10 Kasım 2024 Pazar

Kırk Yaşın Ergenleri

Kız olsun, erkek olsun her birimiz çocukluk döneminden sonra ergenlik yaşarız.

Ergenlik kişide biyolojik değişim olsa da kişinin karşıt cinse ilgi duyduğu, kanının deli olduğu, isyanlara oynadığı, heyecana kapıldığı, ateşli konuşmalar yaptığı, idealist ve gözü pek olduğu dönemdir. 

Çocukluk dönemi gibi ergenlik dönemi de bir müddet sonra evlilik ve iş hayatının ardından yerini 25-30'lu yaşlara bırakır.

30'lu yıllar yavaş yavaş ayakların yere bastığı yıllardır. Yine de idealler devam eder.

40'lı yıllar ise hata ve yanlışların geride bırakıldığı, olgunluk ve tecrübenin arttığı, tarafgirliğin yerini tespitlere, ateşli savunuculuğun yerini soğukkanlılığa bıraktığı, olayların geri planının görüldüğü, hayata daha geniş perspektiften bakıldığı bir dönemdir.

Bu dönem kişinin durulduğu çağdır.

Bu dönemleri aşağı yukarı insanımız hepsi şu ya da bu şekilde yaşar.

Yaşı 40'ı geçtiği halde heyecanı kaybolmayan, ateşli konuşmalar yapmaya devam eden, parti fanatikliğini devam ettiren, yaşına rağmen hâlâ durulmayanlar var. Yaşını başını almasına rağmen bu tiplere ben ergen diyorum. Çünkü kafa yapısı olarak daha ergenlikten kurtulamamış görüyorum bunları. 

Bir savunuyorlar bir savunuyorlar. Aralarında tartışmalar yapıyorlar. Sesleri yükseliyor. Çoğu zaman birbirlerini kırıyorlar. 

Bu yaşlarına rağmen olup biteni görmüyorlar. Hayata daha geniş açıdan bakamıyorlar. Farklı fikir ve görüşlere tahammül edemiyorlar. Hâlâ sırtlarındaki yumurta küfesini atamıyorlar.

Halbuki kırk yaş olgunluk çağıdır. Tecrübedir. Birikimdir. Olup bitenle yüzleşmektir. Farklı fikirlere tahammüldür. 

Öyle görünüyor ki yaşı kırkı geçmiş bu tiplerin ergenliği, yaşlılık dönemi dahil, ölünceye kadar devam edecek. Bunların ergenliği ancak mezarda sona erer.

Siz ergenliği geride bırakanlardan mısınız yoksa yaşınıza rağmen hâlâ ergenliğe devam edenlerden misiniz? 

Bu tür ergenlik faydalı mı, zarar mı, bunun takdirini size bırakıyorum. 

9 Kasım 2024 Cumartesi

Reâyâdan Halka

“Reaya, sözlükte “sığır, koyun sürüsü” anlamına gelen raiyye/raiyyet kelimesinin çoğuludur. 

İslâm dünyasında yönetici konumundaki askerî tabaka ile ulemânın dışındaki vergi mükellefi halkı ifade eden bir terim olmuş, XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’ne haraç ödeyen gayri müslim tebaa için de kullanılmıştır. 

“Raâ” fiilinin Kur’ân-ı Kerîm’deki türevlerinin iki anlamı vardır: “Sürüleri otlatmak, hayvanları yaymak” (Tâhâ 20/54; el-Kasas 28/23); “birinin çıkarlarını gözetmek, bakmak, mukayyet olmak, gütmek” (el-Mü’minûn 23/8; el-Meâric 70/32).

Yakındoğu dinleri ve kültürlerinin hem teokratik hem dünyevî anlamda sürüsüne nezaret eden bir çoban şeklinde geliştirdiği hükümdar sembolü için İslâm toplumlarında benzer mecaz ve kavramlar kullanılmıştır. 

