14 Eylül 2024 Cumartesi

Pazarlarda ve Marketlerde Sebze ve Meyve

Ahmet Özcan'dan Fetih Caddesi'ne doğru giderken sol tarafta araba ve insan yoğunluğunu görünce bugün buranın pazarı. Dönüşte pazara bir gireyim dedim.

İşimi bitirip dönerken evi aradım. Var mı alınacak bir şey diye. Söylenen listeyi kafama yazdıktan sonra pazarın içine girdim. Sebze ve meyve tarafına yöneldim. Turum fazla uzun sürmedi. Çünkü iki, üç sıra sebze ve meyveye ayrılmış. Diğer taraflar giyim üzerineydi. Bu pazar bu kadar küçük müymüş dedim.

Gitmiş bulundum. İki kilo patlıcan, bir kilo fasulye, bir kilo biber aldım. Üç dört yerde Bursa domatesi gördüm. Pek görüntüsünü de beğenmedim. Hepsinde de 10 lira idi domates. Gözümü kestirdiğim bir tanesine vardım. Çünkü diğer tezgahlara göre hem daha diri hem de sağlam gözüküyor. 5 kg'ı 50 TL yazmış. Beş kilo verir misin. Çürük çarık olmasın dedim. Olur mu abi, bak buradan veriyorum. Çürük ve ezik yok dedi. Uzattı. 6 kilosu elli dedi.

Pazardan çıkıp arabaya bindim. Eve varmadan markete uğradım. Marketin önünde kadınların kasalardan Bursa domatesi seçtiğini gördüm. Fiyatına göz attım. 5.99 TL imiş. Ezik, çürüktür marketteki deyip kendimi ikna etmeye çalıştım. Beceremedim. Daha da yaklaşıp birkaç tanesini elime alıp baktım. Güzeldi.

İyi de ben kilosunu 10'a aldım. Son anda 6 kilosunu 50 yaptığı için kilosu 8.33'e gelmişti. Bu fiyata aldığıma göre benimki her halükarda iyi olmalı dedim, eve geldim.

Alavereyi mutfağa bırakıp odaya geçtim. Az sonra içişleri bakanı içeri girdi. Domateste baya çürük ve ezik var. Görmedin mi? Ben bunu nasıl menemen yapacağım. İyi olmaz. Çürüklerini iyice almazsak kükrer, bozulur. Bak şu çürük, bu çürük, şu ezik, bu böyle, seçmedin mi dedi. 

Nasıl seçecektim. Pazar burası. Pazarda kasayla bile alsan seçmece olmaz. Kasayla alacağın zaman pazarcının sana en iyi yapacağı, gözünle seçtiğini vermek olur. Arkadan verdi. Tezgahın önü ile arkası aynı değilmiş demek ki. Bir de markete göre daha fazla verdim. Marketten alsaydım hem seçerdim hem çürük çarık  olmazdı hem de daha az ödeme yapardım. 

Pazarcının yaptığına şaşırdım mı? Hayır. Böylesi kaçıncı kez geldi başıma. Kaçıncı kez bu semt pazarlarını yazı konusu edindim. Ne pazarcı beni kandırmaktan vazgeçti ne de ben kanmaktan.

Görünen o ki istisnalar hariç bu pazarcı esnafının yola geleceği yok. Bu tiplerin işi, gücü sahtekarlık, alavere ve dalavere. Dünyayı kazansalar o çürük ve eziği el çabukluğuyla müşteriye verecekler. Bunu yapmazlarsa sermayeden gittiğine kaniler ve rahat edemezler. Pazarcılıktan ziyade dalavereyi meslek edinmişler. Olacakları bu. Bundan ötesini de beklemek safdillik olur.

