2 Eylül 2024 Pazartesi

FETÖ ve İki Profil

Milli Görüş geleneğinden gelme idealist bir ilahiyatçıyı ortaokul ve liseden beri tanırım.

Aynı yurtta birlikte kaldık.

O zamanlar ikimiz de idealist bir genç idik. 

Düşüncemizin ve siyasi görüşümüzün iktidar olması ülkenin kurtuluş akçesi idi bizim için.

Daha o zamanlar oy hakkımız olmasa da savunduğumuz partinin % 10 barajını aşamaması bizi üzerdi.

Okuyan birisi idi aynı zamanda. O zamanlar Milli Gazete alır, köşe yazılarına varıncaya kadar okurduk, siyaseti de takip ederdik. Birlikte değerlendirmeler yapardık.  

Bir gün kartel medyasından bir gazete (zannedersem Milliyet) Milli Görüş Lideri'nin başına, beyaz namaz takkesi geçirilmiş bir fotoğrafını sekiz sütuna manşet yapmış. Fotoğrafın yanına da "Gerici yobazın hezeyanı" başlığını atmıştı. 

Bu hakaret zorumuza gitmiş, kendimize yapılmış bir hakaret görmüştük.

İkimiz birlikte bir hafta sonu yurtta elimize kağıt kalem aldık. Oturup hakaret eden gazeteye cevap yazdık. Şu anda ne yazdığımızı hatırlamıyorum ama belki de hakarete hakaret yapmıştık veya siz Hocamızı yanlış tanıyorsunuz. O öyle biri değil şeklinde bir şeyler yazmıştık. Ortaokul talebesi ne yazarsa artık. 

Yazdığımızı zarfın içine koyduk. Gönderen kısmına sanatçı Cevat Kurtuluş'un ismini, alıcı kısmına da gazetenin adresini yazıp Kayalıpark’ taki PTT'ye gelerek pul alıp görevliye vermiştik.

Gazeteden bize bir geri dönüş olmadı. Zaten olsa da gönderen kısmına adres yazmamıştık. 

Nasıl yazacaktık ayrıca. Mektubu yazıp PTT'ye atmaya girerken belki de ayaklarımız korkudan tir tir titriyordu. Ne de olsa çocuğuz daha.

Ben ilahiyatı bitirip öğretmenliği tercih ettim. O arkadaş ise benden bir alt devre olarak ilahiyatı bitirdikten sonra Diyanet'te ve MEB'de görev almadı. Belediyeye girdi.

Uzun yıllar değişik müdürlükler yaptı belediyede.

Bir zaman sonra belediye başkan yardımcısı oldu.

Belediyelerde her seçimden seçime başkan değişince her başkan istediği kişileri yardımcı ve daire başkanı seçer. Öncekileri istifaya zorlar, istifa etmezlerse kızağa alırlar. Bu arkadaş da başkan yardımcılığını bıraktıktan sonra yine bir üst görevde görev aldı.

Doğruluk ve dürüstlüğüne şüphe etmediğim, prensibinden ödün vermeyen, gelene ağam, gidene paşam demeyen, kimseye eyvallah etmeyen, dert sahibi samimi bir arkadaş idi.

Başkan yardımcılığı döneminde bir toplu konut projesinin başlangıcından sonuna kadar emeği olan bu arkadaşa, huzur hakkı olarak bir daire verilir, bu senin hakkın denir ama ben bunu kabul edemem, benim hakkım değil diyerek reddeder. Başkası olsa havada kapar, ikincisi yok mu der.

