4 Ağustos 2024 Pazar

Çiçeği Burnunda Bir Amirin Serüveni (4)

Mülki amiri durdurabilene aşk olsun. 

Okulların açıldığı tarihin üçüncü günü bir köy okuluna gider. Öğrencilere kitabı eksik olan var mı diye sorar. Bir öğrenci benim eksik der. Aslında diğer çocukların da aynı kitapları eksik. Çünkü il milli eğitimden bu kitaplar gönderilmemiş. 

İlçe milli eğitim müdürünü aratır aynı anda. Bu çocukların kitapları niye eksik. Yarına kadar bu eksiklikler giderilecek talimatını verir. 

İlçede bir telaş. Emir demiri keser. Kurumun 90 model benzinli aracı eksik kitapları temin için kitap deposunun yolunu tutar. 

Aslında bu eksiklikler bildirilmiş. Eksik ve fazla kitaplar sisteme girilmiş. Bunun bir süreci var. Fazla gelen kitaplar götürülür, eksik kitaplar getirilir. Ama işin içine mülki amir girince benzinli araç çok yakarmış, bu eksik kitaplar depoda var mı, yok mu demeden kitapları almak için gidilmiş. 

Bu sıralar okullara kömür de geldi. Bakanlık ilgili firmalarla ihale yoluyla anlaşmış, muayenesini ve dağıtımını firmalar aracılığıyla yaptırıyor. Hangi okula ne kadar ton girilmişse tır veya damperli kamyon o okulun önüne gelip boşaltıyor. İlgili firma, yerelden bulduğu hamallarla kömürleri kömürlüklere taşıtıyor. 

Damperli kamyonun bir çırpıda boşalttığı kömür çuvallarını kömürlüklere taşımak birden mümkün değil. Çünkü insan gücü devreye giriyor. Haliyle okulun önündeki kömürleri taşımak zaman ister. 

Ertesi günün ilk saatlerinde emniyet amirini gönderir mülki amir. Bu kömürler ne zaman taşınacak diye. Süreç anlatılır. 

Bir on dakika sonra jandarma komutanı bu kömürler ne zaman taşınacak diye gönderilir. 

Ardından mülki amirin güvenlik görevlisi, sekreteri, yazı işleri müdürü beşer dakika ara ile ilçe milli eğitime gelerek kömürlerin akıbeti hakkında bilgi alırlar. 

Ardından kömürlerin kömürlüklere taşınmasıyla ilgili bilgi için ilçe milli eğitim müdürü makama çağrılır. Süreç anlatılsa da mülki amir, yapacağınız işi düzgün yapın. Bu kömürler şu güne kadar taşınmazsa ben yapacağımı bilirim der. 

İlçe milli eğitim Ankaralı firma ile telefon görüşmesi yapar. Eldeki elemanımız bu. Siz eleman bulun, şu kadara taşısın denir. O fiyata ilçede kimse bulunamaz. 

Şu vakit yağmur yağacak, o kömürler ıslansın da ben size gösteririm uyarısı da yapar mülki amir.

Mülki amir emniyet, jandarma elinde ne kadar eleman varsa çekilmeyen kömürleri videoya aldırır. Tutanak tutar. DYS aracılığıyla yazı yazılmasını ister.

Tüm bu işlemler yapıldıktan sonra yazıyı geri göndererek dursun der.

Kömür bitti ama ilçe milli eğitim bu süreçte dokuz doğurdu. Çünkü günlük, saatlik hesap soruldu kömür yüzünden.

Tüm kömürler çekildi ama bir okulun bahçesinde üç ton kömür kalmış. Bu kömür ilçenin en uzak köy okulunun. Köy dağlık bir yer. Oraya tırın girmesi mümkün değil. Her yıl o köye gidecek kömür ilçede bir okula yıkılır, küçük kamyonete atılarak köy okuluna götürülür.

Kömürün götürülmesi için köy öğretmeni belediyeden araç ister. Her yıl araba veren belediye başkanı durumu mülki amire bildirir. Mülki amir ilçe milli eğitim müdürünü çağırtır, bu firma kendisi kamyonet getirecek, belediyeden istemeyecek. İşinizi düzgün yapın fırçası atar.

Belediye dışında bir araç temin edilerek kömür bir şekilde taşınır.

Bu hengamede ilçe milli eğitim müdürü de izin almak için mülki amirin huzuruna çıkar. İzin verir vermeye ama lafı da sıkıştırır araya: Okullarda kitapların eksik, kömürlerin çekilmedi. Sen ise izin derdindesin der. Öyle ya bu kadar işin arasında iznin zamanı mı hiç.

Hasılı kömür meselesi ilçede devlet krizi haline gelir ve günlerce devam eder. Sonunda kömürler çekilir de herkes derin bir nefes alır. 

Not: Hayal mahsulüdür. Gerçeklikle alakası yoktur.

Çiçeği Burnunda Bir Amirin Serüveni (3)

Çiçeği burnunda bir amirin serüvenine devam edelim. 