Aslında pazarcı esnafının çoğunun da bu görüntüden rahatsız olduğunu düşünüyorum ama huylu huyundan kolay vazgeçemiyor. Geçmişte pazarcılık yapan şimdilerde öğretmen olan bir öğretmen bunu öğretmenler odasında itiraf etti. Bir yerde satışa gittiğimizde bizden başka kimse yoksa fiyatı anormal derece yükseltirdik. Hiç insafımız yoktu. Az sonra biri gelince hemen fiyatı indirirdik dedi. Ardından marketler daha iyi. Bir de şu, bu Pazar iyi dedi.

Pazarcılar hile ve hurda ile kaşla göz arasında yankesicilerin el çabukluğunu kullana dursunlar, daha düne kadar pazardan alavere yapan çoğu kimse marketlere yöneldi bile. Aslında pazar esnafı böyle yaparak kendi topuklarına sıkıyor. Bu tespitin doğru olduğunu bazı günlerde marketlerin sebze ve meyve reyonunda ve marketin dışında anam babam yoğunluğunu görünce daha iyi anlarız. Bunun en son örneğini de aynı gün Fetih Caddesinden Şehir Hastanesi tarafına dönerken köşedeki bir marketin önünün mahşer yeri gibi olduğunu gördüm. Bu demektir ki çoğunluk marketlere yöneldi.

Bir diğer husus, eskiden pazarla, market arasında uçuk kaçık fiyat farkı vardı. Her halükarda marketteki sebzeler daha pahalı olurdu. Çürük ve ezik araya sıkıştırılsa da semt pazarları fiyat yönünden daha hesaplı idi. Bunu da herkes makul karşılardı. Çünkü marketlerin kirası, personel maaşı, seçmeden kaynaklı fire, elektrik ve su maliyetlerini hesaba katınca marketteki fiyatların tuzlu olması anlaşılırdı. Şimdi görüyorum ki marketler pazarlardan daha hesaplı. Hem hesaplı hem ne aldığını ne seçtiğini biliyorsun. Bu yönüyle marketleri tebrik etmek lazım.

Pazarcı esnafının ve pazarların olmasını isterim. Çünkü pazar-market rekabeti yönünden gerekli. Pazarcılık bitse marketlerin yanına varılmaz. Aynı şekilde marketler sebze ve meyveden vazgeçse pazarcılar anamızı ağlatır. Çünkü sahasında tekelcilik insafsızlığı doğurur.

Burada pazar odalarına iş düşüyor. Kendi iç denetim mekanizmalarını ortaya koymalılar. Mevzuat ne kadar el verir bilmem ama pazarcıların içindeki çürükleri ayıklamalılar.

Yemeksiz Düğün Salonlarının İkramlığı

Davetli olduğum bir düğüne gecikmeli olarak gittim. 

Kapalı bir alandaydı düğün. 

Girdim salona. Kulak patlatan cinsten bir müzik sesi vardı içeride. Birine hal hatır bile soramıyorsun. Sorsan bile herkes anlamadan kafasını sallıyor, elini göğsüne götürerek. 

Çoğunluk oturmuş. Pek az kişi ise misafirlerle aynı hizada dizayn edilmiş sahnede, müzik eşliğinde oynuyor. Hem sesten kurtulmak hem müzik eşliğinde içindeki kurtları dökmek için tam oynama zamanı ama o da bende yok. Çünkü sahne hep dar gelir bana.

En arka taraftayız beş altı arkadaşla beraber. Hiç sigara içmeyen, gelin bir sigara içelim diye bizi dışarı çıkardı bir ara. 

Sonra tekrar geldik. Az sonra önce çerez geldi. Altı kişiye üç adet gördüğünüz tabakta çerez vardı. Bu küçücük çerez tabağının içindeki kuruyemişin üstünde ikinci bir kuruyemiş yoktu. Tam taban doldurulmuş kabın. Saysan sayılır. Diğer üç kişiye az sonra gelir dedik gelmedi. Servis yapan kız çocuğuna, kızım, bizim masaya üç çerez eksik dedim. Eksiklik yok amca. Her masaya ikişer tane veriyoruz dedi. Bir masada on sandalye var. Biz varız masada 6 kişi. Hesap ettim. 6 kişi olmamıza rağmen bize bir fazla koymuş kızımız. Sağ olsun. Hemen fotoğrafladım ikramı. İçinden 5-6 âdet almışlığım var. 