Zamanla reâyâ, toplumun yönetici ve üst sınıflarını oluşturan kalem ve kılıç ehlinin dışında vergiye tâbi esnaf ve çiftçileri ifade eden bir kavram haline gelmiştir.” (İslam Ansiklopedisi)

Tebaa, “2.Mahmud devri, modernleşme çabaları doğrultusunda gerçekleştirilen reformlarla anılır. Söz konusu reformların başında devletin yönetimi altındaki insanlar için reaya (sürü) yerine, tebaa (tabi olanlar) şeklinde bir kavramı tercih etmesi gelmektedir”. (dergipark)

Halk, “Aynı ülkede yaşayan ve o ülkenin yurttaşı olan insan topluluğu”.

Vatandaş, “Aynı yurt üzerinde yaşayan, bir yurda yurttaşlık bağıyla bağlı bulunan kimselerden her biri”.

Günümüzde bir devletin çatısı altında yaşayan insanlara halk, ulus, vatandaş, yurttaş dense de eskiden reâyâ, sonraları tebaa denmiş. 

Yukarıda alıntı yaptığım reâyâ ve tebaanın anlamlarına bakınca vatandaş güdülmesi gereken hayvan sürüsüne benzetilmiş. Bu benzetme ve kelime kökeninin, halkı aşağılama durumu söz konusu. Özellikle reâyâ. Tebaa, reâyâ anlamında kullanılsa da en azından tabi olanlar anlamına gelir ve çok horlayıcı değil denebilir. 

İşin en üzücü yanı da asker ve bürokrasi dışındaki vergiye tâbi kişilere reâyâ denmesi. Bu demektir ki reâyâ kabul edilmeyen elit bir kesim var demektir. 

Batı o zamanlarda halkına ne derdi bilmiyorum ama İslam dünyası için vergiye tâbi halk için reâyâ kullanımı, onur kırıcı ve küçük düşürücü. Güya İslam dünyasında sınıf ayrımı ve kast sistemi yok. Bu isimlendirme bile İslam dünyasında bal gibi sınıf ayrımının olduğunu gösterir. Dün de böyleymiş, bugün de böyle, yarın da böyle olacak. 

Gerçi günümüzde vatandaş, yurttaş, halk dense de reâyâ ile ortak noktası, vergiye tâbi olması. 

Bir ülkede yaşayan dar, orta gelirli ve orta direğin görevi vergi vermektir. Bunun karşılığında da yönetilmektir. İster halk ister yurttaş ister reâyâ densin, halkın yönetime katılması, söz sahibi olması, yöneticilerinin eleştirmesi, onlara hesap sorması söz konusu değil. Çünkü sürüler çobanlarına hesap soramaz. 

Bahtımıza yanalım. 

Çarşı Görmemiş Asırlık Bir Ömür

Bir gün annemin amcaoğlu ile halaoğlu ziyaretine geldi. Hoşbeş esnasında annemin yaşında olan halaoğlunun anneme aba demesi dikkatimi çekti. Abi, kaç doğumlusun dedim. 1939'luyum dedi. Annem de 1939'lu dedim. Olamaz dedi. Çünkü biz küçükken annen büyüktü. Biz onun arkasına takılır giderdik. Nereden bakarsan aramızda beş-altı yaş var dedi.

Eskiden günü gününe yazılan çok ender kişiler vardır. Geneli annem gibi. Ya ilkokula giderken ya evleneceğinde ya askere gideceğinde nüfus cüzdanı lazım olurdu.

Nüfus kağıdı çıkarmak için ya nüfustan köye gelirler, kütüğe toplu kaydedilirlerdi ya da nahiyeye gidilerek nüfuz cüzdanı çıkarılırdı. Kaydı alan nüfus memuru doğum tarihini sorduğu zaman harmanda doğduydu, çiçekler açtığı zaman doğmuştu denirmiş. Boyu postuna göre nüfus memuru bir tarihi doğum tarihi olarak yazarmış. Gün ve ay olarak da genel de 01.01 yazılırmış. Hatta bazıları ölen kardeşinin nüfus tarihi yazıldığı bile olurmuş.

Şu var ki çoğu eski kişiye yaşı sorulduğunda resmi olarak yaşım şu ama esas doğum tarihim bu. Küçük ya da büyük yazdırmışlar dediğine şahit olursunuz. 