İlçenin kurumlarından birine müfettiş gelir. Müfettiş görüşmesini yapar, bahçeye iner. Ayakkabısının bağı çözülmüştür. Bir banka oturur ayakkabısını bağlamaya kalkar. Ayakkabısını bağlayan müfettişi mülki amir odasından görür ya da güçlü istihbaratı sayesinde öğrenir. Kimdir, necidir bu şüpheli şahıs diye hemen güvenlik görevlisini gönderir. Öyle ya belki de daireyi bombalayacaktır. Güvenlik gelir, müfettişe kim olduğunu, buraya niçin geldiğini sorar. O da şu kuruma geldiğini söyler de mülki amir bu şüpheli şahsın terörist olmadığını anlayınca derin bir nefes alır. Ne de olsa ilçenin mülki amiri. İlçenin güvenliği ondan sorulurdu. Burası terör bölgesi olmasa da olsun, zira su uyur, düşman uyumazdı. 

Mülki amirin bu yaptığı müfettişi zoruna gider. Çeker gider oradan. Giderken de bu mülki amir bizim Doğu’da olsa bu yaptığından dolayı onu öttürürlerdi der ama memleketinden çok uzakta şimdi.

Dini bilgisi de iyiydi. Üstelik babası din görevlisi idi. Ezan okunmaya başlar. Okunan ezanı dinlemeliydi. Bakalım düzgün okuyorlar mıydı?

Okuyan bir çocuktu. Hayye alessalah'ı unutmaz mı okurken. Hemen müftülüğü aratır. Şu ezanları doğru okutun. Çocuklara niye okutursunuz, bundan haberiniz var mı der. Öyle ya bu çocuk ezan okumayı anasının karnında öğrenmeliydi. Sonra müftünün işi ne? Yanlış ezanları tespit etmeliydi.

Müftünün bir görevlisi avcılık yapmak için silah ruhsatına müracaat eder. Din görevlisi ve avcılık olacak şey değildi. 

Çağırdı müftüyü. Müftü de izin alacaktı zaten. Müftü izin isteyince, İmamın silah ruhsatına başvurur, minarelerden çocuğa ezan okutulur, ezan da yanlış okunur. Sen ise izin derdindesin diyerek izin isteyip isteyeceğine müftüyü pişman eder. 

Sürücü belgesi alacaklar için başlangıç noktasını değiştirmek ister ilçenin görevlisi. Şurası, burası olsun diyerek en iyi noktayı bulmak ister. Sürücü kursundan da kamyon getirtir. Test sürüşü yaptırır. Haliyle gürültü olur. Neyin nesi bu diyerek tüm polisi ve jandarmayı yığar oraya. Meselenin yeni güzergah ve başlangıç noktasını bulmak olduğunu öğrenir ama kendisinden habersiz yaptıkları için milli eğitimi uyarır ve bu test sürüşünü iptal ettirir. Öyle ya mülki amirin görüşü olmadan böyle bir şeye kalkışmak olacak şey değildi.

Okullar açılmadan cumartesi okulların eğitim ve öğretime hazır olup olmadığını denetime çıkar. Bir okula öğle vakti gider. Okul müdürünü okulda bulamaz. Öğle arası da olsa yemek de yiyecek olsa okul müdürü evine gitmemeliydi. Kıyameti koparır. Nasıl evine gider diye. Okul müdürüne ikinci ödevi verilir. Okulun tüm müştemilatının videosunu çekip korumaya verecek.

Bir başka köy okuluna gider. Okulun müdür yetkili kadın öğretmeni babasıyla birlikte okulu bir güzel yıkamıştır. Okul temiz olmaya temiz ama hortumu koridorda bırakmıştır. Bu hortumu epey bir mesele edinir mülki amir. Öyle ya koridorda hortum bırakılır mıydı.

Bir okula kalorifer döşenmiştir. Daha tam işi bitmemiştir. Okul köy okulu. Bu zamana nasıl kalırdı. Pazartesi nasıl iş başı yapacaktı bu okul. Talimatını verir. Pazartesiye kadar okulun içi, dışı temizlenecekti. Okulun müdür yetkili öğretmeni temiz halini videoya çekip pazartesi akşama kadar videoyu mülki amire ulaştıracaktı. Müdür yetkili öğretmen videoyla brifing verecekti. Nitekim öyle oldu. Bereket mülki amir tüm okullara müdahale etti de okullar eğitim ve öğretime hazır hale getirildi. Çünkü onun için okullar ve eğitim ve öğretim öncelikli idi.

Not: Yine hayal mahsulü ve gerçeklerden uzak bir senaryo.

Konya'da Pancar, Mısır ve Ayçiçeği Ekimi *

Ülkemizin herhangi bir konuda orta ve uzun vadeli bir plan ve programının olduğunu, tüm planlarımızın günübirlik olduğunu düşünüyorum.

Tarım da plansızlık ve programsızlığımızın bir göstergesi.

Tarım yönünden Konya'yı ele alırsak, bu şehir yağışı az alan bir şehir. Bu şehirde az su isteyen ürünler ekilmesi gerekirken bol su isteyen ürün ekimi son yıllarda iyice arttı. 

