15 Kasım 2024 Cuma

Başarısız Öğrencinin Başarısızlık Gerekçeleri *

Öğretmen dersi iyi anlatamıyor.

Zaten bu öğretmenden kimse memnun değil. 

Herkesin puanı düşük. Benimki yine iyi. 

Herkes kopya çekti. Ben çekmedim. Ben de kopya çekseydim, yüksek puan alırdım.

Bizim okul zaten iyi değil. 

Herkes etüt merkezine gidiyor, özel ders alıyor. Ben de bunları yapsaydım, benim puanım da yüksek olurdu. 

Öğretmenin puanı çok kıt. Başka sınıfın öğrencileri daha şanslı. Onların öğretmeni bol not veriyor. Bizimki çok cimri. 

Bizim öğretmen sınavda çok zor soru hazırlıyor. 
Öğrenciyi dökmekten büyük zevk alıyor. 

Zaten bu öğretmen iyi bir öğretmen olsaydı, bu okulda olmazdı. 

Öğretmen kendi sorduğu problemi çözemiyor, sınavda bize soruyor. 

Normalde iyi yaptım ama öğretmen kağıdımı göstermiyor.

Bana kafayı taktı. Aynı cevapları yazdım. Arkadaşım 50 alırken bana 40 verdi. 

Sınavda anlatmadığı yerden sordu. 

Beni dersten soğuttu.

Sınavda çok yerden sorumlu tuttu. 

İki grup yaptı. Diğer grubun soruları çok kolaydı. Ben o grupta olsaydım, yüz çekerdim.

Hem çok soru sormuş hem de sınava geç geldi. Kağıtları erken topladı. Haliyle yetiştiremedim. 

Öyle zannediyorum, yukarıda yazdığım gerekçeleri etrafınızda çok duymuşsunuzdur. 

Bu kadar mazeret üretenlerin yanında başarısızlığı kendinde gören az sayıda insanımız var. Bunlar, çalışamadım. Öğretmen iyi anlatıyor ama ben anlamıyorum derler. 

Başarısızlığı başkasının üzerine yıkma gerekçe ve mazeretimiz sadece eğitim alanında değil, bu tür gerekçeleri hemen hemen her alanda görebiliriz.

*27.11.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Bigane Kaldığım Bir Trafik Kazası

12 Kasım 2024 Salı günü akşam saatinde çarşıdan eve adımlarken üç kişiden müteşekkil (kalmış) aile efradını arayarak akşam yemeğini dışarıda yiyelim. Kelle paça içelim dedim.

Onlar evden ben de çarşıdan kavilleştiğimiz çorbacıya doğru adımlarken yollarımız bir yerde kesişti. Birlikte tankın karşısındaki çorbacıya doğru yürüdük.

Çorbacıya varırken tankın bulunduğu kavşağın trafiğini sair günlere göre daha yoğun gördüm. Bir kaza olmalı dedim. Lokantaya girdik. Kavşağı gören bir masaya oturduk. 

Önümüze yemek menüsünü getiren gence, karşıda kaza mı var dedim. Bir mobilet süren düşmüş dedi. Küçük bir kaza olmalı dedim.

Bir taraftan çorbamızı beklerken kavşaktaki yoğunluğu izliyorum. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorum. Buradaki kavşak diğer kavşaklara göre biraz yüksek olduğu için olup biteni tam göremiyorum.

Az sonra ambulans geldi. İyice tıkanan kavşağı açmak için insanımız trafiği düzenledi. Eksik olmasınlar. 

Ambulans yaralıyı alıp gitmedi. Epey bir oyalandı. Trafik polisi de geldi bu arada. 

Birkaç defa bu kaza bir mobiletçinin düştüğü kaza değil, daha büyük olmalı. Gidip bakayım diye niyetlendim. Nedense yerimden kalkıp gitmedim. 

Nice sonra ambulans gitti. Polis arabası uzun süre durdu. 

Çorbamızı içip evimize yollandık. 

Ertesi gün ne yapayım derken Meram Devlet Hastanesine yürüyeyim. Hem yürüyüşümü yapar hem de oradaki doktor arkadaş müsait ise kısacık bir ziyaret yapayım. Vakti varsa belki yürüyüş de yaparız dedim. Çünkü zaman zaman idari görevi olan bu arkadaşla öğle arası adımlarız. 

