8 Eylül 2024 Pazar

Çarşı ve Pazarda İnsan Yoğunluğu *

Cumartesi adımlayarak çarşıya çıktım. Çarşı her zamankinden daha kalabalıktı. 

Bu kalabalığın sebebi hikmeti nedir derken jeton düştü: Okullar açılıyor.

Yanına çocuğunu almış anne ve baba yollara düşmüş. 

Dönüşte torunuyla bir akrabamı gördüm. Torununa okul kıyafeti almaya gidiyormuş. Okul kıyafeti satanlar gerinizde kaldı. Ters gidiyorsunuz dedim. Baktık oralara. Çok kalabalık. Bir de şu çarşıya bakalım diye düşündük dedi. 

İlk, orta ve lisede okuyan küçük çocuğum olmadığından, bu yıllarda okul masrafı yapmıyorum.

Hoş, çocuklar okurken de okullar açılacağı hafta alışverişe çıkmazdım. Ne yapıp ne edip kırtasiyeci ve okul kıyafeti satanlar tenhalaşıncaya kadar uğramazdım. İğne atsan düşmezdi çünkü.

Eğitim ve öğretim istenildiği gibi olmasa da herkes ne olacak bu eğitim işi dese de yine de herkeste bir umut var. Bu insan yoğunluğu da bunun göstergesi. Bu umudun hiç bitmemesini temenni ederim. İsterim ki öğrenci de veli de umduğunu bulamadığı için hayal kırıklığına uğramaz.

Okullar açılmadığı daha öğretmenler ne tür defter isteyeceği belli olmadığı için kırtasiyeciden ziyade kuvvetle muhtemel okul kıyafeti yoğunluğu bu çarşı pazarın kalabalık hali.

Bu vesileyle okul kıyafetlerine değinmek isterim. Okul kıyafetinin faydası var, zararı var. Zararı faydasından daha çok bana göre.

Faydaları:

Okul kıyafeti okulda düzeni, disiplini ve güvenliği sağlar.

Herkes aynı kıyafeti giydiği için öğrenciler arasında kıyafet giyme yarışı olmaz.

Öğrenci sabahleyin annesini uyandırıp “Anne bugün ne giyeyim” demeyeceği için anne uykudan uyanmamış olacak. Çünkü çocuk ne giyeceğini, giyeceğinin nerede olduğunu biliyor.

Okul kıyafeti satanlar bu sektörden ekmek yemeye devam ediyor.

Okul kıyafetleri diğer kıyafetlere göre daha az masraflı.

Her gün kıyafet kontrolü yaparak ve haftaya farklı kıyafetle geleni almayacağım demek suretiyle okul idarecileri kendilerine iş bulmuş oluyor.

Zararları:

Her okulun farklı forması olduğundan öğrenci başka okula nakil gittiğinde, okul kıyafetini yenilemek zorunda kalarak ikinci defa kıyafet masrafı yapıyor. Bu da aileye artı külfet.

Tek tip kıyafet, tek tip öğrenci ve insan yetiştirme psikolojisini yansıtmakta. Askeriye mantığı bu. Bu yaşta çocukları dar kalıplara hapsediyoruz. Halbuki zevklerle renkler tartışılmaz. Renk ve farklılık birey yetiştirmede önemli. Unutmayalım ki tek tip insan yetiştirmeye çalışmanın bu ülkeye bir faydası olmaz.

Tek tip kıyafetten bıkan öğrenci, okulu bitirince veya üniversiteye gidince hıncını daha farklı giyinerek gösteriyor.

Okullarda tek tip kıyafet dayatması yerine, kontrollü kıyafet serbestliğini savunuyorum. Daha sağlıklı nesiller için öğrencileri tek tip kıyafet zorlamasından kurtarmak gerek.

Burada okullarda serbest kıyafet olursa, zengin-fakir ayrımı ortaya çıkar. Alan var, alamayan var denebilir. Okul dışında, yani hayatın içinde bu farklılık kendini göstermiyor mu? Okulları da hayatın parçası haline getirmek lazım.