Şeker pancarı, mısır ve ayçiçeği de çok su isteyen ürünler. Buna rağmen Konya'da bir baştan öbür uca bu ürünler ekiliyor. Haliyle bu ürünler su ister. Şöyle şehri çıkıp yol boyu gidersek sağlı sollu ekili arazilerin durmadan sulandığını görürüz.

Şehirde su olsa gam yemeyeceğim. Sulamada kuyu suları kullanılıyor.

Eski yağışlar olsa varsın kuyu suları kullanılsın diyeceğim. 

Hepimiz biliyoruz ki eski yağışlar yok. Hele kara hasret kaldık. Kar yağmayınca da boşalan su havzaları yeni suyla dolmuyor.

Açtığımız kuyulardan su azalınca veya bitince daha derin kuyular açmak zorunda kalıyoruz.

Açtığımız kuyuların suyu bittikçe yerin altında boşluklar oluşuyor. Bir müddet sonra çöküntüler meydana geliyor. Karapınar yıllardır bunun örneği. Şimdi sulamanın çok yapıldığı Çumra havalisi de çöküntülerden nasibini almaya başladı.

Karapınar ve Çumra örneği Konya için tehlike çanları çaldığına işarettir. Böyle giderse Konya daha büyük çöküntülere gebedir. Yol yakınken tedbir almakta fayda vardır.

Ne yapılabilir?

Olur olmaz yere kuyu suyu açmamak gerekir.

Konya için su istemeyen ya da daha az su isteyen ürünlerin ekimi tercih edilmeli, hatta zorunlu kılınmalı.

Bol su isteyen mısır, ayçiçeği ve şeker pancarı ekimi Konya’da yasaklanmalıdır. Şeker pancarının belki bazı yerlerde sınırlı sayıda ekimine izin verilse de özellikle mısır ve ayçiçeği ekimine izin verilmemelidir.

Mısırın ve ayçiçeğinin stratejik önemi de yok. Bu iki ürün bol yağış alan yerlerde ekilmelidir. Türkiye’nin bu ürünlere ihtiyacı başka şehirlerden karşılanmalıdır.

Hangi ürünün, nereye ekilip ekilmeyeceği vatandaşa bırakılmamalı. Tarım Bakanlığı bu konuya el atıp bir planlama yapmalıdır.

Ekilmesi gereken ürün konusunda da planlama yapılmalıdır. Ülkenin tüketimi, ihracat gibi hususlar göz önünde bulundurularak ona göre ekim yapılmalı. Ne eksik ne fazla olmalı.

Unutmayalım ki ekim, dikim ve sulama konusundaki bu plansızlığımız ileride başımıza bela olacak. Yer altı su stoklarını hoyratça kullanmayalım.

*16.08.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

3 Ağustos 2024 Cumartesi

Bir Garip Yolcu Rumuzlunun İthamları ve Cevabî Yazım

“Bir garip yolcu” rumuzlu birisi 24 Ağustos 2018 tarihinde "Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı"(https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2018/08/fima-kal-ev-kema-kal.html) başlıklı yazım için yorum yapmış. Yorumunu ilginç buldum. Her yorumunu hem de ona verdiğim cevabı buraya alıyorum:

Namazın sizi kötülüklerden arındırmamış olduğu konusu doğru.
Belki de zaten bir dindar değil ama öyle görünüp Müslümanları sağdan yaklaşarak kandırma ve dinden soğutma amacınız var.

1446 yıldır; (sözüm meclisten dışarı sizi de kastetmiyorum ve sadece uyarı için yazıyorum) Nice müşrik, münafık fitneci, yalancı peygamber, hain, gafil ve ahmak çıkıp İslam ve Müslümanlar aleyhinde kimisi bilerek kimisi bilmeyerek sayısız yalan ve iftiralar da bulundular.

Ancak hemen hepsi tarihe bir yalancı olarak geçip, çoğu unutulup, günahları boynuna dolayıp gittiler ve Ahirette o çetin hesabı verecekleri günü bekliyorlar.

Onların mücadele ettiği peygamberler, sahabeler, evliyalar, alimler ve diğer istikametli Allah dostları, tarihin şanlı sayfalarında altın harflerle yer alıp yüzlerce sene sonra bile hayırla yad edilip örnek alınmaya ve eserlerinden istifade edilmeye devam ediyorlar.

Onca zorluk, sıkıntı ve imkansızlıklara rağmen ömrünü din yolunda harcamış, İslam’ın bu günlere kadar ulaşmasına vesile olmuş; binlerce alim ve evliyanın problem olarak görmediği şeyleri sanki yeni bir şey bulmuş gibi ve tek problemimiz bunlarmış gibi insanların önüne sürmek en azından saflıktır.

Zaten dine olan düşmanlığı ve kinini kusmak için fırsat bekleyen birkaç kişinin destek çıkması ise kimseyi kurtarmaz.

Her an gelebilecek ölümü, kabri ve cehennem azabını bilen bir Müslüman her aklına geleni ve her duyduğunu söyleyemez”.

