13 Haziran 2024 Perşembe

Farelerin Dili Olsa (2)

O değilden “Batan gemiyi önce fareler terk eder deyimi hakkında başkası ne demiş diye sanal aleme baktım. X hesabındaki profilinde biri şöyle paylaşmış:

Batan gemiyi önce fareler terk eder. Farelerin korkaklığına vurgu yapan bir deyim.

Yanlış.

Fareler geminin sintinesine yakın yerlerde yaşar.

Gemi batarken ilk onların olduğu yerler suyla dolar. 

Yani korkaklıktan değil.

İlk fark ettikleri için.” Alp Sirman

Burada çarpıtmayalım, bu deyimler kastedilen bu değil diyebilirsiniz. Tamam bu anlamda kullanılmasa da olur olmaz her yerde bu deyimi kullanmayalım. Kişi doğru yolda iken bu uğurda mağdur oldu, başına tehlike geldi diye kaçmayalım. Ama kırdığı yumurta kırkı geçmiş, her yeri kokutmuş, oturduğu koltuğa ben ustayım deyip arkasından o kadar uyarana rağmen gemiyi kayalıklara toslatmaya götürüyorsa, bırakın da bu tehlike anında bu tehlikeyi görenler söz dinlemeyen usta şoförü bir başına bırakıp fareler gibi atlasın. Akıllıca hareket budur.

Anca beraber kanca beraber, biz bu yola beraber çıktık. Uğrunda ölürüz demesin.

Bir yerde, birileri ustalığına güvenerek faydadan ziyade zarar veriyorsa, laftan sözden anlamıyorsa, o kaptanı kendi düşene ağlanmaz deyip bir başına bırakmaktır.

Basiret, feraset, öngörü ve sağduyu budur.

Unutmayalım ki gemiyi kayalıklara toslatmaya götüren kaptanın en büyük destekçisi, tüm bu tehlikeye rağmen arkadan destek veren yolculardır.

Ortada bir suç, bir tehlike varsa ve bu telafisi mümkün olmayan yaralar açıyorsa, bunun en büyük suç ortağı o kaptana destek veren yolculardır. İyilik onu bir başına bırakmaktır. Akıl ve izan bunu gerektirir.

Hasılı “Batan gemiyi önce fareler terk eder” deyimini yerli yerinde kullanalım. Fareleri her daim günah keçisi ilan etmeyelim.

Farelere söz söylenecekse, bir söz de zararı ayyuka çıkmışlara olsun. Adalet bunu gerektirir. Değilse, kimse yola çıktıklarını yolda değiştirmez.

Farelerin Dili Olsa (1)

"Batan gemiyi önce fareler terk eder" deyimi herkesin dilinde pelesenk olmuş durumda. Kullanan kullanana. 

Bu deyim yerinde kullanılırsa cuk oturur. Buna eyvallah. Ama öyle yerlerde kullanılıyor ki iyice kabak tadı veriyor. 

Öbür dünyada herkes birbirinden davacı olunca herhalde fareler bizden davacı olurlar:

Ya Rabbi, ne korkaklığımız kaldı ne ihanetimiz. Buldular bizim gibi küçük ve güçsüz bir hayvanı. Önüne gelen vuruyor, giden vuruyor.

Yaşamak için bir şeyler bulmamız lazım. Nerede bir yiyecek kokusu alırsak, erişmek için aç köpek fırın deler misali deler gireriz.

Bizden yiyeceğini esirgemek için tuzak kurup üzerine peynir koyanı mı aran, bizi yakalasın diye kedi besleyeni mi aran, özellikle sağlık alanında yaptıkları ilacı test etmek için bizi kobay olarak kullananı mı aran...

Hepsinden geçtim. Hepsini yapsınlar. Kabulümüzdür.

En çok zorumuza giden de bizi korkaklıkla itham etmeleri. Evet korkuyoruz. Zira etimiz ne budumuz ne? Zira biz ormanların kralı değiliz. Kendi halimizde evrendeki misyonumuzu yerine getiriyoruz.