Babam da beni günü gününe yazdırdığını söylerdi. Ama okul arkadaşlarımdan büyük okula gittiğim bir vakıa. Ramazanda doğduğum için de isim arayışına gidilmemiş. Adı Ramazan olsun denmiş. İşin ilginci, resmi olarak kullandığım tarih ve ay ramazan ayına denk gelmiyor.

Tarihler konusunda babam hassastı normalde. Çünkü ineğin buzuladığı ve kendisinin tıraş olduğu tarihleri duvar takviminin arkasına yazardı. Belli ki tıraş olduğu ve ineğin buzuladığı tarihe verdiği önemi bizim doğum tarihine vermemiş. Gerçi bu tarihler de o yılın takvimi bitinceye kadardı. Sonrasında atılır, yerine yenisi takılırdı. 

Anama gelirsem, kafa kağıdına göre anam 1939 doğumlu olsa da beş altı yaş küçük yazıldığı, halaoğlunun dediğinden anlaşılıyor. Bu demektir ki anam 90 yaşında var. 

Bir asra yaklaşan yaşına rağmen gözleri tam görmese de bazen bastonla bazen bastonsuz yavaş yavaş yürüyerek kendi işini kendi görmekte. Yatağını kendi toplar, odasının panjurunu kaldırır, yediği yemeğin tepsisini mutfağa getirir, içeceği suyunu kendi doldurur. 

Ömrü koşuşturmakla geçmiş. Kah bağ çapalamış kah üzüm toplamış kah dağdan çalı çırpı getirmiş sırtında. Hem tarlada hem ekin harmanda hem başkasının işinde yevmiyeci hem de ev işleri ve yemek hep elinden geçmiş. 

Ölenler hariç yedi çocuk büyütmüş tek odalı evde. Sanırım üç tane kardeşim de ölmüş. 

Ne doğumda ne doğum öncesi kontrollerde doktor yüzü görmüş. Tüm çocukları evde doğurmuş. Şimdiki gibi hazır bez de yok. O günün bezini alacak para da yok. Çaput namına ne bulmuşsa bez diye kullanmış. 

Evin içinde banyo, WC ve şebeke suyu da yok. Çamaşır makinesi zaten olmaz. Tüm çamaşırlar leğen içinde ve dışarıda tokucak marifetiyle yıkanmış. 

Evin bahçesine şebeke suyunun gelmesi de çok sonraları. Bundan önce dokuz gözlü diye nam salmış aşağı çeşmeden sırtta veya eşek üstünde su taşınıp ihtiyaç giderilmiş. 

Öyle zannediyorum, anne sütüyle besledi hepimizi. Mama namına bir şey görmüş olamaz. 

Birçok kadın gibi annem de okuryazar değil. Kadın kısmı okur mu demiştir ailesi her ailede olduğu gibi. 

Tüm dünyası, doğup büyüdüğü köyünden ve evlendikten sonra gelin gittiği beldeden ibaret. Doktora bile belki de en erken yetmiş yaşında gitmiştir. Kolu kırılmıştır. Bildik yöntem olan kırık ve çıkıkçı eliyle tedavi görmüştür. 

Şehir namına gördüğü oğlanlarının evine birinin nezaretinde gitmekten ibaret. 

Çarşı, pazar, alışveriş nedir görmemiş. 

Esas yaşı doksana merdiven dayadığı yılların birinde evimde iken zaman zaman ana ben çarşıya gidip geleceğim dedim. Hepsine tamam kuzum dedi. Bir böyle, üç böyle. Bir gün kuzum bir şey soracağım dedi. Buyur ana dedim. "Bu çarşı dediğin bizim köy gibi bir yer mi" demez mi? Değil ana. Alışveriş yerlerinin ve insan yoğunluğunun olduğu yer dedim. Dedim ama içim cız etti. Çünkü yetiştiği belde de alışveriş, pazar ve park ve bahçenin olduğu yerin adı “aşağı” idi. Evden çıkarken aşağıya gidiyorum derdik. 

Ne babam yanına alıp şehre götürüp çarşı pazar gezdirmiş ne de evlatları olan bizler. Hayatında çarşı pazar görmemişse ne bilsin çarşı denen yerin ne menem bir yer olduğunu.

Vah bize vah... 

