21 Ocak 2025 Salı

Bu Z Nesli Bir Başka

Toplum olarak yatıp kalkıp Z kuşağından dert yanıyoruz. Vay efendim, çok ilgisizler. Gündemi takip etmiyorlar. Ruh gibiler. Gece sabaha kadar dijital ortamda oyun oynuyorlar, çetleşiyorlar. Gece yatmıyorlar, gündüz kalkmıyorlar. Hiç sorumluluk almıyorlar deyip duruyoruz.

Gece sabahladıkları doğrudur. İnternet ve oyunla vakit geçirdikleri de doğrudur. Ama gündemi takip etmedikleri, duyarsız oldukları külliyen yalandır.

Ülkenin ve dünyanın gidişatına dair çok iyimser olmadıkları bir gerçektir.

İş beğenmedikleri de bir gerçektir. İş buldularsa parayı da beğenmiyorlar.

Niye beğenmiyorlar? Çoğu okumuş bu gençlerin ya alanında iş yok. Olsa da hakkının tam verilmediği de bir gerçektir. Çünkü teklif edilen para ile bu gençlerin ev bark kurmaları ve ev geçindirmeleri mümkün değil.

İlgisiz ve sorumsuz gibi durduklarına bakmayın. Hem ilgileri var hem de sorumlulukları. Çoğu şeye sessiz tepki veriyorlar. Bizim gibi bağırıp çağırmıyorlar. Sorumluluk verilirse de kaçınacaklarını sanmıyorum. Yeter ki sorumluluk vermeyi, sorumluluk verirken yol, yordam usul bilelim.

Bu gençleri bizden farklı kılan, bu neslin şeytanının bizden fazla olması. Bizim Bir şeytanınız vardı, bunların çok. O kadar şeytanın içinden kendilerini kurtarması çok zor.

Biz istiyoruz ki bizim yetiştiğimiz gibi yetişsinler. Anlaşmazlık da burada ortaya çıkıyor. Halbuki her nesil kendini çağının ruhuna uygun yetişmek zorunda. Değilse çağı yakalaması mümkün değil.

Dine biraz mesafeli oldukları da doğrudur. Bu konuda bu gençleri suçlamaktan ziyade biz din adına ne yaptık ki bu gençler dine bu kadar mesafeli demek lazım.

Sıkı sık eleştirdiğimiz bu gençleri iyi gözlemlemek, dinlemek ve anlamak lazım. Yoksa körler ve sağırlara oynarız. Biz onları, onlar bizi anlamadan yolumuza devam ederiz.

Neyse geleyim sadede. Siz ne kadar giyim, kuşamına ve yaptıklarından dolayı bu Z neslini eleştirseniz de ben o kadar değil diyorum.

Gece yatmıyorlar mı diyorsunuz?

Evet gece yatmıyorlar ama bu yatmadıklarının faydası var. Mesela dün akşam ben gördüm bunun faydasını. Şöyle ki;

Temmuz 2024 idi sanırım. Burundan ameliyat olacağım. Öncesinde konsültasyon hazırlanması gerekiyor. Göğüsten de görüş alalım dendi. Göğüs doktoruna görünmüştüm. Muayene etti. Şikayetin var mı dedi. Yok dedim. Şu şu tahlil ve tetkikleri yapalım dedi. Horlama şikayetim var dedim bir de. Onun için uyku testi randevusu alalım dedi.

Uyku testi için 20 Ocak yani altı ay sonraya gün verildi.

Diğer tahlil ve tetkikleri yaptırdıktan sonra burun ameliyatı oldum.

Uyku testinin tarihini bile unutmuştum ki benim Y nesil oğlum haber verdi. Sağ olsun. Gideyim bari dedim.

20 Ocakta otobüse atlayıp akşam 08.30 sularında uyku ünitesine giriş yaptım.

İlgili görevli işlemleri yaptıktan sonra uyuyacağım odayı gösterdi. Az sonra gelip yatıracağım dedi.

O gelinceye kadar pijamamı giyip dişlerimi fırçaladım.

Görevli beni yatağa oturttu. Kafama, yüzüme, göğsüme ve parmaklarıma gerekli aletleri yerleştirdi. Yerinde durması için her birini yapıştırdı. Yüzüm ve başım mantar tarlası gibi oldu. Başıma yerleştirilen kabloları saymam mümkün değil. Vücudumdaki kabloları da. Kendimi bir an için vücuduna bomba yerleştirilmiş bir kişi zannettim.

İş bittikten sonra uzanabilirsin. Odamda olacağım. İhtiyaç olursa bu numaradan ararsın. Telefon yanında. Sabah dörtte üzerindekileri sökmeye gelirim. Ondan sonra gidebilirsin. İstersen burada uyumaya devam edebilirsin dedi.