Ne ister bu insanoğlu bizden? Görevimizi ifa etmeyelim mi? Kendileri gibi yan gelip yatalım mı? Ölelim mi bu durumda biz?

Bizden tiksindikleri yetmediği gibi tutturmuşlar korkak hayvan diye. Diyorlar ki "Batan gemiyi önce fareler terk eder. İyi de gemi batıyor. Bu durumda ne yapalım? Biz gemiyi terk etmeyiz deyip pisipisine ölelim mi? Bilin ki biz geminin en altında yaşıyoruz. Gemi batarken suyun içine gömülüyoruz. Bu durumda şu her şeyi bildiğini ve korkusuz olduğunu iddia eden ve kendinden başka kimseyi beğenmeyen insanoğluna göre biz tehlikenin ilk farkına vardığımız zaman kaçmayıp boğulup öleceğiz. Bizden bunu bekliyor.

Kendisi ne yapıyor, bizim bu korkusuz korkak insanoğlu. Boğulmamak için gerekirse gemiden atlıyor. Bu gemiden atlayan akıllı oluyor. Biz ise korkak oluyoruz.

Sahi siz insanoğlu, batmakta olan geminin farkına varamadıysanız bu da mı bizim suçumuz? Geminin battığını gördüğü halde atlamayıp biz bu gemide yolculuk yapıyoruz. Gerekirse boğulup ölürüz deyip atlamayacak mı? Bu durumda atlamamak kerizlik değil mi? Ayıpladıkları intihar değil mi?

Birbirinizi boğazlamaktan, dünyayı kana bulamaktan başka bir marifeti olmayan insanoğlu, bizimle uğraşacağına, kendinize baksaydınız ya. Bize taş atacaksanız, içinizde temiz kalan varsa o atsın. Değilse gidin işinize.

Sonra düşünün ki bir deprem olduğu zaman ellerinizle yaptığınız o evlerin enkazında kalmamak için kendinizi dışarı atmıyor musunuz? Bu durumda sizin bu yaptığınız korkaklık olmuyor mu?

Ayrıca depremleri önceden fark eden kedi, köpek vs. hayvanları önceden fark edip kaçtılar diye övmüyor musunuz? O hayvanları yeteneklerinden ve gelmekte olan tehlikenin farkına vardıkları için be kadar da akıllılar demiyor musunuz? Bizim yaptığımız da bu.

Diğer hayvanlar kaçarken onlara korkak demiyorsunuz, siz kaçarken korkak olmuyorsunuz, biz kaçarken korkak oluyoruz. Bu yaptığınız çifte standart değil mi?

Yahu üzerimize o kadar tuzak kuran insanoğluna karşı bu kadar da korkak olalım.

Unutmayın ki bize kurulan tuzakların binde biri size kurulsa, yatağınızda rahat yatamaz, çarşı ve pazarda arkanıza bakmadan yürüyemezsiniz. Müsaade edin de neden, nasıl korkup kaçacağımıza biz karar verelim. 

Herhalde farelerin dili olsa, bizden böyle şikayetçi olurlar. (Devam edecek)

12 Haziran 2024 Çarşamba

Tedavisi Olmayan Bir Hastalık Hali

Milli paramız Türk lirasının acınası durumda olduğu herkesin malumu. 

Herkes derken feraset, basiret ve sağduyu sahiplerini kastediyorum. Bu kapsama giren kaç kişi varsa onlardır herkesten kastettiğim. 

Buna, savunmacı psikoloji içerisinde, gözü savunduğundan başkasını görmeyen kişiler dahil değil. Çünkü onların gözleri var, görmezler. Kulakları var, duymazlar. Sayıları da pek çok. 

Bu tipler varlığını, kimlik ve kişiliğini, birilerinin servis ettiğinden beslenirler. 

Algıyla yaşarlar, sürü psikolojisi ile hareket ederler. 

Bunlarda ne akıl var ne irade ne de izan. Sapla samanı ayırt edebilecek kapasiteleri yoktur.

