19 Ocak 2025 Pazar

İmralı Heyetinde Ben de Olmalıyım

Tüm Türkiye Öcalan'ın silah bırakma açıklamasına odaklandı. Şimdi yapılan her şey bu ortamı hazırlamaya yönelik çalışmalar.
Pervin Buldan, Sırrı Süreyya Önder ve Ahmet Türk’ten oluşan DEM heyeti, İmralı ile Meclis arasında mekik dokuyor. İlkini gerçekleştirdiler. Şimdi ikincisine hazırlanıyorlar.
Bunlar bu yaşında bu hummalı çalışmalarıyla gıpta edilesi çalışmaya hizmet ederken, bense ülkemin geleceğini inşa ve imar konusunda hiçbir şey yapamamanın ezikliğini yaşıyorum. Çünkü bomboş oturuyorum.
Merak ediyorum, İmralı heyeti illa üç kişiden mi oluşması, hepsinin de DEM'li mi olması gerekiyor? 4.kişi olarak beni de yanlarına alamazlar mı? Benden bağımsız ve objektif birini mi bulacaklar? Koca İmralı'ya beni sığdıramazlar mı?
Ha ben de gitsem yanlarında. Ben de Öcalan'la görüşsem. Tarihe şahitlik etsem.
İlk defa bir terörist hem de başıyla karşılaşsam.
Onun tecrübelerinden faydalansam.
Bir örgüt nasıl kurulur, bunun yağı, tuzu nereden geliyor, buna niye gerek gördün, bu senin aklın mı yoksa bir akıl hocan var mı desem.
Eylem nasıl yapılır, canlı bombayı nasıl ayarlıyorsunuz, nasıl öldürüyorsunuz diye sorsam.
Ayrıca örgüte silah bıraktıracak mısın, örgütün ardında kim var desem.
Seni Beka vadisinden kim kaçırdı, Rusya ve İtalya’da niçin tutunmadın, Kenya’da ne işin vardı desem,
Seni derdest edip bize teslim ettiklerinden sonra yüzündeki bandajları çıkarırken canın yandı mı, o anda ne hissettin desem,
Yine kendisine, yeter çektiğin, biz seni çıkarmak istiyoruz ama sen niye çıkmak istemiyorsun, bu rahatlık niye? Bülbül bile altın kafesten çıkmak isterken, sen niye böyle yapıyorsun desem,
O konuşsa ben notlar alsam.
Bir fırsatını bulup İmralı'yı gezsem, çevreyi temaşa etsem,
Öcalan'ın gezip dolaştığı yerleri dolaşsam,
Yediğini, içtiğini görsem,
Günde kaç paket ve hangi marka sigara içtiğini, iki paket Marlbora içtiğin doğru mu diye sorsam, ikram ederse karşılıklı içsem,
Gündemi nasıl takip ettiğini öğrensem,
Dolaşırken günlük rutin yürüyüşümü de İmralı'da yapsam,
Geçmiş o kadar hizmetine karşılık sana bu dört tarafı nazır adayı, hizmetinin karşılığı olarak mı verdiler desem,
Beslemeyelim de asalım mı desem,
Görüyorum ki yediğin önünde, yemediğin arkanda desem,
Hitap ederken Sayın diye hitap etsem,
Dışarıya çıkınca terörist başı ile görüştüm desem,
Pervin, Sırrı, Ahmet'le birlikte Öcalan'ın mesajını gerekli yerlere iletmek üzere yola çıksam,
Muhteşem üçlü Bahçeli ile görüşmeye doğru giderken, ben de “Öcalan’la 45 dakika” başlıklı kitabımı yazmak için yanlarından ayrılsam; gittim, gördüm, yazdım desem,
Tv’lere çıkıp izlenimlerimi aktarsam,
İyi olmaz mıydı? 
Kısaca bu çorbada benim de tuzum olsaydı, fena mı olurdu? Sonra tüm yükü bu üç garibana yıkmak ne derece doğru?
Sözün özü, Öcalan nasıl devletin emrinde ise ben de bu taşın altına elimi koymak suretiyle devlete hizmet etmek isterim.
Lütfen yeni izin alınırken heyetin içinde şahsım da olacak şekilde izin alınsın.
Tüm kamuoyuna ve devlet yetkililerine duyurulur. 