Yatağa uzandım. İyi de sabah dörtte hastaneden çıkınca ne yapacaktım. Sabah gün ağarıncaya kadar yatırırlar diye arabayla da gelmemiştim.

Sabah dörtte kim hastaneden alabilirdi beni. Alsalar da kimi uyandırırsın o saatte? Hemen aklıma benim gece kuşu Z nesli oğlan geldi. Dedim bu uyumaz o saatte. Mesaj yazdım. Evlat sabah dörtte işim bitiyor. O saate uyumazsan beni alabilir misin dedim. Ne cevap vereceğine bakmadan telefonu bıraktım. Kah sağa, kah sola kah sırtüstü dönerek uyumaya çalıştım. Zaman zaman uyandım. Üzerimi de örtmeden yattığım için bir iyi üşümüşüm. Örtmeye kalksam da yatakta nevresim yoktu.

Bir ara uyandım. Saat kaç olmuş diye baktım. Üçe çeyrek vardı. Çalışan klima beni ısıtacağı yerde dondurmuştu. Bu hastaneye sağlam geldim ama çıkışım hastalanarak olacak demeye başladım. Ne yapayım derken hafifçe kafamı kaldırdım. Ayaklarımın altında ince bir nevresim gördüm. Hemen onu ayak yardımıyla kendime çektim. Üzerime geçirdim. İnce de olsa ısındığımı hissettim.

Gelen görevlinin sesiyle uyandım. Gözümden uyku akıyordu. Üzerime nevresimi geçirinceye kadar üşüdüğüm için uyuyup uyumadığımı pek anlamamıştım. Keşke önce görseydim de bu nevresimi üzerime örtseydim. Bir güzel uyku çekmiş olurdum. Geçen geçti artık.

Görevli gitse de vurup kafayı, bir güzel uyku çeksem dedim. Üzerimdeki kablolar çıkarıldıktan sonra oğlan ne yazmış. Bakayım da görmediyse mesajı silip yatayım. O da gelmesin dedim.

Gördüm ki oğlan evden yola çıkmış, yolu yarılamış.

Mecburen uykulu uykulu elimi yüzümü yıkadım. Görevlinin bıraktığı bantları da çıkardım. Üzerimi giyinip hastaneden çıktım. Bu arada yüzümdeki bantların sayısı az değildi.

Sağ olsun ben hastaneden çıkmadan gelmiş oğlan. Uyumamış o saate kadar. Birlikte eve döndük. Geri kalan uykuyu evde devam ettirdik.

Gördünüz değil mi Z neslini. Bir de beğenmezsiniz. Bu Z nesli şöyle böyle dersiniz. Kim alırdı beni o sabahın dördünde? Kim beklerdi beni o saate kadar uyanık?

Bu demektir ki geceyi bilgisayar başında geçirmenin bazen böyle faydası oluyor.

Sağ olasın, var olasın benim Z nesli oğlum.

Bu arada Y nesli olan evlatlarım da beni alırdı. Ama onlara haber vermedim. Z nesli olmasaydı da yine onlara haber vermezdim. Çünkü sabah işe gidecekler. Gece uykuları bölünecekti. Beni almaya geldikleri zaman uykum var dercesine esneyeceklerdi. Onlar esnedikçe ben mahcup olacaktım. Vara çağırmayı hastanede sabahlasaydım pişmanlığı duyacaktım. Ama Z neslinin hiç uykusu yoktu. Yanımda esnemedi de. 

Hem Geri Alınmaz Hem de Değiştirilmez Mal (2)

Bir önceki yazımda hem toptan hem de perakende ev tekstil işi yapan bir esnaftan, yaptığım alışverişe ve o esnada şahit olduklarıma değinmiştim. Bu yazımda da soyu tükenmeye yüz tutmuş ama yok olmamak için direnen bu esnaf türüne değineceğimi söylemiştim.

Koca dükkanda bir estetik yok. Görsellikten eser yok. Adam sadece mal yığmış dükkanına.

Dükkanda sahibi ve yıllardır yanında çalışan bir çalışanı var.

Dükkanı mal ile dolu olduğuna göre belli ki zengin. Zengin olduğu kadar tok satıcı.

İlk havlu alırken hangi renk olsun diye evi aradığıma garipsemiş. Biz niye böyle olduk demişti. Ona göre gözün kapalı havlu alıp işte havlu diyeceksin. Eve falan sormayacaksın. Müşteriyi birden başından savma düşüncesi var. Alırken de tepeden bakıyor.

Toptan fiyatla perakende fiyat farklı olmasına rağmen perakende aldığında, sana toptan fiyattan yazayım diyor. Arada fark da sadece 10 lira. Takdir edersiniz ki toptan alışveriş yapan on lira ilavesiyle perakendecilik yapmaz.