Bunlar birey değildir. Sürü psikolojisi içerisinde yaşarlar. 

Sürünün kalabalıklığından ve güçten cesaret alırlar. Şımardıkça şımarırlar. Ağızlarını ve edeplerini de bozarlar. Yeter ki işlerine gelmeyen, herkesin bildiği, sağır sultanın duyduğu bir şeyi söyle veya paylaş. Senden kötüsü olmaz. 

Böyle kalabalıklar arasında huzurlu bir şekilde yaşamak istiyorsan, onların savunduklarını savunacak, onların savunmadıklarını savunmayacaksın. 

Onların gördüğünü görecek, onların görmediğini ve görmezden geldiğini görmeyeceksin. 

Bunlar bir şeyi kötülüyorsa kötüleyeceksin. 

Kedi olalı bir fare tutmuşlarsa o kediyi anlata anlata bitiremeyeceksin. 

Şayet bir şeyi ve çok şeyi ağızlarına ve yüzlerine bulaştırmışlarsa sağır, kör ve dilsize oynayacaksın. Bir türlü sadede gelmeyeceksin.

Daima onları destekleyeceksin. Aksi nankörlüktür, ihanettir. Sana ülke dışını gösterirler. Kapıyı da dışarıdan ört derler.

Uyutulmuş beyinlerdir bunlar. Bu beyinlerin uyanması mümkün değildir. Çünkü bitkisel hayattadırlar. 

Böyle bir giriş yapacağımı, yazmaya başlarken hiç düşünmemiştim. Haliyle Türk parası hakkında yazacağım da güme gitti. Bu uzun girizgahtan sonra geleyim sadede. 

Sosyal medyayı iyi kullanan biri şöyle bir paylaşım yapmış:

"Meşhur atasözümüz vardı. "Gâvur parası ile 5 para etmezsin.." diye.

Bizim en büyük paramız 200 ₺ ile yarım kg et alamazken, gavurun 200 avrosu ile 14 kg et alınabilir. 

Ah atalar nerden nereye...". 

Bu paylaşıma destek olsun, bu konuda hemfikirim diye ben de daha önceki yazımdan bir parçayı kopyalayıp yorum kısmına yapıştırdım: 

"Bir zamanlar büyüklerimiz çok değersiz olan şeyler için bu deyimi kullanırdı. Kullanırdı diyorum. Çünkü şimdilerde bu deyim kullanılmıyor. Kullanmaya kalkan olursa gülünç duruma düşer. Çünkü gavur parası değerli.

Bugün gavur parası olan 1 dolar almak için 6 sıfır atılmış paramızdan 27 lira saymak gerek. Aynı şekilde gavur parası avro almak için 30 lira vermek gerekiyor. Kısaca bizim 27 lira 1 dolara eşit.

Bu yüzden gavur parasıyla beş para etmez deyimi de bugün için bir anlam ifade etmiyor. Bu söz olsa olsa Türk parasıyla beş para etmez şeklinde söylenirse bir anlamı olur. 26/07/2023

Bu yorumunun altına da "Günümüz döviz-TL paritesine göre yazıyı tekrar güncellemem gerek" yazdım. 

Tanımadığım biri bu yorumunun altına "O ülkelere gidebilirsiniz" yazmış. "Sana mı soracağım nerede yaşayacağımı, sana mı soracağım hangi konuda paylaşım yapacağımı" yazıp ağzının payını verdim, def olup gitti. 

Anlamadığım, bu tipler neyin kafasını yaşıyor böyle. Bugün paramızın tüm yabancı paralar nezdinde alım gücünün zayıflığı ortada. Dünyanın geçer akçesi doların 1 dolarını almak için bizim paramızla 32,5 lirayı saymak gerekiyor. Paramızın durumu bu. Buna "Bu ülkelere git" denmez. Denirse ezik bir insanın psikolojisini ortaya koymuş olur. Suç bastırmadır bunun adı. Saldırıya geçmektir. Bu gerçeğin dile getirilmesinden nefret ediyorum, ben bu gerçekle yüzleşmek istemiyorum. Kimsenin de bunu anlatmasına tahammülüm olmaz demektir. Kısaca tedavisi olmayan hasta bir ruh halidir. 