Vasiyetin Böylesi

Liseden sonra okumamış bildiğim kadarıyla. Belki de üniversite sınavına bile girmedi.
Ticarete atıldı. Her türlü ticari faaliyette bulundu. Hepsini de en iyi şekilde yaptı.
Ticari işleri dolayısıyla gitmediği il ve ülke hemen hemen kalmadı.
Kazandığını da ihtiyaç sahiplerine, eşine dostuna harcadı. Yeter ki bir ihtiyaç sahibini bilsin, görsün, duysun.
Kimseden bir kuruş faydalanmadan yedirdi, içirdi. Almadan verdi ve vermeye devam ediyor.
Yükseğini okumasa da hiç okumaktan uzak durmadı. Her alanda çıkmış kitapları alıp okudu.
Çoğu üniversite mezunlarından ve akademisyenlerden fazla bir birikime sahip. Bu yaşında hala alıp okuyor.
Ticaretle birlikte okumasının yanında vakıf, dernek, cemaat varsa çoğuyla iletişim ve irtibatını kesmedi. Hepsinden bir kuruş faydalanmadan hepsine yardımını esirgemedi. Sohbetlerine katıldı. Dinledi. İçine sinmeyen yönleri söylemekten geri kalmadı. Sorular sordu.
Nerede tanınmış, birikimi olan biri varsa kapılarını çalıp ziyaret etmiş, sorularını soracak şekilde bir özgüven sahip.
Düşüncesi, fikri ve zikri kim olursa olsun, her kesimle diyaloğu var.
İşinin dışında, gündemi, olup bitenleri ve gidişatı da takip ediyor.
Ülkenin, dünyanın, siyasetin, dini oluşum, dini yaşantılar, ahlaki yozlaşma ve insani ilişkileri dert edinen biri. Eleştirdiği gibi öneriler de sunmakta.
Maddi imkan, çevre, birikim olmasına rağmen tevazuu elden bırakmayan biri.
Ticarete girer de sıkıntı çekmez mi? Varken de parayı dert edinmeyen biri yokken de. Parası yoksa bile maddi sıkıntı çekse bile hep var görüntüsü vermeye devam etmekte. Bugüne kadar maddi sıkıntı çektiğini kimseye dert yandığını pek görmedim. Böyle hallerde bile yedirmeden, ikram etmekten geri durmayan biri. Öyle ya huylu huyundan vazgeçer mi.
Çocuklarını da kendisi gibi yetiştirmiş ve yetişmelerine katkı sağlamış biri. Kendisi gibi hepsi bir değer.
Ömrünü koşuşturmakla ve dolu dolu geçiren, çoğu alanda birikime sahip olan, aynı zamanda iyi bir gözlemci olan, çektiği ve gördüğü sıkıntılara rağmen güler yüzünü, ilgi ve alakasını esirgemeyen bu arkadaş aynı zaman da iyi bir insan sarrafı. Hala pozitif enerji vermeye devam etse de siyasetin geldiği nokta ve görünümü, dini cemaatlerin işleyişi, Müslümanların ahlaki yozlaşması, dünyanın gidişatı, ticari tecrübeleri -yanlış hissetmediysem- kendisini biraz yıldırmış gibi. Hala ticari faaliyetine devam etse de biraz içine kapanmış sanki. Sanırım öyle böyle değil, büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor. Nasıl hayal kırıklığına uğramasın. Çünkü ne ummuştu ne bulmuştu. Gidişata dair pek bir umut ve beklentisi de yok. Şu sözü bile yaşadığı bu hayal kırıklığını ele vermekte. "İşim gereği her tip her düşünce her inanç grubuyla alışveriş yaptım. Teşriki mesaim oldu. Yahudi, Hristiyan, ateist herkesle alaverem oldu. Hiçbirinden darbe yemedim. Hep ve sadece Müslümanlardan darbe yedim. Hem de defalarca. Tüm bu tecrübelerimden sonra çocuklarıma vasiyetim: Aman çocuklar, Müslümanlardan uzak durun demek oldu" demesidir. Sanırım bu söz çok şey anlatmaya yeter de artar bile. Ömrünü İslam'a adamış bu kişinin, Müslümanlardan gördüğü muameleye bu şekil rezerv koyması başka türlü nasıl izah edilebilir.

