4 Mayıs 2024 Cumartesi

Erbaş'ın Arapça Bilgisi

Sanırım bir müftü anlatmıştı. Fransa'ya görevli olarak Türkiye'den bir müftü gider. İlçenin papazı müftü ile görüşmek ister. Haber gönderir, müftünüz Fransızca biliyorsa, papaz ziyarete gelmek ister diye. Müftümüz Fransızca bilmez denerek davet reddedilir.

Bir zaman sonra papaz yine haber gönderir. Papaz efendi biraz Arapça bilir. Müftü beyle görüşme talep eder denir. Bu talebe jet hızıyla cevap verilir. Müftümüz Arapça bilmez diye. 

Elhasıl kelam, papazın görüşme talebi gerçekleşmez. 

Papazın aklına tercüman da gelmemiş olmalı. Belli ki arada kimse olmadan koyu bir sohbete dalacaktı.

Bu görüşmenin gerçekleşmemesinde en büyük eksiklik, papazın Türkçe bilmemesi. Bunun sorumlusu da herhalde müftü değil.

Papaz görüşmek için belki de Türkçe öğrendi. Üçüncü bir istekte bulundu mu, bulundu ise müftü ne gerekçe öne sürdü. Bu kısmı bilmiyoruz. 

Öyle zannediyorum, Fransa'ya görevli giden müftünün hem Türkiye'den hem de Fransa'dan iki maaş birden alması ve yabancı dil öğrenme yerine para sayma makinesi almıştır. 

Bu anlattığım, Diyanet İşleri Başkanı Arapça bilmiyor iddiaları üzerine aklıma geldi. 

Neymiş de koskoca Başkan Arapça bilmiyor. Üstelik cv'inde Arapça bildiğini yazmış deniyor. 

Tek kelimeyle bu iddia, maksadı aşan, Sayın Başkan'ı itibar suikastına maruz bırakmaya yönelik bir eylem. 

Hizmetten hizmete koşan biri için bu şekil itibar suikastı akıl alır gibi değil. 

Bereket Başkan'ın Ahmet Hakan'a gönderdiği açıklama gönlümüze su serpti. İftiracılar iftiralarıyla baş başa kaldı. 

Açıklamaya bakalım: "Aldığım şu şu eğitimler, başarıyla geçtiğim sınavlar, yazdığım tezler ve yaptığım tercümeler Arapça bildiğime bir örnektir" demiş. Ardından böyle bir akademisyeni Arapça bilmemekle itham etmek haksızlık değil mi demiş. Irak'ta Arapça tercüman kullanmasını da "Diplomatik hassasiyet gereği" diyerek, acımasızlık bu demiş. 

Arapça bilmesine rağmen tercüman kullanması, bir devlet adamı ciddiyetini gösterir ve bir zeka ürünüdür. Türkçe varken niye Arapça konuşsun değil mi? Merak ediyorum, Ali Erbaş'a soru sorana, niçin sorunu Türkçe sormadın diye eleştirmezler? Fransız papazın aklına gelmeyen tercüman Ali Erbaş'ın aklına geldiyse yine Ali Erbaş mı suçlu? Gidin işinize. 

Sonra Ali Erbaş yalan söylemiyor. Cv’inde Arapça biliyorum diyor. Arapça konuşuyorum demiyor ki. Bir dili bilen illa o dili konuşması mı gerekiyor? 

Bağımsız bir jüri Arapça bilgisi için Sayın Erbaş'ı sınav yapsa, tercüme eder, kırık mana verir. Cümlelerin irabını (ögelerini ayırır) yapar. Fiillerin çekimlerini söyler. Daha ne? 

Haydi onca okuduğu okullar, aldığı eğitimler, sınav başarısı, aldığı Prof. payesi sizi ikna etmedi. Bana da mı inanmıyorsunuz? Ben Ali Bey'in Arapça bildiği beyanına şahidim.