13.20 gibi hastaneye geldim. Odasına gitmeden telefonla aradım. Cevap vermedi. Mesai başlasın diye bahçede oturup bir şeyler yazmaya koyuldum. Az sonra bahçedeyim. Müsait isen görüşmek isterim mesajı yazdım. Mesaj görülmesine rağmen geri dönüş olmadı. Sanırım müsait değil deyip geldiğim gibi geri döndüm. 

Çarşamba pazarına uğradım. Çıkışta oğlan bir mesaj göndermiş: "Baba, bir motorlu bir yayaya çarpmış. Sanırım kaza geçiren sizin arkadaş olmalı. Kırık var sanırım" diye. Baktım bizim arkadaş. Verdiği bilgiye göre kaza, dün akşam benim çorbacıda iken gördüğüm kazadan başkası değildi. Yine oğlanın verdiği bilgiye göre arkadaşın Meram Tıp'a kaldırıldığını öğrendim. 

Çarşamba Pazarından Meram Tıp'a yöneldim. 

Poliklinikler girişinden danışmaya kazazedenin ismini verdim. Nerede olabilir dedim. Önündeki sisteme bakmadan üçüncü kattaki ortopediye git dedi. 

Ortopedi servisindeki görevliye şu isimli bir hastanız var mı dedim. Sisteme baktı. Öyle isimli biri yok dedi. 

İndim merdivenlerden. Acil tarafına geçtim. Oradaki sekretere hastanın adını ve babasının adını vererek sordum. Üçüncü kat reanimasyonda dedi. 

İlgili yere geldim. Birkaç kişi reanimasyon önündeki bekleme salonunda idi. Onlara doktorun yakınları mısınız dedim. Yeğeni ve kardeşi imiş bekleyenler. Sol ayağında üç kırık olduğu, ameliyat edildiği, durumunun iyi olduğu bilgisini aldım. Geçmiş olsun diyerek yanlarından ayrıldım. 

Bu arkadaşa çarpan sürücü 16 yaşında bir çocuk. Arkadaş yaya geçidinden geçerken gelip vurmuş. Çocuğun devlet nezdinde ceza ehliyeti olmadığı gibi ehliyeti de yoktur. Kenarda köşede de sürmüyor bu çocuk. Trafiğin yoğun olduğu cadde, sokak ve kavşakta bu tip çocukları her zaman görmek mümkün. 

Önüne gelenin altında mobilet, daha büyüğü, bisiklet var. Trafik kurallarına uyan pek az sayıdaki iki tekerlekli sürücüyü bir tarafa bırakırsak, büyük çoğunluğu için trafikte kurala uymak hak getire. Nereden çıkacakları belli değil. Kah kaldırımda sürerler kah ters yoldan gelirler. Normal bir hızla da sürmüyorlar. Bir de bağırtanlar var. 

Olan da bu doktor arkadaşın başına geldiği gibi insanımıza oluyor. 

Arkadaşın bu durumuna üzüldüm. Bir an için bu arkadaşın tempolu yürüyüşüne nazar değdim galiba dedim. Çünkü çok teknik yürüyen, yürüyüşü seven biriydi. Nereye giderse önceliği yürümek idi. Birlikte zaman zaman yürürken hiç geri kaldığını görmedim. Hatta ondan geri kalmamak için adımlarımı sıklaştırdığım olur. 

Çorbacıda iken birkaç defa niyetlenmeme rağmen kalkıp kaza yerine gitmediğine de pişman oldum. Gitseydim, en azından yere düşmüş telefonunu alır, ailesini bilgilendirirdim. Çünkü başkasının yanlış bilgilenmesiyle hastaya ulaşmak için ailesi epey bir zaman kaybetmiş. 

Bu kaza, küçük olsun, büyük olsun, gördüğüm kazaya bigane kalmamam gerektiğini bana göstermiş oldu. 

Gelmiş geçmiş olsun. İnşallah en kısa zamanda kazadan bir iz kalmayacak şekilde aramızda görürüz kendisini. 