Kadın müşteriye az önce 160 lira dediğine az sonra 170 yazması ilginç.

Değiştirmek istediğim havlulara kaçtan yazmıştık, bu öncekileri de kaçtan almıştın demesi de bir o kadar ilginç. Demek ki oturmuş bir fiyat yok. Tutturabildiğine. Hakkını yemeyeyim. Kaçtan aldığımı söylediğime o fiyata hiç vermedik demedi. İnandı. Buna da şükür.

Kadın müşterinin sizde kredi kartı yoktu değil mi sorusuna evet, yok demişti. Halbuki cumartesi ben kredi kartı ile ödeme yapmıştım. Post makinesi varken yok demesi, müdavimi olan müşterilerinin gözünün içine baka baka yalan söylemesi hiç hoş değil. Daha önceki alışverişlerimde sahibi olduğunu düşündüğüm yaşlı biri vardı. Ona kart dediğimde, var ama nakidin varsa iyi olur demişti. Ben de hep nakit vermiştim.

Bugün küçük iş yapan esnafta bile post cihazı varken koca toptan işi yapanda post cihazının olmaması mümkün değil. Belli ki devletten vergi kaçırıyor. Hem de bu kadar zenginliğin içerisinde. Tek kelimeyle ayıp.

Esnafın bir diğer ve en önemli ayıbı, “Satılan mal geri alınmaz ve değiştirilmez” yazısı. Hala bu devirde böyle esnaf kalmış mı demeyin. Var maalesef.

Bu esnaf zengin ve büyük de olsa hala küçük kalmaya mahkum belli ki. Eskiden çoktu çoğu dükkanların girişinde böyle yazı. Çoğu bu hastalığı terk ederken türünün son örneği olarak bu büyük esnaf küçük kalmaya devam ediyor.

Bu tür küçük esnaf, satılan mal geri iade alınmaz ve değiştirilmez yazarken sonra da müşterimin niçin büyük firmalara yöneldiğinden dert yanar. Halbuki o dert yandıkları büyük esnaflarda hem kredi kartı var hem aldığın ürüne göre taksit imkanı var hem de beğenmediğin zaman geri iade edebiliyorsun. İade ederken de surat asma falan yok. Sadece beyefendi, niçin geri iade ediyorsunuz şeklinde bir soru soruyor. Bunu da iade evrakına iade sebebini yazmak için soruyor. İhtiyaç fazlası desen bile sesini çıkarmıyor, geri iade alıyor. Bizim büyümeye niyeti olmayan küçük esnaf ise baştan kestirip atıyor. İade almam ve değiştiremem diyor. Halbuki günübirlik esnaflıktan ve ne satarsam kâr mantığından ziyade müşteri memnuniyeti esas alınmalı. Gerçi bizim bu tür küçük kalmaya mahkum esnafımıza ne desen boş. Hatta bu huylarından vazgeçmedikleri gibi yazdığınız yazıya “Değiştirilmesi dahi teklif edilemez” önerisi götürsen, hiç utanmadan bunu da eklerler.

Hasılı, dükkan ve işletmesinde “Satılan mal geri alınmaz, değiştirilir”, “Satılan mal geri alınmaz ve değiştirilmez”, “Satılan mal geri alınmaz ve değiştirilmez. Lütfen ısrar etmeyin” yazan esnaftan hiç alışveriş yapmamak lazım. Alışveriş yapmadığın gibi uğramayacaksın. Uğramadığın gibi selam vermeyeceksin. Selam verse de almayacaksın vesselam.

Ha üründe değişiklik yapılmışsa, üzerinden epey bir zaman geçmişse elbette geri alınmaz ve değiştirilmez. Kastım da bunlar değil. Ki böyle yapanlara da selam verip selamını almayacaksın. Hatta dükkana koymayacaksın.

Hem Geri Alınmaz Hem de Değiştirilmez Mal (1)