Şu bir gerçek ki bu ülke; faiz, paramızın pul olması, enflasyon ve hayat pahalılığı sarmalında. Bu, sadece bugünün ve bu hükümetin altından kalkamadığı bir mesele değil, gelmiş geçmiş tüm hükümetlerin sorunudur. Ki bu hükümetin bir zamanlar enflasyonla mücadele edip üzerine altı sıfır atmak suretiyle paramıza yeniden itibar kazandırdığı da bir gerçektir. 

Bana başka ülkeyi gösteren hasta ruhlu tip bilsin ki altı sıfır atılmasını da söylüyorum, bugünkü TL'nin pul olmasını da. Ben buyum. Var mı diyeceğin.

Ki bugünkü paramızın geldiği değersiz halinden mevcut hükümet de bizar. Kah swap kah yabancı sermaye gelsin diye tedbir üstüne tedbir alıyor. Paramız daha da değer kaybetmesin diye kur garantili, altın garantili mevduatı bile getirdi. Yine bugünkü en büyük banknot olan 200 TL'nin dışında 500 veya 1000 TL banknotlar konuşuluyor. Yani herkes paramızın içine düştüğü girdabın farkında. Bizim savunmacı refleksle hareket edenler ise sana ülke dışını salık veriyor. Ne diyeyim bu psikoloji içerisinde boğulun. Başka da sözüm yok. 

11 Haziran 2024 Salı

Batı Medeniyeti Karşısında Biz *

Aynı bölgelerde farklı farklı devletler kuran İslam dünyası 8-14.yüzyıllarda etkisini sürdürmüş. Bu zaman dilimi içerisinde adeta medeniyetin zirvesini yaşamış. Askeri güç onlarda, en geniş topraklar onlarda. Etkisi ve yetkisi de var diğer devletler nazarında.

Yunan ve Roma medeniyetine ait eserleri tercüme etmiş, onlara ilaveler yaparak Endülüs Emevi devleti aracılığıyla Batı'da ortaya çıkan Rönesans’a katkı sunmuşlar.

Başta din eğitimi olmak üzere eğitime önem vermişler. 

Bugün bile adından söz edilen ve bilime katkısı olan bilim insanı yetişmiş topraklarında.

Gittikleri yerlerde cami, medrese, han, hamam, kervansaray, çeşme, imarethane yapmışlar. Şehirlerinde tekke, zaviye ve türbeler dikkat çeker.

Kısaca Batı, Ortaçağ'ı yaşarken İslam dünyası güç, imkan ve gelişmenin zirvesini yaşamış. 

Günümüzde ise bir İslam medeniyetinden söz etmek mümkün değil. Sadece geçmişe dair adı kalmıştır. Nicedir ve bugün etkisiz elemandır ve dün Batı'nın yaşadığı Ortaçağ'ı yaşamaktadır. Bünyesinde her alanda geri kalmışlığı barındırmaktadır.

Bir zamanlar İslam medeniyetinin çok çok gerisinde kalan Batı medeniyeti ise İslam medeniyetini sollayıp geçmiştir. Bilimde, teknolojide, üretimde ve her türlü gelişmede İslam medeniyetine baskınlığı söz konusudur. Kültür ihracı yapmaktadır. Bugün medeniyetinin zirvesini yaşıyor. 

Batı medeniyeti, ilerlememiz yeter. Yatalım artık dese, bu yatış yüzyıllar boyu devam etse, İslam dünyası gecesini gündüzüne katarak çalışsa, Batı medeniyetini geçemediği gibi bugünkü haline bile yaklaşamaz.

Hoş, İslam dünyasının çalışmaya niyeti yoktur. Çünkü çalışmada gözü yoktur. Batı’yı yakalama ve geçme derdi de yoktur. Belli etmek istemese de Batı medeniyeti karşısında yenilmiştir. Yenilmenin ezikliğini yaşıyor.