13 Kasım 2024 Çarşamba

Bir Kiracı Hikayem (2)

Kiracıdan dönüş olmayınca evi babasına vermiştim. Nedir durum diye babasını aradım. Bizim kiracı, bir yolunu bulup kaçak yollarla yurtdışına gitmiş. Görüştüğümde söyleyeyim de sizi arasın dedi. 

Ertesi gün oğlu aradı. Abi, babamı aramasan iyiydi. Keşke beni arasaydın dedi. İyi olurdu ama sizden dönüş olmayınca, mecbur kaldım. Üstelik sana mesaj gönderdim dedim. O zaman yolda idim. Baktım ama okumadım. Sonra da yazdığınızı sildiniz dedi. Pekala sonradan abi bir şeyler yazıp sildiniz. Müsait değildim. Tekrar gönderebilir misin diyebilirdin dedim. Abi, evden çıkınca helalleşmiştik dedi. Alacak vereceği konuşmadan helalleşme olur mu? Bugün yarın ararsın diye bekledim durdum dedim. Abi, yazdıklarını bir gönder dedi. Gönderdim. Ben müsait olunca bir okuyayım. Dönerim dedi. 

Birkaç gün sonra aradı. Abi baktım. Hepsini kalem kalem yazmışsın. Pek alacak verecek yok gibi. Yalnız ben beş ay değil, dört ay oturdum. Dolaplar için ödemeyi ikinci ay başlatmışsın. Daha o zaman dolaplar takılmamıştı dedi. Beş ay oturdun. Aralığın ilk haftası boşalttın. İlk ay temizlik bedelini düşerek bir beş bin verdin. İkinci ay bana 3000 gönderdin. 2500'ünü de mobilya için kiradan düştük dedim. Üçüncü ay kirayı on beşinden beşine çekelim dedin. Çektik. Düğün hediyesi ve mobilyacı parasının düştükten sonra 1166 lira gönderdin. Dekontları çıkartırsan görürsün. Ekim ve kasım kirası, yakıt gideri ve kapıcı aidatları duruyor. 15000 olan dolap parasından ilk beş binini Ağustos ve eylül ayında düştük. Geriye kalan 10 bin dolap parasını da düşersek, 2500 küsur bir alacak kalıyor dedim. Döndü döndü. Daha ağustos ayında dolap yoktu diyor. İlk kiradan sonra dolap yaptıralım dedin. Tamam dedim. Ağustostan itibaren düştüm. Verdin veya vermedin. Toplam 15000 mobilyacı parasından ne aşağı ne yukarı bir rakam. Ne fark eder dedim. Beyefendi, ağustos ayında mobilyacıya para verdin veya vermedin dediğime bozulmuş. Beni mobilyacıya para vermemekle itham ettin dedi. Öyle bir niyetim yok. Ben sadece dolap parasını düştüğümü söylüyorum dedim. 

Sonunda, delikanlı, işin parasında değilim. İstedim ki aramızda hak hukuk kalmasın deyince, parasında değilim diyorsun ama her şeyi yazmışsın, hiçbir ayrıntıyı atlamamışsın demez mi? Delikanlı, ayıp ediyorsun. Parasında olsam, sen evden çıkalı bir yıla yaklaştı. Bugüne kadar tek kelime etmedim. Böyle diyerek ayıp ediyorsun. Sonra yazmanın neresi ayıp. Bak sen yazmamışsın. Mobilya parasını bir 11 bin diyorsun, acaba 14 bin miydi diyorsun. Yok 15 bin idi diyorsun. Acaba 16 bin miydi diyorsun. Bak ben yine parasında değilim. İki lafının biri aşağı yukarı alacak verecek yok diyorsun. Hatta ben şunları şunları yaptırdım diyorsun. Şayet benim sana vereceğim kaldı ise ben göndereyim dedi. Bereket, borcun yok dedi. 

Delikanlı, borcun var dediğime pişman ettin. Alacak verecek yok. Senin ve babanın telefonlarını engelliyorum. Bundan sonra muhatap değiliz. Yolun açık olsun deyip telefonu kapattım. 

Başımdan geçen alavereyi ayrıntıya girerek anlatmaya çalıştım. Gördüğünüz gibi öyle büyük alacak verecek yok. Alacağım 2544 lira beni ne öldürür ne de ondurur. İstedim ki kuruş da olsa kimseye ne borcum kalsın ne de kimsede alacağım. 