Cumartesi evden çarşıya çıkarken alışkanlık olsa gerek, alınacak bir şey var mı dedim. El-yüz havlusu alayım demiştin bir ara. Onu al bari dendi. Ne zaman demiştim alacağımı dedim. Bir ara havlu almıştın da hoşuna gitmişti, birkaç tane daha alayım demiştin, unuttun mu dedi ev ahalisi. Dememem lazım ama alayım olmazsa dedim. Siyasetçi değilim ama söz vermişim demek ki zamanında. Herkes siyasetçilere böyle sözünü hatırlatsa, çözülmedik sorunumuz kalmaz.
Neyse alacağım artık havluyu. Cebimdeki sıkışan parayı vereceğim. Hem ev sevinecek hem de esnafın yüzü gülecek. Böylece piyasa hareketlenecek.
Çıktım yola. Akşama kadar şura, bura derken yorulup eve döneceğimde havlu alacağım aklıma geldi.
Hemen kırdım ayaklarımı. Daha önceki havlu aldığım esnafa yöneldim. Bu sefer gençten bir tezgahtar vardı içeride. Her zamanki yaşlı tok satıcı yoktu.
Delikanlı, el yüz havlusu alacağım dedim. Üst tarafında 110, 100, 90, 80 TL fiyatı yazan havluları gösterdi. Bir de kiloluk havluları gösterdi. Dedim en iyisi, sık dokunanı hangisi? (Hepsi iyiymiş bu arada). İşte şu. 100 lira yaparım dedi. Şu renk, bu renk derken karar vermede biraz oyalandım. Sevmezsin böyle müşteriyi değil mi dedim. Estağfurullah Abi. Biz neleri gördük. Dört yaşındaki çocuğa bornoz beğendirmek için saatlerimi verdim dedi. Sonunda üç renk beğendim. Kredi kartı ile ödeme yapacağım dedim. Tamam dedi. Ödemeyi yapıp evin yolunu tuttum.
Sofra hazırmış. Yemeği yiyip odaya geçerken havluları aldım. İşte şurada deyip odaya geçtim.
Az sonra bu havlular öncekilerden değil. Bambu alsaydın, bunlar yıkayınca sertleşir dedi hanım. Buldu havluyu, havlu beğenmez şimdi. Değiştirmek pek adetim değil ama pazartesi değiştireyim dedim.
Pazartesi havlu poşetini alıp esnafın yanına tekrar vardım. İki kadın müşterisi varmış. Epey bekledim.
Beklerken gözüm sağı sola kaydı. Gözüme, "Satılan mal geri alınmaz ve değiştirilmez. Toptan satış hariç" yazısı ilişti. Bari bir de “Değiştirilmesi dahi teklif edilemez” ilavesi yapsalardı dedim kendi kendime.
Eyvah ki eyvah dedim. Boşa geldim. Madem ki buraya kadar geldim. Şansımı deneyeyim diye bekledim.
Kadınlardan bir tanesi tek kişilik çarşafın fiyatını sordu. 160 dediğini duydum. Diğer alacaklarını da aldıktan sonra birlikte kasaya geldiler. Esnaf hesaplarken az önce 160 dediğini 170 olarak telaffuz edip hesap makinesine yazdı. Kadınlar fark etmedi. Birinin 790, diğerinin 890 tuttu alacakları. Kredi kartı yoktu değil mi sizde? Evet dedi esnaf. Bakayım nakidim var mı diye çantasından nakit çıkardı. Varmış deyip esnafa uzattı.
Kadın çantasına bakarken hafif sağ tarafa doğru dönünce, büyükler para çıkarırken ve satarken parayı kimseye göstermemek için sırtını dönüp öyle sayarlardı dedi. Esnaf da o da bir şey mi dedi. Benim imam hatipte okumama sebep olan dedemden para istediğimde, valla torunum yok. Ama dur komşudan isteyip geleyim diye öbür odaya geçerdi. Siyah poşeti cebinden çıkarır, vereceği harçlığı içinden alır, diğerlerini geri koyar, gelir verirdi harçlığı. Tüm parasını kimse göremezdi dedi.
Birlikte gülüştüler. Kadınlar ödemeyi yapıp çarşıya çıkmamak var bu devirde deyip giderlerken esnaf bana döndü.
Delikanlı, bu havluları cumartesi almıştım. Bambu olacakmış evin istediği. Bunlar bambu değilmiş dedim.
Genç tam bakalım tavında iken şom ağızlığım tuttu. Gerçi sizin değiştirmeme prensibiniz varmış. Bunu da az önce gördüm deyince, evet dedi. Biz satılan ürünü değiştirmeyiz demez mi. Tamam, bu prensibiniz eyvallah. Pazar kapalı olduğu için gelmedim. Cumartesi akşama doğru aldığım bu havlular daha açılmadı, kullanılmadı. Değiştirsen olmaz mı dedim. Ne bileyim yıkanmadığını dedi. Dün bir bugün iki. Ne ara yıkayalım. Üstelik değişmesi gerekeni niçin yıkayalım dedim. Baktı havlulara. Amca, prensibimiz ama bu defalık değiştireyim. Bunları kaçtan vermiştik dedi. 100'den dedim. Bambular şunlar. Hangisinden istiyorsun dedi. Bunların hepsi havlu. Hangisiydi nereden bileyim. Yalnız şu kısımdan almıştım dedim. Kaça almıştın dedi. 125'e dedim. İstediğim renkleri bulamadım ise de üç tane havlu seçtim. Üste ilave verip ayrıldım.
Başımdan geçen havlu alma ve değiştirme işi aynen böyle oldu. Diğer yazımda da günümüzde son demlerini yaşayan bu esnaf türü için birkaç kelam etmek isterim. 

