7 Ocak 2025 Salı

Güven ve Adalet Sorunumuz

Hemen hemen her alanda Türkiye'nin bir adalet ve güven problemi yaşadığı muhakkak. Adalet ve güven ise inşaattaki harç gibidir. Harç varsa inşaat devam eder. Harç yoksa inşaat durur. Başka malzemeye ihtiyaç duyulmaz. İşçiye paydos verilir.
Eğer bu ülkede bu iki sorun varsa -ki bu sorunun olduğu muhakkak- o zaman bu ülkenin doğru giden hiçbir işi ve şeyi olmaz. Harç örneğinden gidersek, bu iki ahlaki ve evrensel değer inşaattaki harç gibidir. Harç binanın örülmesi için elzem olduğu kadar binayı da sağlam tutar, taş ve tuğlaları birleştirir ve kaynaştırır.
Eğer bu ülkede adalet ve güven zedelenmesi varsa, yok denecek kadar bu iki değerin esemesi okunmuyorsa, o millete de o milletin devletine de Fatiha okumak gerek.
Seçim yapıyoruz. Sandıkta kamu görevlisi başkan, yine kamu görevlisi başkan yardımcısı, en az dört partinin üyesi sandık kurulunda görev yapar. Sayım döküm sonrası tutanak tutulur, tutanağa tüm üyeler imza atar. Her partinin elinde ıslak imzalı tutanak olmasına rağmen kaybeden, rakibini tebrik edeceği yerde yanlış sayıldı, rakibe yazıldı türünden bahanelerin arkasına saklanarak seçime şaibe karıştırmaya çalışırız.
Futbol maçı oynanır. Maçın sonucuna göre açıklama yaparız. Şayet kaybetmişsek, oynadığımız oyundan ziyade hakemi eleştiririz. Kritik pozisyonları gündeme getiririz. "Hakem maçı katletti. Yanlış kararlar verdi. Maçın sonucuna etki etti. Takdir haklarını rakip takım lehine kullandı. Bu hakemlerle olmuyor. Yabancı VAR hakemlerinin ardından orta sahada görev yapacak yabancı hakem istiyoruz. Dün rakibimizin oynadığı maç hakem eliyle rakibimize hediye edildi. Hep rakibimiz kollanıyor. Şu pozisyonda penaltı verildi/verilmedi. Zaten o hakem o takımı tutuyor. O hakemin yönettiği tüm maçları rakibimiz kazandı" türünden veryansın ederiz.
Bu verdiğim örnekleri birbirimize güvensizliğimizin bir göstergesi sayabiliriz. Güvenin olmadığı yerde zaten adaletten söz edilemez.
Sonrasında da mazeret bulma ve gerekçe üretmeye geçiyoruz.
Ömrümüz başarısızlıklarımıza kılıf bulmakla geçiyor.
Eğer bu ülkede adalet ve güven yoksa seçim yapmanın, birilerini seçmek için seçmenin önüne sandık koymanın bir anlamı var mı?
Eğer bu ülkenin hakemlerine güvenilmiyorsa, maçlar adil yönetilmiyorsa, hakemin kendi takımımızı tutmasını istiyorsak, bu ülkede maçlar niye oynanır? Hiç oynanmasa daha iyi. Her maç sonrası hakemleri eleştirmek o hakemlerin bir sonraki maçta tekrar hata yapması demektir. Çünkü hep eleştirilen kişiler asla doğru maç yönetemez.
Her türlü başarısızlığa mazeret üretiyor, bahane bulacaksak, bir günah keçisi ilan edeceksek, her işe şaibe katacaksak, ortamı daima gereceksek, hiç kendimize bakmayacaksak, bu yarışta niye varız? Katılmayalım yarışlara daha iyi değil mi?
Hasılı adalet ve güvende sınıfta kaldık. İkmal bile bizi paklamaz. Üretimde zaten yokuz. Üretim namına yaptığımız tek şey, mazeret üretmektir. Her mazeret aynı zamanda algı oluşturmaktır.
Unutmayalım ki her şeye kılıf bulmak, algı üretmek, mazeret ve bahanenin arkasına sığınmak, haksızlık ve başarısızlığımızı örtmek için ortalığı velveleye vermek, şaibe karıştırmak, kendimize güvensizliğin ve utanmazlığın bir göstergesidir. Kişilerdeki utanma duygusunun yok olmasıdır. Bu duyguyu kaybedenlerde ise ne Allah korkusu olur ne de kuldan utanma.