*13.09.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Narin Bebek

Diyarbakır’da 8 Ağustostan beri kayıp olan 8 yaşındaki Narin bebek, 19 günün ardından çuval içinde üzeri ağaç ve taşlarla örülmüş bir şekilde dere kenarında bulundu.

Narin bebeğin cesedi bulunduğun göre katil ya da katillerin yakalanması da an meselesi. Umarım caniler en kısa zamanda belli olur da hak ettikleri cezayı alırlar ve çekerler.

Menfur cinayetin sebebini bilmiyoruz ama belli ki büyüklerin kurbanı seçilmiş olmalı bu çocuk.

Cinayetle ilgili çocuğun anne babası ve amcaları da dahil 21 kişinin göz altına alınması düşündürücü.

Belli ki cinayet aile içinden biri ya da birileri tarafından işlendiğinden şüpheleniyor devlet.

Az önce bir kanalda biri “Aile meclisi kararıyla öldürüldü” iddiasını ortaya attı.

Eğer bu iddianın aslı varsa aile meclisi karar alacak şekilde bu çocuk ne yapmış olabilir? Öyle ya eti ne budu ne bu küçük çocuğun.

Aklıma getirmek istemiyorum ama acaba bu çocuk istismara uğradı da aile, meclis kararı alarak sülalenin namusunu temizleme yoluna mı gitti?

Düşünüyorum da 8 yaşındaki bir çocuktan, ne istenir de öldürülür?

Bu çocuk, öldürülecek kadar ne yapmış olabilir?

Ne istenir günahsız yavrucaktan?

Bu konuda ne denir bilmem ama insanın eli yazmaya varmıyor.

Bu cinayetle bir cinnet hali yaşadığımız ortada.

Belli ki bu cani ya da caniler gibi hasta ruhlu insanlar aramızda geziniyor. Bunlar da bizimle aynı havayı teneffüs ediyorlar.

Bir şey var ki sözün bittiği yerdeyiz.

Zira burada akıl yok, mantık yok.

Birilerinin gözünü kin ve intikam bürümüş.

Ne ara böyle canilikleri içimizde barındırır olduk.

Ne ara böyle bir toplum olup çıktık biz gerçekten.

Biz hep böyleydik de biz mi bilmiyorduk yoksa?

Bu şekil küçük çocuk cinayetlerine bu ülkede zaman zaman rastlanıyor maalesef.

Temenni ederiz ki Narin bebek cinayetin son kurbanı olur.

İyi de biz bu tür vahşi cinayetleri bu ülkede duymak zorunda mıyız? Yok mu bu cinayetleri kesecek bir formül?

İnce Kabuk Domates *

Küçüklüğümde domatesi mevsiminden mevsimine görürdük.

Müstakil evi olan herkesin bahçesinde domates, biber, patlıcan, fasulye, salatalık çizileri olurdu. 

Bahçeye ekilenler çıkıncaya kadar pazardan alınırdı. Domatesin çeşidi var mıydı, hatırlamıyorum. Pazarcı ne getirdiyse, onu alırdı herkes. Belki de yerli vardı çeşit olarak.

Şimdi ise yerli, sera, köy, pembe, Bursa, salçalık, kurutmalık, turşuluk, çeri, yemeklik ve kahvaltılık, ekşi, ince ve kalın kabuk gibi çeşitleri var.

Üstelik sadece mevsiminde değil, her mevsim her türlü sebzeyi görmek mümkün. Özellikle domatesin çeşidi saymakla bitmez.

Herkesin aradığı, almak için koştuğu bir domates türü var: İnce kabuk. 

Bu domates türünün kabuğu ince olduğuna göre diğerlerinin kabuğu kalın olmalı. 

Daha fazla para verip alıyorsun ince kabuk domatesi. 

Varsın fazla olsun, ağız tadıyla yiyelim diyorsun. 

Kahvaltıya dilimliyorsun. Bazen de menemen yapalım diyorsun. 

Bir bakıyorsun ki o fazla para verip aldığın domatesin ince kabukları soyuluyor.

Niye soyuyorsun? Bunlar ince kabul diyorsun. Efendim, yemeğin içinde kabukları ortaya çıkıyormuş. 