20 Ocak 2025 Pazartesi

Okulu Asan Dört Kafadar

Dört kafadar okulu kırmış bir öğleden sonra.
Gezip dolaşmışlar. Bir iş de yapmamışlar.
Akşama doğru Kızılay’a gidip kan gruplarını öğrenmişler günün kârı olarak.
Ertesi gün okula gitmişler ama okulun koyduğu kural gereğince, müdür yardımcısı, gidin velinizi getirin deyip bunları okula almamış.
Öyle ya. Veli okula gelecek. Benim bilgim dahilinde çocuğum okula gelmedi deyip teskere doldurup imza atacak. Değilse derse girmek ne mümkün.
Bilmeyenler ve unutanlar için Konya İHL’nin bir dönem böyle bir kuralı vardı. Sanırım bu kuralı iki, üç sene uyguladılar. Öyle zannediyorum, bu kural sadece bu okulun o dönemki yönetiminin nevi şahsına münhasır bir uygulamasıydı. Sonrasında bir veli, size ne, benim çocuğum gelmediyse. İş mi bu yaptığınız deyince okul bu uygulamadan vazgeçti. Ama vazgeçinceye kadar çoğu öğrenci ne çekti. Bunu ancak yaşayanlar bilir.
Bu dört kafadar babalarının yanına nasıl varsınlar da biz dün okula gitmedik desinler. Dediler diyelim. Kaç veli okula kadar gelip durumu izah eder.
Ben de kaçardım ama çarşamba günleri milli maç için kaçardım. Yaşar’ın kalemizi koruduğu ve 8 gol yediğimiz yıllardı.
Maçı seyreder, fazlasıyla golü yerdik. Yediğimiz gol yetmediği gibi ertesi günü de laflarıyla müdür yardımcısı bizi döverdi. İşin içinde milli maç için kaçma olunca, sağ olsun velimizi getirtmezdi. Karşılığında bir çuval laf yerdik.
Neyse biz dönelim tekrar bu okul kaçaklarına.
Dışarıda biraz oyalanmış bu dört kafadar. Ne yapalım ne edelim derken kafadarlardan bir tanesinin baba yarısı amcası varmış. Mahalli bir gazetenin sahibiymiş. Onun yanına gidelim, o bir çözüm bulur demiş bizimkiler.
Varmışlar gazete patronuna. Durum böyle böyle demişler. Gazeteci de okulun ilgili müdür yardımcısına, bunlar benim yeğenlerim. Bilgim dahilinde okula gelmediler demiş. Müdür yardımcısı da ikna olmuş. Tamam gelsinler okula demiş.
Dört kafadar soluğu okulda alırlar. Haliyle bir sevinmişler bir sevinmişler. Nasıl sevinmesinler. Babalarının haberi yokken bir telefonla işlerini halletmişler.
Müdür yardımcısının odasına girerler. Müdür yardımcısı da bunları beklemekte zaten.
Bunları görünce, müdür yardımcısı ayağa kalkar. Eline gazeteyi alır. Bir hışımla gazeteyi masaya çarparak, mahalli basına gitmişsiniz. Olmadı, ulusal basına çıkaydınız, olmaz mıydı, niye oraya gitmediniz demiş.
Dört kafadarın başından geçen bu anekdotu kafadarlardan bir tanesi anlattı. Hoşumuza gitti. Bize de katıla katıla gülmek kaldı.
Biz de gülelim. Yalnız gülünecek bir yer bulamadık derseniz, yazma diliyle konuşma dili farklıdır. Bunu 86/7C’li dört kafadardan dinlemek zorundasınız. Bunu en iyi yaşayan anlatır. Ben sadece nakilciyim.
Tamam, onlardan dinleyelim ama biz bu dört kafadarı bilmiyoruz derseniz, onlar kendilerini iyi bilir. Belki de bu yazıyı okuma zahmetine katlanırlarsa bizdik o kişiler derler. Şu var ki isimleri bende mahfuz.

19 Ocak 2025 Pazar

7 Ekim İşaret Fişeği miydi? *

07.10.2023 tarihinde başlayan ve 15 aydır devam eden Hamas-İsrail savaşı, ateşkes anlaşmasıyla son buldu. İnşallah bu ateşkes sürekli olur da Gazze'de yaşayan Filistinliler rahat bir nefes alır. Fakat görünen o ki Gazze'yi tamamen insansızlaştırmayı kafaya koyan İsrail, yarım bıraktığını tamamlamak için bir bahaneyle ateşkesi bozacak gibi.