Davacının Ahmağı *

Türk siyasetinin ve Meclisin renkli siması kim dense, Sırrı Süreyya Önder derim.

Hayatı yokluk, protesto ve hapis hayatıyla geçmiş dense yeridir.

Bildiğim kadarıyla yargılanması devam ediyor.

Kimdir diye baktığımda, Adıyamanlı Türkmen bir ailenin çocuğu olan Önder hakkında; yönetmen, senarist, yapımcı, oyuncu, gazeteci ve siyasetçi yazıyor.

Dört dönemdir milletvekilliği yapan Önder, vekil olmasına rağmen yurtdışına çıkış yasağı var. Yani sakıncalı piyade muamelesi görüyor. Meclis başkanvekilliği görevini sakıncalı görmeyen devlet, yurtdışına çıkış yasağı koyuyor.

Halihazırda TBMM başkan vekilliği görevini de yürütüyor.

Burada, Sırrı Süreyya'nın kim olduğundan ve hangi partiden vekil seçildiğinden bahsedecek değilim. Sırrı Süreyya'nın espri ve mizah yönü, donanım ve birikimi ve hazırcevaplığı dikkatimi çekti.

O kadar birikimli, mizah yapan ve hazırcevap gördüm ama Sırrı Süreyya gibisini görmedim. Verdiği cevaplardan da kimse gocunmuyor ve tepki göstermiyor. Hatta ortamı yumuşattığı, insanları rahatlattığı muhakkak.

Önder'in bu yönünü bildiğimden, aklıma geldikçe ve önüme düştükçe kısa videolarını dinler ve izlerim.

Bir defasında yine Meclisi yönetirken soru cevap faslına dair bir görüntü önüme düştü. Şanlıurfa milletvekili, ilinin sorunlarını dile getiriyor. Şu eksik, bu eksik, şu yapılmadı, bu yapılmadı şeklinde tüm eksiklikleri saydı. Derdini anlattıktan sonra neler yapabiliriz Sayın başkan dedi.

Tüm bu konuşmayı baştan sona dinleyen Sırrı Süreyya, taşı gediğine koydu ve şu cevabı verdi: "Sayın Tanal, sizi ve Meclisin tenzih ederek söylüyorum. Davacının ahmağı, derdini mübaşire anlatırmış" dedi. Son noktayı koydu. Öyle zannediyorum, gülüşmelere neden olmuştur bu benzetme ve cevap.

Yine bir Meclis yönetiminde bir partinin grup başkan vekili söz istiyor. Söz veriyor. Söyle derdini diyor: "Az önceki konuşmacı bize sataştı. Utanmıyor musunuz" dedi. Hemen araya girerek "Utanmıyorum de sende" dedi. Bu cevaba hatip dahil herkes güldü. Ardından, "Utanmıyor musun derken soru işareti yok. Ünlem işareti var” dedi. Önder, "Ben keramet ehli değilim. Orada ünlem işaretini göremiyorum" dedi.

Sözün özü, Mecliste ve her yerde böyle kelamı kibar, donanımlı ve hazırcevap insanlara ihtiyaç var. Nerede böyleleri varsa, bilin ki oradakiler, işlerinin arasında hoşça vakit geçirirler ve yorgunluklarına değer.

*10.01.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Terör Örgütü Zor Durumda mı?

Türkiye, terörün çok olduğu, şehit sayısının bol olduğu yıllardan bugünlere geldi.

23 Ekimde TUSAŞ'a yapılan saldırıyı saymazsak, terör örgütü uzun zamandır bu ülkede terör eylemi gerçekleştirmiyor veya gerçekleştiremiyor.

İçişleri Eski Bakanı Soylu'nun, ülke içinde kaç teröristin kaldığını, teröristleri ayakkabı numaralarına kadar biliyoruz açıklamaları hala belleklerde.