Çocuklarıma Mirasım

Bir ayağım çukura girdi. Bunca yaşadın. Hayattan ne buldun deseler, nedamet ve heyhat derim. Ömrüm pişmanlıkla geçti dense yeridir.
Hepsi geçip gitti. Ama bir üzüntü daha kapladı beni. Bu üzüntü öbürleri gibi gelip geleceğe de benzemiyor. Şimdiden bir kabus gibi çöktü üzerime.
Onca çalışıp çabaladım. Üzerine didindim. Artanı biraz biriktireyim ki çocuklarıma miras kalsın istedim. Ama olmadı.
Bu yazıyı yazarken eskimiş, şu kadar yıl oldu alalı. Değiştirelim denen kanepeye sırtüstü uzandım. Elime de Redmi Pro 9'u aldım. Gözümün önüne çocuklarıma bırakacağım mirası getirdim:
Toru topu 30 yılı geçmiş 3+1 eski bir daire ile kooperatiften çıkma 2+1 evim, 2000 model Nissan Primera, kalırsa ve yüzüne bakarlarsa bu telefon. Başka da gözümün önüne bir şey gelmedi. Üç bankada hesabım var ama onlarda da ufak tefek giriş çıkışlar dışında bir şey yok. Sanırım, iki sene önceydi. 6 kilo kaya tuzu almıştım. Bir de sakal tıraşı olmak için içerisinde onar tane olan üç paket permatik var. Ölünceye kadar tuzdan ve permatikten ne kadar kalırsa artık. Bu telefon da var diyeceğim ama pek bunun yüzüne bakacaklarını sanmıyorum.
Gördüğünüz gibi benden sonra dört çocuğum arasında miras kavgası verecek kadar bir malım yok. Bu utanç da bana yeter. Haliyle çocuklarım da utanacaklar. Bize bıraka bıraka permatik ve tuz bırakmış. Babamız safi yatmış. Başka babalar gibi bir servet bırakmamış diyecekler.
Böyle demede de haklılar. Çünkü ben, insanı ne uzatan ne de kısaltan sabit gelirli olmayı seçtim. Bu da beni ne ondurdu ne de öldürdü. Maaşımdan arta kalan üç beş kuruşu da kenara attım ama gördüğünüz gibi damlaya damlaya göl olmamış. Halbuki enflasyona da ezdirilmemiştim ama görüyorum ki pul olmuş attıklarım. Belimi büken enflasyonun beli ha kırıldı ha kırılacak derken enflasyon yoluna dolu dizgin gidiyor. Gel gör ki benim belim bükülmüş de benim haberim yok bir de TÜİK'in.
Bıraktığım bu serveti dört kardeş aralarında nasıl paylaşırlar bilmem. Şeriat mahkemesi mi kurarlar yoksa Medeni Kanuna göre mi paylaşım yaparlar bilmem. Ama kızım olmadığına göre sanırım aralarında eşit bir paylaşım yaparlar. Evleri ve arabayı satıp parayı kırışırlar. Yok babamın hatırası deyip iki evi dörde, arabayı da dörde mi bölmeye kalkarlar bilmem. Sadece araba kalsa birer birer teker ve kapı paylaşımı yapabilirler. Evler biraz sorun olacak ama nasıl anlaşırlarsa artık. Kiraya verip her ay biri kirayı alabilir. Ama esas kavga, kalan kaya tuzunda ve permatik paylaşımında olacak gibi görünüyor.
Allah vere de paylaşacağız diye basın ve medyaya düşmezler. Döviz bastırıp, "Babamızın parası, söke söke alırız" demezler. Herhalde bunu yapmazlar. Bizim siyasetçi ve dini lider mirasçılarından neyimiz eksik demezler. Çünkü mirasın miktarını gören bunları tefe koyar.
Şimdi düşünüyorum da utanıyorum kendimden. Bırakacağım mirastan dolayı da çocuklarımın mahcup olacağını düşünüyorum. Çünkü bu miktarı paylaşmak için kavgaya gerek yok. Basın medyaya düşmeye de. Çünkü kavga edilecekse bir defa kavgaya değecek bir mal olmalı orta yerde.
Şimdiki aklım olsaydı, bir şekilde siyasete girer. Paraya para demezdim ya da bir cemaatin başına geçer, servetimin haddi hesabı olmazdı. Hizmet ehli ve sureti haktan görünüp malı götürürdüm. Artanla da çocuklarım kavgasını yapardı. Buna da değerdi. Servetin miktarı havada uçuşurdu. Taş ve sopalar da. Benim servetim de züğürdün ağzını yorardı.
Haydi siyaset her kişinin hele benim hiç işim değil. Başarı şansım sıfır. Tarikat ise babadan oğula geçer. Babam da yoksa bana nasıl geçsin. Yalnız dört erkek çocuğa bir şeyhlik bıraksaydım, aralarında post kavgası epey devam ederdi. Bu iş tam bana göreymiş halbuki.
Şu var ki siyaset ve dini oluşum içinde olamasam da olmamam gereken bir şey de sabit gelirliliği tercih etmemem gerektiğini şimdi düşünüyorum. Pekala poşet dede gibi dilencilik yapıp paraya para demezdim. Tek yapacağım, üzerime yanık elbise giyip üzerine poşet geçirmek idi. Gören acır, verirdi. Ben de toplar toplar, biriktirir biriktirir, akşamında bankalara yatırırdım. Milyonlarım böyle birikirdi. Öldükten sonra kıymete binerdim. Basın ve medya günlerce benden konuşurdu. Bıraktığım serveti de tabi. Bankadaki birikintileri timsah gözyaşları dökerek çocuklarım temizinden çekerdi. Yemeyenin malını yerler derlerdi ardımdan.
Heyhat ki heyhat! Ölümüm sessiz sedasız olacak. Bir garip öldü deyip gömecekler. Fakir ölünce pek cenazeme katılan da olmayacak. Ardından çocuklarım arasında miras kavgası olmayacağı için basına da düşmeyeceğim ve toprağım kurumadan unutulup gideceğim.
Vah ki vah...