Ezikliğini de Batı medeniyetinin kökeninde zulüm, işkence, kan, gözyaşı, sömürü var. Biz bunları yapmadık. Hep adalet dağıttık demek suretiyle geçiştiriyor.

Batı bugün ne yapıyorsa bunu bizden aldı demek suretiyle kendimize pay çıkarıyoruz.

Hasılı ağlanacak haldeyiz. Batı dünkü ağlanacak halini çabuk atlatmış ama bizim bu ezik ve geri kalmış hali atlatacak ne gücümüz ne takatimiz ne imkanımız ne insan gücümüz ne de plan ve programımız vardır.

Çünkü bu rahatına düşkünlük bu birbirimizi çekememezlik bu slogan ve hamasetle yaşama bu günü kurtarma kafası bu geçmişle övünme bu kısır tartışma bizde oldukça nicedir yattığımız kış uykusundan uyanmamız mümkün değil. Çünkü hali pürmelalimiz kış uykusundan da öte tam bir komalık. Komanın ise iyileşmesi ve yeniden ayağa kalması mümkün değil. Hep bakıma muhtaç olarak yaşar. Bu da başkasına el avuç açmaktan başka bir şey değildir.

Hasılı dünyaya söyleyecek bir sözümüz yok. Dünyaya verebilecek bir örnekliğimiz yok. Dünyanın bizden alacağı bir şey yok.

*19.07.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Hasetçileri Bekleyen Son

Haset, fesat ve çekememezlik ile yola çıkanlar, çıktıkları bu yolda başarılı olmaları zordur. 

Bu yol ile başarılı olmayacakları gibi gittikçe küçülürler. 

Sonra da yok olup gitmeleri yüksek ihtimal. 

Yok olup gitmeseler de haset ve fesadından dolayı hem sevimsiz hem itici olurlar. 

Kimi hasetçi sinsi olur. Hasedin belli etmez. Yüze güler. Arkadan iş çevirir. Kimi de alenen yapar bu işi.

Hasetçiler ortalığı bulandırıp ortamı gerseler de mide bulandırıcı etkisiz eleman olarak piyasada varlıklarını sürdürürler. 

Büyüklük kompleksi içinde oldukları için küçüldüklerinin farkında olamazlar. Hep yenilirler ve ezik yaşarlar. Çünkü hazım sorunu yaşarlar.

Yenilgiyi kabul etmezler. Her türlü mazeret, kılıf ve gerekçenin arkasına sığınırlar. İftira atmaktan ve algı oluşturmaktan kaçınmazlar. Ortalığı velveleye vermede üstlerine yoktur. 

Yenip alt edemedikleri rakiplerine güttükleri kin, yüzlerinden ve eylemlerinden okunur. Nefret söyleminden de uzak durmazlar. Ellerinde imkan ve güç olsa çekemediği rakibini yok etmekten geri kalmaz.

Bunlar kazara maratonun bir etabında nihai zafere etki etmeyen küçük bir başarı elde etseler, abartırlar da abartırlar.

Yenilikleri rakibini tebrik etmezler. Konuşmaları arasında rakibinden bahsederken ismine yer vermezler. Rakibin korunduğunu, kendilerinin haklarının yenildiğinden dem vururlar. Gerçek başarının kendilerininki olduğunu söylemekten geri durmazlar.

Böyleleri kendine bakacağı yerde kendini hep rakibine göre mevzi alır. Bir sonuç aldığı zaman ilk öğrenmek istediği rakibinin durumudur. Hemen o ne yapmış arayışına girer.

Rakibi varlık sebebidir onun. Rakibi mutlu olursa mutsuz, rakibi mutsuz olursa mutlu olur. Onun hiç onmasını istemez.

Bu sendrom içinde olanlara şu hikaye en güzel örnektir. "Öyle bir şey iste ki Allah sana bunu verecek. Yalnız falan haset ettiğine iki katını verecek.” denmiş. Adam elde edeceği şeye sevineceği yerde haset ettiğine verilecek olan iki kata kafayı takmış. Ne isteyebilirim ne isteyebilirim diye düşünmüş. Sonunda” Ya Rabbi, benim bir gözümü kör et” demiş. Öyle ya kendisinin bir gözü kör olunca rakip gördüğünün iki gözü kör olacak.

