13 Ocak 2025 Pazartesi

Hayata Dair Hikmetli Sözlerden

Hikmetli Sözlerden *
1. Elinde yiyecek olsa bile yaklaştığında kaçan bir kuşa şaşırma; kuşlar bazı insanlar gibi değildir, özgürlüğün ekmekten daha değerli olduğuna inanırlar.
2.Su, yağa sordu: "Ben senin ağacını yeşertenim, nasıl benden üstün oluyorsun? Nerede edep?" Yağ cevap verdi: "Sen nehirlerde memnuniyetle yetiştin, ben ise ezilmeye ve zorluğa sabrettim, sabırla yükseldik."
3.Gözyaşları damlalar değildir, kelimelerdir; ama bu kelimeleri okuyup anlayacak birini bulmak çok zor.
4.Bazı insanların kalpleri sonbahar yaprağı gibidir, ne kadar sulasan da elinde yeşermez, onları rüzgara bırak.
5. Onurlu ol ve ne olursa olsun eğilme; belki başını tekrar kaldırma fırsatın olmayacak.
6.Kelimeler tohum gibidir, ama kalplere ekilir, toprağa değil. Bu yüzden ne ektiğine dikkat et ve ne söylediğini gözet, çünkü bir gün ektiğini yemek zorunda kalabilirsin.
7. Saygı on parçadır, dokuzu sessizlikte, onuncusu ise küçük akıllardan uzak durmakta.
8.Küçük detayları büyütüp, çirkinlikleri açığa çıkaran bir mikroskop gibi olma; tarafsızca yansıtan bir ayna ol. (Mehmet Cömert’in Çevirilerimden)
Hayata Dair Öğütler *
 • Duyduğun her şeye inanma, elindeki her şeyi harcama ve de canının istediği kadar uyuma.
 • ”Seni seviyorum” dediğin zaman inanarak söyle.
 • Kazandığın zaman böbürlenme.
 • Kaybettiğin zaman mazeret arama.
 • Sessizliğin bazen en iyi cevap olduğunu unutma.
 • Mutluluğun kendiliğinden gelen bir şey olduğunu düşünme. Mutluluk bilfiil yaptıklarının sonucudur.
 • Yalnızca geldiği kaynağı sevmiyorsun diye iyi bir fikri bir kenara atma.
 • Yapman gerekeni neşe içinde yap.
 • İlham bekleyerek vakit kaybetme. Sen başla, ilham gelecektir.
 • Daha çok kitap oku, daha az televizyon izle.
 • Unutma, ne kadar daha çok bilirsen o kadar daha az korkarsın.
 • Çocuklarının en iyi öğretmeni ve antrenörü sen ol.
 • Ufak tefek sıkıntıları gerçek sorunlarla karıştırma.
 • Her fırsatta çocuklarının elini tut. Elini tutmana izin vermeyeceği zaman çok çabuk gelecektir.
 • İyi ve dürüst bir hayat yaşa. Yaşlandığın zaman geçmişi düşünüp bir kere daha hoşça yaşarsın. (Mehmet Cömert’in çevirilerinden)