PKK bitti, can çekişiyor, zayıfladı deniyor.

Böyle mi gerçekten? PKK bitti mi?

Eğer bitti ise o zaman tekrar İmralı sakini ile görüşmek neyin nesi o zaman? Bitti ise hiç görüşmeye, Öcalan'ı içeriden çıkarmak için çaba göstermeye gerek yok.

O zaman bu durumu nasıl değerlendirmek lazım. Herkesin kendine göre bu süreci değerlendirmesi farklı olabilir. Ben de bu süreci şöyle değerlendiriyorum.

PKK'nin eylem yapmaması veya yapamaması sevindirici olmakla beraber âcizane, PKK'nin zayıfladığı, bu yüzden terör eylemi gerçekleştiremediği düşüncesini gerçekçi bulmuyorum. Aksine, terör örgütünün hiç olmadığı kadar güçlendiğini düşünüyorum. Türkiye'de eskisi gibi eylem yapmaması, Irak'taki ve Türkiye'deki gücünü Suriye'ye kaydırmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Eski gücünden daha güçlü olduğu, 70 bini bulan düzenli orduya sahip olduğu yazılıp çiziliyor.

Terör örgütünün tüm gücünü Suriye'ye kaydırması, örgütün Türkiye'deki emellerinden vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Terör örgütü eylem yapmak isterse Türkiye'nin her yerinde her zaman eylem yapabilecek bir potansiyele sahip. Nitekim 22 Ekimde Sayın Bahçeli'nin umut hakkından bahsettiği günün ertesi günü, terör örgütü Ankara'da terör eylemi gerçekleştirerek tepkisini vermişti.

Örgütün bu kadar hızlı yanıt vermesi manidar değil mi? Üstelik Ankara'da gerçekleştiriyor bu eylemi. Eylemin gerçekleştirdiği yer ise güvenlikli bir yer.

Öyle zannediyorum, örgüt istihbaratta da güçlü. Bahçeli'nin böyle bir konuşma yapacağını da biliyor ve bir gün sonrasında planlı bir şekilde eylemini gerçekleştiriyor.

Örgüt Suriye'de umduğunu bulamazsa oklarını tekrar Türkiye'ye döndürebilir.

O yüzden PKK bitti, zayıfladı, eskisi gibi operasyon yapamıyor iddiaları içi dolu olmayan iddialardan ibarettir. Her zamankinden daha fazla uyanık olmada fayda var. İstihbaratı gözünü dört açması gerekir.