Hiç mantık ve akıl var mı bu istekte? İşte haset edenin durumu bu. Rakibinin mutsuzluğu üzerine böyle mutluluk kurmaya çalışmaktan başka bir şey değil.

Aslında zararı hep hasetçi çeker. Ateşin odunu yakarak yok ettiği gibi kendisi de yok olur. İnsanlara tek zararı mide bulandırmasıdır.

10 Haziran 2024 Pazartesi

1755 Lizbon Depremi ve Sonrası *

1 Kasım 1755 günü yerel saat ile 8.5-9 büyüklüğünde bir deprem olur. Bu deprem 1755 Lizbon Depremi ya da Büyük Lizbon Depremi olarak bilinir.

Şiddeti 11 olduğu belirtilen bu depremin 3,5 ila 6 dakika sürdüğü, yerde beş metre büyüklüğünde çatlakların oluştuğu belirtilir. 

Depremi tsunami, ardından kentin pek çok yerinde başlayan yangınlar takip eder.

Deprem Portekiz, İspanya ve Fas’ta da yıkıcı olur.

Lizbon o dönemde Avrupa'nın en büyük dördüncü şehri kabul edilir. Şehrin neredeyse tüm yerleşim alanları kullanılmaz hâle gelir. Deprem'de, Lizbon'daki binaların %85'i harap olur. Bu depremde 60.000 ile 100.000 kişi arasında ölü olduğu tahmin edilmektedir. 

Deprem Lizbonluların çoğunu kutsal bayram olan Azizler Bayramında yakalar. Depremde çoğu kilise yıkılır. Kilisenin enkazı inananlarına mezar olur. Enkazlardan kurtulanların önemli bir kısmı da tsunami ile yok olur veya yanarak ölür.

Deprem, diğer bütün doğal olaylar gibi mümin, ateist, soylu, zengin, yoksul, köylü, saraylı, kilise müdavimi ayrımı yapmaması dikkat çeker.

Kiliselerin yıkılıp kenar mahallerdeki genelevlerin yıkılmaması ve mahkûmların ölmemesi gibi olaylar insanları hatta din adamlarını, tanrıyı sorgulamaya iter. 

Kilise, yüzyıllardır yaptığı gibi hemen depremin, dünyadaki günahlar yüzünden meydana geldiğini ilan etse de halk, Madem tanrı dünyadaki günahlar yüzünden bu gazabı yolladı, neden deprem dini bir bayramda meydana geldi?”

Madem bu günahkârlara bir uyarıydı, neden mabetler yerle bir olurken, genelev ve eğlence merkezleri gibi mekanlar yıkılmadı?” gibi sorular sormaya başlar.

Büyük Lizbon Depremi Avrupa’da başlamış olan Aydınlanmayı tetikleyen en önemli olaylardan kabul edilir.

Felaketten kısa bir süre sonra depremle alakalı mümkün olan tüm bilgileri toplayan Kant, konuya ilişkin bir metin yayımladı. Kant bu çalışmalarıyla dönemde yaygın olan depremlerin Tanrı tarafından gönderilen cezalar olduğu yönündeki batıl inanışa bir son hazırlamıştır.

Bu fikirler düşünce tarihini kökten değiştirir. Eğer depremler Tanrı tarafından gönderilen cezalar değilse, onları araştırıp incelemek ve hatta anlamak mümkün olabilirdi.