Futboldaki Yapı

FB bu ülkenin en eski ve köklü aynı zamanda yakın zamana gelinceye kadar şampiyonlukları, zaferleri konuşulan ve belki de en fazla taraftarı olan bir kulübü idi.
Geçmiş başarılarından gittikçe uzaklaşan bu kulüp, günümüzde, başarısızlığını başka gerekçelere bağlamak suretiyle gerçekleri manipüle etmeye çalışıyor.
Başarısızlık gerekçelerini yapı ve sisteme bağlamışlar.
Oturuyorlar yapıyla, kalkıyorlar, yapı ve sistem konuşuyorlar. 
Galip gelirler. Yapıya rağmen galip geldik diyorlar. 
Mağlup olurlar, yapıya mağlup olduk diyorlar. 
Bizi şampiyon yapmazlar diye kendilerini inandırmışlar.  
Hakemlerle uğraşıyorlar, MHK ile cebelleşiyorlar, Federasyona veryansın ediyorlar. 
Kendi oynadıkları maçlardan ziyade ezeli rakiplerinin maç ve pozisyonlarını konuşuyorlar. Bak burada sarı kart var, kırmızı olmalıydı. Maçı uzattılar gibi. 
Ezeli rakiplerini yenerler. Kendilerini gerçek şampiyon ilan ediyorlar. 
Resmi olarak kabul edilmeyen yıldızlara formalarında yer veriyorlar. 
Hakemlerden dert yanarlar. Yurtdışından hakem talep ederler. 
Kendi oyunlarına ve oynadıkları oyunu değerlendirmeye bir türlü sıra gelmiyor. 
Ezeli rakibiyle uğraşmaktan vakit kalıp da bir defa olsun, biz iyi oynayamadık, rakibimiz daha iyiydi demiyorlar.  
Tek adam başkanları, as başkanları, teknik direktörleri, futbolcuları, bir kısım taraftarları ve bu takımı tutan spor yazarları ağız birliği etmişçesine kendilerini buna inandırmışlar. 
Ligi töhmet altında bırakmak, germek, şaibe bulaştırmak için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. 
Bu nasıl zihniyet nasıl kafa yapısı inanın anlamış değilim. 
Bu yaptıklarıyla, bir zamanların büyük kulübü sayılan FB'yi aşağıda çektiklerinin ya farkında değiller ya da bu gerekçelerle başarısızlıklarını örtbas etmeye çalışıyorlar. 
Başarısız oldukça ligi çirkinleştirmek suretiyle yetkilileri kendilerini kurtarmaya çalışıyor. Dünyaca ünlü, geçmişi başarılar ve aldığı tazminatlarla ünlü teknik direktörleri de ligi çirkinleştirmek için elinden geleni ardına koymuyor. 
FB'yi anlamak isteyen bir FB'nin geçmişine baksın, bir de Mourinho'ya baksın. Kulübün geçmişi başarılarla dolu. Mourinho'nun da geçmişi başarılarla dolu. Dişleri dökülmüş aslan gibi hem kulübün hem de teknik direktörlerinin. Günümüz futboluna dair söyleyecekleri bir şeyleri yok maalesef. Sadece rakibi üzerine oynayan, rakibiyle yatıp kalkan bir teknik direktöre bunun için çuvalla para vermelerine gerek var mıydı? 
FB'nin en büyük sorunu paralı başkanları. İşin ilginci çoğu taraftar bunun farkında değil. Bu takım kahtı rical sorunu çekiyor. Sanıyorlar ki paralı başkan olursa iyi transfer yapıp şampiyon olacağız. Koskoca camia farklı başkan adayı çıkaramıyor. 
Bilmiyorlar ki bu başkanları ve gerçeği yazmaktan kaçınan spor yazarları eliyle bu takımı küçültüyorlar. 
FB'liler aklını başına alıp sadede gelmezse bu takım gittikçe küçülecek. Bir zamanların büyük takımı idi diye anılacak. 
Şampiyonluklar kazanmak kadar takımlarını küçültmek de kendi ellerinde. Kendileri bilir. Bilirim ki bu ülkenin FB'ye ihtiyacı var. 
FB’nin en büyük sorunu FB’ye kurtarıcı aranması, FB’ye en büyük kötülüğü rakipleri değil, kendileri veriyor. 
Başkanları varken, FB’nin başarısızlığını gerekçe üreten spor yazarları varken, olup biteni algılamak istemeyen fanatik taraftarları varken, başkana uygun teknik direktör tercihi varken FB’nin başka düşmana ihtiyacı yoktur. Çünkü FB'lilerin yapı yapı dedikleri yapı kendileridir. Lütfen aynaya baksınlar. 