17 Ocak 2025 Cuma

Aileler Yaşadı

Aile Yılı dolayısıyla devlet, evliliği teşvik etmek ve nüfusun artmasına katkıda bulunmak amacıyla bir dizi teşvik paketi açıkladı. Buna göre;

1.Evlenecek gençlere 48 ay vadeli, 2 yıl ödemesiz ve faizsiz 150 bin lira evlilik desteği verilecek. Bunun için çiftler, e devlet üzerinden başvuru yapabilecek. Başvuru yapabilmek için “başvuru tarihi itibarıyla çiftlerin, 18-29 yaş arasında olmaları, taşınmaz sahibi ya da hissedarı olmamaları, çiftlerin son 6 aylık gelir toplamı ortalamasının ve son aya ait gelirleri toplamının asgari ücretin 2,3 katından fazla olmaması, başvuru tarihi itibarıyla resmi nikah gününe en az 2 ay, en fazla 6 ay kalmış olması şartlarını taşıması gerekiyor”. (Bu durumda bu fona başvuru yapamıyorum. Çünkü yaşım tutmuyor. Oğlum yararlansın istiyorum. Onun da niyeti yok. Bu durumda bahtıma yanayım.)

2. Doğum yardımı desteği de veriliyor. Doğum yardımı alabilmek için 1 Ocak 2025 itibariyle doğacak ilk çocuğa tek seferlik 5000 lira verilecek. (Oğlum evlenmediğine göre bu paradan da nasiplenemiyoruz. Ben ise 2025 öncesi evlendiğinden bu oranda bir paradan yararlanamıyorum. Yeni bir çocuğum olursa diye hanıma bir söyledim. Duvardaki eleği gösterdi. Ne alaka elek dedim. Sen unu eledin, eleği duvara astın dedi. Hasılı bir bardak soğuk suyla hararetimi söndürmeye çalışacağım.)

3 - 1 Ocak 2025'ten sonra ikinci çocuğuna sahip olan bir annenin hesabına her ay 1500 lira yatırılacak. (5 binden geçtim. 1500’den de yararlanamıyorum. Hoş, yararlansam da hanımın hesabına yatacakmış. Hanım bu paradan bana zırnık koklatmazdı.)

4 - İlk ve ikinci çocuğunu 1 Ocak 2025'ten sonra dünyaya getiren bir anneye üç ve üzeri çocuğu dünyaya geldiğinde, 3 çocuk sahibi olan bir annenin hesabına aylık 6 bin 500, 4 çocuklu bir anneye ise aylık 11 bin 500 lira ödeme yapılacak. (Bu durumda 2025 öncesi doğan çocuklar üvey, sonrası doğanlar devletin öz evladı. Aynı şekilde 2025 öncesi doğum yapan kadın üvey anne, sonrası doğum yapan kadın ise öz anne. Hasılı yaşın genç ve 2025’de evlenmek ve çocuk sahibi olmak varmış.)