Gel zaman git zaman yine belediyede, personelden sorumlu önemli bir görevi deruhte ederken 15 Temmuz olur. Belediye başkanı önüne kabarık bir liste koyar. Bu ne diye sorar. Bunların Bank Asya hesabı var. Bunları atacağız der. Başkanım, bu işçilere zamanında maaşlarını vermek için bu bankadan hesabı taşeron şirket açtırdı. Bundan dolayı FETÖ bağlantısı gerekçesiyle atmak hakkaniyete sığmaz. Üstelik bu bankada hesaplarının olması terör örgütü üyesi oldukları anlamına gelmez der. Başkan, biliyorum. Yalnız tüm belediyeler atıyor. Biz kimseyi atmazsak, bize FETÖ ile mücadele etmiyor derler. Hepsini atmasak da üç beş tanesini atalım ki şüpheleri üzerimize çekmeyelim der. Hiç kusura bakmayın, ben FETÖ ile aslanlar gibi mücadele ediyorlar desinler diye bırakın üç beş kişiyi, bir kişiyi bile atmak için ne teklif ederim ne de imza atarım. Kimseye iftira atmam, kimsenin de ekmeğiyle oynamam diyerek belediye başkanına itirazını yapar.

Düşünebiliyor musunuz, FETÖ ile mücadele ediyor görünmek için üç beş kişiyi atmayı düşünen bir belediye başkanı var karşınızda. Güya şehrin en güvenilir anlamında şehrulemin deniyor kendisine. 

Şimdi kendimize şu soruyu soralım. Bu belediye başkanı türünün son örneği, nevi şahsına münhasır biri mi yoksa FETÖ ile mücadele ediyor görünmek için masumların canını yakan veya yakmaya çalışan başka belediye başkanları veya üst düzey görevliler de var mı? Temenni ederim ki bu belediye başkanı sahasında tek olsun. 

Bildiklerini ve şahit olduklarını anlatsa veya yazı konusu edinse inanın, dudağınız uçuklar. İnanmazsınız, o kadar da değil dersiniz. 

Bu arkadaş şimdi ne yapıyor derseniz, buralar bana göre değil deyip daha da faydalı olacağı çok genç yaşında emekliliğe ayrılır.

Şimdi münzeviye benzer bir hayat yaşıyor. Kendi kabuğuna çekilmiş. Birkaç defa çay içtik birlikte. Yaşadığı tam bir hayal kırıklığı. Çoğu kimsede olduğu gibi. 

Polise Yasak Yok mu?

Pazar günü Muhacir Pazarından geliyorum. Millet Bahçesinin sağıma alıp Ahmet Özcan Üst Geçidine doğru gidiyorum. 

Işıklara geldim. Bölünmüş yolun ilkini geçtim. Yayalara kırmızı yandığı için orta refüjde beklemeye koyuldum. 

Feridiye Karakolu tarafından gelen araçların geçmesini beklerken önümden bir polis arabası geçti. Sola Muhacir Pazarına doğru dönerken polis arabasını süren polisi, bir eli direksiyonda, diğer eli kulağında telefonla konuşuyor gördüm. Yanında da resmi üniformalı bir polis oturuyordu. Arka koltuklarda polisin olup olmadığına dikkat etmedim.

Göreve gidiyor olmalılar. Siren sesi yok, korna çalma yok, hızlı gitme yok. 

Araç süren polisin telefon konuşması dikkatimi çekti. Polistir, amiri aramış olabilir ya da 112'ye gelen bir ihbarı haber veriyor olabilirler. 

Yalnız araç hareket halinde iken vatandaşa telefonla konuşması yasak. Polis görürse veya kameraya yakalanırsa vatandaşa ceza yazılıyor.

Acaba polisler bu yasaktan muaflar mı? Bunu bilmiyorum. Muaf olsalar bile vatandaşa örnek olmaları gerekir ve hareket halinde iken telefonla konuşmamalıdırlar.

Eğer görev gereği telefona cevap vermesi gerekiyorsa, pekala konuşması için telefonu yanındaki mesai arkadaşına verebilir ya da kulaklık aracılığıyla konuşmasını yapabilir.

Önemli bir olay için illa kendisi cevap verecekse, aracı sağa çekip konuşmasını yapabilir. 

Görev gereği konuşma yapıyor olsa, yanındaki arkadaş bu konuşmaya cevap verebilir. Belli ki özel bir görüşme yapıyor.

Doğru mu bu polisin yaptığı? Doğru olduğunu kimse söyleyemez. Bir kural ve bir yasak varsa herkesi bağlamalıdır.