Bu kiracı normalde böyle biri değildi. Öyle görünüyor ki kafasını hala toparlayamamış. Toparlaması da kolay değil. Allah kimseye vermesin bu durumu. İstedim ki evimden çıktıktan sonra da birbirimizin yüzüne bakacak hukukumuz olsun. 

Deseydi bana, abi, hala kendimi toparlayamadım. İnan kuruşa ihtiyacım var. Durumum düzgün olsaydı, arar, ödeme yapardım deseydi, üste para gönderirdim. 

Bana, para hesabı yaptığımı söylemesi zoruma gitti. Para hesabı yapsaydım, kira dolayısıyla daha dün tanıdığım kimseye, 500 lira temizlik yardımı, 150 lira düğün hediyesi vermezdim. Beşinde verdiğim evin kirasını on beşinde başlatmazdım. Kira gecikti mi arardım. Mobilya zamanı değil, ben şu kadar masraf ettim. Yaptıramam derdim. Evin salonuna ve yatak odasına matkapla delik açmak suretiyle yıprattığı boyadan dolayı evi boya derdim. Eşi ile kavgalı ayrıldığından dolayı çelik kapıya ve kilidine verdikleri zararı karşılayın derdim. Alacağımı bir sene beklemezdim. Gidip mobilyacıyı bulup dolapları kaça yaptın derdim. Çünkü kah 11, 14, 15, 16.000 lira rakamlarını telaffuz etti. Hasılı kiracının bana verdiği hakı b.kunu kurtarmadı. Doğru dürüst kullanmadığı evi yıprattığına da değmedi. Toru topu kendisinden 9666 lira almış oldum. 

Böyle biri için değer miydi yaptıklarım? Düşünüyorum da değmezmiş. İnsanlar iyiyken iyiymiş. Borcunu isteyince kötü oluyormuşsun. Halbuki her görüştüğümüzde, abi, çok iyisin, çok anlayışlısın. Başkası bu kadar iyiliği yapmaz, bu kadar hoşgörülü olmaz derdi. Ne zaman ki kalan borcumu istedim. Para göz olup çıktım. 

En iyisi yaptığım iyilikse denize atayım. Görünen o ki denizdeki balık bilmiyor. 

Bir Kiracı Hikayem (1)

