13 Ocak 2025 Pazartesi
Hayata Dair Hikmetli Sözlerden
Enflasyonlu Hayatın Kazanan ve Kaybedenleri
12 Ocak 2025 Pazar
Konya Gar Otoparkı
Bu Kadar Nefret Niye?
Esed rejiminin devrilmesinin ardından birkaç arkadaş bir yerde oturuyoruz.
Çaylarımızı yudumlarken daha önce tanış olmadığımız bazı kişiler de oturmamıza eşlik etti.
Ortak arkadaş onlarla bizi tanıştırdı.
Laf döndü dolaştı zalim Esed'in dikta yönetiminin sona ermesine.
Hepimiz seviniyoruz haliyle.
Zaten üzerine fetih hutbesi de okuduk ve dinledik.
Sevinen sadece biz değiliz. Suriyeliler sevindi günlerce. Meydanlara toplanıp sevinç gösterileri bile yaptılar.
Az sonra sevinenler ikiye ayrıldı.
Bir grup Esed rejiminin yıkılması elbette sevindirici. Sevinelim sevinmeye. Ama HTŞ önderliğindeki Şam'ı HTŞ mi yönetecek yoksa HTŞ'nin arkasında başka bir güç mü var? Esed'in yıkılması gerekiyordu ama yerine ne konacak türünden endişelerini dile getirdi.
Sonradan bize dahil olanlardan biri söze karıştı: Şimdi bunları konuşmanın zamanı mı? Ne gerek var bu endişeleri dile getirmeye? Yarın ne olacaksa olsun. Ki iyi şeylerin olmayacağını, orta yerde bir belirsizliğin olduğunu ben de kabul ediyorum. Gün bugün sevinme günü. Bırakın keyfini yaşayalım. Boş verin yarını dedi.
Böyle konuşan kimsenin şaka yapıp yapmadığını test etmeye çalıştım.
Dedim ki bugüne kadar hep ilk sevindik. Sonrası bizim için tufan oldu. Bunda da öyle bir durum olmasın endişesi bizimki.
Kabul ediyorum. Nasılsa elimizden bir şey gelmeyecek. O yüzden bugünün tadını çıkaralım dedi.
Gördüm ki adam konuşmasında ciddi idi. Nasıl bir kafa yapısıysa artık.
Baktık ki adam endişeleri dile getirmekten hoşnut değil. Bırakıverdik olası senaryoları anlatmaya. Hoş, anlatmaya kalksak bile bizi susturmaya çalıştı.
Bu diyaloğu unutmaya çalıştım ise de adamın olası yarınları düşünmemesi garibime gitti.
Belli ki günlük yaşayan biri idi. İşin garibi bu kafa yapısında tek değildi. Çünkü bu toplumda tıpkı onun gibi düşünen yani günlük düşünen, başta sevinip sonra üzülen o kadar çok insanımız var ki dile getirdiğin endişelerden nefret ediyor. Bunlara saha sonra demiştim desen de bundan da nefret ediyorlar.
Böyleleri için George Orwell'in şu sözünü hatırlamamak mümkün değil: "Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa, gerçeği söyleyenlerden o kadar nefret eder”. George Orwell
Evet, farklı fikir ve görüş serdedenlere bir nefretimiz söz konusu bizim. Bu demektir ki bu toplumun çoğunluğu gerçeklerden uzaklaşmış, gerçekle yüzleşmek istemiyor. Nefreti de bundan.
Halbuki kuşku, endişe ve senaryolar çıkar veya çıkmaz. Temenni ederiz ki endişeler çıkmasın. İlk sevindiğimiz gibi sonra da sevinelim. Endişeler gerçekleşmezse yine hep beraber sevinelim. Şükür ki endişelerimiz yersizmiş diyelim. Şayet endişeler gerçek olursa, işin bu yönü de vardı. Şükür ki zamanında tedbirimizi aldık diyelim.
Fuzuli Uğraşın Sonu
Kayseri'ye okumaya gittim. İlk gurbetim.
Derslere girip çıkıyorum. Pek kimseyle muhatap olmuyorum. Daha doğrusu muhatap olamıyorum. Çünkü -laf aramızda- asosyal biriyim. Biri bana yaklaşırsa ne âlâ. Değilse kimsenin yanına varamam.
Bursalı bir arkadaş vardı. Vardığım andan itibaren hiç peşimi bırakmadı. Nereye gitmişse gölgem gibi beni takip etti.
Sessiz sakin biriydi. Utangaç mı utangaçtı. Kız gibi çocuktu. Pek konuşmazdı. Çünkü iyi bir dinleyiciydi. Okula giderken beni bekler, dönerken bana eşlik ederdi.
Emsali olmayan bir özelliği vardı. Aynanın karşısında dakikalarca saçını tarardı. Tarasın da bu kadar da olmaz derdim.
Hasbihali ilerlettik.