Millete telefonla konuştuğu için ceza yazan polisin bu tavrı, imamlar için söylenen, “Ele verir telkin, kendi yutar salkımı” sözüne çok benziyor. Yine “İmam osurursa cemaat sıçar” sözü de bu konuya uygun sözdür.

Hasılı polisin trafikte üstelik kavşakta gizleme gereği bile duymadan alenen telefonla konuşması bana garip geldi. Polisin kırmızıda geçtiğini, hız sınırına riayet etmediğini, güvenlik şerifin kullandığını, kaldırım üzerine araç koyduklarını görmüştüm de telefonla konuşanına ilk defa denk geldim. Telefon dışında diğer yaptıklarının bir makul izahı olabilir ama bence telefonla konuşmasının hiç makul izahı olamaz. Telefon vatandaşa risk ise, trafiği tehlikeye atıyorsa, aynı şeyler polisler için de geçerlidir.

İstifa ve Parti Değiştirme

Ülkemizde tek taraflı bir mekanizma olan istifa pek işlemez. İnsanımız bulunduğu yerde çakılı kalmak ister. Yerinde kalmak için gerekirse kırk kapıyı çalar. Olmadı görevden alınmayı bekler.

İstifa pek işlemez desem de  nadiren de olsa parti değiştirmelerde işliyor. Kişi bir partiden milletvekili veya belediye başkanı seçiliyor. Sonra bir bakmışsın, seçildiği partiden, önce istifa ediyor sonra bir başka partiye yani seçilmediği partiye geçerek vekillik veya belediye başkanlığına devam ediyor.

Bu şekil istifa ve parti değiştirme, iktidar ve kökleşmiş, kaç defa seçime girmiş, seçmen nezdinde az veya çok bir karşılığı olan partilerde pek olmuyor. Genelde yeni kurulmuş, partileşme sürecini tamamlayamamış, aldığı tepki oylarla az veya çok vekil veya belediye başkanı kazanmış partilerde oluyor. 

Güçlü partiler bu tür vekil veya belediye başkanlarını markaja almak suretiyle kendi partilerinin vekil veya belediye başkan sayısını artırma yoluna gidiyor. El altından, bizim partiye geçersen, sana şöyle destek veririz, güzel hizmet edersin, eli-kolu bağlı oturmazsın, il veya ilçenin şu sorununu çözmede yardımcı oluruz. Önümüzdeki seçimde de vekil veya belediye başkan adaylığı sözü veriyoruz. Yeter ki geç gibi şeyler söyleniyor olmalı. Vaatleri gören vekil bir sonraki dönemi daha garantilemek ister. Üstelik seçildiği partinin öbür seçime kalıp kalmayacağı, kalırsa da varlık gösterip gösteremeyeceği belli değil. Uygun bir ortamını bulup istifa ediyor, ardından parti değiştiriyor. 

İstifa edip parti değiştirenlerin çoğu X partisinden aday adayı olup listeye giremeyen veya belediye başkanı gösterilmeyenlerden oluşuyor. Bunlar X partisinden yüz bulamayınca, Y partisi ile dirsek temasına geçiyor. Beni aday gösterirseniz, partinize gelirim şartı koşuyor. Küçük partiler zaten aday bulmakta zorlanınca bu tip bulunmaz Hint kumaşlarını havada kapıyor ve partilerinden aday gösteriyor. Haliyle parti aidiyeti oluşmuyor. Aidiyet oluşmayınca da bu tipleri partilerin de tutmak mümkün olmuyor.

Bu şekil parti değiştirmeye istifa denir mi, tartışılır. Bana göre bu tür istifa sadece parti değiştirmek için tercih ediliyor. Bulunduğu statü veya başkanlıktan ayrılmıyor. Yani imkan yönünden bir kayıp yaşanmıyor. 

Halbuki esas istifa, bulunduğu makam, mevki, statü ve imkanlardan vazgeçmektir. 

Kişi seçildiği parti ile anlaşamayabilir. Prensiplerine uymayan bir partide durmaktansa istifa etmesi anlaşılabilir. Yalnız bu durumda vekilliğine veya belediye başkanlığına bağımsız devam etmesi etik olandır.