2023 Nisan ayında 2+1 bir evim oldu. Bu evi ne yapayım, satayım mı, kiraya mı vereyim derken ev temmuz ayına kadar boş durdu.
Evin üst komşusu aradı. Kiraya vermek istersen, yeni evlenecek bir çift ev arıyor. Numaranı vereyim mi dedi. Kiraya verip vermeyeceğimin kararını vermedim ama numaramı verebilirsin. Bir görüşelim dedim. 
Birkaç gün sonra evde buluştuk. Eve baktılar. Tutuyoruz dediler. 
5.500 liraya anlaşmadan önce evi tutacak gence ve babasına, belki ileride anlaşamayabiliriz. Evi beğenmezseniz, çıkarsınız. Ben sizden memnun kalmam. Çık derim, uygun zamanda çıkarsınız. Kira için bir iki gün gecikme olabilir. Daha fazlası için haber verirseniz, idare ederim. İşin parasında değilim. Yıllarca kirada oturdum. Ev sahiplerimle iyi ayrıldım. Çoğu ile hukukum devam ediyor. Sizinle de öyle olsun isterim. Yarın anlaşamadığımız zaman şöyleydi, böyleydi demeyelim dedim. Tamam dediler. 
Bugün temmuzun beşi. Kirayı on beşinde başlatalım. Yeni evleneceksiniz. Ev temizliği için beş yüz lira vereyim dedim. 
Hemen ertesi gün elektrik, su ve doğal gaz aboneliği için müracaat ettim. Ankastre aldım. Kombi satın aldım. Korniş taktırdım. Elektrikçi göndererek ankastrenin yerini kestirdim. 
İlk ayın kirasını beş yüz eksikle aldım. Kiranın ardından kiracı, evin şurasına, burasına dolap, kapının yanına vestiyer yaptırabilir miyiz dedi. Tanıdığın mobilyacı var mı dedim. Var dedi. Bir fiyat al, değerlendirelim dedim. 
Arkadaşı mobilyacıdan fiyat almış. İster peşin ver ister taksitli olsun, 15.000 liraya yaparım demiş. Tamam yaptır. Bana her ay 3000 gönder, 2500'ünü de mobilyacıya ver dedim. 
İkinci ay bana üç bin gönderdi. Mobilyacı için 2500 not ettim. 
Eylül ayı gelince, ilk hafta düğünü oldu. Ayın on beşi geçti, yirmisi oldu. Kiracı telefon açtı. Abi, kirayı on beşinde değil de beşine çeksek nasıl olur dedi. Olur dedim. Bu ay gönder. Öbür ay öyle olsun dedim. Bu ay yapalım dedi. İyi öyle olsun. Bu ay yirmi günlük gönder. Mobilyacıya vereceğin parayı kes, 150 lira da düğün hediyesi olarak düş. Gerisini gönder dedim. 1166 TL düştü payıma. 
Ekim ayı kira zamanı geldi. Beş altı gün geçti. Nihayet aradı. Sesi bozuktu. Hayırdır dedim. Abi, ben uzaklaştırma aldım. Ayrılacağız. Boşanmak için dava açtılar. Ben eve giremiyorum. Kirayı karşı taraf versin. Ben onların numarasını vereyim, görüş dedi. İyi de ben karşı tarafı bilmem. Muhatabım sensin. Ben onları ne diye arayacağım. Sen işini düzene koy, arayı bulmaya çalış. Kirayı şimdilik düşünme. Uygun olduğun ve kafayı toparladığın zaman kirayı verirsin. Arayı da düzeltmeye çalış dedim. Tamam abi dedi. 
Ekim ve kasım ayında da evi işgal etmeye devam ettiler. 
Aralık ayının ilk haftası uzaklaştırma cezası sona erince evi boşalttı. 
Anahtarı üst komşuya veriver dedim. Abi bir helalleşelim. Anahtarı sana vereyim dedi. Bir ara helalleşiriz. Alacak verecek konuşuruz dedim. Tamam dedi. 
Bir ara aradı. Abi, yakıt parası gelmiş. Uygun olduğum zaman ödeyeceğim dedi. Tamam. Yalnız yakıt parasının dışında alacak verecek de konuşmamız lazım dedim. Konuşuruz abi dedi. 
Aradan epey bir zaman geçti. Ne yaptın, kafanı toplayabildin mi yazdım. İyiyim dedi. Yeni iş bulmuş. Çalışıyormuş. Alacak vereceğim var mı, yakıt borcum vardı demedi. 
Bir yıla yakın zaman geçti. Görüşüp helalleşelim demiştin. Bu kadar zaman geçti. İki aylık kira, kapıcı aidatı, ısınma gideri duruyor yazdım. Okudu ama dönüş yapmadı. Ben de gönderdiğim mesajı sildim. 
Pek ehemmiyeti olmayan alacağımı da sileceğim ama baba, oğul beni durumdan takip ediyor, baba üstüne üstlük cuma mesajı gönderiyor. (Devam edecek) 

12 Kasım 2024 Salı

Elektronik Seçim Eli Kulağında *

YSK Başkanı, "Elektronik seçim yapılmasıyla ilgili başka ülkeleri inceleyerek ve üniversitelerle birlikte çalışarak çalışmayı bitirip Meclise gönderdiklerini, bundan sonra söz Meclisin takdirinde olduğu haberi beni hem sevindirdi hem heyecanlandırdı. 

YSK'nin bu çalışması gecikmiş bir adım olsa da yerinde ve olması gereken idi. Çünkü pusula ve zarftan ibaret bir alay kağıt kürek; mühür, sandık ve oy verme kabini, 5-6 kişiden ibaret devlet çalışanı ve partili üyelerden ibaret sandık kurulunun teşkili, zarf ve pusulaların mühürlenmesi, oy sayım ve dökümü, sandık torbasının polis nezaretinde götürülmesi ve ilçe seçim kuruluna teslimi gibi işlemler ve süreç hem pahalı hem de meşakkatli idi. Aynı zamanda bu şekil oy verme bu çağda çok çağ dışı kalmıştı. Üstelik hem oy sayımında hem oyların birleştirilmesinde şaibe hiç eksik olmuyordu. İtirazlar da bitmiyordu. Tekrar tekrar sayım yapılıyordu. 