Umut Hakkından Ben de Yararlanmak İstiyorum

40 bin kişinin katili, terör örgütünün elebaşısı ve 25 yıldır cezaevinde cezasını çeken Öcalan'ın umut hakkından yararlandırılması konuşuluyor.
Öcalan’ın umut hakkından yararlanabilmesi için terör örgütüne silahları bırakın çağrısı yapması ve örgütün lağvı şartı var.
Öyle görünüyor ki Öcalan, silahları bırakın çağrısı yapacak.
Örgüt silahları bırakır mı, bırakmaz mı, bunu zaman gösterecek.
Bu atmosferde partilerde bir bahar havası olduğu gözlerden kaçmıyor. Görüşmeyen partiler görüşüyor, sakıncalı görülen parti temsilcileri her bir siyasi partiyi ziyaret ederek bilgilendirme yapıyor.
Yayılan atmosfer Türkiye'nin hiç olmadığı kadar barışa yakın olması. Çomak sokan olmazsa, taraflar yan çizmezse sanki bu sefer olacak havası var gibi.
Bu süreçte Öcalan'ın cezaevinden çıktıktan sonra evlenmeyi düşündüğü bile yazılıp çiziliyor.
Evlenmenin gerçekleşmesi, Öcalan'ın umut hakkından yararlanmasına bağlı.
Hazır bu hava yayılmışken Öcalan'ın yararlanacağı umut hakkından ben de yararlanmak isterim.
Senin neyin var, sen de mi adam öldürdün, ardında kaç cesedin var derseniz.
Maalesef size bu konuda olumlu cevap veremeyeceğim. Çünkü karınca dahil bugüne kadar herhangi bir cesedim yok. Geride cesedin olmaması dürüstlüğümden değil. Beceriksizlik ve korkaklığımdan. Elime silah verseler, al şunu vur deseler, isabet ettiremem. Nitekim askerde 25 metre mesafe atışta üç tane karavanam var. Başka da elime silah almadım.
Lafı uzatıp esas konudan uzaklaşmak istemiyorum. Yineliyorum. Öcalan'la verilecek umut hakkından ben de yararlanmak istiyorum. Tamam, hapis cezam yok. Adli sicilim temiz. Benimki idari ceza. Kademe ilerlemeyi durdurma cezam var. Bu ceza kalkmadığı müddetçe kıdemim yeterli olmasına rağmen başöğretmen olamıyorum. Haliyle mağdurum. Yarın çocuklarıma, babanız ne iş yapardı diye sorduklarında, çocuklarım babamız başöğretmendi diyemeyecek.
Niye ceza aldın denirse, Öcalan gibi 40 bin kişinin katili olmasam da suç dosyamın kabarık olduğunu söyleyebilirim. Müstear isimle siyasi içerikli yazı yazmak, kurum ve kuruluşları eleştirmek, mülki amir hakkında yazı yazmak, kurum ve kuruluşlarda görev yapanların itibarını düşürmek gibi. Kısaca yazdığım yazılardan dolayı bu cezayı aldım.
Hasılı, umut hakkı veya ne hakkı denirse, benim bu cezamın kalkmasını istiyorum.
Herhalde Öcalan’dan esirgemeyen bana da esirgenmez umudunu taşıyorum.
Yok, kaleminden kan damlıyor. 40 bin kişinin katilinden daha tehlikelisin. Bu yüzden sana başta umut hakkı olmak üzere hiçbir hak vermeyeceğiz denirse, buna hiç sözüm olmaz. Zira boynum kıldan incedir.

Aile Yılı

2024 yılı hepimizin bildiği gibi emekliler yılı idi. Çoğu meslek grubunun sadece bir günü varken koca 365 günün emeklilere tahsisi, öyle zannediyorum, hepsini olmasa da bazılarını mutlu etti. Öyle ya kimin oldu bugüne kadar koca bir yılı.

Bu emekliler yılında yetmez ama emeklilere çok şey verildi:

Şezlonglar bedava oldu.

Defaten beş bin lira verildi.

% 37 olması gereken zamları önce 45'e, sonra 50'ye çıkarıldı.

Kök maaşı en düşük emeklilere bir alt limit belirlenerek maaşınızı şu kadara çıkardım denildi.

Kamu kurum ve kuruluşlarına ait sosyal tesislerden % 15 indirimle yararlandırıldılar.

Tren ve otobüs ücretlerinde % 10 indirim yapıldı.

15.07.2024-16.08.2024 tarihleri arasında KYK yurtlarında bir hafta ücretsiz kalma imkanı verildi.

İki bayramda toplamda 6 bin lira ikramiye verildi.

Hepsi olmasa da bir kısım emekli temsilcileri Beştepe'de ağırlandı. Burada olanlar hallerinden o kadar memnundu ki haklarında yapılan konuşma büyük alkış aldı.

Hasılı emekliler yılında emekliler yaşadı. Ama uzun bir yıl olsa da sayılı günler bitti. Tekrar 2025 yılını da emeklilere versek, bu ülkede sadece emekliler yok. Başkası da var. Üstelik verilmesi gerekenler verildi, yapılması gerekenler yapıldı. Fazlası kabak tadı verirdi. Zaten emekliler de yeter bu kadarı dedi sonunda.
Peki, 2025 yılı boş mu kalacaktı? Nitekim boş bırakılmadı. Aile yılı ilan edildi.

Öyle zannediyorum, 2024 yılında ihya edilen emeklileri gören aileler, 2025 bizim yılımız, yaşadık diyecek.