Gördüğünüz kuruyemiş bir kişiye bile verilmez.

Az sonra pasta, kurabiye tabakları geldi. Bereket bunları her kişiye özel verdiler. 

Yine her masada iki adet birer litrelik meyve suyu ve boş bardaklar konmuş. Bir iki adet de 1,5 litrelik su var.

Pastayı yediğin zaman ne lezzet var ne tat. Midene oturup kalıyor yediğin. O güzelim mideni bozuyor.

Müzik gürültüsünün içinde bir saate yakın oturduktan sonra kendimizi dışarı artık. Ses kesilince dünya varmış dedik. 

Aslında mesele yiyip içmek, bol bol ikramlık geldi değil. Maksat düğün sahibinin iyi ve mutlu gününde bu sevincini paylaşmaktır. Ama ikram yaptın mı adam gibi ya da makul neyse onu yapacaksın.

Gören de düğün sahibi paradan kaçmış sanır. Öyle zannediyorum düğün sahibi bu düğün salonunu tutmak, ne ve ne kadar ikram edileceğine dair sözleşme de yapmıştır ve epey bir para bayılmıştır. 

Aylar öncesinde düğün sahibi salonu ne kadar tuttuğunu söylemişti. Telaffuz ettiği miktarı unuttum ama aklımda kaldığı kadarıyla yemekli ile yemeksiz hali arasında fazla uçurum yoktu. Hatta çerez ve pasta ikramı yerine madem yemek verseydin demiştik de o da ben de öyle dedim. Oğlum, biraz daha verip yemek verelim. En azından gelen karnını doyurmuş olur dedim fakat oğlanı ikna edemedim demişti.

Öyle zannediyorum, salon sahipleri yemeksiz düğünlerden daha fazla kâr ediniyordur.

Salonlarının ne kadar kâr ettiğini bilmem ama bildiğim, kına ve düğün gibi etkinlikler için salonlar düğün sahiplerinin cebini yakmaya devam ediyor.

Ne yapıp ne edip bu salon düğünlerinden kurtulmak gerek. Eskisi gibi kızı evinden alıp erkek evinin önünde düğünü bitirmek. Oynanacaksa evlerin önünde oynansın, ikram yapılacaksa yine hakeza. 

Gel de bunu taraflara anlat.

Şu var ki salonlara dökülen paralara yazık.

Bir İmamın İşgüzarlığı

13.09.2024 tarihli cuma hutbesi gittiğim camide Gazze üzerineydi. Dinlerken Gazze üzerine bir yılda bu kaçıncı hutbe. Diyanet sanırım konu sıkıntısı çekiyor. Gazze'yi ısıtıp ısıtıp önümüze koyuyor. Bir boşluk bulursam, "Hutbelerde Temcit Pilavı Dönemi" başlığıyla bir yazı yazayım dedim.

Eve gelince Diyanet'in bu tarihli hutbesini aradım. Böyle bir hutbe bulamadım. Aynı tarihli hutbe Mevlidi Nebi üzerineymiş. 

Bu caminin imamı farklı konu irat ettiğine göre imamlar Diyanet'in belirlediği hutbeye rağmen kendileri farklı hutbe irat edebiliyor mu? Anlaşılan o ki farklı hutbe tercihi, gittiğim bu cami imamının işgüzarlığından başka bir şey değil. 

Gerçi imam caminin her zamanki görevlisi değildi. Daha önce bir defa daha görmüştüm bu hutbe okuyanı. Ya müezzin ya da imamın, yerine bıraktığı mahalleden biri olmalı. Öyle de olsa kafasına göre hutbe okumaması lazım. 