Enflasyonlu Hayatın Kazanan ve Kaybedenleri

Enflasyonlu hayatın kazananları:
Devlettir. Devlet çok yönlü kazanır. Devletin kazancı vergidir. Yüksek vergi koyar. Vergi koyarken kriteri, yaşanan enflasyona göre vergi koymaktır. İşçi, memur, emekli gibi sabit gelirliye ise hedeflediğini enflasyona göre zam vererek hem vergiden kazanır hem de sabit gelirliye zam verirken kazanır. Sabit gelirliye zam veren devletin daha doğrusu devleti yöneten hükümet yetkilileri, işçi ve memurunu bugüne kadar enflasyona ezdirmemiştir, yine ezdirmeyecektir. Hedeflenen enflasyon tutmazsa enflasyon farkını altı ay sonra yansıtmakta. Bu da sabit gelirlinin hakkını bir altı ay geç vermek demektir ki burada da devlet kazanır. Çünkü bu, kişinin borcunu zamanında değil de altı ay geç ödemesi gibidir ki paranın pul olması ve alım gücünün düşmesi sebebiyle sabit gelirli zarara uğrarken devlet yine kazanmış oluyor.
Esnaf kazanır. Çünkü esnaf enflasyondan etkilenmez. Aldığı ürüne zam geldikçe tereklerdeki ürünün etiketini günceller. Mesela bir ürünü üç liraya alıp beş liraya satacak iken aldığı ürün yerinde 5 liraya çıkmışsa, üç liraya aldığı ürünü sekiz liraya satmış olur. Böylece hem alırken kazanır hem de satarken. (Esnaf buna mecbur. Böyle yapmazsa yani aldığı fiyattan satarsa, sattığı malı yerine koyamaz.)
İthalatçı kazanır. Ürününü döviz bazında kaça almışsa, üzerine kârını koyarak satışa sunar.
İmalatçı kazanır. Aldığı ham maddeye zam geldikçe gelen zammı ekler. (Girdi maliyetleri söz konusu.)
Fabrikasyon üretimi yapanlar kazanır. Bunlar da girdi maliyetleri yükseldi demek suretiyle ilaveten zam yaparlar. (Girdi maliyetleri)
Bir diğer kazananı, evi ve dükkanı olup kiraya veren ev ve iş sahipleridir. Bunların çoğu çok insafsızdır. (Piyasa)
Kısaca enflasyonlu hayatın kazananı (devlet, üretici, imalatçı, ihracatçı vs.) çoktur. Çoğu zaman maliyetinin üzerinde zam yaparlar. Çünkü piyasa oynaktır. Yerine koyamam düşüncesi olur. Bir de daha fazla kazanma hırsı ortaya çıkar. Tüketici de sürekli zamma alıştığı için nasılsa tepki gelmez diye düşünür.
Enflasyonlu hayatın kaybedeni, işçi, memur, emekli, asgari ücretli gibi sabit gelirli kişilerdir. Bunlar TÜİK enflasyonuna göre zam alır. Bu da piyasa enflasyonunun altında bir orandır. Verilen zam oranı enflasyonun altında kaldığında, verilecek enflasyon farkını da 6 ay geç almak suretiyle enflasyon farkından da zarar eder.
Enflasyonlu hayatın bir diğer kaybedeni ise tüm tüketicilerdir. Bunlar her ürünü yüksek ve zamlı fiyattan almak zorunda.
Bir diğer kaybeden ise kirada oturanlardır. Bunların kirası her yıl çok yüksek artış gösterir. Kiracının o evde oturması ev sahibinin insafına kalmıştır. İstenen kira artışına yanaşmayan bir şekilde taciz edilerek evden çıkarılır.
Şu var ki kazananı ve kaybedeni olsa da enflasyonlu hayat eve ve bacaya bastırılacak bir şey değildir. Toplumda ne ahlak bırakır ne vicdan. İnsanı insanlıktan çıkarır. Şeytan görsün enflasyonun kendisini diyeceğim ama bizim ülkemizi çok sevdiğinden hiç gitmiyor bizden. Başımızın belası olarak içimizde hayatına devam ediyor. Ne diyelim, sebep olanlar sağ olsun.