2025’in ailelere tahsis edilmesi çok isabetli olmuştur. Çünkü aile önemlidir. Hazır doğum oranı gerilemişken bu aile yılı ailelere çok iyi gelecek. Bakarsınız bu aile yılında;

Evliliği gecikmiş olanlar evliliklerini bu aile yılında yapacak.

Evli olup çocukları yoksa bu aile yılında çocuklarının olması için gayret gösterecek.

Çocukları varsa da bir çocuğumuz da aile yılında olsun denecek.

Bu aile yılında doğan çocuklar göğüslerini gere gere biz aile yılında doğduk diye övünecek.

Böylece bu aile yılında evliliklerde artış olduğu gibi nüfus patlaması da olacak. Tehlike çanları çalan nüfusumuz da artacak.

Öyle zannediyorum, emekliler yılında emeklilere verilen hakların çoğu aile yılında ailelere de verilecek.

Şezlong vazgeçilmez olmakla beraber ailelere bazı teşvikler de verilebilir:

2025 yılında evlenenlere sıfır faizli ve taksitli evlilik kredisi verilebilir. Devletin buna gücü yetmezse emeklilere verilen defaten beş bin lira aile kuracaklara da verilebilir. Burada yapılması gereken, beş bini verirken beklenti enflasyonunu da dahil ederek beş bin lirayı güncellemek.

Yaz dönemi kredi yurtlarda veya devlete ait sosyal tesislerde bir hafta tatil yaparken çocuğu ana rahmine düşenlere ilave teşvik verilebilir.

Öcalan da umut hakkından yararlanmak, aynı zamanda evlenmek istiyormuş. Bunu da aile yılına denk getirmede fayda var. Hatta evlenecek çiftler, isterlerse evlilik tarihlerini Öcalan’la aynı güne denk getirebilir.

2025 yılında çocuğu olan veya bu yılda hamile kalıp 2026 yılında doğan çocukların bez, mama, zıbın gibi masraflarını devlet karşılayabilir. Hatta bu dönemde doğanlara devlette iş bulma garantisi de verilebilir.

Kısaca aile yılında evlenenlere ve doğum yapanlara devlet kesenin ağzını açabilir.

6 Ocak 2025 Pazartesi

Bizi Bekleyen Öcalan Sorunumuz

40 bin kişinin ölümünden sorumlu tuttuğumuz, bizi kırk beş yıldır terörle uğraştıran, yakalandıktan sonra ağırlaştırılmış müebbede mahkum olan, 25 yıldır bu cezasını İmralı'da çeken, terörist elebaşısı diye bilinen Öcalan, örgütüne silahları bırakın çağrısı yaparsa, örgüt lağvedilirse, Mecliste yapılacak yeni bir düzenleme ile umut hakkından yararlandırılacak. Evet, Türkiye şimdi bunu konuşuyor.

Terörün bitmesi bu ülkenin en büyük temennisi olmakla beraber 40 bin kişinin katili diye bilinen kişinin cezasını çekmeden çıkması şaka gibi. Bu mesele epey su götüreceğe benziyor. Çünkü ağırlaştırılmış müebbet demek, o kişinin ölünceye kadar hapisten çıkamaması demektir. Öcalan’a böyle bir hak verilirse süreli ceza alanlar hayli hayli bu tür haklardan yararlandırılması gerekir. Akıl ve mantık bunu gerektirir. Yalnız verilen cezanın tamamını çekmeden suçlunun çıkarılması suç ve cezanın mantığına aykırıdır. Çünkü adalet anlayışını zedeleyen bir hareket olur.

Cezasını tam çekmeden suçlu dışarıya çıkarılmaz mı? Sağlığı ve yaşı ceza çekmeye elverişli değilse bu durumda böylelerinin dışarıya çıkarılması bildiğim kadarıyla kanunen mümkün. Eğer Öcalan'ın böyle bir durumu varsa hiç umut hakkından bahsedilmeden de bu mesele halledilebilirdi.

İçeriden çıkmanın bir başka yolu da devlet ve milletin menfaatine bir hizmette bulunmak düşünülebilir. Öcalan dışında herhangi bir suçlu, terör örgütünün lağvını sağlarsa böyle suçlular için bu yol yani umut hakkından bahsedilebilir. Yalnız örgütü kuran, terörü azdıran Öcalan'ın kendisi. O kadar uğraştır, kan akıt, sonra da örgütünü dağıttın diye ona ödül verilmesi bana garip geliyor.