5. Doğum yardımları, çocuklar beş yaşını dolduruncaya kadar devam edecek. (Anneler yaşadı.)

6. Yardımlarda herhangi bir kriter gözetilmeyecek. (Sanırım, zengine de fakire de bu yardım yapılacak.)

7. Çiftler, 81 ile yaygınlaştırılan Aile ve Gençlik Fonu'na yani 48 ay vadeli ve 2 yıl geri ödemesiz 150 bin lira tutarındaki destek için e devlet üzerinden başvuru yapabilecek. (Bu 150 bin çiftin her birine ayrı ayrı mı verilecek yoksa toplam bu kadar mı? Burası izaha muhtaç. Bir de bu destek 2025 sonrası evlenmek isteyenlere de devam edecek mi? Burası da kapalı. Sanırım 2025’le sınırlı. Şayet böyle ise benim oğlan 2025’den sonra evlenir.)

Hasılı aile yılında aile desteği ve çocuk yardımı bununla sınırlı değil. Devlet çalışan kadını da düşünmüş. O da şu:

8. Kadınların ev ve işleri arasında bir tercih yapmak zorunda kalmamaları için esnek ve uzaktan çalışma modelleri hayata geçirilecek.

9.Halihazırdaki kreşlerin sayısı artırılarak ülke genelinde yaygınlaştırılması sağlanacak.

Haydi gençler, göreyim sizi. Gördüğünüz gibi devlet kesenin ağzını açmış. Sayenizde geriye doğru giden nüfusumuz artacak.

Düşünme Kapasitesini Artırmanın Yolu ve Sonuçları

"Düşündükçe; itiraz etme, uyumsuz olma, huzursuz olma ve huzursuz etme kapasiteniz de artar. Kendi başınıza kararlar almanız, kendi başınıza düşünmeniz; kendi başına düşünme kabiliyeti olmayanları çileden çıkarır."
Bu söz Dücane Cündioğlu'na ait. Bu söze katılır veya katılmazsınız, bu sizin bileceğiniz bir iş. Hatta sözün içeriğine bakmadan, sözün kim tarafından söylediğine bakarak ben bu adamı sevmem ve görüşlerine katılmam, benim için güvenilmez biridir de diyebilirsiniz. Burada bize düşen hikmetinden sual olmaz demektir. Öyle ya sevmek bir gönül işidir. Kimse kimseyi sevmek zorunda değil. Aynı şekilde görüşüne de katılmak zorunda değil.
Şimdilik sizi bir tarafa bırakarak ben kendime bakayım. Çünkü söz ortada kalmasın. Bakalım bu sözün neresindeyim. İçinde miyim, dışında mıyım?
Şu bir gerçek ki bu cümlede kapasite artışından bahsediyor. Bakalım bende bu kapasite ve potansiyel kapasite artışı var mı?
Müsaadenizle kendimi test edeyim. Sanki bende bu kapasite var gibi. Çünkü itiraz yönüm olduğunu eş dost söylüyor. Aristo mantığından hareket edersek, itiraz ettiğime göre sanki düşünüyorum. O halde varım.
İtiraz yönüm olduğuna göre uyumsuz olduğum, nevi şahsına münhasır biri olduğum da doğrudur. Zaten fiziki rengime de vurmuş bu uyumsuzluğum. Çoğunluğun saç rengi siyah iken bendenizde turuncu renk hakim. Bakmayın şimdi ağardığına.
Uyumsuz olunca, haliyle huzursuz olduğum ve huzursuz edildiğim de doğrudur. Çünkü zannımca huzursuz ettiğim bir gerçek. Huzursuz etmek derken birilerinin suyunu bulandırma, kuyruğuna basma, fincancı katırlarını ürkütme gibi bir yönüm var. Haliyle huzursuz edince huzursuz olmam doğaldır.
Hasılı, sonuçları itibariyle bakarsak, bende itiraz etmek, uyumsuz olmak, huzursuz olmak ve huzursuz etmek olduğuna göre sanki bende düşünme kapasitesi var gibi.
Şayet böyle isem -sonucunu düşünmeden- kararlar almam, kendi başıma ve bir başıma düşünmem de olası. Bu olası durum kendi başına karar alma kabiliyeti olmayanları, bu kabiliyetleri varsa da bu potansiyeli kullanmayanları çileden çıkarırmış. Çok da tın. Birileri bu kapasitesini kullanmadığı için çileden çıkacak diye yarım yamalak da olsa tüm bu özelliklerimi kullanmayayım mı?
Varsın, birileri hesap kitap yaparak itiraz etmesin. Uyumsuzluk yolunu seçmesin. Kimseyi huzursuz etmediği için kendisi de huzurlu olsun. Ne huzursuz etsin ne de huzursuz olsun. Kendi başına kararlar almasın. Kendi başına düşünmesin. Yani birey olmasın. Sürü olmayı, sürüden ayrılmamayı, ağrımaz başını ağrıtmamayı seçsin. Böylece huzur bulsunlar.
Ama hep mi huzur bulsunlar? Tamam sürünün içinde yer alarak huzur bulsunlar da akıllarının bir köşesinde birey olmadıkları bir ukde olarak kalsın. Bu da onları huzursuz etmek için yeter de artar bile.
Olur mu demeyin. O kadar huzurun içinde biraz da lütfen huzursuz olsunlar.
Bir de itiraz etmedikleri ve uyumsuz olmadıkları için huzursuz olmadıklarından, huzur bozmadıklarından, bir başına karar almadıklarından ve düşünmediklerinden dolayı düşünüyorum, o halde varım demesinler. Çünkü hiç yakışık almıyor ve üzerlerinde sırıtıyor.