Kırmızı Reçeteli Öğrenci

11.sınıf bir öğrencinin bıyıkları dikkatimi çekti. Delikanlı, bıyıklar konuşuyor. Yakışmış da. Yalnız okul kılık kıyafette hassas. Sakalı ve bıyığı olanları derse almıyor. Devamsızlığınız sınırlı. Dikkatli olmanda fayda var dedim. Devamsızlıktan kalırım. Yine kesmem bıyıkları. Sabah bir hoca almadı. Dersine girmedim dedi.

Diğer derslerde de bu öğrenciyi çok asık suratlı gördüm. Delikanlı, biraz gülümse. Bu halin ne böyle dedim. Ben böyleyim dedi. 

Bir defasında derse girerken kapının önünde gördüm. Yüzü gülüyordu. Seni ilk defa gülerken gördüm. Gülme sana yakışıyor dedim.

Derslerde bu öğrenciyi garip hareketlerde bulunurken gördüm hep. Yüzü asık olduğunda da öyle güldüğünde de. Ayağa kalkıp dolaşması da var. Birilerine sataşması da. Her defasında uyarmak zorunda kaldım.

Bir defasında üçlü sandalyenin yanına geçti. Onları düzeltti. Ne yapıyorsun dedim. Yatacağım dedi. Upuzun mu dedim. Evet dedi. Yatışın da bir normali var. Senin bu yapacağın normal mi dedim. Evet dedi. Bir gariplik yok mu dedim. Hayır dedi. Pes doğrusu dedim. Uykum var. Ne yapayım dedi. Uyuyamazsın dedim. Uyutmadım. 

Sınav yapıyoruz. Yanındaki ile durmadan konuşuyor. Kah kendi kendine kah arkadaşıyla. Birkaç defa konuşma diye uyardım. Sonra kendisini o sandalyeden kaldırıp başka bir yere oturtmak istedim. Kalkamam dedi. Niye dedim. Arkadaşla ortak kalem kullanıyoruz. Başka kalem yok dedi. 

Başka bir kalem verdiler. Kalemi kah masaya vuruyor kah yere atıyor. 

Bir gün kendisiyle görüşme imkanım oldu. Beş kişiyi bıçakladım. Ben kırmızı reçete kullanıyorum dedi. Reçetenin yeşilini duydum da kırmızısını ilk defa duydum dedim. 

Beş kişiyi bıçakladıktan sonra ceza alıp içeri girmedin mi dedim. Hiç girmedim. Bilmem neden yararlandım. Bir beş yılım var dedi. Beş yıl bıçaklama yapamayacaksın öyle mi dedim. Evet dedi. 

Niye böyle işlere giriyorsun? Böyle yapa yapa hayatını karartırsın dedim. Ben kendime hakim olamıyorum dedi. 

Çok mu sinirlisin dedim. Evet dedi. 

Üzüldüm daha lise çağındaki bu gencin durumuna. Neler yaşadı da bu duruma geldi? Tedavi olamazsa bundan sonra onu daha neler bekler, bekleyip göreceğiz. 

Belli ki kırmızı reçete ilaç, kendine hakim olamadığı için veriliyor. 

Bu gencin dersine giren, bu genç ile aynı okul ve sınıf ortamını paylaşan, aynı işyerinde çalışan, bununla teşriki mesai yapanların Allah yardımcısı olsun. Bu gence de yardım etsin. 

Bu arada benim gibi kırmızı reçeteyi ilk defa duyanlar için Wikipedi’den bilgi vereyim: “Kırmızı reçete, sağlık bakanlığı tarafından belirlenmiş, ilaçların kategorize edildiği 5 çeşit reçeteden bir tanesidir. Genellikle uyuşturucu madde özelliği taşıyan ilaçlar için kullanılmaktadır”.