Tamam, ince kabuklar yemeğin içinde çıkabilir, ağzına da kabuk gelebilir. 

Domates ince veya kalın kabuk olsun, hepsi yemeklerde soyulacaksa, yani yemeğin içine kabuk gitmeyecekse, o zaman pazar ve markette niye fellik fellik ince kabuk domates arıyoruz? Niçin fazla para vererek ince kabuk domates alıyoruz? 

Madem incesini ve kalınının kabuğu her halükarda soyulacak. O zaman kalın kabuk alalım, soyalım. Üstelik ince kabuğuna göre daha az para ödemiş oluruz. 

Küçücük aklımın almadığı nokta da burası.

Yoksa siz de mi pazar,  markette domatesin ince kabuklusunu alıp ardından kabuğunu soyanlardansınız?

Eğer böyle yapıyorsanız, kendinizde misiniz, ne yaptığınızı biliyor musunuz yoksa siz de mi uydum kalabalığa niyeti yapanlardansınız?

Şayet soyuyorsanız ve bu işin künhünü biliyorsanız, bu garibe de söyleyin de bu işin sırrını öğrensin, merakını gidersin. İnce kabuklusuna niçin fazla verdiğini bilsin. Evet, fazla verip incesini alıyorum ama değdi desin.

Son söz de televizyon, gazete ve YouTube videolarında her şeyi kabuğuyla yiyin, kabuğunu soymayı, esas vitamin ve fayda kabuktadır diyenler, domatese gelince niçin kabuklu yiyin demezler. Desinler ki belki bu ince kabuk soyma işi de son bulur.

*18.09.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

7 Eylül 2024 Cumartesi

Sisi'nin Ardından

Devletler arasında gerilim, iyi ilişkiler, limoni durumlar ve anlaşmazlıklar olur. Sorun diplomatik yolla çözülmeyecek çalışılır. Olmadı. Nota, ültimatom, kınama ilişkileri kesme, büyükelçiyi çekme hatta savaş bile olabilir. Tüm bunlar uluslararası ilişkilerde olağandır. Sonu savaş bile olsa diplomatik dil terk edilmez.

Yalnız ifrat ve tefritte, dostluk ve düşmanlıkta, sevgi ve nefrette ölçülü olmak gerektiğini gerekir.

Dış politikada ilişkiler bozuldu diye iç siyaset malzemesi yapılmaz. Birileri Sisi'ye benzetilmez. Sisi mi, Binali mi denmez. Çünkü kişilerin onurundan önce gelir devletlerin onur ve itibarı.

Mursi ve Rabia yine iç siyasette kullanılmaz.

Mursi ve Rabia mazlumun yanında yer almak ise gündemden düşmez.

Sisi yaptıklarından vazgeçmediğine göre hiçbir şey olmamış gibi gidip gelmeler düşündürücü.

Mısır ile gerilim dolayısıyla Mısır bildiğim kadarıyla Yunanistan ile kıta sahanlığı anlaşması yaptı. Sisi'yi Yunanistan'ın kucağına itmiş olduk. ABD gemilerini bu bölgeye gönderdi. Biz bir zaman Ege'de petrol ve doğal gaz arıyorduk. Aramayı sonlandırdık. Libya ile anlaşmıştık. Bir ara Libya Türkiye birlikte idi. Hiç gündemden Libya düşmezdi. Bildiğim kadarıyla Libya o anlaşmayı mahkeme kararıyla iptal etti. Kısaca Mısır gerilimi dolayısıyla birçok imkanlardan mahrum kaldığımızı düşünüyorum. Keşke bozulan ilişkilerin düzeltilmesi için bu kadar zaman Basra harap oluncaya kadar beklenmeseydi.

Şimdi Suriye için de aynı durum söz konusu. Kayıplar geri gelmez. İçimizdeki on milyonu bulan Suriyeliler bizden bir parça artık. Kürtler Suriyelilerden çok memnun. Bizi unutturdular diyorlar. İleride Arap-Türk fitili ateşlenirse hiç şaşmam. Kayseri bunun provasıydı.