Bir garip yolcu rumuzlu kişiye yazdığım cevabi yazım:

Bir garip yolcu rumuzlu kardeşim, bu ön yargılı, niyet okuyucu, saldırgan, tekfirci, hüküm verici, itici yorumuna cevap yazmaya gerek yok. Siz zaten hakkımdaki hükmü vermiş durumdasınız. Yazacağım cevap da size zerre faydası olmayacak. Ama prensibimdir, her yoruma cevap yazarım. Cevabı dizin için değil, bu sayfayı okuyan kimselere saygı olsun diye yazıyorum.

Bu arada bir garip yolcu olduğunuz kadar garip bir insansınız diyeceğim ama sizin gibi kafa yapısına sahip o kadar çok ki normal şartlarda siz değil, biz garibiz. Biz garip olsak da sizin gibiler bize töhmet etse de hem yazımızı hem de yorum ve cevabımızı müstear isimle değil, kendi ismimizle yaparız. Sizin gibi rumuzun arkasına sığınmayız. Kimseden çekinmemiz de yoktur. Bir konuda görüşümüz yazarız. İster kabul görür, ister görmez.

Normal şartlarda yorumlar yazan kimsenin ufkunu açar ama sizin itici yorumunuz dışlayıcı bir yorum. Kusura bakma da bu kafa yapısıyla hakikate hiçbir katkınız olmaz. Ne bir kişiyi İslam dairesinde tutarsınız ne bir kişiyi Müslüman yaparsınız. Sizin gibiler bir yorum, bir yazı ile insanları tekfire hazır kişilersiniz. İstersiniz ki herkes sizin gibi düşünsün. Çünkü tek doğru sizin kafanızda oluşturduğunuz doğru yanlış bilgilerdir. Din budur size göre. İnanırsan bu. Yoksa canınız cehenneme düşüncesindesiniz. Araştırmadan, sorgulamadan tüm müktesebatı doğru kabul eden sizin gibiler esas İslam'a zarar veren, İslam'dan soğutan. Sizin bu kaba ham softa İŞİTvari kafa yapınızla dine verdiğiniz zararı İslam düşmanları veremez.

Şunu unutma ki ben süpürüp alanlardan değilim, süpürüp atanlardan da değilim. Benim temel felsefem sorgulamaktır. Bu konuda "Ölüleri dirilteceğim" fermanına, "Nasıl dirilteceksin" sorgulamasını yapan Hz İbrahim'i örnek alıyorum. Hz İbrahim bunu Allah'a diyor. Baştan eyvallah demiyor, beni ikna et diyor. Allah babası için yaptığı dua dışında İbrahim sizin için örnektir buyurur. Anlaşılan siz İbrahim'i değil, müktesebat olarak bize gelen ne varsa kayıtsız şartsız bir kabul anlayışınız var. Sizi bu anlayışınızla baş başa bırakıyorum.

Şu elinize mührü alıp da şu Müslüman şu münafık şu müşrik şu kafir hastalığından vazgeçin. İnsanların niyetini okumayın. Din bir fıtrattır. Doğduğu, bulunduğu yere göre şekil alır. Oranın insanının kahir ekseriyeti de o dini seçer. Bunu peygamber diyor. Her çocuk fıtrat üzere doğar, daha sonra bunu annesi, babası Yahudi, Hristiyan, Mecusi yapar diyor. Siz, biz Türkiye'de değil de Hindistan'da doğmuş ve yetişmiş olsaydık, belki de Hindu olacaktık. Hinduizm’i savunacaktık. Hindular, Türkiye'de doğsaydı belki de Müslüman olacaktı. Müslümanlığı savunacaktık. Yani bulunduğumuz dini tekelimize alıp da insanları tekfir etmeyelim. Siz bildiğiniz dini yaşayın, ben de bildiğimi. Öyle belki de deyip beni münafık yapmaya kalkmak sizin haddiniz değil. Kimsenin sağından yaklaştığım, kimseyi dinden soğuttuğum yok. Sizin gibi dinden soğutan varken zaten bana ihtiyaç yok. İslam'ın sizin gibi düşmanı varken başkasına da ihtiyacı yok. Benim bir kişiye verdiğim yorumdan beni tanımadığın halde münafık yapma niyet okuyuculuğu yapman maalesef beni de size karşı niyet okuyucusu yaptı.

Şimdi bu kısa girizgahtan sonra kısa kısa cevap vereyim.

Namazın beni kötülüklerden arındırmadığını nereden biliyorsun? Sana bu sayfadan bu ithamda bulunma yetkisini kim verdi? Akşam sabah yanımda benim namaza rağmen kötülüklerimi mi not ediyorsun?

Dinden soğutma amacı ithamınıza yukarıda değindim. Tekrara gerek yok. Varsın ben münafık olayım sen kendine Müslüman kal, ben cehenneme gidince kocaman cennette zil takıp oyna. Oh cennet bana kaldı diye.

Sözüm meclisten dışarı, sizi de kastetmiyorum demek suretiyle burada bir incelik göstermişsiniz. Teşekkür ederim. Unutma ki size incelik yakışmaz. Siz saldırmayı prensip edinmişsiniz tüm yorumunuzda. Teşekkür etmekle beraber çelişki içindesiniz. Lütfen yorumunuzu bir kez daha gözden geçirin. Varsın biz iftira atalım, siz kendine Müslüman doğrularınızı bu şekil saldırarak anlatmaya devam edin.