İmam madem farklı konu seçti. Bari bir haftadır Türkiye gündeminde olan ve büyük tepkilere sebep olan Narin kızımız ve Sıla bebek içerikli bir konu seçseydi dedim. Öyle ya böyle dramlar da konu edilmeyecek de hangi konu ele alınacaktı. Gel gör ki imamın böyle bir derdinin olmadığı anlaşılıyor. 

Diyanet'in aynı tarihli hutbesi Mevlidi Nebi başlığını taşıyordu. Bu konu da peygamberin doğum günü münasebetiyle hutbelerde yılda bir yer bulur. Diyanet peygamberin doğumundan bahsederken Narin ve Sıla'dan bahsetseydi. Hatta bu dramları konu edinir. Hutbenin bitiminde de peygamberin doğumuna işaret etmesi daha uygun düşer dedim. 

Hutbeyi okudum. Gördüm ki Diyanet bu hutbe de Mevlid-i Nebi'yi işlerken, "Ne hazindir ki her geçen gün, insani değerlerin ayaklar altına alındığı, masum çocukların acımasızca katledildiği, her türlü kötülüğün açıkça işlendiği bir zamanda yaşıyoruz. Kalpleri kararmış, vicdanları körelmiş zalimlerin kurbanı, nazik ve narin bedenler oluyor. Başka Narinlerin canice katledilmemesi, başta Gazze olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki masumların canlarına kıyılmaması için Peygamberimizin güzel ahlakını ve çağlar üstü mesajlarını insanlıkla buluşturmaktır’’ şeklinde Narin kızımıza da yer vermiş.

Diyanet'i bu duyarlılığından dolayı tebrik etmek lazım. 

Aynı duyarlılığı diğer haftalarda okuyacağı hutbelerde de bekliyoruz. Çünkü cumaya giden farklı konular dinlemek ve duymak istiyor.

Farklı konular hem ilgi çeker hem dinletir.

Diyanet hep gündem ve günceli takip etmeli, bu konulara dair dini görüşünü ve alınması gereken tavrı ortaya koymalı.

Temcit pilavı gibi aynı konuları ısıtıp önümüze koymamalı.

Belirli gün ve haftaları yazı konusu edinmekten vazgeçmeli.

Haftanın önemine işaret etmek isterse, ele aldığı konunun bitiminde gün ve haftaya dair bir paragraflık hatırlatma ile yetinmeli.

Kısaca insanımızın derdi ile dertlenmeli hutbeler ve Diyanet.

13 Eylül 2024 Cuma

Allah Korkusu Eğitimi Yeterli Olur mu? *

Zaman zaman bir şeyden dert yandığımızda, "Allah korkusu yok bunlarda, vicdansız bunlar, Allah'tan korkmadığı gibi kuldan da utanmıyor. Bu tiplerin ar damarı çatlamış" deriz.

Yine başımıza gelen olumsuzluklar karşısında, "Tüm bu başımıza gelenler İslam'ı yaşamadığımızdan. İslam'ı yaşasak, İslam kanunları geçerli olsa bunlar başımıza gelmez" deriz.

Daha neler deriz neler... 

Bu kervana etkili ve de yetkili bir büyüğümüz de katılmış. Bir topluluğa yaptığı konuşmada mealen şöyle demiş: "Derdimiz bilgi değil. Bilgi meslekte ve üniversitede öğrenilir. Eğitim şart. 4-6 yaştan itibaren çocuklarımıza Allah korkusunu, kuldan utanmasını, milli ve manevi değerleri öğretmemiz, bunların eğitimini vermemiz; vatan, millet ve bayrak sevgisini vermemiz lazım. Bunları verdik mi ondan sonra nereye giderse gitsin, ondan korkma. Burada en büyük sorumluluk annelerindir. Sonra okul, sonra çevre gelir. Anneler tam görevini yapmıyor. Baba çocuğunu sabah namazına kaldırıyor, anne yatsın diyor. Olmaz böyle. Sonra çocuğu 10 yaşına gelince, bu çocuk niye böyle diye dert yanıyor...".