Nizamiyeden teslim olup son etapta bilgilerimizi aldığında, bana yabancı dilimi sormuş. Her Türk evladı gibi İngilizce demiştim. Ardından Arapça da olur mu dediğimde, niye olmasın. Dur ben de kendime Arapça bildiğim işaretini koyayım demişti. Sadece Cv’inde değil, ta asistanken Arapça bildiğini söylemişti. Hasılı adam aynı yerde ve bu dili biliyor. Durum bu iken bu kadar art niyet fazla değil mi?

Şimdi ben de Diyanet İşleri Başkanı olsam, siz ta 93 yılında Arapça bildiğim istatistiğini de ortaya çıkarırsınız. Askeriyeye verdiğiniz bilgide Arapça bildiğinizi söylemişsiniz. Haydi konuşun bakalım diye. Art niyeti bırakın. Unutmayın ki Arapça bilmek başka Arapça konuşmak başka. Siz önce bu aradaki farkı öğrenin sonra da öküzün altında buzağı arayın. 

Unutmayın ki meyve veren ağaç taşlanır. Elinizde taş kalmadı. Hâlâ taşlamaya devam ediyorsunuz. Ali Bey meyve vermeye devam edecek. Elinde kılıç gurbete çıkacak, Audi A8'e de binecek. 

Var mı diyeceğiniz? 

Siz en iyisi, gidin işinize. Çatlayın kahrınızdan ve hasedinizden... 

Seçimin Ardından (1)

Mahalli seçimde sandık kurulunda görev yaptım. 

Mahalli seçimler zaten zor ve meşakkatli olur. Bu mahalli seçim daha bir zor oldu. 

Sabahın erken saatinde başlayan mesai geç vakte kadar sürdü.

Oruç oruç gitmedi. 

Üzerine kaçak güreşen, akşama kadar gevezelik yaparak kafa şişiren partili üye emekli öğretmenin iş yükümüzü almasından geçtim. İlaveten üzerimize yük oldu. Biz iş yaptık. O ise kafa ütüledi. Kendisine aşık bu öğretmen akşama kadar hep iyi okullarda çalıştığını, hiç kötü okullarda çalışmadığını anlattı durdu. Bilmediği ve anlamadığı da yoktu. Her konuya itirazı ve her şeye önerisi vardı. Çünkü çok yapmıştı zamanında bu işi başkan olarak. Varlığı külfet olan bu acınası varlığın yokluğu benim için nimet olurdu. Ama nimet kim, ben kim.

Akşam iftarını suyla açıp bir tıkım ekmekle iftar edip sayım, döküm yaptık. Tutanakları hazırladık. Sandık kurullarını iftarda bir başına bırakıp arazi olan muhtar adaylarına, siyasi partilerimize bu vesileyle teşekkürü bir borç bilirim. Sağ olsunlar, var olsunlar. Seçimde görev yapan bizlerin varlığı onların varlığına armağan olsun. 

Torba tesliminde üç katın tüm merdivenlerinde sıra bekleyerek etten duvar örmemize imkan sağlayan ilçe seçim kurulu takdiri en fazla hak eden kurum oldu. Bir sonraki seçimde teslimatı adliyenin son katında alırlarsa sandık başkanlarını daha da bahtiyar ederler. 

Torbayı teslim edip üzerimizden büyük bir yük kalktıktan sonra yangın merdiveninden iniş saniyelerimizi aldı. 

Tramvay varsa onunla yoksa tabanvaya kuvvet diyeyim derken sefer varmış. El kartı tutamadık. Çünkü kapalıydı. Belki içeride tutarız dedik. Onlar da kapalıydı. Belediye, akşama kadar çektikleri yeter. Felek zaten vurmuş, bir de biz vurmayalım. Onlara bir kıyak geçelim demiş olmalı. Gece gece bu beleş sirke baldan tatlı geldi. 

