanın sorumlusu kim?-

"Babam buzda düşüp kalcasını kırdı. Ameliyattan çıktı dualarinizi bekliyoruz."

Bu bilgiyi sanal alemde emekli bir öğretmenimiz paylaşmış. Kalçası kırılan amcanın fotoğrafına baktığın zaman 75-80 yaşlarında var. Bu yaşlı amca kaç ay yatağa mahkum olacak, kalktığı zaman ne derece iyileşecek, ne şekil yürüyebilecek? Çünkü hasta çocuk değil, genç değil. Kemik üstelik kalça kemiği kolay kolay kaynamaz. Hasta yatakta bakımı da zor bu amcanın.

Kim bilir amca nereye gidiyor ya da nereden geliyordu. Belki de cami yolunda kazaya kurban gitti. Görünmez kaza. Allah şifalar versin. Başa gelen çekilir. Fakat bu kazada birilerinin, yetkili bir kurumun sorumluluğu yok mu? Kimse üzerine vazife çıkarmayacak mı? Yoksa suçlu burada yere sağlam basmadığı için amca mı? Sahi suçlu kim burada? İster kabul edin, ister etmeyin ben burada suçlu olarak ilgili belediyeyi bilirim. Sokaklar cam gibi. Değme adamın 2.70 uzanmaması, kolunu, bacağını kırmaması için hiçbir neden yok. Çünkü özellikle Güneş görmeyen ara sokaklar buz pisti gibi. Burada belediye hangi bir sokağa baksın, nasıl ulaşsın diye bir eleştiri getirilebilir. Hemen söyleyeyim bu eleştiriye katılmıyorum. Küçük bir ilçe belediyesinde bile çalışan insanın sayısını duyarsanız dudağınız uçuklar. Belediyeler üzerlerine vazife çıkarmıyorlar. Bir defa plansızlar. Karın kendi başına kalkmasını bekledikleri gibi buzların da kendiliğinden erimesini bekliyorlar. Haydi arka arkasına yapan karda belediyenin yapabileceği bir şey yoktu. Çünkü yağdıkça yağdı bereket. Neredeyse iki haftadır kar yağması yok. Esen lodosla birlikte biraz eridi. Kaç gündür aşırı don ve buzlanma var. Siz hiç belediyenin buz kırdığını gördünüz mü? Yok bu görev belediyenin değilse kime ait onu bilelim. Belediyeye ait ise -ki kuvvetle muhtemel- belediye nerede? Elemanı yetişmiyor da hizmet veremiyorsa hizmet veremediği sokaktan vergi, harç adı altında bir bedel de almasın. Bari, "Bizden medet beklemeyin, başınızın çaresine bakın, biz kendimize bakmaktan aciziz" desin. Bakamıyorsa, eli uzanamıyorsa niçin kendilerine 'Şehr'ul Emin' diyorlar? Yazık, gerçekten yazık.

Bir okulun bahçesinde, merdiveninde birinin ayağı kaysa hesabı okul müdürüne sorarlar, niçin kırmadın diye. Sokaktaki buzun, buzdan kayanın hesabını kim verecek? Yok mu üzerine alıp hesap verecek?

Cevabı olmayan sorular bunlar. Suçlu amca burada. Ayağını sağlam yere basacaktı, ya da oradan geçmeyecekti... Biz böyle düşünmeye devam edelim. Yarın ruzi mahşerde hesap sorar amca bize. Burada sessiz kalan bizler bülbül gibi şakırız orada. 25.01.2017

24 Ocak 2017 Salı

Okullarda verilen notlar ne derece gerçeği yansıtıyor? -5-

2016-2017 öğretim yılında I.dönemin son haftasında dersine girdiğim bir öğrenci yanıma geldi. "Hocam dersinizden notum 4 düşüyor, 84.25 puan ile dedi. Kızım! Derse katılan, sorumluluğunu bilen bir öğrencisin. Performans notu olarak iki tane yüz verdim, başka ne yapabilirim, dedim. "Bilmem, ama diğer notlarım hem 5" dedi, gitti.