Bu tür dert yanmaları değerlendirmeye geçmeden önce bazı sorular sormak istiyorum. İnsanların kötülük yapmasının önüne geçmede en etkili yöntem nedir? Bence önce bunu tespit etmek lazım. Kötülüğü önlemede ve çocuk yetiştirmede en etkili yöntem;

Allah korkusunu ve kuldan utanmayı ta küçüklükten çocuğa yerleştirmek mi? 

Milli ve manevi değerleri, vatan ve bayrak sevgisini küçüklükte aşılamak mı? 

Çocuklara ahiret korkusunu vermek mi? 

Yoksa her şeyin en iyisini ve güzelini yapma konusunda büyüklerin küçüklere örnek olması mı? 

Ya da her şeyin kuralının olduğu, bu kuralların işlediği, kurallara uymayanların denetlenip takip edildiği, aykırı hareket edenler hakkında caydırıcı cezaların verildiği, kimsenin yaptığının yanına kâr kalmadığı işleyen bir sistemi kurmak mı daha etkili? 

İnsanların yerleşik hayata geçmediği, devlet yapısının olmadığı zamanlarda, kişileri kötülüklerden alıkoymak ve kötülükleri önlemek için Allah korkusu, vicdan, ahirette hesaba çekilme, cennet ve cehennem, milli ve manevi değerler, ahlak eğitiminin verilmesi, örf ve adetler gibi hususlar etkili ve caydırıcı olabilir. 

İnsanlar, topluluklar ve milletler bir devlet çatısı altında yerleşik hayata geçmiş, kurdukları bu devlet, kanun ve anayasasını yazmış ve uygulamaya başlamışsa, aksi davrananlara yaptırım ve caydırıcı cezalar uygulanıyorsa, vatandaş devletin nefesini arkasında her daim hissediyorsa, bu devletin kanun, kural ve anayasası Allah korkusundan, vicdandan, kuldan utanmadan, milli ve manevi değerler eğitiminden daha etkili olur. 

Mesela bugün kamera, mobese gibi teknolojiler, dinden de ahlaktan da ahiret inancından da milli ve manevi değerler eğitiminden de daha etkilidir. Çünkü bir yerde mobese varsa herkes kendisine çekidüzen veriyor. Suçlu bile mobese ve kameraya rağmen suçuna devam etmez. Bir kör noktayı arar. 

Bu demek değildir ki insanlara ve çocuklara din, iman, milli ve manevi değerler, Allah korkusu verilmesin. Verilsin verilmeye. Ki Anadolu insanı olarak bu ülkede yaşayan çoğu kimse çocuğuna milli ve manevi değerleri aldırıyor. Sonuç, çoğumuz  Allah'tan korkarım dememize rağmen bu ülkede yediden yetmişe kötülük yapmaya ve suç işlemeye devam ediyoruz. Gün geçmiyor ki bu ülkenin her sokak, cadde, köy, belde, ilçe ve ilinde kötülük işlenmemiş olsun. Adeta suç makinesi gibiyiz. Bunun yerine suç işleyen yakalansa, cezası adaletli bir şekilde verilse, bu ceza caydırıcı olsa, yapanın yanına kâr kalmasa suç oranlarında çok büyük düşüş olacaktır. 

Ne demek istediğimi, işleyen devlet yapısı ve kuralları oturmuş olan ülkelere bakalım, bir de her şeyin kuralı ve cezası olduğu halde doğru dürüst uygulanmayan ülkelere bakalım. Örnek Avrupa insanı çok mu Allah'tan korkuyor da kurallara uyuyor? Biz Allah'tan korkmuyor muyuz ki kurallara uymuyoruz? Avrupa devletlerinde yaşayan bilir ki kanun ve kurala uymazsa bedeli ağırdır. Biz de biliriz ki kurala uymazsak bir yolunu bulur kurtuluruz. 