Gel zaman git zaman sandık kurulu kabusunu unutmaya yüz tutmuş iken duydum ki seçim paraları veriliyormuş. Yürüyüş yaparken merkez ziraat bankasının önünden geçtim. Şu parayı alayım da çektiğim külfete değsin dedim. 

Girişte güvenliğe, seçim paraları veriliyor mu dedim. Evet dedi. Sıraya geç dedi. Ama geçilecek gibi değildi. Olduğum yerde kaldım. Çünkü sıramatikten sıra alma sırası kapıya kadar uzanmıştı. Sıra ne kadar uzun olsa da ilçe seçim kurulundaki sıra kadar uzun değildi. Sıradakilerin homurdanması görülmeye değerdi. Özellikle sırasını alıp ayrılanların. TC'sini yazıp sıra almak bu kadar zor muydu halbuki. Sırası gelen sıramatiğin önünde ağaç oluyordu. Yanlarındaki güvenliğe laf atan atanaydı. Ne isterlerdi Allah'ın garibinden. Sıramatikten sıra almaktan aciz ne kadar kişi varsa buradaydı dedim içimden. Sıra bana gelince işin vahametini anladım. Sorun sıra almasını bilmeyen sıradakilerde değilmiş. Sorun sıramatiğin kendisindeymiş. Sıranın uzunluğu da bundanmış. Tuşlar basmıyor çünkü. Bir tuşa bastıra bastıra basmak için kaç hamle gerekiyordu. Ömrünü tamamlamış, basmayan TV kumandanızı düşünün. Ne de güzel yakışmıştı bu sıramatik devletin koskoca bankasına. Bu demode olmuş, işlevini yerine getiremeyen sıramatiğin yenisini bu banka alamıyorsa araç kiralayan makam sahipleri gibi pekala bu kurum da sıramatik kiralayabilirdi. Bunu düşünecek, ufku geniş yönetici veya başkan lazımdı. Bu da her kurumda olmuyor maalesef. (Devam edecek) 

Seçimin Ardından (2)

Sıra bu kadar uzunsa sıra aldıktan sonra sıra ne zaman gelirdi? Çok da problem edinmedim. Ayakta sıra beklerken bir şeyler okudum, yazıp çizdim. Oturup beklerken de yazarım dedim.

Bir boşluğa oturayım derken baktım sınıf arkadaşım. O da seçim parası için gelmiş. Sırası da benden bir önce imiş. Lafladık. Ardından ne zaman teslim ettin dedim. 23.30'da evdeydim dedi gülerek. Hem de gevrek gevrek. Güya senden önce teslim ettim diyecektim. Ben Meram 1'de idim. Orada hiç sıra yoktu. Gelip hemen teslim ettik dedi. Meram 2 ise üç kat sıra bekledi dedi. İşte o üç katın her basamağında Ahmet Haşim'in "Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden" dizesine duçar olanlardan biri de ben idim dedi. Şükrü bu. Allah gülmek için yaratmış maşallah. Pozitif enerjisine hayran kaldım. Negatif enerjimle dengelemeye çalışsam da başarılı olamadım. 

Fazla beklemeden önce onun, ardından benim numaram yandı. İyi ya çabuk geldi sıra dedim. Kimliği uzatıp seçim parası dedim. Göremediğim ekrana girdi girdi çıktı kızımız. O oturuyor, bense dikiliyorum. Ne bekliyorsak. Vereceği at ile deve değildi halbuki. 2936 lira idi. Sağdan, soldan bozuk para istiyor. Sabahtan beri beş lira, on lira verdim hep. Kalmadı hiç dedi. Kızım, kaç para bozuk lazım dedim. Beş lira dedi. Uzatıp verdim cebimdeki demir beş lirayı. Bana onluk da lazım dedi. Onu da vereyim dedim. Cebimden onluk elli lira verdim. Karşılığında tüm elli verdi. Sonra arka tarafa gitti. Para cüzdanıyla geri geldi. Para sayma makinesine epey bir para koyup saydı. Hem de bunu defalarca yaptı. Çoğu da büyük para 200 idi. Nihayet, amca şu beş liranı geri al dedi. İlaveten bana hepsi demir 7 âdet 5 lira, bir de 1 lira verdi. Diğerlerini de hepsi yüzlük verdi. Demir paraları cebime attım. Allah vere de bu kadar bozuk para cebimi delmese dedim. 