Görüşümü böyle açıklamakla beraber çelişiyorsun diyebileceğiniz bir görüşümü söyleyeceğim. Hoş bu görüşün şu anda bir anlamı ve uygulanabilirliği yok ise de geçmişte çok dillendirdiğim bu görüşü, kayda geçmesi bakımından yazacağım: Ben devletin yerinde olsaydım, Öcalan yakalanıp bize teslim edildiğinde onu içeri koymaz, serbest bırakırdım. Hoppala demeyin. Rahat etmesi, suçsuz bulunması değil kastım. Öcalan salınmış olsaydı, dışarıda rahat yüzü görmezdi. Çünkü Türklerin dışında mağdur ettiği o kadar Kürt var ki dışarıda kim vurduya gitme ihtimali yüksekti. Böyle bir ihtimal olmasa bile bir kör kurşuna gideceğim korkusu içinde yaşardı. Biz ne yaptık? Koca İmralı'yı emrine tahsis ettik. Onun yüzünden İmralı'yı kullanamıyoruz. Öcalan'ın güvenliğini sağlamak amacıyla devlet az masraf etmiyor.

Öcalan umut hakkı veya başka bir gerekçe ile cezasını tamamlamadan çıkar veya çıkmaz. Yalnız içeride kalmaya devam ederse, bir gün her fani gibi hapiste vefat ederse, sevenleri bunu normal ölüm görmeyecek, devlet zehirledi de öldü diyecek. Protesto eylemlerinin ardı arkası kesilmeyecek. Ki protesto ile kalsa yine iyi.

Hasılı Öcalan'ın çıkması bir dert, içeride kalması bir dert.