Son olarak, kurallara, milli ve manevi değerlere uymada, vatan ve millet sevgisi aşılamada, Allah korkusu, kuldan utanma ve vicdan sahibi olmada biz büyükler küçüklere iyi örnek olursak, küçükler de bizi takip eder ve örnek alır. Çünkü çocuklar bizim ileriye attığımız oklardır ve gördüğünü yapar. Değilse, değil 12 yıl eğitim ve öğretim vermeyi, sittin sene eğitsek bir arpa boyu mesafe alamayız. Unutmayalım ki çocuklar biz büyüklerin eseridir. Biz büyükler her haltı işleyelim, çocuklarımız iyi olsun. Maalesef yok böyle bir dünya.

*16.09.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

12 Eylül 2024 Perşembe

İslam Dünyasının Şeytana İhtiyacı Var mı?

Bangladeş, bir zamanlar Doğu Pakistan olarak bilinen bir ülke. 1952 yılında başlattıkları bağımsızlık mücadeleleri fayda verir, 1971 yılında bağımsız bir ülke olur.

2024 yılına gelince, "Bangladeş, 1971'deki Bağımsızlık Savaşına katılanların çocuklarına kamuda kontenjan ayırır.

Bu kararın ardından öğrenciler protestolara başlar. Protestolar sonucunda 625 kişi ölür, 18.380 kişi yaralanır.

Yüksek Mahkeme kontenjan kotasını düşürdükten sonra protestolar sona erer.

Gösterilerdeki şiddet olaylarından sorumlu tutulan Cemaati İslami Partisi ve öğrenci kolunun yasaklanmasını ardından, protestocular bu kez de gösterilerdeki yaşamını yitirenler için adalet çağrısıyla sokaklara dökülmüş. 

Ölü sayının artmasından endişe ediliyor".  

Yukarıdaki haberi "internethaber.com" sitesinden okuyunca şaşırdım. Bir o kadar da üzüldüm. 

Şaşırma ve üzülme neye yarar? Zira bir hiç uğruna 625 kişi ölmüş. 18 binden fazla kişi yaralanmış. 

Acaba bağımsızlık savaşında bu kadar ölü vermiş mi Bangladeş. Bir bakalım. Wikipedia’ya göre Bangladeş-Pakistan savaşında ölen Hintli, Bangladeşli ve Pakistanlı sayısı şöyledir: 1426 Hintli, 1525 Bangladeşli, 8000 Pakistanlı.

Hintli ve Pakistanlı ölenleri bir tarafa bırakırsak, bağımsızlık mücadelesinde 1525 insanını kaybeden Bangladeş, kamuya alımlarda ayırdığı kontenjan bahanesiyle 625 insanını kaybetmiş. Neredeyse bağımsızlık savaşındaki insanının yarıya yakını bu protestolarda can vermiş.

Değer miydi bu kadar kişinin ölmesine ya da öldürülmesine?

Değer miydi bu kadar kişinin yaralanmasına? 

Değer miydi kamuda birilerine kontenjan ayırmaya?

Bu kontenjan ayırma işi bağımsızlık savaşının hemen ardından yapılsa, dersin ki babaları canlarını vermiş, çocuklarına kamuda görev vereyim.  Yıl olmuş 2024. Hükümet 53 yıl öncesinde yararlılık gösterenlerin çocuklarını korumaya kalkıyor.

Bilmeyenler için söyleyeyim. Bangladeş resmi dini İslam olan halkının % 91’i Müslüman olan bir ülke.

Hep düşünürüm, bu ölme, öldürme işleri niçin başka ülkelerde olmaz da hep İslam ülkelerinde olur?

Bu ölme ve öldürme, savaş, iç savaş, bombalama, gerginlik, kaos, fakirlik, kan ve gözyaşı niçin başka ülkelerde değil de hep İslam ülkelerinde olur?

Huyundan mıdır, suyundan mıdır, inandıkları dini yanlış yorumladıklarından mıdır?

Niçin hiçbir İslam ülkesinde balta kamuya alım olmak üzere oturmuş, değişmeyen ve işleyen kural olmaz?