Ayrıldım gişeden. Bizim Şükrü yine çoktan almıştı parasını. Üstelik ona tüm vermişler. Al şunları say dedim. Saydı sağ olsun.

Ne anlamıştım ben bu işten. Gişedeki görevli kıza, bozuk para temin ettim. Güya işi görülsün diye iyilik yaptım. O ise bana benim verdiğim onluklardan vermedi. Ne kadar demir beşlik varsa yığdı önüme. Yaptığım iyiliğin karşılığını da böyle görmüştüm. Yürüdükçe ağırlığının yanında cebimdeki bozuk paralar birbirine değdikçe ses çıkardı durdu. 

Güya seçim parasını alarak seçimin ağırlığını üzerimden atacaktım. Kızımız verdiği paralarla yükümü almadığı gibi artırdı. Belli ki ekrana baka baka kızımızın kafası şişmiş. Hesap yapamaz olmuş. Pekala benden 14 lira isteyip bana 2950 TL verebilirdi. Alacağı olsun. 

Durun ya acaba bu kızın babası terzi olabilir mi? Bozuk para verecek ki bu bozuk paralar cebimi delecek. Şunu dikiver diye terziye gideceğim. Terziye el emeği vereceğim. Böylece seçim parasından terziler de nasiplenecek. Nasıl düşünemedim. Akıllı kızmış vesselam.

Çıkışta yürüdük. Ne yapıyoruz dedi arkadaşım. Gel şurada çay içeceğiz dedim. Oturup çay içtik. Çaylar da Şükrü'dendi bu arada. Aç isen yemek de ikram ederim dedi. Niye ikram etmesin. Martta kurban hissesine girmiş 25 bin liradan. O hisse olmuş şimdi 30 bin. İki ayda bir beş bin kazanmış. Benim daha hissem bile yok. 

Az sonra yanımıza gelen diğer arkadaş Ömer, seçim paralarını aldı iseniz, bana bakın dedi. Hiç kusura bakma. Bu seçim anamı ağlattı. Zırnık koklamam. Bunu çeken bilir dedim. 

Hasılı 7 âdet beşlik kızımızdan, bir beşlik de benden olmak üzere cebimde ağırlık yapan 8 âdet beşlik var. Ne yapıp edip bu bozukluklardan kurtulmam gerek. Kızımız beni yaktı. Ben de başkasını. Bakalım kimi yakarım bu beşliklerle. 

Biz beşliklere değil, 2900’e talibiz derseniz, kurban hissesini girmemiş olsam da yüzlüklerden kurtuldum. Üzerine bir 1150 daha koyup bir çeyrek aldım. Bu da yakında bir düğüne gider.

Bu arada çeyrek demişken  sandık kurulunda ilk defa görev almış, çalışkan gençten bir kız vardı. Babası istemiş görev yapmasını. Zorluğu gördükçe görev aldığıma pişman oldum. Bu kadar zor olduğunu bilmiyordum. Babam, sandıkta görev yaparsan, üzerini de ben denklerim. Sana bir çeyrek yaparım demiş. Partili üyeler sanırım 900 lira aldılar. Bu demektir ki baba çeyrek için üzerine daha epey ekleyecek.

3 Mayıs 2024 Cuma

Dayıoğlu, Halaoğlunu Kurtarmak için Devrede

Önce İsrail ile ticaret yok dendi. Nice sonra ihraç edilen bazı ürünlere kısıtlama getirildiği açıklandı. Şimdi de tüm ürünleri kapsayacak şekilde durdurma kararı verildi. Bu konuda ne dersin?