Yapılan inceleme ve araştırmalarda, Lizbon’daki kiliselerin, yumuşak bir zemine sahip olan şehir merkezinde inşa edildiği için çöktüğü, genelevlerin ise gözlerden biraz uzağa, şehir merkezi dışındaki kayalık zeminli yamaçlara inşa edildiği için ayakta kaldığı tespiti yapılır ve insanların depreme karşı tedbir alıp kendisini korumasının mümkün olabileceği sonucuna varılır. Depreme daha dayanıklı bir şehir imar planlaması yapılır. Avrupa’nın en güzel başkentlerinden biri olacak yeni Lizbon inşa edilir. Felaketten sonra, şehir yeniden düzenlenir. Benzer bir facia olmaması için geleneksel yöntemlerden esinlenilir. Binalar için deprem önleyici bir sistem geliştirilir. Geniş caddeler yapılır. Kilise kuleleri ve saray kubbeleri şehre hakim olmaz.

Depremin önceden tedbir alınarak, afete dönüşmesi engellenebilir bir doğa olayı olduğu düşüncesi Avrupa’ya yayılır.  

Aydınlanmanın en etkili yazarı Voltaire’in o yıllarda yayınladığı “Lizbon Depremi Üzerine” şiiri ile depremin ‘göklerden gelen bir gazap’ değil, doğal sebeplerle oluşan bir doğa olayı olduğu tartışması çok geniş kesimlere yayılır. Lizbon Depremi ile yer kabuğunu ve dünyayı daha iyi tanımamıza neden olacak modern deprem bilimi doğar. (Lizbon Depremi ile ilgili yazıyı hazırlarken Wikipedia, Teori Dergisi, Felsefe Arenası sitelerinden yararlandım).

Büyük yıkım ve ölüme sebep olan Lizbon Depremi hakkında kısaca bilgi vermeye çalıştım. Bu depremi duyardım da bu kadar büyük olduğunu bilmiyordum. Bu vesileyle öğrenmiş oldum.

Bu depremi konu edinmemin sebebi, daha önce yazı konusu edindiğim, “İş Görüşmesinde Deprem Etkisi” ve ardından yazdığım, “Depremler Allah’ın Bir Cezası mı? “ başlıklı yazılarda, halkımızın büyük çoğunluğunda depremlerin “zina ve zulümden” kaynaklı, “Allah’ın verdiği bir ceza” olduğu inancının olduğunu, bunun yanlış olduğunu işlemeye çalışmıştım.

Bu yazımda da Lizbon Depreminde de görüldüğü gibi o zamanın Avrupa insanı da depremleri Allah’ın bir gazabı gördüğünü fakat bu anlayışın özellikle genelevlerin depremde yıkılmadığı halde kiliselerin yıkıldığını görünce, halkın sorgulaması, o zamanın bilim adamlarının yerin altından kaynaklı bir durum olduğu tespitine geldiğini, hurafeleri terk edip depreme dayanıklı evler inşa ettiğini ifade etmeye çalıştım.

Geldiğimiz nokta itibariyle başta Portekiz olmak üzere Avrupa’nın deprem sorunu olmadığı, çünkü depremle nasıl yaşanacağını öğrendiği halde İslam dünyasının hala depremden nasıl korunacağını öğrenemediğini zaman zaman kapımızı çalan depremlerdeki yıkım ve ölümlerden anlayabiliyoruz. Hele hala depremleri zinaya, zulme, Kur’an’a yapılan saygısızlığa bağlayan insanların olması beni üzüyor ve hala ders almaya niyetimizin olmadığını maalesef görüyorum. Heyhat ki heyhat...

*18.11.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

9 Haziran 2024 Pazar

Hicvin Üstadı Nef'i

Vakit buldukça boş vaktimi bloğumda yazı yazarak geçiririm.

Yazmaya kendimi kaptırdım mı vaktin ne zaman geçtiğini bile bilemem.

Toplu taşımaya bindiğimde de bu huyumdan vazgeçmem. Gideceğim yere ne zaman vardığımı bilmem. Otobüsün sallamalarına aldırmadan yazarım. Yazarken çoğu zaman ineceğim yeri geçip gittiğim olur.

Yazılarım araştırma mahsulü değil. Farklı üslupları kullansam da deneme örnekleri yazılarım. 