8 Kasım 2024 Cuma

İnsafınız Kurusun! *

Zaruri ihtiyaçlar dışında epeydir market alışverişi yapmazdım. Bugün, yarın derken iki liste, alacak listesi çıktı.

Markete vardım. Listeye göre alacağımı aldım. Aldığımın üstünü çizdim. Listenin biri bitti. Diğerine göz gezdirdim. Diğer listede salça ve baharat türü alacak vardı. Bu listede nar ekşisi dikkatimi çekti. Buradan mı alayım, baharatçıdan mı derken fiyatına bakalım dedi içişleri bakanım. 700 gramlık yüzde yüz doğal olan bir markanın fiyatı 119,95 lira idi. İçişleri bakanıma, ister buradan al ister baharatçıdan ister baharatçıdaki fiyata bakalım, arada fark olursa gelir buradan alırız dedim. Bunun baharatçıdan bu fiyata olacağını sanmıyorum. Geçen sene baharatçıdan aynı markayı almıştık. Fiyatı bundan yüksekti dedi. İyi o zaman alalım buradan dedim.

İlk listenin market alışverişi bitti. Kasaya doğru yanaştım. Kasiyere, şu ürünler üç yüzü geçerse geri iade alırsın dedim. Kasiyer de gülerek kaç üç yüz amca dedi. Dediği gibi yedi katını geçti market alışverişim. 

Benim epeydir yapmadığım alışveriş, uzun süre sanayiye gitmeyen, sanayiden kaçan araba sahibine benzedi. Arabanın ufak tefek tamiratı için aman gerek yok. Nasılsa araba hareket edip işimi görüyor diyenin, bir zaman sonra sanayiye gidince katmerli ödeme yapmasına benzedi.

Ödemenin ardından baharatçıya gittik. Baharatçının kaç uzun yıllardır baharat ve salça müşterisiyiz. Biz ve başkası ala ala yan tarafa başka ürün satan bir dükkan bile açtılar.

Arada kapalı bir dükkanın önüne çay setini de koymuşlar. Doldurup doldurup içiyorlar. 

Baharatçı dükkanına girerken, diğer dükkandan gençten biri gülerek baharatçı dükkanına geldi. Diğer eleman seslenirken gencin ismini öğrendim. Ben de sandım ki gülerek gelen bu genç bana çay ikram edecek. Bunun derdi salça imiş dedim. İşi bırakıp geldi. İçeceğin çay olsun dedi. İçeri girip temiz bir bardak getirdi. Bir çay doldurdu. Şimdi oldu genç. Düğününde oynarım artık. Bu arada benim bu çay istemem, yeni nesil dilencilik türü. Fazlası bezdirir. Haberin olsun dedim. Canın sağ olsun abi. İçeceğin çay olsun dedi.

Ben dışarıda çayımı içerken bizim biber ve domates salçası tartıldı. İçeri geçip listeyi elime aldım. Diğer baharatlardan listede yazılı olanlardan 100'er gram tarttırdık. Patlıcan ve kapya biber kurusu aldık.

Biber ve domates salçasının fiyatı geçen aya göre değişti mi dedim. 25'er lira indirdik. Biber 175, domates ise 125 oldu dedi. İyi olmuş dedim.

Yükselme beklerken indirimi garipsedim. Çünkü bu ülkede indirim artık lügatimizde yok. Yine indirim yok aslında. Sezona başlarken belirledikleri fiyat yüksek olunca anlaşılan indirime gitmişler.

Aslında domates ve biber salçasının yüksek olmasının bir anlamı yok. Çünkü bu sezon domates ve kapya biber fiyat yönünden çok düşüktü. Buna rağmen salçanın fiyatı yine geçen seneye göre iyi artmış. Niye böyle? Sezonluk fiyat yükseltmeye alıştık. Bir önceki seneye göre aynı fiyattan satsak cepten ve sermayeden yemiş oluruz. Yani külliyen zarar.