Ateşkesin ardından, kamuoyunda bu savaşı İsrail mi kazandı, Hamas mı tartışması gündemde. Kan ve ölüm durduktan sonra kazananın ve kaybedenin hangisi olduğunu konuşmanın bir anlamı yok ise de en azından analiz bakımından yazıp çizmede fayda var. Bu sorunun cevabı konuya neresinden baktığımıza bağlı.

Gazze'yi insansızlaştıracağım hedefiyle yola çıkan İsrail, bu hedefine ulaşamadı. Bu yönüyle bu savaşı İsrail kaybetti denebilir.

Yine İsrail ve Hamas'ın imkan ve imkansızlıkları göz önüne alındığı, İsrail'in silah, techizat, teknoloji ve imkan yönünden her yönüyle Hamas'tan daha güçlü olduğu, yani İsrail'in tek favori olduğu bu orantısız savaşın, 15 ay sürdüğü göz önüne alındığında, kaybedenin yine İsrail olduğu düşünülebilir. Çünkü savunma sanayi yönünden çok güçlü olan İsrail'in arkasında aynı zamanda ABD ve Batı ülkeleri vardı. Buna rağmen hedefine ulaşamadı.

Savaşın bilançosuna baktığımızda, İsrail'in 1200 ölüsü, 5 bin civarında yaralısı var. Gazze'nin ise 50 bine yakın ölüsü, 100 binin üzerinde de yaralısı var. İsrail'de yıkılan bina sayısı bir elin parmağını geçmezken, Gazze'nin yüzde 70'i yerle bir oldu. İsrail tüm savaşı Gazze'de yaptı. Gazze'nin bomba düşmeyen hiçbir yeri kalmadı. Hastane, kilise, cami, sivil yerleşim yerleri yerle bir oldu. Kayıp yönüyle bakıldığında Hamas bu savaşın mağlubudur.

İmkansızlıklar içerisinde Hamas’ın İsrail’e on beş ay direnmesi yönüyle Hamas başarılı denebilir.

Bu savaşın suçlusu kim? Uyguladığı soykırım dolayısıyla Uluslararası Ceza Mahkemesinin Netanyahu’nun hakkında verdiği yakalama kararı göz önüne alındığında bu savaşın suçlusu Israil’dir.

Hamas’ın siyasetini, izlediği yolu tasvip etmesem de bu savaşın mağduru ve haklı olanı Filistin halkıdır.

İsrail’e karşı başarı elde edemeyeceğini bildiği halde Hamas’ın bu savaşı başlatması bir acizliğin, çaresizliğin sonucudur. Ne de olsa bu halk yıllar yılı Israil’in esareti altında. Her millet gibi bu halkın da özgür yaşama hakkı var.

Bu kısa değerlendirmelerin ardından, konuyu zamanı veya değil, Hamas’a getireceğim. Hamas ne derece Filistinlinin yanında? Bir örgüt kazanamayacağı savaşı niçin başlatır? Değdi mi Gazze’nin yerle bir olmasına, o kadar çoluk çocuk ayrımı yapılmadan insanın ölüp yaralanmasına? Kazanamayacağını bildiği halde Hamas’ın bu savaşı başlatması intihar değil mi? Nitekim 7 Ekimde başlattığı bu savaşta uzun süre dünya kamuoyu Hamas’ı suçlu buldu.

Sözün özü, davaları ne kadar haklı, mücadeleleri ne kadar kutsal olsa da kazanamayacağı bir savaşı başlatması yönüyle Hamas bu savaşın fitilini ateşledi. Dört gözle bunu bekleyen İsrail’e gel beni yok et dedi. Çünkü İsrail kanla beslenir, kanla büyür ve genişler. Adeta yaşam felsefesi bu.

Nitekim bunu fırsat bilen İsrail, harekete geçti. Gazze’ye orantısız güç kullandı. Gazze’yi adeta haritadan sildi. Bölgeyi yaşanmaz şehir haline getirdi. Orada insanlık dramını yaşattı. Hamas’ın liderlerini nokta atış bir bir öldürdü. Bununla da yetinmedi. Hamas’a destek veren Lübnan Hizbullah’ını bitirdi. Ne kadar Hizbullah lideri ve potansiyel lider adayı varsa tek tek öldürdü. Bu savaşta değişik saldırı araçlarını silah olarak kullandı.

İran’a yöneldi. İran’ı kaç defa vurdu. İran’daki Hamas liderini vurdu.

Suriye’nin üzerinde boza pişirdi. Ne kadar stratejik öneme sahip yer varsa hepsini yok etti. Golan Tepelerine işgal etti.