Sistemden notuna baktım. Çocuk doğru söylüyordu. Öğrencimin tüm derslerinin puan ortalaması benin din kültürü dersim dışında 95'in üzerindeydi. Şaşırdım bu duruma. Çocuk karneyi aldıktan sonra ailesi veya bir başkası karneyi görse benim dersin notu sırıtıp duracak. Notu gören de bana kızacak. Çünkü ben görsem aynı karneyi ilk başta, dersin öğretmenine ben de kızardım.

Bu durumda bir anormallik var. Ya benim notumda ya da diğerlerinin notunda. Üstelik fen, İngilizce, matematik, Türkçe gibi derslere göre bizim dersimiz daha kolay. İki tane verdiğim performans notu bile 85 puana ulaştırmamıştı. Yazılılarım çok mu zordu? Zor değil. Haydi diyelim ki zor. Her iki sınavı test yaptım. Sınavlardan önce EBA adı verilen sisteme öğrencilere çözmeleri için her bir sınavda 50'er soru gönderdim. Gönderdiğim 50 sorunun 33-34 tanesini noktası, virgülüne dokunmadan sınavda aynen sordum. Üstelik sınavlardan önce EBA'ya gönderdiğim sorulardan soracağım diye sıkı sıkıya tembihledim. Kağıtları yanlış okumuş olabilirim, varsa düzeltelim diye tüm öğrencilere kağıtlarını gösterdim.

Sorarım size daha önceden çalışma soruları şeklinde test olarak kendilerine gönderilen sorular zor olur mu? Bir defa sorulacak sorular belli. Kağıtları da doğru okuduğuma göre geriye ne kalır? Bu duruma ne denir? Anladığım kadarıyla TEOG'da lazım olur diye tüm öğretmenlerimiz bonkör davranıyor. Çocuk benim dersimin dışında aldığı diğer notlardan memnun. Yüzü de gülüyor. Ben de gülmesini isterim elbet. Çocuklarımız mutlu olsun. Fakat lisede üzülmeye başlayacak, inanın.
***
2015-2016 öğretim yılında  son sınıfı 99 küsur ile bitiren çocuğum liseye başladı. İlk sınavlardan sonra yapılan veli toplantısına katıldım. Fazla müşterisi olmayan öğretmenleri görmeye çalıştım. Çünkü ara karnede tüm notları gösteriyordu. Ortalaması ortaokulda 95 civarında olan çocuğun puan ortalaması 63'e düşmüştü. Burası ortaokul değil diye bağırıyordu notları.

Bazı öğretmenlerin müşterisi niye azalmıyor diye birinin sırasına girdim. Ders öğretmeni İngilizce öğretmeni idi. Gelen veli öğretmenden izah bekliyordu. Çünkü çocuğunun aldığı notu beğenen yoktu. Öğretmen izah yaptıkça veliler: "Hocam nasıl olur? Çocuğumuzun 8.sınıfta İngilizcesi hep yüz idi" serzenişine öğretmen: "Orada kolay soruyorlar, burası lise" cevabı veriyordu. "Haydi kolay sordular diyelim, hem birinci hem de ikinci TEOG'da çocuğumuz hiç yanlış yapmadı, buna ne dersin" dediklerinde öğretmen: "TEOG'da da kolay soruyorlar cevabı verdi. Veli şaşkındı. Bir not bir yıl öncesinde 100, bu sene 50'ye düşmüştü. Ya TEOG sorularında, ya ortaokulda öğretmenin yaptığı sınavlarda ya da lisedeki verilen ölçme değerlendirmede bir sorun vardı. Sorun kimde bilmiyorum. Ama gördüğüm bir şey var. Notlar hep şişiriliyor. Bir yerde biri gerçek not vermeye kalkınca kimse durumuna razı olmak istemiyor ve basıyor vaveylayı.

Öyle zannediyorum, ortaokulda verilen notlarda bir şişirme, lisede de bir sıkma hakim. Bakalım üniversiteye girişte ne olacak, bunu da zaman gösterecek. Ama tüm öğretmenlerin not verme yönünden ortak bir yerde buluşmalarında fayda var. Yoksa bu gidişle orta yolu bulamayacağız, çocuklarımızın gerçek seviyesini öğrenemeyeceğiz. 24/01/2017

Okullarda verilen notlar ne derece gerçeği yansıtıyor? -4-

Oğlum lise birinci sınıfı takdirle geçti. ikinci sınıf için alan seçimi yapacağız. Bizim mahdum fen bilimleri alanını seçmeye kara vermişti. Kendisine sayısal alanı yapamayacağını, kendisi için en uygun alanın sözel olabileceğini söyledim. Yine de kendi okulumdaki rehber öğretmenlere akademik benlik testi uygulattım. Her ikisinde de sayısal/fen bilimleri alanı çıktı. Çocuğum da sayısal alanı kafasına koymuştu. Ben de itiraz etmedim.