Bu süreçte en büyük sıkıntıyı özellikle seçim torbasını ve ıslak imzalı tutanakları teslimatta sandık başkanları çekiyordu. Sabahın erken saatinden gecenin geç vaktine kadar kesintisiz görev yapıyordu. 

Seçimde görev yapan partili, partisiz o kadar kişiye seçim parası harcanarak bütçeye artı bir yük oluşuyordu. 

Say say bitmez sandıklı seçimin problemleri...   

Elektronik seçimin detaylarını ve nasıl uygulayacağını bilmiyorum. Yalnız bu çalışma uygulamaya geçirilirse;

Devletin alt yapıyı oluşturduktan sonra çok seçim masrafı yapmayacağını, en azından kağıt, kürek, sandık, kabin, mühür vs. masrafından kurtulacağını, 

Oy verme sürecinin uzun sürmeyeceğini, 

Sonuçların daha hızlı açıklanacağını,

Seçim sonuçlarının daha güvenilir olacağını,

Kasıtlı veya kasıtsız insani hata ve yanlışların olmayacağını, 

Seçimlerde daha az kişinin görev yapacağını vs. düşünüyorum. 

En azından oy verme işlemi daha modern bir görünüm kazanacaktır. 

YSK’nin tüm çalışmaları yaparak gereği için Meclise gönderdiği bu elektronik oy verme çalışması; sumen altı edilmez, ötelenmez ve hayata geçirilirse, seçim, sandık ve siyasete dair her geçen yıl umutları tükenmeye yüz tutan ve zaman zaman sandığa gitmeyen ve sandıkta görev almayan biri olarak belki meraktan elektronik oy kullanabilirim. 

Elektronik oy çalışması sebebiyle YSK'yi ve bu kurumu bu çalışmaya sevk edenleri tebrik etmek lazım.

*22.11.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

10 Kasım 2024 Pazar

Kırk Yaşın Ergenleri

Kız olsun, erkek olsun her birimiz çocukluk döneminden sonra ergenlik yaşarız.

Ergenlik kişide biyolojik değişim olsa da kişinin karşıt cinse ilgi duyduğu, kanının deli olduğu, isyanlara oynadığı, heyecana kapıldığı, ateşli konuşmalar yaptığı, idealist ve gözü pek olduğu dönemdir. 

Çocukluk dönemi gibi ergenlik dönemi de bir müddet sonra evlilik ve iş hayatının ardından yerini 25-30'lu yaşlara bırakır.

30'lu yıllar yavaş yavaş ayakların yere bastığı yıllardır. Yine de idealler devam eder.

40'lı yıllar ise hata ve yanlışların geride bırakıldığı, olgunluk ve tecrübenin arttığı, tarafgirliğin yerini tespitlere, ateşli savunuculuğun yerini soğukkanlılığa bıraktığı, olayların geri planının görüldüğü, hayata daha geniş perspektiften bakıldığı bir dönemdir.

Bu dönem kişinin durulduğu çağdır.

Bu dönemleri aşağı yukarı insanımız hepsi şu ya da bu şekilde yaşar.

Yaşı 40'ı geçtiği halde heyecanı kaybolmayan, ateşli konuşmalar yapmaya devam eden, parti fanatikliğini devam ettiren, yaşına rağmen hâlâ durulmayanlar var. Yaşını başını almasına rağmen bu tiplere ben ergen diyorum. Çünkü kafa yapısı olarak daha ergenlikten kurtulamamış görüyorum bunları. 

Bir savunuyorlar bir savunuyorlar. Aralarında tartışmalar yapıyorlar. Sesleri yükseliyor. Çoğu zaman birbirlerini kırıyorlar. 

Bu yaşlarına rağmen olup biteni görmüyorlar. Hayata daha geniş açıdan bakamıyorlar. Farklı fikir ve görüşlere tahammül edemiyorlar. Hâlâ sırtlarındaki yumurta küfesini atamıyorlar.

Halbuki kırk yaş olgunluk çağıdır. Tecrübedir. Birikimdir. Olup bitenle yüzleşmektir. Farklı fikirlere tahammüldür. 