Böyle yapmayıp istifa edip başka partiye geçmek, kendisini seçen seçmene saygısızlıktır. Çünkü seçmen A partisinden dolayı değil, B partisinden dolayı o kimseye oy vermiştir. Bu şekil istifayı tercih edecek olanların seçmenlerinin görüşünü bir şekilde almasında yarar görüyorum. Ben şu şu gerekçelerle Z partisine geçmek istiyorum. Ne dersiniz demeli? Bunu temayül ile mi yapar, seçmenin arasına girip karşılıklı görüşerek mi yapar, mevzuat uygunluğu varsa seçmeninin önüne sandık mı koyar, bilmiyorum.

Hasılı istifa ve parti değiştirmelerde memleket ve seçmen menfaatinden ziyade istifa edenin kendi menfaatini gözettiği su götürmez bir gerçek. Bu tiplerin de siyasetimize verebileceği bir şey yoktur.

1 Eylül 2024 Pazar

Ciltli Kitap *

Lise son sınıfta bir sınıfın rehberliği verildi. Kimdir, necidir, öğrencileri tanıyayım diye rehber öğretmenden "Öğrenci tanıma fişi" istedim.

Öğrencilere dağıttım. Soruları okuyarak doldurun dedim. İlaveten, şiddet görüyor musun türünden bazı sorular yazdırarak kağıdın arka tarafına yazmalarını istedim. Ayrıca sorularda olmayan özel durumunuz varsa onu da yazın dedim.

Herkes yazdı. Topladım kağıtları. Bir tanesi yazmamış. Niye yazmadın dedim. Cevap vermeden yüzüme baktı. Sonra vereyim dedi. Şimdi yazalım dedim. Öğrenciler, hocam bu arkadaş BEP'li dedi. Yanına biri oturarak soruları okudu. Verdiği cevapları yazdı.

Bu sınıfın aynı zamanda kendi branşımdan dersine giriyorum. BEP'li öğrenciyi hiç dersimde görmedim. Çünkü dersimin olduğu öğleden sonra okula rehabilitasyon aracı gelerek rehabilitasyona gitti. Bereket ortak sınavları sabahtan yaptığımız için dersimden bir başka öğretmenin gözetiminde sınavlara girdi. 

Öğrencinin kağıdı anlamsız kelimelerle dolu. Çoğu soruya ise hiç cevap verilmediğini gördüm. Her sınav kağıdından sıfır aldı. BEP'li olduğu için elliden aşağı puan vermedim. 

Bir gün bu BEP'li öğrenci ile teneffüste özel görüştüm. Okuyup yazabiliyor musun dedim. Evet, ciltli kitap bile yazabilirim dedi. Bu cevabı alınca şaşırdım elbet. 

Nasıl şaşırmam ki. Sınavımdaki cevabı basit sorulara bile cevap yazmamış. Üstelik hazırlık soruları adı altında soracağım soruları bir hafta öncesinden gönderiyorum. Yazdığı anlamsız yerlere de verecek bir puan bulamadım. Öyle ya kitap yazacak kadar bilgi, birikim ve doküman olduğuna inanan bir şeyler yazardı. 

Kısaca ne yazdığını gördüm ne okuduğunu. Buna rağmen bu cahil cesaretinin nereden geldiğini anlayamadım. 

Ha kişi okuyamayabilir, yazamayabilir. Okuyabilir ama yazamayabilir. Adı üzerinde BEP'li. Çünkü zihinsel engelli. Kimsenin bu durumda olmasını istemesem de içimizde var böyleleri. 

Hayretime giden böyle birinin ciltli kitap bile yazarım demesi. Daha ayakları yere basmıyor deyip çok üzerinde durmadım. Öyle ya ciltli kitabını bile yazarım diyene ne diyeceksin? Belli ki kendini bilmiyor ya da kendini olduğundan farklı gösteriyor. 

Bu çocuğu masum kabul ederim. Çünkü lise son sınıf da olsa daha çocuktur. 

Bir de BEP'li olmadığı halde tıpkı BEP'li öğrenci gibi ben bunun kitabını yazdım diyenler var. Koca koca kelli felli adamlar bunlar. 