Yorumunuz 2018 tarihli yazıdan ziyade bir okuyucunun yorumuna verdiğim cevabı değerlendirmek olmuş. "Alim ve evliyanın problem görmediği şeyleri sanki yeni şeymiş gibi ve tek problemimiz bunlarmış gibi" derken yeni bir şey bulduğum, problem gördüğümü değil, kulağımı tırmalıyor demişim. İkinci hadis okunmayacaksa ev kema kal denmemeli diyorum. İkinci hadis okunmadığı halde ev kema kal demek, okunan hadise şüphe getirebilir diye bir endişemi dile getiriyorum. Cevabının da buna dair olmasını isterdim. Şundan dolayı böyle demiyor şeklinde. Ama heyhat ki heyhat. Geçmiş alimler mesele edinmemiş, sen kimsin diyorsun. Sizden iyi bir nakilci olur. Çünkü her şey geçmişte söylendi, bizim görevimiz onları nakildir. Üzerine bir şey koymayalım düşüncesine sahipsiniz.

Sizi gibiler işine gelmeyen bir şeyi gördü mü tek problemimiz bu mu diye işi sulandırmayı iyi bilir. Bu konuya dair sözümüz varsa buyurun. Yoksa susun.

Sizin bu gereksiz bulduğunuz yazı 26 bin kişi tarafından okunmuş. Demek ki bu kadar kişi gereksiz bir yazıyı okumuş. Bunu okuyarak üzerine bir de yorum yazdığın için bu kesim içinde siz de varsınız. Merak ediyorum bu gereksiz yazıyı niye okudunuz. Başlığından belli zaten. Niye o değerli vaktini harcayarak üzerine bir de yorum döşediniz. İnsanın gereksiz gördüğü bir şeyi okumak ve üzerine yorum yapmak kadar en hafifiyle ne olur ki.

Siz insanları cehennemle korkutmaya devap edin. Bakalım bir Allah'ın kuluna bu korku yaymayla faydanız olacak mı?

Her aklına geleni söyleyen, yazan, itham eden, iftira eden, tekfir eden sizsiniz be kardeş. Önce lütfen aynaya bak.

2 Ağustos 2024 Cuma

Mikail Bayram

İlk defa Celalettin Rumi ile ilgili görüşlerinden dolayı birkaç videosunu izlemiştim. Akıcı, içten, ulaştığı bilgiyi söylemekten geri durmayan bir kişilik izlenimi edinmiştim.

Sonra denk gelen başka videolarını da dinledim. Dinledikçe ilim derya biri var karşımda dedim.

Okuduğunu belleğine yerleştirmiş adeta. Abbasîleri, Selçukluları, İran'ı, bugünkü din anlayışımızda İran'ın etkisini onun videolarını dinleyerek öğrendim. Fil süresini tefsir edişi de ezber bozan türdendi.

Adeta ayaklı kütüphane idi nazarımda. Sadece okuduğunu nakleden değil aynı zamanda yorumunu katan, tespitlerde bulunan ve ezber bozan bir yönü vardı. 

Zerdüşt'ün kim, Avesta'nın ne olduğunu ondan öğrendim. 

Nasrettin Tusi'nin Ahi Evran olduğu tespitini ilk yapan kişi olarak belleğimde yerini aldı. 

Şems'in, Rumi'nin, oğlu Alaeddin'in ve Nasrettin Tusi'nin fikirlerini, mücadele ve bakış açılarını, kimin kimle iş tuttuğunu sayesinde bilgi edindim. 

Öğrencisi değilim ama dinlediğim videoları sayesinde kendimi öğrencisi saysam yanlış olmaz. Çünkü olaylara ve tarihe farklı bakış açısıyla ufkumu açtığını düşünüyorum. 

İsminin önünde sadece Prof. etiketi olan bir akademisyen değildi. Gerçek bir bilim adamı idi. O kadar bilgi birikimine rağmen her konuşmasında, duruşunda ve görünüşünde hep tevazu gördüm.

Osmanlıca, Farsça, Pehlevice ve Arapça yazıp konuştuğu dillerden. Türk lehçelerine hakim. Özellikle Pehlevice'yi bugün çoğu İranlıların bile bildiğini sanmıyorum. 

Bilgi, birikim ve bilim insanı olmanın yanında, onu çoğu akademisyenden ayıran özelliği; bildiğini, görüşünü, ulaştığı bilgiyi aktarmada kınayanın kınamasına aldırmaması. Doğru bildiğini söylemekten kaçınmaması, renk verirsem, farklı görüşümü söylersem dışlanırım endişesini taşımaması. Uğruna dışlanmış ve gerçek değeri verilmemiş ama o duruşunu değiştirmemiştir. 

Aykırı fikir ve duruşundan dolayı hak ettiği değeri sağlığında iken verilmese de sevenleri ve takdir edenleri yanında ayrı bir değere sahip Mikail Bayram.