Parkta birini beklerken aklıma geldi. Doğum günüm adına bir yazım olsun istedim. Askerlerin il plakalarına geldiği zaman şu kadar günüm kaldıdan ziyade şu ildeyim, bu ildeyim şeklinde gün sayar. Ben de bundan esinlenerek, yaşımı vilayetlerle özdeşleştirip bir gezintiye çıktım. 81 il bittikten sonra yüz sayısına çıkarılması beklenen illerden hareketle, yüz yaşını görmeyi umut eden bir doğum günü yazısı yazdım. Kısaca illerle başlayan yazımı doğum günü tebrikleriyle bitirmiştim. Benim yazımın tezkere bekleyen erattan tek farkı, askerin plakaların bitmesini hemencecik istemesi. Benimki ise plakaları ne kadar geç bitirirsem kâr mantığı.

Bu yazımı yazıp aynı gün sosyal medyada paylaştım. Eski edebiyatçı, yeni Türkçeci bir arkadaşa yazının türünü sordum. O da şu cevabı yazdı: "Böyle bir tür edebiyatımızda var mı bilmiyorum ancak Nasreddin Hoca ve  Evliya Çelebi'nin günümüzdeki ete kemiğe bürünmüş "Barbaros" diye görünmüş halisiniz. Bu arada yergilerinizle ilgili olarak Nef'i'yi de anmadan geçemeyeceğim. Hem  seyahatten mizaha, hem de mizahtan yergiye geçen bir yazı türü edebiyatımızda yoksa bile siz yeni bir türü edebiyatımıza kattınız bile. Hayırlı olsun. Siz yüzü görür müsünüz bilmem ama yüzünüzün hep güleceğine inancım sonsuz".

Dostumun bu yorumunda geçen Nef'i'ye takıldı gözüm. Bunda bir ima olabilir mi diye baktım. Mübarek hiciv yazarı imiş. Hiciv yazmayacağım diye 4.Murat'a söz vermiş. Ama sözünde duramamış. Vezir Bayram Paşa hakkında bir hicviye döşemiş.

Koskoca vezire hiciv yazılır mı hiç? Nef’i’ninki de laf.

Sonuç, bundan mütevellit ölümü vezir eliyle olmuş.

Sarayın odunluğunda kementle boğularak öldürülmüş.

Sonra cesedi İstanbul Boğazı’ndan denize atılmış.

İrkildim birden. Garibime üzüldüm. Öyle ya hicviye yazdı diye biri öldürülür müydü hiç?

Garibimin bir mezarı bile yok hasılı. Ama hicivden dolayı öldürülse de sarayda öldürülmesi, Boğaz'a nazır bir yerde denize atılması ölümün artısı gibi geldi bana.

Padişah neyse de devletin üst bürokratına hicviye yazmak akıllının kârı değil.

Neyse dostumun övdüğünü sandığım yorumunda Nef’i’nin akıbetini öğrenince ölümle burun buruna geldim.

Sen ne korkuyorsun demeyin. Maalesef benim yazılarımda da hiciv var.

Gördüğüm kadarıyla hiciv yazarının sonu iyi olmasa da hiciv benden bir parça. Akıbetim Nef’i gibi olmasa da zararını gördüm. Zarar göreceğim diye huylu huyundan vazgeçer mi? Geçmez. Zira atın ölümü arpadan olsun.

Bir eleştiri yazısına tahammül edemeyenler bilsinler ki isabet eden gerçekler, tahammülsüzleri en çok incitendir. Yaptıkları herzelerle yüzleşemeyenler, hıncını Nef’i gibi kalem üstadından alırlar. Belli ki Nef’i, yazdığı hicviyede tam isabet etmiş ve Vezir Bayram Paşa bunu kaldıramamış.

Unutmayalım ki hakkında hiciv yazılan Vezir Bayram Paşa’yı bugün kimse hatırlamıyor. Ölümü iyi olmasa da hicviyesi yüzünden boğulsa da bugün herkes Nef’i’yi hatırlıyor ve hayırla yad ediyor.

Rahmetle anıyorum seni Nef’i ve peşinden giden sayının çoğalmasını temenni ediyorum.