Görünen o ki 7 Ekimde Hamas tarafından atılan işaret fişeğiyle, İsrail kendisi için potansiyel tehlike olan tüm komşu ülkelerinin hepsine ayar verdi, bir daha kolay kolay kendilerine gelemeyecek, kendisi için tehlike arz etmeyecek şekilde bölgeyi dizayn etti. Şimdi kaldı Gazze bir başına. Sanırım ateşkesle bir nefes alacak. Dünya kamuoyunun tepkisini bertaraf edecek. Bir zaman sonra Hamas yine suyumu bulandırdı deyip yarım bıraktığı Gazze’ye tekrar yönelecek.
Yazımı okuyan belki bana kızacak ama Hamas bilerek veya bilmeyerek 7 Ekimde İsrail’e saldırarak kana ve toprağa doymayan İsrail’e gollük pas verdi. Al da at dedi. İsrail de tıynetinin gereğini yaptı.

Keşke böyle olmasaydı.

Not: Ölen Gazzelilere Allah'tan rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum.

*22.01.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

İmralı Heyetinde Ben de Olmalıyım

Tüm Türkiye Öcalan'ın silah bırakma açıklamasına odaklandı. Şimdi yapılan her şey bu ortamı hazırlamaya yönelik çalışmalar.
Pervin Buldan, Sırrı Süreyya Önder ve Ahmet Türk’ten oluşan DEM heyeti, İmralı ile Meclis arasında mekik dokuyor. İlkini gerçekleştirdiler. Şimdi ikincisine hazırlanıyorlar.
Bunlar bu yaşında bu hummalı çalışmalarıyla gıpta edilesi çalışmaya hizmet ederken, bense ülkemin geleceğini inşa ve imar konusunda hiçbir şey yapamamanın ezikliğini yaşıyorum. Çünkü bomboş oturuyorum.
Merak ediyorum, İmralı heyeti illa üç kişiden mi oluşması, hepsinin de DEM'li mi olması gerekiyor? 4.kişi olarak beni de yanlarına alamazlar mı? Benden bağımsız ve objektif birini mi bulacaklar? Koca İmralı'ya beni sığdıramazlar mı?
Ha ben de gitsem yanlarında. Ben de Öcalan'la görüşsem. Tarihe şahitlik etsem.
İlk defa bir terörist hem de başıyla karşılaşsam.
Onun tecrübelerinden faydalansam.
Bir örgüt nasıl kurulur, bunun yağı, tuzu nereden geliyor, buna niye gerek gördün, bu senin aklın mı yoksa bir akıl hocan var mı desem.
Eylem nasıl yapılır, canlı bombayı nasıl ayarlıyorsunuz, nasıl öldürüyorsunuz diye sorsam.
Ayrıca örgüte silah bıraktıracak mısın, örgütün ardında kim var desem.
Seni Beka vadisinden kim kaçırdı, Rusya ve İtalya’da niçin tutunmadın, Kenya’da ne işin vardı desem,
Seni derdest edip bize teslim ettiklerinden sonra yüzündeki bandajları çıkarırken canın yandı mı, o anda ne hissettin desem,
Yine kendisine, yeter çektiğin, biz seni çıkarmak istiyoruz ama sen niye çıkmak istemiyorsun, bu rahatlık niye? Bülbül bile altın kafesten çıkmak isterken, sen niye böyle yapıyorsun desem,
O konuşsa ben notlar alsam.
Bir fırsatını bulup İmralı'yı gezsem, çevreyi temaşa etsem,
Öcalan'ın gezip dolaştığı yerleri dolaşsam,
Yediğini, içtiğini görsem,
Günde kaç paket ve hangi marka sigara içtiğini, iki paket Marlbora içtiğin doğru mu diye sorsam, ikram ederse karşılıklı içsem,
Gündemi nasıl takip ettiğini öğrensem,
Dolaşırken günlük rutin yürüyüşümü de İmralı'da yapsam,
Geçmiş o kadar hizmetine karşılık sana bu dört tarafı nazır adayı, hizmetinin karşılığı olarak mı verdiler desem,
Beslemeyelim de asalım mı desem,
Görüyorum ki yediğin önünde, yemediğin arkanda desem,
Hitap ederken Sayın diye hitap etsem,
Dışarıya çıkınca terörist başı ile görüştüm desem,
Pervin, Sırrı, Ahmet'le birlikte Öcalan'ın mesajını gerekli yerlere iletmek üzere yola çıksam,
Muhteşem üçlü Bahçeli ile görüşmeye doğru giderken, ben de “Öcalan’la 45 dakika” başlıklı kitabımı yazmak için yanlarından ayrılsam; gittim, gördüm, yazdım desem,
Tv’lere çıkıp izlenimlerimi aktarsam,
İyi olmaz mıydı? 
Kısaca bu çorbada benim de tuzum olsaydı, fena mı olurdu? Sonra tüm yükü bu üç garibana yıkmak ne derece doğru?
Sözün özü, Öcalan nasıl devletin emrinde ise ben de bu taşın altına elimi koymak suretiyle devlete hizmet etmek isterim.
Lütfen yeni izin alınırken heyetin içinde şahsım da olacak şekilde izin alınsın.
Tüm kamuoyuna ve devlet yetkililerine duyurulur. 