12 Ocak 2025 Pazar

Konya Gar Otoparkı

Bu fotoğrafı ortasından çektim. Arkamda da sağlı sollu yola park edilmiş bir o kadar araç var.
Burada düğün mü var demeyin. Olsa olsa cenaze olabilir demeyin. Saatlik bir etkinlik vardır burada hiç demeyin.
Burası Konya Gar'ının Havzan girişindeki cadde.
Orada İstasyona ait büyükçe bir park var. Bu park varken niye yola park edilmiş demeyin.
Doğrudur. Orada büyük bir park var. Ama bu park, halihazırda araç trafiğine kapatıldı. Araç girmesin diye kapısına kocaman bir kilit vuruldu.
Bu müsait park kapatılınca; yolcu almak, yolcu göndermek isteyenler; İstanbul, Ankara ve Eskişehir'e günübirlik gidip gelenler ise araçlarını yol üzeri iki taraflı park etmek zorunda kaldı.
Aracımı parka koyarım diye gelenler şaşırıyor, gelip geçenler şaşırıyor.
Geçici bir durum mu bu? Hayır.
Parkta çalışma mı yapılıyor? Hayır.
Bu park başka bir amaçla mı kullanılacak? Hayır.
O değil, bu değil. O zaman önemli bir ihtiyacı gideren bu park niçin kapatıldı? Öğrendiğimize göre belki de yüz araçlık büyük park güvenlik amaçlı kapatılmış. Bomba konur endişesiyle emniyet uyarmış. Bu parka ya eleman koyacaksınız ya güvenlik kamerası döşeyeceksiniz ya da boşaltılacak demiş.
İstasyon müdürlüğü de çareyi parkı boşaltmada bulmuş, kapısına bir kilit vurmuş. Bundan sonra koca park atıl bir şekilde bomboş bekletilecek.
Gelen onca araç ise mecburen yol boyu park edilecek.
Bu dar cadde işlek bir cadde. Resimde göründüğü gibi iki taraflı araç konduğuna göre bu demektir ki karşıdan araç gelirken araçlar birbirine yol vermek zorunda.
Bu problem kısa zamanda çözülmezse, Gar yönetimi geri adım atmazsa, emniyet bomba tehlikesi tedbirinden vazgeçmezse, bundan sonra bu yol bu şekilde araç yığını haline gelecek. Park edecek yer bulamayan Gar yolcusu, civardaki meskûn mahallin önüne, daracık sokaklara aracını koymak zorunda kalacak. Yolcu indirecek araç sahibi ise tek şerit olarak işleyen yolda durarak yolcusunun indirmek zorunda kalacak. O yolcusunun indirirken arkasındaki araçlar durmak zorunda kalacak.
Teröristler gelip bu parkta bomba patlatabilir mi? Bu ülkenin terörden epey ağzı yandığına göre parkta bomba patlatmak ihtimal dahilinde. Sadece burada değil, her yerde bu bombalar patlatılabilir. Yalnız bomba patlatılma ihtimali var diye tedbir amaçlı parkı boşaltmak çözüm değil, olsa olsa olmayan yeni bir problem üretmektir.
Yetkililerin tepki çeken bu kararlarını yeniden gözden geçirmelerinde fayda görüyorum.

Bu Kadar Nefret Niye?

Esed rejiminin devrilmesinin ardından birkaç arkadaş bir yerde oturuyoruz.

Çaylarımızı yudumlarken daha önce tanış olmadığımız bazı kişiler de oturmamıza eşlik etti.

Ortak arkadaş onlarla bizi tanıştırdı.

Laf döndü dolaştı zalim Esed'in dikta yönetiminin sona ermesine.

Hepimiz seviniyoruz haliyle.

Zaten üzerine fetih hutbesi de okuduk ve dinledik.

Sevinen sadece biz değiliz. Suriyeliler sevindi günlerce. Meydanlara toplanıp sevinç gösterileri bile yaptılar.

Az sonra sevinenler ikiye ayrıldı.

Bir grup Esed rejiminin yıkılması elbette sevindirici. Sevinelim sevinmeye. Ama HTŞ önderliğindeki Şam'ı HTŞ mi yönetecek yoksa HTŞ'nin arkasında başka bir güç mü var? Esed'in yıkılması gerekiyordu ama yerine ne konacak türünden endişelerini dile getirdi.

Sonradan bize dahil olanlardan biri söze karıştı: Şimdi bunları konuşmanın zamanı mı? Ne gerek var bu endişeleri dile getirmeye? Yarın ne olacaksa olsun. Ki iyi şeylerin olmayacağını, orta yerde bir belirsizliğin olduğunu ben de kabul ediyorum. Gün bugün sevinme günü. Bırakın keyfini yaşayalım. Boş verin yarını dedi.

Böyle konuşan kimsenin şaka yapıp yapmadığını test etmeye çalıştım.

Dedim ki bugüne kadar hep ilk sevindik. Sonrası bizim için tufan oldu. Bunda da öyle bir durum olmasın endişesi bizimki.

Kabul ediyorum. Nasılsa elimizden bir şey gelmeyecek. O yüzden bugünün tadını çıkaralım dedi.

Gördüm ki adam konuşmasında ciddi idi. Nasıl bir kafa yapısıysa artık.

Baktık ki adam endişeleri dile getirmekten hoşnut değil. Bırakıverdik olası senaryoları anlatmaya. Hoş, anlatmaya kalksak bile bizi susturmaya çalıştı.

Bu diyaloğu unutmaya çalıştım ise de adamın olası yarınları düşünmemesi garibime gitti.