Baharatçı, istediğimiz her şeyi verdikten sonra barkodunu okutarak hesap yapmaya başladı. Bu arada içişleri bakanı, az önce marketten 119,95 liraya aldığımız 700 gramlık yüzde yüz doğal nar ekşisinin fiyatını sordu. 250 lira olması lazım. Yine de barkodu bir okutayım dedi. Okuttu. Evet, doğruymuş. 250 lira imiş dedi. Şimdilik kalsın dedik. Bizimki doğal dedi ama almadık. Çünkü bizimki de doğaldı. Üstelik aynı markaydı. 

Evet, yazdığım rakamlar doğru. Birbirine 300 metre yakın bu iki işyerinde aynı markanın aynı gramı ve % 100 doğal olanı, markette 119,95 iken, baharatçıda 250 lira. Vay anasına vay. Esnaf bizimle dalga geçiyor anlaşılan. 

1.610 TL tuttu aldıklarımız. 1600'ü anladım da şu 10 lira içtiğim çay parası mı genç dedim. Yok abi, çay ikramımız dedi. 

Geçen sene de bu aynı marka nar ekşisini yine bu baharatçıdan almıştık dedi hanım dönüşte. İyi ki marketten almışsın bu sene. Demek ki geçen sene de kazık yedik. Önceki seneleri saymıyorum artık. Bir daha da bu baharatçıdan biber ve domates salçası dışında alavere yapmayalım dedim. Çünkü yüzde yüzden fazla fiyat farkı var maalesef. 

Marka farklı olur da bu kadar fiyat farkına kalite farkı derim. Ama aynı marka bu kadar uçuk kaçık fiyata olmaz.

Nasılsa ürünlerde etiket yok. Belli müşteriler geliyor. Kimse de fiyat sormuyor. Baharatçı bizim burada bu fiyata gider diye düşünüyor olmalı. Belki de bu nar ekşisinde kazandığıyla mandırayı açtı. 

İki esnaf arasındaki bu fiyat farkının serbest piyasayla alakası yok. Bizde ne Allah korkusu var ne ahlak ne kuldan utanma var. Denetim zaten yok. Olsa da fahiş fiyat cezası diye bir ceza bildiğim kadarıyla yok. Geriye esnafın insafı kalıyor. İnsafı kurusun böyle esnafın.

Bana tek faydası oldu bu nar ekşisi fiyatı arasındaki uçurumun. On-on beş senedir gözüm kapalı alışveriş yaptığım bu baharatçı bundan sonra yok hükmündedir.

Aynı marka ürünün iki esnafta bu fiyat uçurumu sadece nar ekşisinde değil. Bugün meyve almak için bir markete gittim. Beş kiloluk pirina kalıp sabun geçen günkü markette 220 lira idi. Burada aynı marka kaç diye baktım. 269 lira yazıyordu. Vah benim ülkeme vah. Zira insafımız ölmüş de ağlayanımız yok.