Türkiye dahil bölgedeki ülke yönetenlerin senaryoyu yazan aktör olduğunu düşünmüyorum. Her biri kendi ülkesinde Cüneyt Arkın rolünü oynuyor. Halbuki Cüneyt Arkın'a o rolü veren senaristler var.

Arap Baharı dediğimiz, benim de destek verdiğim süreç, İsrail'in güvenliği için olduğu noktasına geldim. Nerede İsrail için potansiyel tehlike varsa, Mısır, Irak, Suriye, Libya yerle bir edildi. Bugün İsrail hiç olmadığı kadar güvende.

Olayları sonuçları itibariyle değerlendiriyorum. Bozuşmalar hep aleyhimize işledi. Halbuki gerilimi iyi yönetebilirdik. Mesela devletler arası ilişkilerde endişe dili çok meşhurdur. Bunu pekala biz de kullanabilirdik.

Bir diğer husus, adı siyaset de olsa biraz omurga gerek. Elbette ilanihaye düşmanlık olmamalı. Düşmanlıktan ne kadar erken vazgeçilirse kârdır.

Yine devletler arası ilişkilerde dostluk olmaz. Mesela dostum Putin olmaz. Rus'tan da dost olmaz zaten. Kazan kazan politikası güdülür. İlişkiler ne kadar kötü olursa olsun asgari seviyede de olsa ilişkileri koparmamak gerek.

Merak ettiğim ve garibime giden şartlar ve taraflar değişmeden, taraflar geri adım atmadan, onca söylenen söz ve hakaretten sonra nasıl bir araya geliniyor, inanın benim akıl havsalam almıyor. Ama ne olursa olsun, ilişkileri düzeltmek, ülke menfaati için bir araya gelmek gecikmiş de olsa olumludur.

Bunları siyaset olsun, birilerini eleştireyim diye yazmadım. Kendi düşüncem. Ki iyi ki bu ülkeyi ben ve benim gibiler yönetmiyor. Zaten yönetemezdim. Siyasetten hangi düşüncede olursa olsun hiçbir şey beklemiyorum. 

Son olarak dünyayı mavi kan dediğimiz insanlar yönetiyor. 13 tane para babası var. Ülkelerin başındakiler onların senaryosunun dışına çıkamaz. Dünyada yönetenler var, yönetilenler var. Biz daima yönetilen ülkeyiz, diğer ülkeler de aynı. Kısaca devletlerin değil, kişileri yönetimi söz konusu.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli (2) *

Programın temel yaklaşımında; öğrenci, Ede (Erdem-Değer-Eylem) ve beceri vardır. Bununla; ahlaklı, erdemli; milleti ve insanlık için iyi, doğru, faydalı ve güzel olanı yapmayı ideal edinmiş bilge nesiller hedeflenmektedir.

İlkeleri arasında “Eleştirel düşünen, problem çözen, karar veren, mesuliyet ve ülkü sahibi; yalnızca medeniyete uyum sağlamakla yetinmeyip etkin olarak medeniyet kurucusu ve geliştiricisi nesiller yetiştirmek de” vardır.

Aklıselim, kalbiselim ve zevkiselim nesiller yetiştirmek için madde-mana, akıl-duygu, nefis-vicdan, insan-toplum ve zaman-mekân dengesini gözetir.

Eğitim, herkesin hayat boyu erişiminin teminat altına alındığı temel bir hak, aynı zamanda hayatın toplumsal açıdan herkes için daha güvenli, müreffeh kılınması, birlikteliğimizin pekiştirilmesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin dinamik vizyonuyla güçlü bir şekilde varlığını devam ettirmesi bağlamında bir ödevdir.

Tüm politika ve uygulamalar, eğitim hakkının kullanımını ve fırsat eşitliğini sağlamak amacıyla uygulamaya geçirilir.

Bu model; öğrencilerin inanç, kimlik ya da sosyoekonomik durumları nedeniyle dezavantajlı olmadığı bir öğrenme süreci tasarlar.