Ortaçağ, Selçuklu tarihi, kadim dinler uzmanı olan Hoca’nın yazılmış çokça eseri vardır.

Mikail Bayram’ın bu bilgi ve birikimi elde etmesi tesadüfi değil, adeta ömrünü bilim ve bilgiye adamasındandır.

Çocukluğu ve okuması da ilginç. Geldiği noktaya tırnaklarıyla gelmiş. Yine videodan kendi sesiyle dinlemiştim hayatını. Aklımda kaldığı kadarıyla kısaca bahsetmek isterim. Van’ın ilçesi Saray doğumlu sanırım. İlkokulu bitirdikten sonra ilçede ortaokul yok. Babasını güç bela ikna eder. Van’ın başka bir ilçesinde ortaokulu okur. Kalacak yeri yoktur. Öyle zannederim parası da yoktur. Uzun süre camilerin üst katlarında bulunan kadınlar mahallinde halı ve kilimlere sarılarak sabahlamış. Sabah namazını cemaatle imamın arkasında kıldıktan sonra okulun yolunu tutmuş. Bir ara evini, barkını kilitleyip yurtdışına giden Yahudilere ait evlerde kalmış izinsiz. Polisin yakalamasıyla sonrasında nerede kaldı da eğitim ve öğretimine devam edebildi bilmiyorum.

Zorlu ortaokul ve lise hayatının ardından Ankara İlahiyat Fakültesini kazanmış. Bir öğretim üyesi Farsça derslerine giriyor. Ama anlattığı ders çok basit. Bir gün ders çıkışı hocasına, biz bu anlattıklarını biliyoruz. Bize daha ileri seviyesini anlatamaz mısın der. Hocası, kaç kişi var senin durumunda der. Sanırım 6 ya da 8 kişiyiz der. Hoca bunlara pazar günü evinde dersler verir.

Mehmet Azimli sayesinde kendisini 7-8 ay önce evinde ziyaret etmiştim. Bir, bir buçuk saat kadar evinde çay eşliğinde kendisini canlı dinleme imkanım olmuştu. Bazı sorular sorup cevaplarını vermişti.

Misafir edildiğimiz odaya engelli bastonuyla eşinin yardımıyla güç bela gelmişti. Ayakta zor durmasına rağmen hoş geldiniz ile yetinmeyip boynumuza sarılmıştı. Hasta idi zaten. Çünkü beyin kanaması geçirmişti. Otururken kafasını dinlendirmek için ara ara arkaya yaslanıp başını dinlendirmişti. Hasta haliyle bile bizi misafir kabul etmiş, çay yanında ikramını yapmış, sorularımıza cevap vermişti. Başını ve kendisini zor dayamasına rağmen yüzünden gülümseme hiç eksik değildi.

Eşi getirmişti odasından yanımıza hocamızı. Kendisini bu halde görünce Allah uzun ömürler versin demiştim de eşi, ömrün hayırlısını versin demişti yüzüme bakarak.

Mikail Bayram’ı anlatmaya cümlelerim kifayet etmez. Şu var ki eşinin dediği gibi ömrünün hayırlısı bu kadarmış. 84 yaşında iken vefat etti.

Vefat ettiğini de burundan geçirdiğim küçük bir operasyon sonrası hastanede yatarken haberdar oldum ve çok üzüldüm.

Giderken iz bırakarak gitti hem de hoş bir seda. Allah kendisinden razı olsun. Sevenlerinin başı sağ olsun. Anlattığı tarih ve geride bıraktıkları kendisine şahit olsun. 