Belli ki günlük yaşayan biri idi. İşin garibi bu kafa yapısında tek değildi. Çünkü bu toplumda tıpkı onun gibi düşünen yani günlük düşünen, başta sevinip sonra üzülen o kadar çok insanımız var ki dile getirdiğin endişelerden nefret ediyor. Bunlara saha sonra demiştim desen de bundan da nefret ediyorlar.

Böyleleri için George Orwell'in şu sözünü hatırlamamak mümkün değil: "Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa, gerçeği söyleyenlerden o kadar nefret eder”. George Orwell

Evet, farklı fikir ve görüş serdedenlere bir nefretimiz söz konusu bizim. Bu demektir ki bu toplumun çoğunluğu gerçeklerden uzaklaşmış, gerçekle yüzleşmek istemiyor. Nefreti de bundan.

Halbuki kuşku, endişe ve senaryolar çıkar veya çıkmaz. Temenni ederiz ki endişeler çıkmasın. İlk sevindiğimiz gibi sonra da sevinelim. Endişeler gerçekleşmezse yine hep beraber sevinelim. Şükür ki endişelerimiz yersizmiş diyelim. Şayet endişeler gerçek olursa, işin bu yönü de vardı. Şükür ki zamanında tedbirimizi aldık diyelim.

Fuzuli Uğraşın Sonu

Kayseri'ye okumaya gittim. İlk gurbetim.

Derslere girip çıkıyorum. Pek kimseyle muhatap olmuyorum. Daha doğrusu muhatap olamıyorum. Çünkü -laf aramızda- asosyal biriyim. Biri bana yaklaşırsa ne âlâ. Değilse kimsenin yanına varamam.

Bursalı bir arkadaş vardı. Vardığım andan itibaren hiç peşimi bırakmadı. Nereye gitmişse gölgem gibi beni takip etti.

Sessiz sakin biriydi. Utangaç mı utangaçtı. Kız gibi çocuktu. Pek konuşmazdı. Çünkü iyi bir dinleyiciydi. Okula giderken beni bekler, dönerken bana eşlik ederdi.

Emsali olmayan bir özelliği vardı. Aynanın karşısında dakikalarca saçını tarardı. Tarasın da bu kadar da olmaz derdim.

Hasbihali ilerlettik.

Sonraları öğrendim ki geçen sene de hazırlık okumuş. Çift dikiş öğrencisi idi bize göre.

İkinci senesi olmasına rağmen Arapçası yine iyi değildi. Yine kalacağım endişesini taşıyormuş. Derslerde benim Arapça bilgimi görünce, bu dersten geçsem geçsem, bu arkadaş sayesinde geçerim demiş ve bana yaklaşmış. Kendisi söyledi bunu sonradan.

Gel çalıştırayım dedim ise de çalıştırsan da ben anlamam derdi. Sınavlarda yanıma oturup faydalanmayı düşünmüş.

Dostluğu ilerlettikçe okula giderken aynanın karşısında uzun süre saç taramasından dolayı çoğu zaman beklemişliğim ve kızdığım oldu. Sağ olsun, kızsam da gülümserdi. Gülümserken de yüzü kızarırdı.

Şaka da yapardım kendisine. Şakalarım ise hep meclisten içeri olur bilenlerin bildiği gibi.

Ara ara kendisine, senin Arapçan falan kötü değil. İstersen geçersin. Ama saç taramaya verdiğin önemi ders çalışmaya vermedin. Sınıf tekrarına kalmanın da sebebi bu. Çünkü günün yarısını saç taramayla geçiriyorsun derdim. Hafifçe gülümser, haklısın hocam derdi.

Hazırlığı geçtik. Birinci sınıfı da birlikte okuduk. 2.senenin başında yatay geçişle Konya'ya geçtim. O ise Kayseri'de okumaya devam etti.

Sonrasında ikimiz de öğretmen olduk. Görüşmeyeli bir 20 yıl olmuştu. Bursa'da öğretmenlik yaptığını öğrendim. Yalova'dan Konya'ya geri döneceğimde, rotayı Bursa'ya kırdım. Numarasını nasıl buldum ise görüşelim dedim. Olur dedi.

Bir meydanda buluşmak için kavilleştik. Birbirimizi tanıyamazsak, üzerimizde görünecek şekilde bir gül olsun dedim. Tamam dedik ise de ikimiz de gül falan koymadık.