Ne diyeyim, hayırlı olsun. 

Pek sevinmemişe benzemiyorsun. 

Ne yapayım? Kalkıp oynayayım mı?

Oynama. Ama iyi oldu falan de. 

Bir şey deme yerine sana fıkra gibi bir anekdot anlatayım. Anekdota göre iyi mi oldu, kötü mü oldu? Bunun değerlendirmesini yaparsın. 

Dinliyorum. 

Eyüp ile Mehmet, dayıoğlu ve halaoğlu. Birbirlerini pek sever pek sayar bu akran kuzenler. Yedikleri, içtikleri ayrı gitmez bu ikilinin.

Bir gün birlikte beldenin dışına çıkarlar. Bunları burada -daha doğrusu halaoğlu Mehmet’i- bekleyen bir tehlike vardır. Çünkü karşı beldenin gençleriyle Mehmet’in arasında daha önceden kalan paylaşılacak bir kozları var.

Beldenin gençleri, Mehmet’i yaka-paça yere indirir. Tekme, tokat bir güzel döverler. Ardından çekip giderler. Halaoğlu Mehmet, kafa-göz ve kan bere içerisinde yerde yatarken tüm bu kavgayı kenarda seyreden ve hiç kılını kıpırdatmayan Dayıoğlu Eyüp, durun be! Bu yaptığınız mertliğe sığar mı bile dememiş.  

Etrafta kavgacılardan kimse kalmayınca, meydan Eyüp’e kalır, iş başı yapar ve duruma el koyar. Yerde yatan halaoğlunu yerden kaldırmak üzere harekete geçer. Aynı zamanda mübarek ağzından şu cümleler dökülür: “—Halamın oğlu Mehmet! Sana bir daha vursalardı, başlayacaktım” demiş.

Eksik olmasın! Böyle akrabalığı kim yapar değil mi? Sen de sırtını dayayabileceğin böyle bir akraban olsun istemez misin?

Doğrusunu istersen böyle bir akrabam olsun istemem. Baksana kılını kıpırdatmamış.

Belki de çok şey yapmak istedi ama üzüntüsünden bir şey yapamamıştır.

Neyse geçelim bunu. Yalnız bu anekdotun İsrail ile 9,5 milyar dolarlık ticaret hacminin durdurulmasıyla alakasını kuramadım.

Desene boşuna anlattım bu anekdotu. Laf aramızda ben de bağlantı kuramadım. Bu arada İsrail-Gazze tek taraflı savaş ne zaman başlamıştı?

7 Ekimde.

O zamandan bu zamana kaç kişi ölmüş?

Sanırım 30 binden fazla. Bir 50 bin de yaralı var. Sağ kalanların da başlarını sokacak evleri yok. Çünkü taş üstünde taş bırakmadı İsrail.

Niçin sordun?

Hiç, öylesine.

Hayıflanmamak Elde Değil (4)

Neyse hepsini yuttum bunların. Bahtıma yanıp yokluğa terk edilmiş bir halde yoluma devam ederken o ise Başkan olmanın şöhretiyle adından söz ettirmeye devam etti. Şimdi de Audi A8 ile gündemde.

Millet topa tutuyor. Vay efendim, sen bu A8’e nasıl binersin? Hiç mi tasarruf derdin olmaz diye.

Millet bu eleştirisinde de bir kez daha ters köşeye yattı. Çünkü almamıştı bu A8 Audi’yi. Kiralamıştı. Buna da mecbur kalmıştı. Çünkü 2016 yılında Başbakanlık tarafından kuruma tahsis edilen 2010 model araç sık sık arıza yaptığından, masrafa yol açtığından, işlevini tam yerine getiremediğinden ve de ömrünü tamamladığından dolayı sık il dışı programlarda kullanılmak üzere böyle bir araç kiralanmıştı. 2023 model TOGG’u ise makam hizmetlerinde kullanacaktı.