1 Ağustos 2024 Perşembe

Beni Hiç Şaşırtmayan Pazarcılar

Sebze ve meyveyi ihtiyacımı marketlerden gidersem de zaman zaman pazardan giderdiğim olur.
Bu sefer de rotayı pazara çevirdim. Pazarın içine girmeden biber, fasulye ve domates aldım. Bir de içeriye bakayım istedim. 
Girişin hemen sağında iri iri şeftaliler dikkatimi çekti. Al beni diyordu. Kaç lira dedim 35 dedi. Bir kadın da şeftaliden tadıyordu. Tadı nasıl dedim. İyi dedi. İki kilo ver dedim. Arkadan tartıp verdi.
Alacağım bitmişti. Yine de bir dolaşayım dedim. Diğer taraflarda da şeftali 30-35 arası idi. 30 liralık olanlar da al beni, pişman olmazsın diyordu. Üstelik yarma yazıyordu. Ama almıştım beş fazlasına. 
İlk gördüğünü almamalıydın. Öğrenemedin gitti hala bu pazar alışverişini dedim ise de beş fazla verdim ama öyle zannediyorum aldığım şeftali çok iyidir diye kendi kendimi teselli ettim.
Eve geldim. İçişleri bakanı fasulye ve biberi çok beğendi. Tam aldığım sebzeler beğeni aldı derken şeftalilerden dört tanesi ezikmiş dedi. Haliyle az önceki mutluluğum boğazımda düğümlendi. Hani, nasılmış, bakayım demedim. Yine de düşünmeden edemedim. İri iri şeftalinin iki kilosundan dört tanesi ezik ise geriye sağlam kaç tane olurdu? 
Sabah dolabı açıp bir şey için bir şeyler atıştırayım ki altı dolsun istedim. Bir kapta diğer şeftalilerden ayrılmış dört âdet şeftali gördüm. Sanırım diğer kapta da ya dört ya da beş şeftali vardı.
Önceliğim bu ezik şeftaliler olsun deyip dolaptan çıkardım. Altını üstüne getirdim. Öyle böyle değil, ele alınacak gibi değildi şeftaliler. Tabağın tabanına suları bile akmış. Hasılı tabakta gördüğümüz gibi şeftaliler.
Şaşırdım doğrusu diyeceğim ama hiç şaşırmadım aslında. Çünkü ben bu familyayı iyi tanıyorum. Öne iyi ve iyileri koyan, müşteriyi çektikten sonra arkadan dolduran, doldururken de baksan bile ezik olduğunu fark ettirmeyen tipler bunlar. Çünkü ezik tarafını alta koyarlar, hafifçe alıp poşetin içine koyarlar. Sayıları her geçen gün azalıyor ve yok olmaya doğru gidiyor dediğim bu yetenekli kişiler hala mevcutmuş meğer. Bu işi meslek haline getirenlerin çoğu her müşteriye bir, iki ezik koyarak ezikleri eritirken bu mübarek bir poşete dört tane birden koyarak tüm ezikleri bana doldurmuş. Belki de hep ezik koyacaktı, ben böyle amca bulamam bir daha diye. Demek ki başka eziği yokmuş. Poşeti bağlamadan uzattı. Ben de içine bile bakmadan sepetime koymuştum. Halbuki bu tipler eziği koyduktan sonra bir güzel ağzını bağlardı. Ben bu amcayı ayakta uyuturum düşüncesiyle ağzını bağlamayı gerek görmemiş. 
Öğrenciliğimde de köye giderken Eski Garaj civarında bir seyyardan böyle şeftali almıştım. Kardeş, uzağa gideceğim, varıncaya kadar içinde erimesin, ne olur çok yumuşağını verme, parası önemli değil demiştim de tamam abi deyip doldurmuştu. Ağzını da bir güzel bağlamıştı. Parasını verip poşeti elime aldığımda şeftaliye parmağımın geçip gittiğini görünce, al şeftali senin olsun deyip tablasının üzerine poşeti bırakmıştım. Yok, öyle değil dediğine cevap bile vermemiştim. Ardımdan al paranı diye seslendiyse de para da senin olsun deyip paramı almadan geçip gitmiştim.
Seyyar satıcılarda ve pazarcı esnasında eskiye oranla iyi ve orta ürün verme ön plana çıksa da demek ki huylu huyundan vaz geçmiyor.
Konya pazar ve tablacı esnafının çoğunun sebze ve meyveyi seçtirmemesinden geçtim. Gözümün içine baka baka çürük, çarık ve ezikleri doldurmaları zoruma gidiyor. Bu tür mal satan Konya pazarcısı ve tablacısı bu kafa yapısıyla, gösterdiğinden farklı malı vermeye nasıl devam ediyor, biz ise böyle malı almaya nasıl devam ediyoruz, inanın anlamış değilim. Kendi evine götürmeyeceği ürünü başkasına nasıl veriyor bunlar? Yazık ki yazık. 
Pazarlar eskisi gibi değil. Çoğu insan bundan dolayı marketlere yöneldi. Aynı fiyata seçerek alıyor üstelik. Pazar ve tablacılar müşterilerinin çoğunu marketlere kaptırmasına rağmen böyle giderse ileride sinek avlayacağız diye niye düşünmezler de böyle kendi topuklarına sıkıyorlar?
Bir diğer husus, marketler pazarlarla aynı fiyata hatta pazar fiyatından düşüğe sattığı gibi tek tek seçtiriyor. Marketlerden, seçile seçile sebze ve meyve fire verirken pazarcı esnafı doğru dürüst fire de vermiyor. Çünkü çürük çarık dolduruyor.
Burada tüm pazarcı esnafı ve tablacı böyledir demiyorum. İçlerinde malını dürüst satanlar ve seçtirenler vardır ama sayıları azdır. Çoğunluğu sahtekar, günü kurtarma üzerine ticaret yapıyorlar.
Öyle zannediyorum pazarlarda Konya dışında sebze ve meyve seçtirmeyen bir şehir bilmiyorum. Sebze ve meyve seçtirmeme Konya pazarcısına has. Konyalı tepki vermediği müddetçe de pazarının bu hastalığı ve hastalıklı satışı devam edecek. Aslında bunları adam etmenin bir yolu var: Tüketici ürününü seçtirmeyen pazarcıdan alışveriş yapmayacak. Akşama kadar malı elinde kalan tıpış tıpış malını seçtirecektir. Bunun için tüketicide bilinç gerek.
Ezik şeftaliler yüzünden ben bu esnafa kızdım ve bu yazıyı döşedim ya. Şimdi bir düşüncedir aldı beni. Ya bu adam, bu amca yaşlı. Ağzında doğru dürüst diş yoktur. Şuna dişine göre yumuşaklarından vereyim de afiyetle yesin diye beni düşünmüş olmasın. 
Aman neyse be. Öyle de olsa yazıyı baştan alıp yazamam. 