5 Ocak 2025 Pazar

Umut Sürecine Dair Çelişkilerimiz

İnsanın hayatında hata ve yanlışları olur. Kişi farkına vardığı zaman bu hata ve yanlışta ısrar etmez. Yaptığı hata ve yanlıştan dolayı yüzleşir, özür dilenmesi gerekenler varsa özür diler, bedel ödenmesi gerekiyorsa bedel de ödenir.
Yaşına, şartlara, yaşadığı ortam gereği insan görüş ve fikir de değiştirebilir. Sabit fikirde kalmaz. Çünkü değişmeyen tek şey değişimdir. Önemli olan olumlu yönde değişim göstermektir. Bir de değişeceğim diye akşam sabah fikir değiştirmemek gerek.
Pek tasvip edilmese de bizim siyasette dün dündür, bugün de bugün anlayışı hakim. Tamam, değişim olsun da bu kadar da hızlı dönüş olmamalı.
Hata ve yanlışlar hepimizin başına gelir. Çünkü insan olup da hata ve yanlış yapmayan yoktur. Önemli olan hata ve yanlışta ısrar etmemektir. Farkına varıldığı zaman kısa yoldan yanlıştan dönmek gerek. Çünkü hata ve yanlıştan dönmek erdemliliktir.
Hayatta ve siyasette çelişki pek tasvip edilmez. Şayet çelişkiye düşülmüşse en azından izah gerekir. İzah edilmeyip birileri hatırlatınca da kızmamak gerek.
Niyetim siyaset yapmak, siyasetçisi eleştirmek değil. Eski kirli çamaşırları da ortaya dökmek değil. Sadece çelişkilerimize işaret etmek için bazı örneklere yer vereceğim.
Öcalan'ın 99 yılında derdest edilip bize teslim edildiğinde seçime gidiyordu Türkiye. Milliyetçiliğin öncülüğünü yapan Bahçeli, seçim meydanlarında havaya yağlı urgan attı.
Seçim yapıldı. Seçim, Öcalan'ın yakalanması azınlık hükümeti başbakanı olan Ecevit'e ve Öcalan'ı asmayı kafaya koyan Bahçeli'ye yaradı. En fazla oyu bu ikisinin partileri aldı. Her iki parti ömürlerinde almadığı oyu aldı. Beraber koalisyon hükümeti kurdular.
Sonrasında idamın kaldırılması teklif olarak Meclise geldi. Bahçeli ve partisi oylamaya katılmayarak teklifin yasalaşmasına katkı sundu. Sayesinde Öcalan ipten alındı. Hoş, Öcalan’a Bahçeli'nin katkısı olmasa da kimse asamazdı. Çünkü Öcalan'ın derdest edip verenler asmamak şartıyla vermişti. Yine de Bahçeli'ye nasip oldu Öcalan'ı astırmamak.
Bu kadar kısa zamanda bu denli çelişki dünya siyasetinde pek görülmese de burası Türkiye olunca bu çelişki normal görülür. Bahçeli bir daha asacağım demedi. Miting miting dolaştırıp havaya attığı urganı bir daha ne ağzına aldı ne de eline.
PKK terör yaptığı ve terör estirdiği müddetçe Bahçeli'nin başında bulunduğu MHP, bu terörden hep ekmek yedi. Ne zaman kan aksa MHP'nin oyları arttı. Aynı ekmeği terörle bağını kesmeyecek ve Kürt milliyetçiliği yaparak bugün adı DEM olan parti zihniyeti yedi. Bugün Türk ve Kürt milliyetçiliği varsa, siyasette aktör ise her ikisi de bu terörden ekmek yemeye devam ediyor. Çünkü her ne kadar birbirine zıt kutup olsalar da bu iki zihniyet birbirinin panzehridir.
Her ikisi de birbirini muhatap almadı, el sıkılmadı.
2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde terörle bağını kesmediği için Bahçeli'nin gözünde DEM, PKK idi. Çünkü DEM demek PKK demek idi. Bu kadarla da kalmadı. Kim DEM ile görüşürse, DEM seçimde kime destek verirse onlar da PKK'li idi Bahçeli'ye göre. Kısaca DEM'e yaklaşan sakıncalı piyade kabul edildi. Sonuçta Cumhur ittifakı seçimi kazandı.
Daha 2023 seçim propagandası unutulmadı. Çünkü daha dün gibiydi.
2024'ün son aylarına gelindiğinde Bahçeli, DEM'e el uzattı. Yetmedi. Öcalan'ın umut hakkından yararlanmasından bahsetmeye başladı. Öcalan ile görüşen DEM'li heyet ile de görüştü.
Yanlış anlaşılmasın. İki siyasi parti elbette el uzatacak, elbette görüşecek. Zira olması gereken budur. Burada mesele, dün asmaya kalktığımız kişi ve zihniyetiyle bugün görüşüyor olmak ve umut hakkından bahsediyor olmak çelişkisi.
Bir diğer çelişkimiz Ahmet Türk. Dün sakıncalı diye belediye başkanlığından el çektirdiğimiz Ahmet Türk, bu umut hakkı sürecinde DEM’i temsilen bulunan heyetin içinde yer alması. Yani belediye başkanlığını reva görmediğimiz kişiye İmralı'ya gitme görevi veriyoruz.
Bu görev Ahmet Türk'e yakışmadı demek istemiyorum. Ki Ahmet Türk siyasetimizde hem Türk hem de Kürt siyasetini bilen, hiç gündemden düşmeyen, konuşulur, sözü dinlenir önemli bir aktördür. Tecrübesinden yararlanmak lazım. Ki Ahmet Türk 2000'li yıllarda "konuşacağınız en son kuşak biziz. Bizden sonrakiler konuşmaz" diyen biri. Ve bugün onunla konuşuyoruz ve bu konuştuğumuz kişinin, elinden üçüncü defa belediye başkanlığı yapamazsın diyerek başkanlığı alıyoruz. Bu da çok yaman bir çelişkimiz.
Bir diğer çelişkimiz de Ahmet Türk'ün soyadı. Adam basbayağı Kürt. Ama biz ona Türk soyadını layık görmüşüz. Kürt siyaseti yapıyor ama soyadı Türk. Ömrü boyunca da bu soyadı ona taşıtıyoruz. Bu da dikkat çeken bir başka çelişkimiz.