Alan seçimi için okulundaki sınıf öğretmeninin yanına vardık. Selam-kelamdan sonra: "Hocam, çocuğumuz fen alanını seçecek, çünkü FKB dersleri ve matematiği beş. Acaba bu öğretmenleriniz fazla not vermiş olabilir mi" dedim. Öğretmen: "Güzel bir tespit, beyefendi, siz bunu bir de okulun müdür yardımcısına sorun" dedi. Yardımcıya gittik: "Hocam, ne fazla not vermesi, biz iki yüz öğrenciden 120 tanesini eledik. Bunlar kalbur üstü öğrencilerdir. Fazla not falan vermedik. Çocuğunuz bileğinin hakkıyla aldı" dedi. Biz döndük dolaştık. Sınıf öğretmeninin yanına tekrar vardık. Fen Bilimleri alanını seçtik.

2003-2004 öğretim yılına çocuğumuz fen alanı ile başladı. Birinci sınavlar sonrasında yapılan veli toplantısına katıldım. Elime aldığım ara karne pek iç açıcı değildi. 70 olan psikoloji dışında ikinci en yüksek notu Din kültüründen. O da 45 idi. Altında her puandan ders var idi. İçlerinde geçen yılın beş düşen dersleri dahil. Görünen kök kılavuz istemez. Ama bizim çocuk bu notlarıyla: "Ben okumak istemiyorum, beni alın okuldan" diyordu. 70 olan psikoloji notunda bir sorun vardı. Zira bizim çocuk not almamak için epey uğraşmış anlaşılan. Devamsızlığı da fena değildi. 2 ay içerisinde 10.5 gün de devamsızlık yapmıştı.

Bu durumda öğretmenleri de tek tek gezmeye gerek yoktu. Ama geldik bir kere. O değilden dolaştım. "Hocam, şu psikoloji notunda bir sorun var, sizde durumu zayıf ne dersiniz" dediğimde önce yüzüme baktılar, sonra "Beyefendi, ilk defa böyle bir veli ile karşılaşıyoruz. Dersi zayıf olan veliler genelde hep bizi suçlar da" dediler. Ardından çocuğumuzun derse çalışmadığını ifade ettiler. Sıra geldi geçen yıl matematik dersine giren öğretmene. Zira o da bu yıl geometri dersine giriyordu. "Hoca hanım, sizde nasıl bizim oğlan" dedim. "Çocuğunuz yanlış alan seçti, bu alanı kaldıramadı" dedi. İyi de hocam, bu çocuğun geçen yıl sizdeki notu 5 idi dediğimde "Ben geçen yıl  fazla not verdim" deyince, "Hoca hanım, ben sizden not mu istedim de fazla not verdiniz. Siz fazla not verdiğiniz için biz bugün yanlış yerdeyiz" dedim ayrıldım.

Eve gelince bir nabız yokladım. Bizim çocuk okulu bırakma niyetinde idi. O yıl dükkan açan dayısının yanında çalışmaya göz kırpıyordu. Dersim ne kadar zayıf olursa beni okuldan alırlar, ben de dükkanda çalışır, meslek öğrenirim düşüncesinde olduğunu sezdim. Bu işe başladık, liseyi bitireceğiz, önümüzdeki yıl alanını değiştirelim" dedim. Tamam dedi, anlaştık. Önümüzdeki yıl TM alanını seçerek yolumuza devam ettik. İstemeyerek de olsa liseyi bitirdi.

Lise bitince dayısının yanında çalışmaya başladı. Askerlik çağı geldi, askere gitti. Tezkeresine az bir zaman kala KPSS'ye müracaat ettim onun adına. Geldi iki ay boyunca kampa girdi. Aldığı yüksek puanla bir kaç ay içinde ataması yapıldı, kamuda memur olarak işe başladı. Askerlikten sonra üniversiteyi bitirdi.