İşinin uzmanıdır, bilgi ve birikimi vardır. Kitap yazanlara bir şey demem. İlminin ve bilgisinin sadakasını veriyor. Ya bir de bir şeyden anlamadığı halde o şeyin kitabını yazdığına inananlara ne demeli? İşte asıl korktuğum tipler bu tipler. Çünkü özgüveni tavan yapmış, cahil cesaretini, kitabını yazdım diye gizleyenler, telafisi olmayan kırıp dökmekten başka bir şeye imza atamazlar. 

*25.09.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Futbol Neyine?

Zaman zaman futboldan yazıyorsun. Dini, siyasi ve güncel konulardan yazsan olmaz mı? Futbol senin neyine? Sonra futboldan ne anlarsın sen? Ayrıca futbol karın doyurmuyor ki.

Doğrudur, futboldan yazıyorum. Belki bazılarının garibine gitse de futboldan yazmanın bir maliyeti yok. Futboldan yazmak için bir bilgi ve birikime gerek yok. Biraz ilginin olması yeterli. (Bu arada futbola dair tüm ilgim ve bilgim, dakika, skor ve sonuçtan ibaret).

Ayrıca futboldan yazmanın bir maliyeti, bir masrafı yok. Kara listeye de alınmıyorsun. Futbolun fanatikleri olsa da diğer alanlara göre biraz centilmenlik var. Penaltıydı, değildi, iyi oynadı, kötü oynadı, maçı hak etti, etmedi, hakem maçı katletti, oyunun sonunu etkiledi veya etki etmedi gibi yazar durursun. Okuyucu katılır veya katılmaz. Ama en azından başın ağrımaz.

Halbuki dini konularda yazmak bedel ister. Çoğunluğun kabul ettiği dini görüşe, farklı bir perspektiften bakarsan, mimlenirsin, tekfir bile edilirsin. Çünkü toplumda kendisini şeyhülislam olarak gören sayısı çok.

Siyasi konularda zaten yazamazsın. Yazmaya kalkarsan, ucu kendi partisine dokunanlardan bir güzel şamar yersin. Ki siyasi alanda da toplumun her biri siyaset uzmanı.

Hasılı din ve siyasi alanda bu ülkede herkes üstat. Bu yüzden bize laf düşmez. Bunun için de başını belaya sokmaya hiç gerek yok.

Güncel meseleler denince akla Filistin geliyor. Elden bir şey gelmeden konuşmanın ve gündemde tutmanın bir faydasına inanmıyorum.

O yüzden bir faydası ve getirisi olmasa da futboldan gayrısı cıs görünüyor. Futbol yorumunda anlaşamasan bile bir orta yol bulursun.  Halbuki dini ve siyasi konularda kimse kimseye Nuh dedirtip peygamber dedirtemez.

Hasılı futbolda;

En azından dışlanmıyorsun.

Mimlenmiyorsun.

Kara listeye alınmıyorsun.

Tu kaka yapılmıyorsun.

Düşman bellenmiyorsun.

Vebalı muamelesi görmüyorsun.

Kısaca başın ağrımıyor. Önemli olan da bu değil mi? Azıcık aşım, ağrısız başım. Nemelazım ötesi.

Beni Ayakta Alkışlayan Pazarcı *

Tatil dönüşü eve baktım, atılacak çöp bile yok. Çöp yoksa çöpün ham maddesi de yoktur deyip bir pazar listesi hazırlayarak soluğu pazarda aldım.

Girdim pazarın bir köşesinden. Sebze ve meyve alacağım. Piyasa günbegün değişiyor pazar ve marketlerde. Önce şöyle bir tur atayım, fiyatlar hakkında bilgi sahibi olayım istedim.

Evden çıkarken bir de kışlık sarımsağa bak denmişti. Gözüme ilk sarımsak ilişti. Kaç lira delikanlı dedim irilerini göstererek. 250 TL dedi. Küçükleri de 150 olur dedi. Kastamonu sarımsağı imiş. Hayırlı işler deyip giderken gel 230 olsun, hatta 200 olsun, küçükler de 130 olsun dedi. Sağ ol, kalsın diye ilerlemeye çalışırken arka arkaya fiyat indirmeye devam ediyordu pazarcı.