Belirlediğimiz saatte buluşunca, birbirimize bir baktık ki aradan yıllar geçmesine rağmen ne o değişmiş ne de ben. Görür görmez tanıdık birbirimizi. Aynı masumluğu, temizliği ve şık giyimi duruyordu. Yine güler yüzünü eksik etmese de hayatın bütün yükünün üzerine bindiği yüzünden okunuyordu. Belli ki dertliydi. Sanırım eşinden ayrılmış idi. İki de çocuğu vardı.

Bir teşehhüt miktarı hasbihal ettikten sonra yolcu yolunda gerek deyip Konya'ya dönmek üzere otobüse bindim.

Sonrasında birkaç defa telefonla görüştük. Nasıl kaybettim ise telefonunu kaybettim. Bir daha görüşmek nasip olmadı.

İki yıllık hukukum olan bu arkadaştan bahsetme gibi bir niyetim yoktu. Sadece saç taramasına, bu taramanın en az bir yarım saatini aldığına, bunu günde birkaç defa tekrarladığına değinip, başkasıyla uğraşmaktan; kendisine, asıl ve en önemli işine zaman ayıramayanlara, bundan dolayı da hep kaybedenlerden olduklarına sözü getirecektim. Gel gör ki iki yıllık hukuk beni geçmişe götürdü. Arkadaşla ilgili geçen yıllarımı bu vesileyle yad etmiş oldum. Kulakları çınlasın.

Sadede gelirsem, fanatik değilseniz, bana hak verirsiniz: Bir kulüp başkanı, o kulübün bir as başkanı var. Bir de tencere kapak misali bir teknik direktörleri var. Bu üçlünün oluşturduğu algıya, teslim olmuş o kulübün çok sayıda fanatik taraftarı var. Bunlara düşen, kendi takımlarının oyununu değerlendirmek, nasıl başarılı oluruz üzerine efor sarf etmek iken hep rakip kabul ettikleri bir takımı takip ediyorlar. Baştan sona o takımı izleyip tek tek pozisyonlarını değerlendiriyorlar. Hakem desteğiyle maçı kazanıyor havasını belleklere yerleştirmeye çalışıyorlar. “Vay efendim, gol ofsayt idi. Şu kadar zamandır bu takım kırmızı kart görmüyor. Bir yapı var. Bu yapı hep bunları şampiyon yapıyor. Bu yapı on yıldır var. Biz ne yaparsak şampiyon olamayız. Haksız penaltı veriliyor bu takıma” gibi sözleri söyleyip duruyorlar. Biri bırakıyor, bayrağı diğeri devir alıyor. Bir türlü ağlayıp sızlamaları bitmiyor.

Bizim arkadaşın ömrünün çoğunu saç taramasına ayırdığı gibi bu kulüp yöneticileri ve teknik heyeti de kendi takımlarını bırakmış, rakip takımı konuşuyorlar. Kıymetli vakitlerini de boşa harcıyorlar. Kaybeden de hep kendi kulüpleri oluyor. Halbuki rakiple yatıp kalkacaklarına, tüm eforlarını kendi kulüplerine ve oyunlarına verseler, inanın susadıkları başarıya şimdiye kadar çoktan hem de kaç defa ulaşırlardı.