Umarım derdimi anlatabilmişimdir. Niyetim kendimin ve ailemin hayat hikayesini anlatmak değil. Yanlış alan seçmemizin temelinde objektif not vermemenin yattığını izah etmeye çalışıyorum. Öğretmenin verdiği fazladan not, çocuğumuzu ve bizi yanlış alana sürüklemiş, okuldan ve derslerden soğumamıza sebebiyet vermiştir.

Şu anda alan seçimi kalktı, onun yerine seçmeli dersler vasıtasıyla alana kaynaklık eden dersler seçilebiliyor. Lisede çalıştığım yıllarda gördüğüm bir husus var. Üniversitede gidilebilecek tıp, mühendislik gibi cazip bölümler  sayısal alandan öğrenci aldığı için öğrenci sayısal zeka olmasa da velisinin yönlendirmesiyle sayısal alanı seçiyor. Çocuk, içine sinmese de zoraki de olsa sınıf geçiyor ama beklenen başarı bir türlü gelmiyor. 24/01/2017

Okullarda verilen notlar ne derece gerçeği yansıtıyor? -3-

90'lı yıllarda Güney Doğu'nun bir ilinde çalışırken lise 2.sınıfta dersine girdiğim bir öğrenci hem birinci dönem hem de ikinci dönem dersimden yazın kursa kaldı. Zira o yıllarda kredili sistem uygulanıyordu.

Aynı öğrencinin bir yıl sonra son sınıfta Kelam dersine girdim. Konuları şimdinin Din Kültürü konuları. Yaptığım her iki sınav ortalaması öğrencinin 28 idi. Öğrencinin durumunda 45 puanın altında 7-8 öğrenci vardı. Kendilerine sözlü notu yerine geçecek kurtarma yazılısı yapayım dedim. 8 tane basit soru sordum. İki soru da kendi kendilerine sorup cevaplamalarını istedim.

Sınav sonucunda bizim öğrenci maalesef başarılı olamadı. Sene sonuna doğru öğrencimin ağabeyi geldi, geçsin diye. Kardeşin çok beyefendi biri, maalesef bu durumda geçiremiyorum, yazın geçsin dedim. "Hocam imamlık imtihanına girecek" deyince kardeşiniz bırakın Kur'an okumayı, doğru dürüst bir çok harfi tanımıyor. Çünkü geçen yıl dersine her iki dönemde ben girdim ve kaldı. Bu durumda imamlık sınavını nasıl geçecek, haydi geçti diyelim. Nasıl imamlık yapacak, kusura bakmayın" dedim. "Hepsini ayarladık hocam, sadece sizin ders kaldı" deyince gerçekten mi dedim. "Evet" dedi. Yani bu okulun en zor dersleri sayılan K.Kerim, arapça, tefsir, hadis vb. dersleri geçti, geriye sadece benim kolay dersim mi kaldı, deyince "Evet, sadece sizin ki" dedi.

Öğretmen odasına geçerek dolabımdan kurtarma yazılılarının içinden kardeşinin kağıdını seçtim, "Kardeşinin, sorduğum sorulara verdiği cevaba bakmak ister misin? Hele şu soruya verdiği cevaba bir göz at. Ben ona 4 büyük kitap kime verilmiştir diye sormuşum. O ise Tevrat; Hz. Ömer'e, İncil; Hz Ebubekir'e, İncil; Hz Osman'a, Kur'an ise Ha Muhammed'e şeklinde cevap vermiş. Hele şükür ki peygamberimize verileni doğru yazmış. İnanın bu soruları sana veya şu caddeye çıkıp gelip geçene rastgele sorsak, ya da bu ilçede Hıristiyanlar var, onlara gidip sorsak inanın bilirler. Kardeşiniz yazın kursa kalsın, onu kim geçirirse geçirsin, kardeşini ve sizi ailecek severim ama bu işin vebalini üstlenemem, dedim. Ağabeyi zaten yazılı kağıdındaki cevapları görünce çok mahcup olmuştu. "Hocam, özür dilerim" dedi, ayrıldı.
***
Yaz tatilini bitirip tekrar görev yerime gittim. Eğitim ve öğretim başladı. Çarşıda lise 2 de dersine girdiğim K. Kerim'i güzel okuyan bir öğrencimi gördüm. Üniversite sınavını kazanamamış söylediğine göre. Yavrum imamlık imtihanı olmuş ona bari gireydin, okuman iyiydi dediğimde: "Girdim hocam, ona da girdim. Ama sınıfımızdan ... arkadaş kazandı ama ben kazanamadım" dedi. Hayırlısı dedim, ayrıldık. İmamlık imtihanını kazandı dediği kişi benim kelam dersinden ve bir yıl öncesinde K.Kerim dersinden bıraktığım öğrenciden başkası değildi. Diyanetin yaptığı yüzünden okuma sınavını nasıl geçti? Bu kerameti anlayamadım. Hayret ki ne hayret!