250'den 200'e indiren esnaf olur mu? Demek ki 200 liradan bile ekmek yiyor bu pazarcı. Ne diye önce fiyatı abartıp sonra yelkenleri indiriyor anlamadım. Sarımsak satan pazarcı güven vermediği için ondan sarımsak almadım. Başkasına da sormadım.

Az ilerleyip salatalığın fiyatını sordum. Gel 20 olsun dedi. Eyvallah dedim, alıcı olmayan gözle dolaşmaya devam ettim. Neyini beğenmedin bu salatalığın, sana 20 liraya salatalık veriyorum. Almıyorsun. 20 lira para mı? Helal olsun, seni ayakta alkışlıyorum dedi. 

Ne muhatap oldum ne durdum. Çekip gittim yanından. 

Almıştım başa belayı sabah sabah diyeceğim. Ama öğle vakti idi pazara gittiğim. Belli ki pazarcı sabahtan beri yorulmamış, pek satamamış, çeneye vermiş. Akşama kadar çenesi iyice düşer. 

Gözümü kestirdiğim başka yerlerden domates, biber, salatalık, meyve aldım. Bu arada salatalığa da 20 verdim. 

Başka ne alayım diye turlarken, biri salatalık 10 lira diye bağırıyordu önünden geçerken. Hiç geriye dönüp bakmadım. Herhalde az önce beni ayakta alkışlayan olmalı. Şakasına, acaba 10'a alır mı diye bağırıyor sandım. Az ileriye gittikten sonra kim bu diye geriye dönüp baktım. Bana az önce 20'den salatalık vermeye çalışandan başkası değildi. Ne ara indirdi anlamadım.

Merak ettiğim bu adam sabah saatlerinde salatalığa kaç fiyat çekti acaba? Daha öğle vaktinde 20'ye indirmişse akşama kaça indirir bilemiyorum.

Bir malın bir ederi bir maliyeti bir piyasası olur. Bir ürün daha öğle vakti yüzde yüz indirilir mi? Herhalde ya tutarsa deyip öylesine fiyat belirliyor çoğu pazarcı. Akşam vakti olsa, eve götürmektense elden çıkarayım deyip fiyatı indirebilir. Daha öğle vakti millet yeni yeni pazara geliyor. Merak ediyorum bunların kar marjı ne kadar? 

Benim anlamadığım, pazarcıların bağırması, gürültü çıkarması kanunla yasaklanmadı mı? Bu kanun hala yürürlükte olduğuna göre bu pazarcılar niye bağırıyor? Kanun uygulanmıyorsa, pazarcı iplemiyorsa, denetim ve müeyyidesi de yoksa bu kanun niye duruyor?

Fiyat soran her müşteri o pazarcıdan almak zorunda mı?

Sonra niye fiyat soruyoruz? Müşteri her ürünün fiyatını öğrenmek için pazarcıya fiyat sormak zorunda mı? Niçin sebze ve meyvelerin önünde etiket yok?

Lokanta ve kafelerin girişlerinde fiyat zorunluluğu var da niçin pazar tezgahlarında satılan ürünlerde fiyat yok? Pazarcılar her fiyat sorana cevap vermekten yorulmuyor mu?

Bence pazar tezgahında satılan ürünlerde fiyat yazma zorunluluğu getirilmeli ve bu kurala uyulup uyulmadığının kontrolü yapılmalı.

*04.09.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Avrupa'da Kuzu, Türkiye'de Aslan

Young Boys futbol kulübü karşısında oynadığı her iki maçta da belki de tarihinin en kötü maçlarını oynayarak Şampiyonlar Ligi'ne havlu atan Galatasaray'ı, Adana Demirspor karşısında hem de deplasmanda 5-1 galip gelmesini görünce şaşırdım kaldım ve ağzımdan, Avrupa'da kuzu, Türkiye'de aslan çıktı.

Keşke GS, Adana Demirspor karşısında gösterdiği eforun ve oynadığı oyunun milyonda birini Young Boys takımı karşısında gösterseydi, 5 golün 2 tanesini Young Boys takımına 2.maçında atsaydı.