Kaldırılan Sosyal Medya Paylaşımları

Hamas lideri İsmail Haniye'nin İran'ın başkenti Tahran'da, Cumhurbaşkanlığı makamına 150 metrelik bir mesafede konakladığı konutta bir hava saldırısı sonucunda öldürülmesinin ardından, 31 Temmuz 2024 tarihli günün sabahında sosyal medyada İsmail Haniye lehine, İsrail aleyhine paylaşımlar birbiri arkasına geldi.

Çoğu paylaşımcı ikinci bir paylaşım daha yaptı. Bu sefer ki paylaşımları "Şöyle bir paylaşım yapmıştım. Gönderin Kaldırıldı" şeklinde.

Çoğunda kaldırma nedeni olarak "Görünüşe göre tehlikeli olarak tanımadığınız kişi ve kuruluşların sembollerini paylaştın, gönderdin, bunları övdün veya rakip ettin. Bu, tehlikeli kişi ve örgütlerle ilgili Topluluk Standartlarımıza aykırı" gerekçesi yazılmış.

Yazılan paylaşımın kaldırılmasını kızıyoruz kızmaya. Niye kaldırıyorlar diye kızalım. Bunu akşam sabah yapalım. 

Peki, bu kızmamızın faydası var mı? Hayır. Kızdığımızla kalıyoruz. Maalesef yok.

Şimdi eğri oturup doğru konuşalım.

Kullandığımız sosyal medya platformları Yahudi sermayesi ile kurulmuş, üretilmiş platformlar. Sermayesi ve üretimi Yahudi olmasa bile dünya yüzeyinde hiç kimse Yahudileri karşısına alamıyor. Çünkü baskın güçler. Yaptırımları ağır. Yahudiye rağmen dünyada sermaye olmak, güç olmak ve ayakta kalabilmek mümkün değil.

Tüketici ve üretici olmayan, hep başkasının üretip servis ettiğini kullanan bizler, Yahudi sermayesi ve üretimi ile kurulan bu tür sosyal medya platformlarını kullanarak istediğimiz her şeyi yazalım istiyoruz. İstiyoruz ki bir haksızlık var. Herkes bu haksızlığa karşı çıksın, herkes bizim görüşümüzde olsun ya da bizim görüşümüzde olmasa da biz yazalım, kimse sesini çıkarmasın istiyoruz. Bilelim ki böyle bir dünya yok. Herkes bizim gibi düşünmüyor. Mesela İran'da öldürülen İsmail Haniye bize göre kurtuluş mücadelesi veren bir mücahit iken onlara göre bu aktör bir terörist. Biz öldürülen kimseyi överken onlar yeriyor. Yani bizim mücahitlerle onların mücahitleri farklı. Bizim terörist gördüğümüzü onlar görmüyor.

Şimdi biraz empati yapalım. Bu sosyal medya platformlarını biz kurup herkesin kullanabileceği şekilde dünyaya servis etsek, bu platforma Yahudiler de girse, Haniyye öldürüldüğü için Yahudiler bu platformda göbek atsa, Haniyye aleyhine paylaşımlarda bulunsa, biz bu tür paylaşımlara izin verir miyiz? Herhalde cevabımız izin vermeyiz olur. Hiç kusura bakmayalım da Yahudiler de bunu yapıyor. Terörist gördükleri Haniyye için yazılan övgü dolu sözlere tahammül edemiyorlar ve paylaşımı engelliyorlar.

Sosyal medya hayatın bir parçası olduğu andan itibaren İsmail Haniyye ile ilgili paylaşımlar kaldırıldığı gibi niceleri kaldırıldı. Çünkü platformu kuran, servis eden, sermaye sağlayan onlar. Yani malın sahibi. Kuralları da mal sahibi belirler. O yüzden bırakalım paylaşımlarımızı kaldırıyorlar demeyi, onlara kızmayı ve köpürmeyi.

Düşünelim biz bu durumda ne yapmalıyız sorusunu soralım. Cevap basit aslında. Kendi sosyal medya platformlarımızı kurmak. Kendi platformumuzu kurduğumuz zaman istediğimiz her türlü paylaşımı yapalım. Birilerini överken diğerlerini yerelim. Kim ne diyebilir buna.

Var mıyız böyle bir şeye? Maalesef yokuz. Çünkü biz üretmek için değil, başkasının ürettiğini kullanmak için varız. Böyle bir irade ortaya koyma niyetimiz olsaydı, şimdiye dek kaç tane bu platformlardan kurardık. Ama kurmadık ya da kuramadık veya kurdurmadılar. 

Vakit geç değil, sadece kötü komşu mal sahibi yapar sözünü prensip edineceğiz. Onlar bizim paylaşımları kaldırdı mı? Madem öyle biz de kendi platformumuzu kurduk diyebilmektir.

Hoş, hangi alanda ne ürettik ki kendi sosyal medyamızı kuracağız...