Tutkularımız

Resimde tutku kelimesine TDK'nin verdiği anlamlar ve tutkunun cümle içerisinde kullanılışı yer almaktadır.

Buna göre kısaca tutku güçlü bir coşku, ihtiras, güçlü istek, aşırı düşkünlük anlamlarına geliyor.

Başka milletlerin tutkusu var mı, varsa da ne kadardır bilmem ama millet olarak bizim tutkularımız çoktur. Bu tutkulara öyle bir bağlanırız hatta kendimizi öyle bir kaptırırız ki bu tutkulardan bizi ancak ölüm ayırır.

Mesela herhangi bir kişi, alan, düşünce, fikir ve görüş vs. hususlarında tarafgirliğimiz, fanatikliğimiz, kutuplaşmamız, ölümüne savunmamız, rekabet ve husumetimiz bir nevi tutku ve bağımlılıktır. Her ne olursa olsun bu tutkularımızdan vazgeçmeyi, vazgeçemeyiz. Tutkularımızı eleştirenlerle tartışmaktan, kavga etmekten, gerekirse küsmekten geri kalmayız. Kısaca tutkularımızın hepsi olmasa da çoğu bizim için kırmızı çizgidir.

Ne demek isteğimin anlaşılması için tutkumuz olan bazı örneklere yer vereyim:

Siyasi partiye tutkunluğumuz. Bu tutkunluğumuz tuttuğumuz futbol takımı gibidir. Kolay kolay değiştirmeyiz.

Dini veya siyasi lidere bağlılığımız. Bağlandıklarımızın her yaptığında hikmet aramamız. Onları ölümüne savunmamız. Eleştirenleri düşman bellememiz. Kendimizi Atatürkçü, Menderesci, Demirelci, Özalcı, Erbakancı, Türkeşçi, Baykalcı, Erdoğancı; solcu, sağcı, milliyetçi, İslamcı, milli görüşçü, Kemalist, sosyalist vs. görmemiz. Dinî yapılara bağlılığımız varsa, Nakşi, Kadiri, Nurcu, Süleymancı, İskenderpaşa, Menzilci, İsmailağa vs. gruplarından birine mensup görmemiz.

FB, GS, BJK ve TS gibi büyük takımlara olan tutkunluğumuz. Maç öncesi ve sonrası maç kritiklerimiz, hakem değerlendirmelerimiz, maça gitmemiz, ekrandan maç seyretmemiz, futbolcularının hepsinin isim ve mevkilerini bilmemiz vs. gibi durumlar da tutkumuzun bir göstergesidir.

Aynı şekilde tarihi şahsiyetlerde de bir tutkumuz söz konusu. Fatih, Yavuz, 2. Abdülhamit gibi.

Sigara, alkol veya uyuşturucu bağımlılığını da tutkumuz olarak görebiliriz.

Tutkumuza dair örnekleri çoğaltabiliriz. Fazlasına da gerek yok.