Adanaspor karşısında aldığı galibiyet bir nevi Şampiyonlar Lig'inden elenme mutluluğunu gösterdi. Adeta bir zafer kutlaması yaptı Adanaspor karşısında. 

Oynadığı oyun ve attığı gollerle oh be dünya varmış. Ne işimiz var bizim devler liginde. Analarımızın ligi neyimize yetmez havasında gol oldu yağdı adeta. 

Görüyorum ki oynadığı bu oyunla Galatasaray'da bir eziklik bir pişmanlık bir utanma ve bir mahcubiyet yok. Tüm bu ruhsuz ve çapsız oynamaları, bir an evvel elenip kendi asıl ligimize yani sadede gelelim içinmiş. 

Hele kendisinden daha önce elenip lige dönen ezeli ve ebedi rakipleri, meydanı boş bularak Rizespor'a 5 gol, Alanya'ya 3 gol atıyorsa, Galatasaray’ın neyi eksikti gol atmak için. 

Nasılsa hem Fenerbahçe hem de Galatasaray sadece bu ligde yani annelerinin liginde şampiyon olmak için varlar. Bu iki takıma iki şampiyonluktan birini tercih edin. Lig mi yoksa Şampiyonlar Ligi mi dense, tereddütsüz lig şampiyonluğu derler. 

Bunların öyle büyük işlerle işi olmaz. Galatasaray 25.şampiyonluğu alıp 5.yıldızı taksa, Fenerbahçe, gördüğü en iyi takım olarak Rizespor'u gören yeni teknik direktörleriyle önce 20. ardından arka arkaya şampiyon olsa da önce rakibini yakalasa, ardından rakibini geçse daha iyi olmaz mı? 

Bu iki takımdan, Galatasaray şampiyonlukta Fenerbahçe'ye fark attım diye hava atar. Fenerbahçe de seni evinde, bir eksikle yendim ve şampiyonluğunu bir hafta öteledim diye hava atar. Havanız batsın e mi? 

Hele Fenerbahçe’ye Galatasaray galibiyeti mi Avrupa şampiyonluğu mu dense, tereddütsüz Galatasaray galibiyeti seçeneğini işaretler. 

Bize dışarıda yüz güldürmeyen bu iki takım birbirinin varlık sebebi. FB GS'siz, GS de FB'siz yapamaz. Birbirleriyle Filistin ve İsrail gibi olsalar da birbirlerini yenmek ve yemekle meşguller. Birbirlerine taş atmaktan Avrupa'da maç çıkarmaya vakitleri kalmıyor. Birbirinin ne onmasını isterler ne de olmalarını. 

Abartma o kadar da demeyin. FB Şampiyonlar Ligi'ne daha erken veda etti. Bunu bir tarafa bırakalım. Galatasaray'ı anlamakta zorlanıyorum. Salı günden cumartesiye ne değişti de bu derece farklı futbol oynayıp farklı goller atabildi. Zerre kadar mide olsa üzüntüsünden Adana Demirspor karşısında zorlanır, kaybeder veya berabere kalır ya da maçı zor kazanır. Dersin ki Şampiyonlar Lig'inden elenmenin etkisinden kurtulamadı. Kimse kusura bakmasın, GS'nin Adana Demirspor karşısında aldığı bu skor, benim Avrupa ve Şampiyonlar Ligi gibi bir derdim, hedefim hiç olmadı demektir. 

O kadar büyük takımları çalıştırmış FB'nin teknik direktörü Şampiyonlar Ligi zor, Avrupa Lig'inde ilerlemek istiyoruz diyerek baştan pes ettiğini göstermedi mi? FB teknik heyetin kafa yapısı bu ise GS'nin neyi eksik bu kafa yapısından. 

Her iki takım da küçük hesaplar peşine düştü. Şampiyonlar Lig'inde dev takımlarla mücadele edersek, ligi ihmal ederiz.  Kısa yoldan elemelerde veda edelim ki lige dört elle sarılalım hesabını yaptı ve bunda da başarısı oldular.