*11.11.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

7 Kasım 2024 Perşembe

Garip Bir Öğrenci

İlk sınavları yapacağım. Sınav tarihini belirledim. İlk üniteden sorumlu olacaklarını öğrencilere söyledim. Sınavdan önce ünite değerlendirme soruları göndereceğim. Gönderdiğim sorular arasından soracağım. İçinizden bir öğrencinin cep numarasını alacağım. Hazırladığım soruları ona göndereceğim. O öğrenci de sınıfın WhatsApp grubuna atıp arkadaşlarıyla paylaşacak. Bu görevi kim yapmak ister dedim.
Bir öğrenci ben sınıf başkanıyım. Benim numaramı alın dedi. İnternet sıkıntın yok değil mi dedim. Şimdi yok ama evde ve işyerinde var. Oradan atarım dedi. Kızım, her ihtimale karşı başka bir arkadaşının numarasını alayım o zaman dedim. Alla Alla... Var dedim ya dedi. İyi o zaman söyle numaranı deyip kaydettim. Yalnız öyle Alla Alla demen hoş değil dedim. Size demedim. Şu arkadaşa söyledim dedi. Artık kime dediyse. 
Numarasını kaydettiğim öğrenciyi girdiğim 9.sınıflar için oluşturduğum gruba aldım. Daha doğrusu direk gruba alamadım. Hanımefendiyi gruba davet ettim. Davete ertesi gün icabet edebildi. 
Pazartesi yapacağım sınavın çalışma sorularını perşembe günden oluşturduğum 9'lar grubuna attım. Sınıf grubunuzla paylaşın. Paylaşan arkadaşımız, paylaştım yazsın dedim.
Cumartesi gününe kadar bekledim. Beş sınıfın temsilcisi paylaştım yazarken iki sınıfın temsilcisi paylaştım yazmadı. Şu şu sınıflara paylaşım yapıldığına dair dönüt almadım. Lütfen paylaşım yapın hatırlatması yaptım. Bu iki sınıf görevlisinden yine tık yok.
Cumartesi motor bölümünden sorumlu öğrenciyi aradım. Öğrenci, hocam, sınıf grubumuzda yönetici olmadığım için paylaşım yapamıyorum. Yönetici arkadaşa göndereceğim. O paylaşacak dedi. İhmal etme, hemen halledelim dedim. Tamam hocam dedi. 
Diğer kız öğrenciyi WhatsApptan aradım. Cevap vermedi. Telefonla aradım. Ulaşılamıyor dedi.
Pazartesi ilk dersim motor sınıfına. Çocuklar sınıf WhatsApp grubunuza sorular geldi mi dedim. Hayır dediler. Görevli öğrenciye, niye göndermedin dedim. Yönetici arkadaşa gönderdim. O göndermemiş dedi. Nerede o dedim. Daha gelmedi, yolda imiş dedi. Tekrar gönder, arkadaşını da ara. Hemen sınıf grubuna paylaşsın dedim. Güç bela paylaşım yaptırabildim.
Teneffüste paylaşım yapıldı dönüşü yapılmayan güzellik sınıfına gittim. Çocuklar çalışma soruları geldi mi dedim. Hayır dediler. Bana Alla Alla diyen öğrenciye, paylaşım yaptın mı sınıfla dedim. Hayır dedi. Niye dedim. Ben başkanlığı bıraktım dedi. İyi kızım da başkanlığı bırakman sınıf grubuna soruları göndermene engel mi dedim. Sessizlik. Aradım. Cevap vermedin. Ardından ikinci kez aradım. Telefonuna ulaşılamıyor uyarısı aldım. Bu ne iş dedim. Ne zaman aradınız? Benim telefonum iki haftadır bozuktu dedi. 
Hemen bir başkasının numarasını kaydedip, kızım grubunuzla paylaşın, öğleden sonra yazılıyız dedim. Bu meseleyi de bu şekil çözdüm. 
Öğleden sonra güzellik sınıfının dersine girdim. İlk ders yazılı yaptım. Başkanlığı bıraktığı gerekçesiyle sınıf grubuna soruları göndermeyen öğrenci sınava girmedi. İkinci ders teşrif etti. 
Kağıdı uzatıp sınavını yaptım. Sınav sonrası, kızım, soruları göndermeyerek arkadaşlarını mağdur ettin. Bu yaptığın doğru değil. Ne yapıp ne edip o soruları göndermeliydin. En azından yeni sınıf başkanına soruları gönderebilirdin. Sorumluluk bunu gerektirir. Yapmayacağın görevi almayacaksın dedim. Tamam dedi. 
Bu kız çocuğuna sesimi yükseltmeyerek sabrettim. Hayatımda bu yaşta bu kadar sorumsuz, lakayt ve rahat öğrenci görmedim. Aynı anda bahane üretmede de üstüne yok. Yalanın sayısını söylemeye zaten gerek yok. Zaten kendisini iki hafta önce kaydettim. Sınav tarihini o zaman belirledim. Ne ara başkanlığı bıraktı, sınıf öğretmenleri ne zaman değiştirdi, anlamış değilim. Telefonu be zaman bozuldu? Çünkü iki haftadır bozuk dediğine göre numarasını aldığım zaman da bozuk olmalıydı. Pot üstüne pot kırmasına, yalan üstüne yalan söylemesine ve bahane üretmesine rağmen, hocam kusura bakmayın bile demedi. 
Bu kadar rahatlığa da pes doğrusu. Allah ailesine sabır versin. Evlenecek olana da.