Şeytan başka ülkeleri bıraktı da sadece İslam ülkelerinde mi fitne-fücur çıkarmaktadır?

Sebep nedir bilmiyorum ama herhalde İslam dünyasının şeytana ihtiyacı yoktur. Öyle zannediyorum, şeytan “Siz kendi kendinize yetersiniz. Bana ihtiyacınız yok. Ben gidip keyif çatayım” diyerek İslam dünyasını kendi haline bırakmıştır. Çünkü şeytan uğraşsa bu kadar kişinin bir hiç uğruna ölmesini zeminini hazırlayamaz.

Çiçeği Burnunda Bir Amirin Serüveni (6)

Mesaiye riayet konusunda çok hassastı. Bazı zamanlar mesai başlamadan kalkar. Tam 08.00'de tüm katı dolaşarak odalara girer. Hangi koltuk boş tespiti yapar. Sonra makamına geçer. 

Zamanında mesaiye gelmeyenler arasında kendi koruması da vardır. 

Koruması göreve geldikten sonra korumayı tüm kurumlara gönderir. Bundan sonra mesaiye geç gelme olmayacak uyarısında bulundurur.

Hala yeni gelenler varsa merdiven başında beklemesini, kim hangi dakikada gelmişse not almasını ister. Güvenlik de merdivende durur. Üç dakika geç kaldın, on dakika geç kaldın diye el kol işareti yapar ve kara listeye isimleri ekler. 

Güvenliğin uyarısını yeterli görmez ki akşam 16.30'da mesaiye geç gelenlerin makam önünde toplanması emrini verir. 

Bir yarım saat sonra içlerinde daire amirlerinin de olduğu kişileri makamına alır. Geç kalmayacaksınız bundan sonra der birkaç defa. Ardından "Sabahın sekizinde dikti demiş içinizden biri. O hanginiz" diye  sorar. Kimseden cevap çıkmaz. İstihbaratının güçlü ve her şeyden haberinin olduğunu söyler. İyi de istihbaratı güçlü ise sekizde dikti diyeni de öğrenmiş olması gerekmez miydi. Yine kah korumasını kurumlara gönderip bir daha gecikmeyin diyeceğine kah makamına çağırıp bir daha gecikme olmasın diyeceğine, gecikenlerden savunmasını alsa daha iyi olmaz mıydı. 

Neyse biz devam edelim mesaiye özen gösteren mülki amire. 

Birkaç gün sonra hizmetlisine talimat verir. Tam 08.00’de şu kurumu ara. Daire amiri gelmiş mi öğren der. kurumu ara. Hizmetli de müftünün gelip gelmediğini telefon açarak sorar.

Aradan bir hafta geçer ki bilgi vermek için saat 11.00 sularında bir kurumdan bir görevli mülki amirle görüşmek ister ama görüşemez. Çünkü mülki amir o vakitte kahvaltısını yapıyor. 

Mesaiye riayeti personelinden isteyen, bunu sık sık yineleyen mülki amir aynı zamanda yürümeyi de sever.

Bazı günlerde yanına yazı işleri müdürünü ve iki kurum amirini de alır. Amirlerden birini sağlıkçıdan, diğerini de doğayı bilen tarımcıdan seçer. Öyle ya rahatsızlanırsa biri muayene edecek, diğeri de dağ yolunu gösterecek, yazı işleri müdürü de dağdan emir verecekse onu ilgili kurum amirine duyuracak.

Yürüyüşe de makamdan yürüyerek gitmiyor. Belli bir yere kadar makam aracı onları taşıyor. Tıpkı yürüyüşe gidenlerin evden çıkınca asansöre bindiği ve yürüyüş parkuruna kadar da arabasıyla gittiği gibi.

Mesaide hassas olduğuna göre sanırsın ki bu doğa yürüyüşünü mesaiden sonra yapıyor. Mesainin içinde yapıyor. Üstelik bunu bir değil, kaç defa yapıyor. Sakın bu ne lahana turşusu demeyin. İlçenin tek sorumlusu. Ne yapsa yeridir. Kime ne, ne zaman gideceği.