Model’in merkezinde insan vardır. İnsan; zihinsel, duygusal, bedensel, sosyal ve manevi gelişim yönleriyle bütüncül olarak ele alınır.

İnsanın kendini tanımasına ve keşfetmesine imkân tanınarak kişilerin ilgi ve kabiliyetleri ölçüsünde esnek ve özgür öğrenme ortamlarının yaygınlaştırıldığı, hak ve gelişim temelli bir öğrenme süreci yapılandırılır.

Yine bu Model'de, bilme ile sorumluluk, birbirini bütünleyen iki temel kavramdır. Bu kapsamda sorumluluk; kişinin kendi varlığını dengeli biçimde geliştirme azminin yanında çevreye, topluma, insanlığa ve dahası tüm kâinata yönelik eylemlerle desteklenmiş bir bütün olarak değerlendirilir.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli'nde Türkçe bütün zenginliği, derinliği ve estetiği ile toplumun birbiriyle iletişimine, bu iletişimi anlamlandırma çabalarına ve kültür unsurlarımızın nesilden nesle aktarılmasına öncülük ve eşlik eder. Bu nedenle Türkçemizin öğretimi ve geliştirilmesi, eğitim sistemimizde temel bir politika olarak yer alır.

Eğitimin her aşamasında Türkçemizin öğretimine, doğru kullanımına titizlikle dikkat edilir ve etkili kullanılmasına yönelik becerilerin kazandırılması hedeflenir.

Eğitim anlayışımızın somut tezahürleri olan öğretim programları, insanın bütün yönleriyle gelişimini esas alır. Programlarda bilgi, beceri, eğilim ve değerler; yetenek, ilgi, ihtiyaç ve bireysel farklılıklarla güçlendirilerek ele alınır.

Programların teknik açıdan gerektiğinde yenilenen, güncellenen, sadeleşen bir esnekliğe sahip olması ve aynı zamanda millî, manevi ve insani değerlerimiz istikametinde hayata geçirilmesi amaçlanmıştır.

Özetlersem, bu öğretim programında da öğrenci merkezli bir eğitim sistemi hedeflenmiş ve sonuç odaklı değil, süreç odaklı bir eğitim esas alınmıştır.

Görüleceği üzere bu yeni öğretim programının hedef, yaklaşım ve amacı da bu hükümet zamanında yapılan diğer üç değişiklikle paralellik gösteriyor.

Bu müfredattan istenildiği gibi bir verim ve başarı elde edilmek isteniyorsa, her şeyden önce bu öğretim programının faydasına öğretmenin inanması, öğrencinin de derse hazırlıklı gelmesi gerekir.

Bir diğer husus, bu programın süreç odaklı olması isteniyorsa, sonuç odaklı merkezi sınav sistemini de gözden geçirmekte fayda var. Çünkü sonuç odaklı sınav sistemi durduğu müddetçe güzel hazırlanmış bu öğretim programı da süreç odaklı değil, sonuç odaklı olur.

*11.09.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli (1) *

Öğretim programı, eğitim ve öğretimin anayasası dense yanlış olmaz.

Öğretim programını değiştirmek tıpkı Anayasa yapmak ve Anayasayı değiştirmek gibi zordur. O yüzden haydi deyince müfredat değişikliğine gidilmez. Bunun için beklenti, konsensüs ve çaba gerek.

Her ne kadar 82 Anayasasını tümden değiştirip yerine yeni Anayasa yapamasak da müfredat değişikliği zaman zaman oluyor.

Bildiğim kadarıyla 2000 yılından bu yana yapılan müfredat değişikliği dört oldu.

En kapsamlı değişiklik, yanlış hatırlamıyorsam, Hüseyin Çelik’in Bakanlığı döneminde 2005-2006 öğretim yılında yapılmıştı. Bunu Ömer Dinçer ve Ziya Selçuk’un Bakanlıkları dönemi izlemişti.

Hüseyin Çelik zamanında yapılan değişikliğe “Yapılandırıcı Eğitim” adı verilmiş. Sonuç odaklı değil, süreç odaklı bir eğitim esas alınmıştı. Yıllık planlarda ilk defa kazanıma yer verilmiş, öğrenci merkezli bir eğitim hedeflenmişti. Performans, ürün dosyası, etkinlik gibi yenilikler düşünülmüştü. Öğretmenden ziyade öğrencinin aktif olduğu bir sisteme geçilmişti.