Öyle görünüyor ki yaşı kırkı geçmiş bu tiplerin ergenliği, yaşlılık dönemi dahil, ölünceye kadar devam edecek. Bunların ergenliği ancak mezarda sona erer.

Siz ergenliği geride bırakanlardan mısınız yoksa yaşınıza rağmen hâlâ ergenliğe devam edenlerden misiniz? 

Bu tür ergenlik faydalı mı, zarar mı, bunun takdirini size bırakıyorum. 

9 Kasım 2024 Cumartesi

Reâyâdan Halka

“Reaya, sözlükte “sığır, koyun sürüsü” anlamına gelen raiyye/raiyyet kelimesinin çoğuludur. 

İslâm dünyasında yönetici konumundaki askerî tabaka ile ulemânın dışındaki vergi mükellefi halkı ifade eden bir terim olmuş, XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’ne haraç ödeyen gayri müslim tebaa için de kullanılmıştır. 

“Raâ” fiilinin Kur’ân-ı Kerîm’deki türevlerinin iki anlamı vardır: “Sürüleri otlatmak, hayvanları yaymak” (Tâhâ 20/54; el-Kasas 28/23); “birinin çıkarlarını gözetmek, bakmak, mukayyet olmak, gütmek” (el-Mü’minûn 23/8; el-Meâric 70/32).

Yakındoğu dinleri ve kültürlerinin hem teokratik hem dünyevî anlamda sürüsüne nezaret eden bir çoban şeklinde geliştirdiği hükümdar sembolü için İslâm toplumlarında benzer mecaz ve kavramlar kullanılmıştır. 

Zamanla reâyâ, toplumun yönetici ve üst sınıflarını oluşturan kalem ve kılıç ehlinin dışında vergiye tâbi esnaf ve çiftçileri ifade eden bir kavram haline gelmiştir.” (İslam Ansiklopedisi)

Tebaa, “2.Mahmud devri, modernleşme çabaları doğrultusunda gerçekleştirilen reformlarla anılır. Söz konusu reformların başında devletin yönetimi altındaki insanlar için reaya (sürü) yerine, tebaa (tabi olanlar) şeklinde bir kavramı tercih etmesi gelmektedir”. (dergipark)

Halk, “Aynı ülkede yaşayan ve o ülkenin yurttaşı olan insan topluluğu”.

Vatandaş, “Aynı yurt üzerinde yaşayan, bir yurda yurttaşlık bağıyla bağlı bulunan kimselerden her biri”.

Günümüzde bir devletin çatısı altında yaşayan insanlara halk, ulus, vatandaş, yurttaş dense de eskiden reâyâ, sonraları tebaa denmiş. 

Yukarıda alıntı yaptığım reâyâ ve tebaanın anlamlarına bakınca vatandaş güdülmesi gereken hayvan sürüsüne benzetilmiş. Bu benzetme ve kelime kökeninin, halkı aşağılama durumu söz konusu. Özellikle reâyâ. Tebaa, reâyâ anlamında kullanılsa da en azından tabi olanlar anlamına gelir ve çok horlayıcı değil denebilir. 

İşin en üzücü yanı da asker ve bürokrasi dışındaki vergiye tâbi kişilere reâyâ denmesi. Bu demektir ki reâyâ kabul edilmeyen elit bir kesim var demektir. 

Batı o zamanlarda halkına ne derdi bilmiyorum ama İslam dünyası için vergiye tâbi halk için reâyâ kullanımı, onur kırıcı ve küçük düşürücü. Güya İslam dünyasında sınıf ayrımı ve kast sistemi yok. Bu isimlendirme bile İslam dünyasında bal gibi sınıf ayrımının olduğunu gösterir. Dün de böyleymiş, bugün de böyle, yarın da böyle olacak. 

Gerçi günümüzde vatandaş, yurttaş, halk dense de reâyâ ile ortak noktası, vergiye tâbi olması. 

Bir ülkede yaşayan dar, orta gelirli ve orta direğin görevi vergi vermektir. Bunun karşılığında da yönetilmektir. İster halk ister yurttaş ister reâyâ densin, halkın yönetime katılması, söz sahibi olması, yöneticilerinin eleştirmesi, onlara hesap sorması söz konusu değil. Çünkü sürüler çobanlarına hesap soramaz. 

Bahtımıza yanalım.