Şu var ki hangi alan olursa olsun tutkularda bir seviye tutturulamazsa bu tür tutku aşırılıktır, fanatikliktir, bağnazlıktır.

Bu tutkuya yakalanan kişiden, objektif olması ve davranması beklenemez. Hayata çok yönlü değil, tek yönlü bakar. Çünkü taraftır. Maçtaki taraftarda duygu ve coşku hakim olunca nasıl ki bu taraftar grubunda akıl değil, duygular hakim olduğu gibi diğer tutkularda da akıl ön planda olmaz. Duygular aklı bastırır. Farkına varmadan bu tutkuların esiri oluruz.

Bu tutkularda sevgi vardır, aşırı sevgi vardır. Hem de ölümüne sevgi. Bir yerde aşırı sevgi varsa aşırı nefret de vardır. Bu yönüyle aşk derecesinde olan bu aşırı sevgi gözleri kör eder. Bu aşırı sevginin oluşmasında, aşırı nefretin payı büyüktür. Çünkü bir taraftan nefret eden, diğer tarafa yani zıddına bağlanmada bulur kurtuluşu. Birinden kaçar, diğerine sığınır.

Bilelim ki bu tutku kendimiz için esarettir, sağlıksız düşünmektir, aklımızı başımızdan almaktır, birey olmaktan ziyade sürünün içinde yer almaktır, kendimizi ve özgürlüğümüzü sınırlamaktır, sırtımızda yumurta küfesi taşımaktır, kendimize güvenmediğimiz için kendimizi bir yere ait hissetmektir, bir özgüven eksikliğidir; kişinin beynini, aklını, fikrini kullanmamasıdır, tüm bunları kiraya vermesidir. Çünkü nasıl ki aşk gözü kör ederse, bu tutkular da bizi bizden eder, bizi esir alır. Tutkularla yatar, tutkularla kalkarız. Tutkular için yaşar, tutkular için ölürüz. Çünkü sürünün görevi budur. Bireycilik ve bireyselleşme mi? Ruhuna Fatiha.

15 Ocak 2025 Çarşamba

Hep Devletini Düşünmüş Meğer

Esed ve ailesine ait milyon dolarlık araç galerisi görüntülendi. Hepsi de yepyeni.

Hepsine özene bezene bakmış ya da baktırmış.

Hepsi de tamirciye gitmesine ihtiyaç olmayacak şekilde kullanıma hazır.

Bize de Esed şöyle böyle dediler, kötünün kötüsü dediler. Tek adam ve diktatör dediler. Haliyle biz de yanlış tanıdık.

Halbuki o ben gidiyorum, ne haliniz varsa görün dememiş, bana yar olmayacak araçları kimseye yar etmem dememiş.

Her tek adam ve diktatör gibi ülkesine hizmet etmiş. Bu arabalar da bunun bir örneği.

Belki de zamanında bu araçları aldığı zaman kendine şu kadar araç aldı dediler. Halbuki giderken götürmediğine göre hepsini devleti ve devletin kullanımı için almış. Şayet kendisi için almış olsaydı, giderken bunları da götürürdü. Bu demektir ki kendisi için değil, devleti ve milletine adamış kendisini. 

O kadar aracı nasıl götürsün diyebilirsiniz. Pekala yok fiyatına satıp paraya tahvil edebilirdi. Çünkü yetim malıydı. Bunda tüyü bitmemiş yetimin hakkı vardı. Hasılı emanet bilmiş.

Giderken de HTŞ liderine bırakmış. Alın tepe tepe kullanın demiş.

Halbuki Esed bize anlatıldığı gibi olsaydı, madem beni baştan indirdiniz, size iyilik yaramaz derdi, hepsini kırar, dökerdi, balyozla kırdırırdı. Hiçbir şey yapamasa, o kadar vakti olmasa, pekala ateşe verdirebilirdi.

Elhasıl diktatör ve tek adam deyip de geçmeyin. Bilin ki her tek adam ve diktatör kötü değildir. Belki de hiçbiri kötü değildir. Ülkesi için çalışıp didinmişlerdir. Biraz veya çok zararları olmuşsa, ülkesini sevdiklerinden, ülkesine hizmet etme aşklarından dolayı olsa gerek.

Sonradan ah vah etmektense, biz ne yaptık demektense, diktatörlerin kıymetini bilmek lazım.

Uzatmayayım, son sözüm budur.