Sonraları öğrendim ki geçen sene de hazırlık okumuş. Çift dikiş öğrencisi idi bize göre.
İkinci senesi olmasına rağmen Arapçası yine iyi değildi. Yine kalacağım endişesini taşıyormuş. Derslerde benim Arapça bilgimi görünce, bu dersten geçsem geçsem, bu arkadaş sayesinde geçerim demiş ve bana yaklaşmış. Kendisi söyledi bunu sonradan.
Gel çalıştırayım dedim ise de çalıştırsan da ben anlamam derdi. Sınavlarda yanıma oturup faydalanmayı düşünmüş.
Dostluğu ilerlettikçe okula giderken aynanın karşısında uzun süre saç taramasından dolayı çoğu zaman beklemişliğim ve kızdığım oldu. Sağ olsun, kızsam da gülümserdi. Gülümserken de yüzü kızarırdı.
Şaka da yapardım kendisine. Şakalarım ise hep meclisten içeri olur bilenlerin bildiği gibi.
Ara ara kendisine, senin Arapçan falan kötü değil. İstersen geçersin. Ama saç taramaya verdiğin önemi ders çalışmaya vermedin. Sınıf tekrarına kalmanın da sebebi bu. Çünkü günün yarısını saç taramayla geçiriyorsun derdim. Hafifçe gülümser, haklısın hocam derdi.
Hazırlığı geçtik. Birinci sınıfı da birlikte okuduk. 2.senenin başında yatay geçişle Konya'ya geçtim. O ise Kayseri'de okumaya devam etti.
Sonrasında ikimiz de öğretmen olduk. Görüşmeyeli bir 20 yıl olmuştu. Bursa'da öğretmenlik yaptığını öğrendim. Yalova'dan Konya'ya geri döneceğimde, rotayı Bursa'ya kırdım. Numarasını nasıl buldum ise görüşelim dedim. Olur dedi.
Bir meydanda buluşmak için kavilleştik. Birbirimizi tanıyamazsak, üzerimizde görünecek şekilde bir gül olsun dedim. Tamam dedik ise de ikimiz de gül falan koymadık.
Belirlediğimiz saatte buluşunca, birbirimize bir baktık ki aradan yıllar geçmesine rağmen ne o değişmiş ne de ben. Görür görmez tanıdık birbirimizi. Aynı masumluğu, temizliği ve şık giyimi duruyordu. Yine güler yüzünü eksik etmese de hayatın bütün yükünün üzerine bindiği yüzünden okunuyordu. Belli ki dertliydi. Sanırım eşinden ayrılmış idi. İki de çocuğu vardı.
Bir teşehhüt miktarı hasbihal ettikten sonra yolcu yolunda gerek deyip Konya'ya dönmek üzere otobüse bindim.
Sonrasında birkaç defa telefonla görüştük. Nasıl kaybettim ise telefonunu kaybettim. Bir daha görüşmek nasip olmadı.
İki yıllık hukukum olan bu arkadaştan bahsetme gibi bir niyetim yoktu. Sadece saç taramasına, bu taramanın en az bir yarım saatini aldığına, bunu günde birkaç defa tekrarladığına değinip, başkasıyla uğraşmaktan; kendisine, asıl ve en önemli işine zaman ayıramayanlara, bundan dolayı da hep kaybedenlerden olduklarına sözü getirecektim. Gel gör ki iki yıllık hukuk beni geçmişe götürdü. Arkadaşla ilgili geçen yıllarımı bu vesileyle yad etmiş oldum. Kulakları çınlasın.
Sadede gelirsem, fanatik değilseniz, bana hak verirsiniz: Bir kulüp başkanı, o kulübün bir as başkanı var. Bir de tencere kapak misali bir teknik direktörleri var. Bu üçlünün oluşturduğu algıya, teslim olmuş o kulübün çok sayıda fanatik taraftarı var. Bunlara düşen, kendi takımlarının oyununu değerlendirmek, nasıl başarılı oluruz üzerine efor sarf etmek iken hep rakip kabul ettikleri bir takımı takip ediyorlar. Baştan sona o takımı izleyip tek tek pozisyonlarını değerlendiriyorlar. Hakem desteğiyle maçı kazanıyor havasını belleklere yerleştirmeye çalışıyorlar. “Vay efendim, gol ofsayt idi. Şu kadar zamandır bu takım kırmızı kart görmüyor. Bir yapı var. Bu yapı hep bunları şampiyon yapıyor. Bu yapı on yıldır var. Biz ne yaparsak şampiyon olamayız. Haksız penaltı veriliyor bu takıma” gibi sözleri söyleyip duruyorlar. Biri bırakıyor, bayrağı diğeri devir alıyor. Bir türlü ağlayıp sızlamaları bitmiyor.