Bu doğa yürüyüşü öyle bir iki saat sürmez. Saatleri bulur. Çünkü yürüyecekler, yorulunca oturup dinlenecekler. Bir şeyler yiyip içecekler.

Sağlıkçı ilçenin tek uzmanı. Uzman doktorun yazması gereken tüm ilaçları bu uzman yazıyor. Uzman doktor yürüyüşe gidince haliyle muayeneye ve ilaç yazdırmaya gelenler de geri döner. Doktor nerede diye soranlara yürüyüşe gitti denilmez. Ya toplantıda ya da bugün muayenesi yok denir. Bu durum hastaların kaç defa başına gelir.

Hastalık beklemeye gelmez demeyin. Sağlık için yürümek de önemli. Sonra bu konularda yalan söylemede bir sakınca olmaz herhalde.

Mülki amirle görüşmeye gelen olursa geri dönecek, imzalanacak evrak varsa bekleyecek. Öyle ya günün arkası bugün mü sanki. Sonra mülki amirin mesai saatleri içerisinde yürümeye hakkı yok mu? Personel 08.00-17.00 mesaisi yapacak, o ise dağ bayır gezip dolaşacak.

11 Eylül 2024 Çarşamba

Noter Kur'ası

Toplum yararına programlar (TYP) çerçevesinde okullarda temizlik görevlisi olarak çalışmak için müracaat edenler içerisinde, şartları tutan 98 kişi içerisinden; 13 asıl, 5 yedek seçmek istiyorsunuz.

Bunun için kura çekmeniz gerekiyor. Bu kurayı da siz çekemezsiniz. Çünkü bir güvenilirliğiniz yok. Bunun için yanı başınızdaki notere müracaat ediyorsunuz.

Noter ortada siz de kenarda üç eşit insan gibi oturuyorsunuz.

Orta yere saklama kabı gibi iki kutu konuyor.

İçinde katlanmış bildiğimiz kağıtlar var.

Ama bu kağıtlar değerli kağıt kabul ediliyor.

Kuraya başlamadan önce kutuları bir güzel sallıyor ve karıştırıyor noter.

Birinden isim çekiliyor, diğerinden ya boş ya asıl ya da yedek.

Kimin bahtına ne çıkarsa artık.

Asıl çeken seviniyor, boş çeken ise kör talihine yanıyor. 

Asıl ve yedek çıkanların isimleri tutanağa geçiriliyor katip tarafından. Siz de tüm bu olup biteni izliyorsunuz.

Bir 40 dakikanın sonunda kura işlemi bitiyor. Tutanaklara imzalar atılıyor. Sandalyeden kalkılıyor. 

Ardından bu işlemi kayda geçirip sözleşme haline getirmek için noter, dairesine geçiyor ve sözleşmenin altına imza attırdıktan sonra önüne bu faturayı koyuyor.

Faturayı görünce içim cız etti. 

Vay anasına, noter olmak varmış dedim içimden. 

Benden geçti artık ama hukuk okudu iseniz; hakim, savcı, avukat olmaya falan kalkmayın. Size tavsiyem noter olun noter. Sonra demedi demeyin. 

İstenen meblağın da aynı anda yatırılması gerekiyor. 

Ödenek isteyelim. Gelinceye kadar bekler misin desen, zinhar olmaz. Parayı nereden bulursan artık. Cebinden mi verirsin, birinden emanet mi bulursun. 

Bu kura işini halletmek için haddi zatında notere para harcamaya da gerek yok aslında. Pekala kaymakamlık bünyesinde oluşturulan bir komisyon marifetiyle bu iş meccanen yapılır. 

Belli ki devlet bu işi noterlere havale ederek hem noteri kazandırıyor hem de kendisi. Çünkü fifty fifty çalışıyor zannımca. 11.09.2021