Birkaç gün sonra imamlığı kazanan öğrencimi gördüm. Hayırlı olsun dedim. Fakat mahcubiyetinden başını öne eğdi. Oğlum, kardeşinin K. Kerim okuması ve ezberleri daha iyi. Göreve gitmeden onun önüne diz çök, mutlaka öğren. Yoksa cemaatin karşısında mahcup olursun dedim. "Tamam hocam, sağ ol" dedi, vedalaştık. 24.01.2017


Yönetici atama kriterlerimiz niçin değişti?

Son günlerde tartışmanın  fitili, MEB'de idareciler nasıl atanır konusu. Milat gazetesinde Seyit Mehmet DENİZ isimli yazarın "Milli Eğitim Bakanlığında idareciler nasıl atanır" başlıklı  yazısı ile birlikte yeniden alevlendi. Öncelikle yazar tespitlerinde yerden göğe kadar haklıdır. Yazısına imzamı atarım.

Yazıyı görünce içi dolu olanlar hemen atışlara başladı. Eleştirilerinde haklılar da. Ben de son yıllardaki yönetici atama, kamuya eleman alma vb atamaları hep eleştirdim. Hala da eleştirmeye devam ediyorum. Süreç geçti gitti, hala da liyakat ölçüsüne göre bir sistem maalesef getirilemedi. Amacım kimsenin avukatlığını yapmak değil. Fakat bu hatalar niçin yapıldı, bu sürece nasıl gelindi? Bunu irdelemek lazım.

Bu sürece 17-25 Aralık süreci ile birlikte start verildi. İçimizde 40 yıl boyunca görünen yüzlerinden ziyade gizli bir örgütlenme ile devletin her kademesine kök salmış bir yapı sebep oldu. Maalesef geçmişten günümüze bu yapıya teşne olan, görmeyen, görmezden gelen devlet bürokrasisinin ve siyasetin ceremesini çekiyoruz. Paralel yapı diye isimlendirilen cemaat görünümlü 'Hizmet Hareketi'nin ne kadar tehlikeli olduğunu 15 Temmuz itibariyle canlı yayında izledik. Çoğumuz da canını vererek bedel ödemiştir. Bu hareket Cumhurbaşkanlığı yaverliğine kadar yükselmiş, Rus Büyükelçisini öldürerek devletin itibarını zedelemeye çalışmıştır. Türkiye hala da mücadele etmeye çalışıyor.

Bu sinsi, takiyyeci ve ihanet şebekesinden kurtulmak için devlet yeni bir strateji geliştirdi. Çünkü kendisine giden rapora göre bu örgüt en çok MEB'de kadrolaşmış, okulların müdür ve yardımcısına varıncaya kadar örgütlenmiş, okullardaki öğretmenleri vasıtasıyla dershanelerine öğrenci kazandırmaya devam etmiş olarak görüldü. Kavganın fitilinin dershaneleri kapatma adımıyla başladığı dikkate alınırsa bunda da devletin haksız olmadığı görülecektir. Devlet 657'ye göre asli görev sayılmayan müdür ve yardımcı kadrolarında 4 yılını dolduranların görev süresini sona erdirerek başladı işe. Öncelikle çalışamayacağı il ve ilçe müdürlerini kızağa çekti. Yerine yeterli veya değil, güvendiği ve dediğini yapacak adamlarını atadı. Bunlar sayesinde kılı kırk yararcasına bir temizlik hareketine girişti. Kanun çıkaranın niyeti olmamasına rağmen taşradaki mal bulmuş mağribilerin eline bir fırsat geçti. Herkesi budadı. Yerine çıkarılan sözlü mülakatlar ile istediğini aldı ve atadı. Bu süreçte kendisini anlatamayan, ön plana çıkamayan, arkası olmayan herkes darbe yedi. Çünkü toptancı davranıldı. Acaba hata yapabilir miyim diyerek en ufak bir şüphe ile insanların ipi çekildi. Masum ve suçlu bundan nasibini aldı. Bu süreçte FETÖ ile mücadele etmek esas iken taşradaki kraldan daha fazla kralcıların dedikodu kültürüyle insanlara bir kulp takması esas sorun olarak görünmelidir. FETÖ yapılanmasının sinsi, takiyeci, kendisini gizleyen bir yapı olarak lanse edilmesiyle birlikte herkese, her şeye şüphe ile bakılmasını da normal görmek lazımdır.