Ömer Dinçer zamanında 4+4+4 sistemine geçilecek lise zorunlu olmuş, yeni seçmeli dersler konmuş ve haftalık ders saatleri artırılmıştı.

Ziya Selçuk zamanında yapılan değişiklikle, “Çift kanatlı Eğitim” hedeflenmişti. Eğitim ve öğretim adeta iki kanatlı bir kuşa benzetilmiş. Bir kanadı öğretim, diğeri ise eğitimdir. Nasıl ki tek kanatlı bir kuş uçamıyorsa, sadece öğretimden ibaret eğitim ve öğretimin de uçabilmesi mümkün değil. O yüzden öğretim ve bilgiye verdiğimiz önemi ahlak ve erdeme de yani eğitime de vermemiz gerekir. Çocuklarımızı, biri bilim diğeri de ahlak ve erdem olmak üzere çift kanatlı yetiştireceğiz denmişti.

Hem Hüseyin Çelik hem Ömer Dinçer hem de Ziya Selçuk zamanında yapılan öğretim programlarında yeterince verim alınamamasının temelinde, merkezi sınavların olduğunu düşünüyorum. Çünkü merkezi sınavların mantığında süreç odaklı değil, sonuç odaklı bir sistem vardır.

Son müfredat değişikliği Yusuf Tekin’in Bakanlığında yapıldı.

Bakanlık bu değişikliğe gitmeden önce üzerinde epey bir çalışmış, emek sarf etmiş, yeni öğretim programı için dünyadaki öğretim programı modellerini incelemiş, son noktayı koymadan önce taslağı kamuoyuyla paylaşmış, belli süre vererek görüş ve öneri istemiş. Sonunda yeni öğretim programını hazırlamış.

Yeni değişiklik 2024-2025 öğretim yılında 1, 5 ve 9. sınıflar olmak üzere kademeli olarak uygulanacak.

Yeni müfredatın ve yeni bir öğretim yılının hayırlar getirmesini, ülkemiz eğitimine olumlu yönde katkı sağlamasını temenni ediyorum.

Genel hatlarıyla incelediği zaman her müfredat gibi bu müfredatın da güzel olduğunu söyleyebilirim. Bunu daha da güzelleştirecek olan ise uygulamadır. Bu yönüyle paydaşlara önemli görev düşmektedir. Çünkü müfredat ne kadar güzel olursa olsun paydaşlarda aksama olursa program kadük doğar.

Müfredatın satır aralarında dikkatimi çekenleri buraya almak isterim.

Yeni öğretim programına Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli adı verilmiş.

Programın genel bakışına “Köklerden Geleceğe” demek suretiyle eğitim ve öğretimin tanımına yer verilmiş. Tanımda eğitim iki ayak olarak görülmüş, bir ayağına geçmiş, diğer ayağına insanlığın geleceğine ufuklar açan bir kapı denmiş. Yani bir ayağımız gücünü daima köklerimizden alacak, diğeri ise geleceği takip edecek. Bununla maddi gelişmenin zirvesi hedeflenmektedir. (Devam edecek)

*09.09.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

5 Eylül 2024 Perşembe

Manavgat Evliya Çelebi Uygulama Oteli

Manavgat Evliya Çelebi Uygulama Otelinde dört gün konakladım.

İşlek bir cadde üzerine yapılmış otel. Trafiğin gürültüsü, kapısı ve penceresi kapalı otelin içine kadar geliyor. Hemen yanı başında da Uygulama Otelinin Lisesine yer verilmiş. Keşke hem okulu hem de oteli işlek caddenin tam kenarına değil de biraz iç taraflara yapılmış olsaydı daha iyi olurdu. Çünkü tatile gidenler zaten şehrin trafiğinden uzaklaşıp sessiz ve sakin yerde kafa dinlendirmek için soluğu tatil beldesinde alıyor.