Vasiyetin Böylesi

Liseden sonra okumamış bildiğim kadarıyla. Belki de üniversite sınavına bile girmedi.
Ticarete atıldı. Her türlü ticari faaliyette bulundu. Hepsini de en iyi şekilde yaptı.
Ticari işleri dolayısıyla gitmediği il ve ülke hemen hemen kalmadı.
Kazandığını da ihtiyaç sahiplerine, eşine dostuna harcadı. Yeter ki bir ihtiyaç sahibini bilsin, görsün, duysun.
Kimseden bir kuruş faydalanmadan yedirdi, içirdi. Almadan verdi ve vermeye devam ediyor.
Yükseğini okumasa da hiç okumaktan uzak durmadı. Her alanda çıkmış kitapları alıp okudu.
Çoğu üniversite mezunlarından ve akademisyenlerden fazla bir birikime sahip. Bu yaşında hala alıp okuyor.
Ticaretle birlikte okumasının yanında vakıf, dernek, cemaat varsa çoğuyla iletişim ve irtibatını kesmedi. Hepsinden bir kuruş faydalanmadan hepsine yardımını esirgemedi. Sohbetlerine katıldı. Dinledi. İçine sinmeyen yönleri söylemekten geri kalmadı. Sorular sordu.
Nerede tanınmış, birikimi olan biri varsa kapılarını çalıp ziyaret etmiş, sorularını soracak şekilde bir özgüven sahip.
Düşüncesi, fikri ve zikri kim olursa olsun, her kesimle diyaloğu var.
İşinin dışında, gündemi, olup bitenleri ve gidişatı da takip ediyor.
Ülkenin, dünyanın, siyasetin, dini oluşum, dini yaşantılar, ahlaki yozlaşma ve insani ilişkileri dert edinen biri. Eleştirdiği gibi öneriler de sunmakta.
Maddi imkan, çevre, birikim olmasına rağmen tevazuu elden bırakmayan biri.
Ticarete girer de sıkıntı çekmez mi? Varken de parayı dert edinmeyen biri yokken de. Parası yoksa bile maddi sıkıntı çekse bile hep var görüntüsü vermeye devam etmekte. Bugüne kadar maddi sıkıntı çektiğini kimseye dert yandığını pek görmedim. Böyle hallerde bile yedirmeden, ikram etmekten geri durmayan biri. Öyle ya huylu huyundan vazgeçer mi.
Çocuklarını da kendisi gibi yetiştirmiş ve yetişmelerine katkı sağlamış biri. Kendisi gibi hepsi bir değer.
Ömrünü koşuşturmakla ve dolu dolu geçiren, çoğu alanda birikime sahip olan, aynı zamanda iyi bir gözlemci olan, çektiği ve gördüğü sıkıntılara rağmen güler yüzünü, ilgi ve alakasını esirgemeyen bu arkadaş aynı zaman da iyi bir insan sarrafı. Hala pozitif enerji vermeye devam etse de siyasetin geldiği nokta ve görünümü, dini cemaatlerin işleyişi, Müslümanların ahlaki yozlaşması, dünyanın gidişatı, ticari tecrübeleri -yanlış hissetmediysem- kendisini biraz yıldırmış gibi. Hala ticari faaliyetine devam etse de biraz içine kapanmış sanki. Sanırım öyle böyle değil, büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor. Nasıl hayal kırıklığına uğramasın. Çünkü ne ummuştu ne bulmuştu. Gidişata dair pek bir umut ve beklentisi de yok. Şu sözü bile yaşadığı bu hayal kırıklığını ele vermekte. "İşim gereği her tip her düşünce her inanç grubuyla alışveriş yaptım. Teşriki mesaim oldu. Yahudi, Hristiyan, ateist herkesle alaverem oldu. Hiçbirinden darbe yemedim. Hep ve sadece Müslümanlardan darbe yedim. Hem de defalarca. Tüm bu tecrübelerimden sonra çocuklarıma vasiyetim: Aman çocuklar, Müslümanlardan uzak durun demek oldu" demesidir. Sanırım bu söz çok şey anlatmaya yeter de artar bile. Ömrünü İslam'a adamış bu kişinin, Müslümanlardan gördüğü muameleye bu şekil rezerv koyması başka türlü nasıl izah edilebilir.