Aslında birileri devleti bu konuda yanıltmıştır. Bu yapının sempatizan ve militanlarının MEB'de yuvalandığı doğru olmakla beraber bu yapının en az tehlikelileri olarak öğretmen camiası görülmeliydi. Buradakiler devlete en az zarar veren kesimdir. Fakat yukarıdan başlaması gerekirken budamaya aşağıdan başlanmıştır. Devlet burada savunma refleksiyle neredeyse eskiye dair her şeyi çiğnedi geçti. Hiçbir kriter belirlemeden, ehil mi değil mi değerlendirmeden sadece kendi dediklerini yapacak, kelle alacak, kendisine sadakat gösterecek kişilerle yola devam etme kararı aldı. Bu süreçte görev alanların içerisinde  ehilleri de olmasına rağmen geliş şekli itibariyle hepsi zan altında kaldılar. Kendilerini ifade edemediler. Çoğu insanı yaraladılar, küstürdüler. Bu süreçte üst yöneticilik görevine genelde ilahiyat mezunları getirildi. Belki bir makam elde ettiler ama hem kendileri hem de branş itibariyle yıprandılar.

Bu süreci hepimiz yaşadık, hala da yaşamaya devam ediyoruz. Çok da detaylı anlatmaya gerek yok. Tamam bu süreci eleştirelim eleştirmesine de. Sahi siz olsanız ne yapardınız? Size her bir taraftan saldırıya geçmiş bir yapıdan kurtulmak için önceliğiniz elediklerinizin yerine ehil olanları mı seçersiniz, yoksa sadakat sahibi olanları mı seçerdiniz? Öyle zannediyorum kendinize bağlı olacak kişilerle yola devam etme kararı alırdınız. Bu süreci eleştirirken yapının ne kadar tehlikeli ve sinsi olduğunu göz ardı etmeyelim. Orta yerde bir yaralı var. Ölümle burun buruna. Ehil doktor aramazsınız. İlk müdahaleyi yapacak bir doktor bulursunuz. Burada da böyle bir yöntem uygulandığını düşünüyorum.

Bu açıklamaları yaparken hükümeti savunduğum, yapılanları doğru gördüğüm anlaşılmasın, bu adamın tuzu kuru diye düşünülmesin. Bilmenizi isterim ki bu süreçte mağdur olanlardan birisiyim. Sadece yapılanları anlamaya çalışıyorum. Ayrıca devletin bu icraatını eleştirirken her görüşteki insanın partisinin geçmişte neler yaptığını göz önüne getirirsek bu konuda hiçbirimizin çok da masum olmadığını görürüz. Eleştirelim ama insafı elden bırakmadan. İlk eleştiren de en temizimiz olsun.

Devletin tüm kurumlarıyla normal bir şekilde işleyişine döndüğü zaman yapılacak ilk iş her türlü atamada ehliyet ve liyakatın ön planda tutulması gerektiğini düşünenlerdenim. Yapılması gereken ilk icraat da haksız yere alınıp itibar kaybedenlere hakkını vermek, iadeyi itibar yapmaktır.