Bizim arkadaşın ömrünün çoğunu saç taramasına ayırdığı gibi bu kulüp yöneticileri ve teknik heyeti de kendi takımlarını bırakmış, rakip takımı konuşuyorlar. Kıymetli vakitlerini de boşa harcıyorlar. Kaybeden de hep kendi kulüpleri oluyor. Halbuki rakiple yatıp kalkacaklarına, tüm eforlarını kendi kulüplerine ve oyunlarına verseler, inanın susadıkları başarıya şimdiye kadar çoktan hem de kaç defa ulaşırlardı.
11 Ocak 2025 Cumartesi
İki Hamal Gözüyle Afganistan ve Suriye
Captagon
Bir kamu kuruluşuna işim düştü. Kim bakıyor bu işe diye.
Dediler ki işte şu arkadaş bakıyor.
İşime yardımcı olmak üzere yan yana yürürken akşama kadar aynı işten dolayı ayaklarına kara sular indiğini söyledi görevli.
Kurumu, emniyet gerekçesiyle böyle bir karar almış. İhale de buna kalmış.
Yolda giderken ben sormadan konuşmaya başladı. Ben Hatay'ın falan yerinden geldim buraya dedi.
Belli ki depremzede. Depremzedelere de devlet hak vermiş olmalı ki orada kamu işinde çalışan bu arkadaş nakil yoluyla Konya'ya gelmiş.
Alınan emniyet tedbirini o kadar garipsemiş olmalı ki -ki benim de garibime gitti- bir iddiadan bahsetti:
"Suriyeliler ilk geldiğinde çoğunun yiyecek ekmeği yoktu. Bakıma muhtaçtılar. Şimdi hepsinin evi oldu, altlarında son model araba var" dedi.
Çok mu çalışkanlar da bu zaman zarfında evleri, arabaları oldu dedim. "Suriye'den getirdikleri uyuşturucuları satarak" dedi. Kaçını gördüm topraktan uyuşturucu çıkarırken” mi dedi, “toprağa uyuşturucu saklarken” mi dedi, burasını anlayamadım. "Kaç defa polisi aradım. Bunlar şuradan uyuşturucu çıkarıp satıyor diye. Hiç oralı olan olmadı" dedi. "Burada bu emniyet tedbirini alıncaya kadar insanımıza uyuşturucu satanlara tedbir alınmalı" dedi.
Evet, Hatay'dan gelen, halen ilimizde bir kamu kuruluşunda çalışan Hataylı depremzedenin iddiası bu. İddia diyorum. Çünkü gözümle görmedim.
Burada hemen gözünle görmediğini niye aktarıyorsun. Bir insana duyduğu her şeyi aktarması ona günah olarak yeter demeyin. Gözüyle gördüğünü söyleyen bir vatandaşın aktardığını aktarıyorum. Ayrıca yalan söylemesi ve iftira atması için de bir sebep olmasa gerek. Doğru, yanlış demiyorum. Bu iddiayı dile getiriyorum ki yetkililer tedbir alsın.
Burada şu da yanlış anlaşılmasın. Ülkemizdeki tüm Suriyeliler uyuşturucu satıyor anlaşılmasın. Ki büyük çoğunluğunun böyle yapmadığını düşünüyorum. Ki çevremde o kadar tanıdığım Suriyeli var. Hiç uyuşturucu satacak tipe benzemiyorlar.
Belli ki bizim insanımızın içinde uyuşturucu satan varsa, onların içinde de vardır.
Şu var ki iddia hiç yabana atılacak gibi değil. Suriye'de 2011 yılından beri devletin olmadığı düşünülürse, o boşluk ve hengamede Suriye'de uyuşturucunun kol gezmesi, merdiven altında üretilip satışa sunulması işten bile değil. Nitekim doğru dürüst devletin olmadığı Afganistan ve Lübnan bunun en iyi örneği. Buralarda da uyuşturucu ekim, dikim, imalat ve satışı çok yaygın. Buralarda varsa Suriye'de niçin olmasın. Ki HTŞ Şam'ı devraldıktan sonra uyuşturucu imalatı yapan bir imalathaneye el koyduğu gazetelerde yazılıp çiziliyor. Hem de ülkenin dört bir tarafında uyuşturucu fabrikaları olduğu ortaya çıktı. Bu durumun doğru olduğunun tespiti de şu: Suriye ekonomisinde elde edilen paradan daha fazla paranın Suriye'de döndüğü yine yazılıp çiziliyor. Besbelli ki uyuşturucudan epey bir gelir elde ediliyor. Hatta dünyaca uyuşturucu olduğu pek bilinmeyen adına Captagon denen tablet şeklindeki uyuşturucun, Suriye ve Lübnan'da üretildiği, en büyük pazarlarının Suudi Arabistan olduğu belirtiliyor. Suudi Arabistan'a giden bu uyuşturucu yine Suriyeli uyuşturucu işiylile uğraşanlar eliyle Türkiye'ye sokup satılması hiç imkansız değil.