11 Ocak 2025 Cumartesi

İki Hamal Gözüyle Afganistan ve Suriye

Zorunluluktan oğlan ev taşıyor bugün. Vardım yanlarına. Olur ya bana da bir iş çıkar mı diye.
İş veren olmadı. Orta yerde dolaştım durdum. Kah içeri kah çıkarı inip inip çıktım.
Taşımaya tek katkım, çalışanlar için ikram edilen yemeğe ortak olmak oldu.
Yemekten önce asansörü kurmak için uğraşan bir genç gözüme ilişti. Sırtı bana dönüktü. Arkasından kayınbiradere benzettim. Mahmut kolay gelsin dedim. İsmiyle hitap etmeme şaşırdı. Çünkü ne o bana adını söylemişti ne de ben sormuştum. Sırtını dönünce bizim kayınbirader değildi. “Kayınbiraderinin adı da mı Mahmut? Bu arkadaşın adı da Mahmut. Suriyeli bu arkadaş” dedi yanındaki Türk hamal.
Yemek gelince çalışmaya ara verdiler. Birlikte sofraya oturduk. Çalışanlardan fazla yedim. Boşuna dememişler, boş boş gezen daha fazla acıkır diye.
Dört kişiydi taşıma işini yapan. Biri Afgan, diğeri Suriyeli, diğer ikisi de Türk. Üç ayrı uyruk bir taşıma şirketinde birlikte çalışarak yolları kesişmiş.
Afgan olan 18 yaşlarında falan. Beş yıldır Türkiye'de imiş. Sordum nasıl Afganistan'ın durumu diye. "Ne bileyim dayı ben" dedi. Belli ki Afganistan'ı silmiş kafadan. Abisi de burada imiş. Ağabeyi kaçak yollarla Almanya'ya gitmiş. Ben de gideceğim Almanya'ya dedi. Belli ki Türkiye'yi bir geçiş noktası olarak görüyor. Hasılı Afganlı dan, Afganistan hakkında olumlu, olumsuz bir bilgi alamadım.
Bu arada dayı ben oluyorum. Annesi de benim kız kardeşim. Afganlıların hitabı nasıl bilmem ama belli ki bizim insanımızın dayı, amca, dede, teyze hitabına alışmış. Bizim kaba girmiş. 13 yaşında gelmişse, bizim kaba girmesi normal.
Suriyeli ise eczacılık okuyormuş Suriye'de iken. On sene olmuş Türkiye'ye geleli. Otuzlu yaşlarda var. Eczacı olmasına rağmen takım taklavattan da anladığına göre belli ki kabiliyetli biri.
Hayat böyle bir şey. Ne oldum değil, ne olacağım demeli insan. Eczacı olmayı beklerken burada bahtına hamallık düşmüş.
Nasıl görüyorsun Suriye'deki son gelişmeleri? Daha iyi mi olacak yoksa daha mı kötüye gidecek dedim. "Geri gideceğim" dedi. Geri gitmeyi düşündüğüne göre gelişmeleri olumlu buluyorsun dedim. “Evet” dedi.
HTŞ Şam'ı alacak kadar güçlü müydü dedim. "Yok. Ne arasın o kadar gücü"? HTŞ'nin arkasında ABD var. Değilse HTŞ bunu beceremezdi" dedi. Burada HTŞ'nin arkasında Türkiye var havası var. Buna ne dersin, Türkiye'yi nereye koyuyorsun dedim. "Türkiye, Suriye'de PKK için var. Onun için orada" dedi. Bu operasyonda Türkiye yok demeye getiriyorsun, öyle mi dedim. Sessiz kaldı. Adamın derdi hamallık yapıp yevmiyesini almak, benimkisi ise nabız tutmak. Niye sessiz kalmasın değil mi?
Hasılı, biri Afgan, diğeri Suriyeli hamal gözüyle Afganistan ve Suriye izlenimleri böyle. Daha doğrusu Afganistan’dan bilgi alamadım. Ama Suriyeli eczacılık öğrencisi Suriye’nin geleceğinden ümit var. İnşallah öyle olur.
Bu arada hem Afganlı hem de Suriyeli güzel Türkçe konuşuyor. Bazılarının aksanından Afgan ve Suriyeli olduğunu anlamama rağmen o kadar güzel Türkçe konuşuyorlar ki yabancı olduklarını anlayamadım. Bize gelince, içimizde o kadar Afgan olmasına rağmen biz tek kelime Afgan dili Peştuca bilmiyoruz. O kadar Suriyeli olmasına rağmen tek kelime Arapça bilmiyoruz. Hoş, biz nevi şahsına münhasır bir milletiz. Çocukluğumuzdan beri okullarda İngilizce öğreniriz. Basit İngilizce cümleler dışında İngilizce de bilmeyiz.
Şunu anladım ki dünya bir araya gelse, bize her türlü imkanı verseler, yeter ki Türkçe dışında bir dil öğrenin dense, biz Türkçe dışında bir dil öğrenmeyiz, öğrenemeyiz, öğretemezler. Hoş, dilimiz Türkçeyi de çok iyi bildiğimiz söylenemez. O yüzden lütfen, kimse bize dil öğretmeye kalkmasın. Zira analarından doğduklarına pişman ederiz. Bu arada istisnalarımız kaideyi bozmaz. 