Ben süreci -yanlış olmasına rağmen- böyle okuyorum. Süreci bu şekilde anlamaya çalışırken biliyorum hem süreci savunanlardan, hem de eleştirenlerden tenkit alacağım.  Yani ne İsa'ya, ne de Musa'ya yaranacağım. Bu da benim mesleğim. Allah kimseyi makamla imtihan etmesin. Emaneti ehline verenlere ve görevini layıkıyla yapanlara ne mutlu! Selam olsun onlara... 24/01/2017

Okullarda verilen notlar ne derece gerçeği yansıtıyor? -2-

Milli Eğitimde not vermede objektif kriterlere uygun bir ölçme ve değerlendirme yapılıyor mu, yapılmıyor mu? Başımdan geçen bazı anekdotları sizinle paylaşmak istiyorum bu kısımda:

Orta birinci sınıf Sosyal Bilgiler dersinde öğretmenimiz sözlü yapmak için ismimi okudu. Ayağa kalktım. "Adana'da ne yetişir?" dedi. Ben ağzımı açarken daha cevap vermeden kendisi "Pamuk" cevabı verdi. "Otur hocam, 9" dedi. (9, onluk sisteme göredir.)
***
Fizik, kimya, biyoloji, matematik gibi derslere öğrencilik hayatımda hep soğuk baktım. Hani insan sevmediği yemeği ölmeyecek kadar yer ya. benim ki de öyle. Bu derslere sınıf geçecek kadar çalışırdım. Biraz çalışınca matematiği severdim. Ama diğerlerine hiç kanım kaynamadı. Sebebine gelince orta birde fen bilgisi ve lise birde fizik dersime K.Ş. isimli bir müteahhit gelirdi. Onun dersinde Samet isimli arkadaşımız tahtaya geçer, kitaptaki bir resmi çizerdi. Müteahhit öğretmenimiz ise kafasında bin bir tilki hapishanedeki mahkumların koridorda volta atmaları gibi bizimki de sınıfta dolaşırdı sayısız defa. Dersin son beş dakikasına kala tahtaya çizilen resmin yanına gelir: "Çocuklar! Şu gördüğünüz buzdolabı resmi, dolabın çalışması için şu prize takılması gerekir..." derdi zil çalardı. Çıkar giderdi. "Anlamayoruyuz(arkadaşımızın konuşması bu şekilde idi. Okul bitti hiç değiştirmedi. Ne okul ona bir şey verdi, ne de o, okuldan bir şey aldı) hocam" diyen öğrencilere "Kendi adınıza konuşun, anlamıyorsanız 30 defa okuyun" derdi. Sayısal dersleri gördükçe hep o müteahhit öğretmenim gözümün önüne gelir, bu derslere sınıf geçecek kadar çalışırdım. Ne dersten ne de bu derslere çalışmaktan zevk alırdım.

Lise üçüncü sınıfta Biyoloji dersinden ilk sınavda boş kağıt verdim. Notum 1 idi. İkinci ve üçüncü sınavlarda onluk sisteme göre o zamanın deyimiyle beş aldım, yani hacı beş. Birinci dönem biyolojim 3,5 yani zayıf düşüyor. Memlekete gittim karneyi almadan. Bir arkadaşım tatilde Konya'ya gidiyormuş, karneni alıp geleyim, zayıfın var mı dedi. Biyoloji var dedim. Dönüşte ne yalan söylüyorsun, zayıfın yok üstelik takdir belgen var dedi. Karneme baktım. Evet zayıfım yoktu. Biyoloji notu olmak üzere tekrar göz gezdirdim. Biyoloji notum 5 idi, şimdinin notuyla iki yani. Sevindim, öğretmen bana güvenmiş ve kanaat kullanmış diye. Üzüldüm hak etmediğim halde bana fazladan not vermiş diye.

Ara tatilden sonra ders başı yaptık. Biyoloji öğretmeni sınıfa geldi: "Takdir alan var mı bu sınıfta" diye sordu. Utana sıkıla kaldırdım, başka da yoktu. Parmağımı görünce kafa salladı. Kafa sallaması ne anlama geliyordu bilmiyorum ama ya "Benim sayemde aldın bu belgeyi" dedi. Ya da "Sana hakkın olmadığı halde geçer not verdim, kıymetini bil" demek istedi. O anda kendi kendime ikinci dönem bu sınıfta biyolojiden en yüksek not benim olmalı dedim. Hiç sevmediğim, çalışmaktan haz almadığım ve anlamadığım bu ders ikinci dönem sınıfta en yüksek yedi idi. O da bana ait idi. 
-Devam edecek-