Kaldığım odanın balkonu ormana bakıyor. Baktıkça insanın içi açılıyor. Bu yönüyle otelin yeri harika. 

Trafik gürültüsünü artıran hususlardan bir tanesi de kavşağa yaklaşırken belirli aralıklarla çizilmiş beyaz şeritler, yaya ve okul yolu işaretleri. Araçlar bu işaretlere gelince, ister istemez ses yükseliyor.

Otelin geniş bahçesi var. Kafeteryanın olduğu bölüm yeşillendirilmiş. Bahçede at çıkabilir uyarısı dikkatimi çekti. Arka tarafa geçtiğimde iki tane at bir de tay gördüm.

Araçlar güneşten etkilenmesin diye üstü kapatılmış park yerleri oluşturulmuş. 

Otelde kaldığım süre içinde o kadar sessiz ki otelde sadece biz varız intibaı oluşuyor. Akşam olunca hem kapalı hem de kapalı olmayan yerde park edilmiş araçları ve sabah kahvaltısında lokantanın dolu olduğunu görünce otelin dolu olduğunu anlıyorsun. 

Otele girişin sağ tarafında kafeterya var. İsteyen akşam yemeklerini burada yiyebiliyor, çay ve benzeri içecekler buradan ücret karşılığı karşılanıyor. 

Hem yemek hem içecek yönünden zengin bir menüsü var kafeteryanın. Ana yemekler dışında diğer içecek ve yardımcı yemeklerin fiyatlarını astronomik gördüm.

Akşam yemeklerini listeden sipariş vermek suretiyle kafeteryadan giderdim. 23.00'e kadar yemek servisi var burada. Izgara türü yemekleri yapanlar ve servis edenler lise öğrencisi. Başlarında bir usta öğreticileri vardı.

Resimde gördüğünüz ana yemekler vardı menüde. Her akşam farklı ızgara türünden yemek yedik. Usta öğretici zaman zaman yemeklerimizi nasıl buldunuz diye sordu. Şu ızgara köfteyi ve balığı pişiren 9.sınıf öğrenci dedi bir defasında. Yemekleri çok lezizdi bu arada. Daha dokuzuncu sınıfta bu kıvamı yakalayan öğrenci, usta öğretici olduğunda iyi bir aşçı, işi ve mesleği olan nitelikli bir eleman olur. Boşta kalmaz. Üniversiteyi bitirdikten sonra boşta kalan öğrencilere göre bu okulun öğrencileri daha şanslı. 
Başka yerleri bilmem ama sahilde bir otel statüsüne göre fiyatları bana makul geldi.

Açık büfe yemeklere göre bu şekil akşam yemeği hem israfı önleme hem istediğin zaman yemek yeme hem de yemeğin lezzetini alma yönüyle daha iyi.

Daha önce başka yerde görmediğim bir servis türü gördüm bu otelde. İstediğim ana yemeği hiç tabakta yemedim. Dikdörtgen şeklinde tahtadan yapılmış düz bir kap idi önüme gelen. İlk gün tavuk şiş yedim. İki şiş, közde pişirilmiş yarım domates, yarım papya biber ve pilav hepsi birden tahta tabak üzerinde idi. Her gün farklı ızgara türü yedim. Hepsi tahta üzerinde geldi. Servisin bir farklı yönü daha vardı. Her gün çatal ve bıçak kondu önümüze. Hiç kaşık konmadı. Dört gün boyunca pilavı çatal ile yedim. Hayatta çatalla pilav yediğim ilk yer burası oldu. 

Otel temiz ve bakımlı. Çalışanların ilgi ve alakası çok iyiydi. Uygulama oteli olmasına rağmen oturmuş bir otel statüsü vardı. Usta öğreticinin son akşam yemeğinden sonra çay ikram edeyim teklifini de teşekkür ederek geri çevirdim.

Sahile 3,5-4 km olması, işlek caddede olması ve gürültüyü binaya çekmesi yönüyle dezavantajlı olmakla beraber yemyeşil ormana nazır ve şehrin dışında olması, çalışanların ilgi ve alakası avantaj olarak görülebilir.