Captagon

Bir kamu kuruluşuna işim düştü. Kim bakıyor bu işe diye.

Dediler ki işte şu arkadaş bakıyor.

İşime yardımcı olmak üzere yan yana yürürken akşama kadar aynı işten dolayı ayaklarına kara sular indiğini söyledi görevli.

Kurumu, emniyet gerekçesiyle böyle bir karar almış. İhale de buna kalmış.

Yolda giderken ben sormadan konuşmaya başladı. Ben Hatay'ın falan yerinden geldim buraya dedi.

Belli ki depremzede. Depremzedelere de devlet hak vermiş olmalı ki orada kamu işinde çalışan bu arkadaş nakil yoluyla Konya'ya gelmiş.

Alınan emniyet tedbirini o kadar garipsemiş olmalı ki -ki benim de garibime gitti- bir iddiadan bahsetti:

"Suriyeliler ilk geldiğinde çoğunun yiyecek ekmeği yoktu. Bakıma muhtaçtılar. Şimdi hepsinin evi oldu, altlarında son model araba var" dedi.

Çok mu çalışkanlar da bu zaman zarfında evleri, arabaları oldu dedim. "Suriye'den getirdikleri uyuşturucuları satarak" dedi. Kaçını gördüm topraktan uyuşturucu çıkarırken” mi dedi, “toprağa uyuşturucu saklarken” mi dedi, burasını anlayamadım. "Kaç defa polisi aradım. Bunlar şuradan uyuşturucu çıkarıp satıyor diye. Hiç oralı olan olmadı" dedi. "Burada bu emniyet tedbirini alıncaya kadar insanımıza uyuşturucu satanlara tedbir alınmalı" dedi.

Evet, Hatay'dan gelen, halen ilimizde bir kamu kuruluşunda çalışan Hataylı depremzedenin iddiası bu. İddia diyorum. Çünkü gözümle görmedim.

Burada hemen gözünle görmediğini niye aktarıyorsun. Bir insana duyduğu her şeyi aktarması ona günah olarak yeter demeyin. Gözüyle gördüğünü söyleyen bir vatandaşın aktardığını aktarıyorum. Ayrıca yalan söylemesi ve iftira atması için de bir sebep olmasa gerek. Doğru, yanlış demiyorum. Bu iddiayı dile getiriyorum ki yetkililer tedbir alsın.

Burada şu da yanlış anlaşılmasın. Ülkemizdeki tüm Suriyeliler uyuşturucu satıyor anlaşılmasın. Ki büyük çoğunluğunun böyle yapmadığını düşünüyorum. Ki çevremde o kadar tanıdığım Suriyeli var. Hiç uyuşturucu satacak tipe benzemiyorlar.

Belli ki bizim insanımızın içinde uyuşturucu satan varsa, onların içinde de vardır.

Şu var ki iddia hiç yabana atılacak gibi değil. Suriye'de 2011 yılından beri devletin olmadığı düşünülürse, o boşluk ve hengamede Suriye'de uyuşturucunun kol gezmesi, merdiven altında üretilip satışa sunulması işten bile değil. Nitekim doğru dürüst devletin olmadığı Afganistan ve Lübnan bunun en iyi örneği. Buralarda da uyuşturucu ekim, dikim, imalat ve satışı çok yaygın. Buralarda varsa Suriye'de niçin olmasın. Ki HTŞ Şam'ı devraldıktan sonra uyuşturucu imalatı yapan bir imalathaneye el koyduğu gazetelerde yazılıp çiziliyor. Hem de ülkenin dört bir tarafında uyuşturucu fabrikaları olduğu ortaya çıktı. Bu durumun doğru olduğunun tespiti de şu: Suriye ekonomisinde elde edilen paradan daha fazla paranın Suriye'de döndüğü yine yazılıp çiziliyor. Besbelli ki uyuşturucudan epey bir gelir elde ediliyor. Hatta dünyaca uyuşturucu olduğu pek bilinmeyen adına Captagon denen tablet şeklindeki uyuşturucun, Suriye ve Lübnan'da üretildiği, en büyük pazarlarının Suudi Arabistan olduğu belirtiliyor. Suudi Arabistan'a giden bu uyuşturucu yine Suriyeli uyuşturucu işiylile uğraşanlar eliyle Türkiye'ye sokup satılması hiç imkansız değil.