Milletin ağzı yine durmadı. Vay efendim bu Audi A8’i satın alsa daha iyiydi. Kiralığı daha pahalıya geliyor. Bunun neresi tasarruf diyorlar. Şimdi de tutturmuşlar, bu aracı her il dışına gidişte mi kiralıyor yoksa yıllık mı diye. Ona göre maliyet hesabı yapacaklar akılları sıra. Tutturmuşlar bir tasarruf tasarruf diye. Başınıza tasarruf kadar taş düşsün diyeceğim ama beddua bize yakışmaz. Bereket Başkan işini yapıp her söze cevap vermiyor. Biniyor arabasına. Gidiyor yoğun il dışı programlarına ve kınayanların kınamasına aldırmıyor.

Sakın bana döndün asker arkadaşın Ali’yi savunmaya demeyin. Tamam, kendisini ve yakaladığı şöhreti kıskanıyorum. Ama el insaf yahu!

El hasıl kıskançlığım ve hayıflanmam tavan yaptı. O yollardan geçmiş iki kişi olarak o, 2010 modeli aracı ıskartaya çıkarıp Audi A8’lere biniyor. Asker arkadaşı bense 2000 model Nissan Primera’ya biniyorum. Bugüne kadar o kadar il dışına gittim. Yıllık bakım dışında pek sanayiye gitmedim ama hakkını yemeyelim ve bir hakkı teslim edelim. Koskoca Başkan il dışı programları için işi şansa bırakamazdı. Diyelim ki Konya programı var. 4-6 yaş Kur’an kursu açılışı yapacak ve hafızlık icazet programına teşrif edecek. Belirlenen gün ve saat geldiğinde, Başkan Konya’da olmadığında, Başkanım, neredesiniz dediklerinde, efendim 2010 model arabamız yine arıza yaptı. Şu anda Ankara sanayisindeyiz. Tamirinin bitmesine az kaldı. 5-6 saat daha bekleyin mi diyecekti. Bu da olmazdı, takdir ederseniz. Yani Sayın Erbaş ya başkanlık yapacaktı ya da Başkanlığının geri kalan kısmını araba tamiri için sanayilerde geçirecekti. Tamam, tasarruf önemli ama Başkanlığının ve kendisinin itibarı ne olacaktı? Zira tasarruf için itibardan ödün verilemez.

Elhasıl kelam, ben çatlayıp patlasam da bu son araba kiralama olayında Başkan yine haklıydı.

Son söz olarak aynı yolları tepmiş iki Türkiye insanı olarak o Audi’ye biniyor, bense Nissan Primera’ya. Ondan sonra da niye hayıflanıyor? Çalış, senin de olsun diyorlar. Ben çalışınca ona yetişebilecek miyim ayrıca. O yerinde mi duracak sanki. Aynı cendereden geçmiş kişiler olarak o Audilerle uçuyor, ben ise adeta yaya yürüyorum. Onunla benim aramdaki fark başlarda pek yoksa da geldiğimiz nokta itibariyle açıldıkça açıldı. Nasıl ki muasır medeniyet seviyesine ulaşmak için Batı’yı yakalamamız mümkün değilse, benim de asker arkadaşımın şöhretini yakalamam mümkün değil.

Buna rağmen sen yine hayıflanmaya devam et Ramazan. Başkan Ali nerede, ben neredeyim diye.

Demedi deme. Bu hayıflanma seni götürür.

O zaman ölümümden asker arkadaşım Başkan Ali sorumlu olur derim. Bundan sonrasını o düşünsün. Benden söylemesi.

Hayıflanmamak Elde Değil (3)

Söyle, şu komutan sandığın ve tüm cumaları kıldıran eratı dediğinizi duyar gibiyim. Ali Erbaş idi efendim Ali Erbaş. Diyanet İşleri Başkanımız yani. Kendisiyle aynı tugayın aynı taburunda 58 gün dirsek çürüttük. Yani asker arkadaşıyız. Ayrılırken de askerin not defterlerine adreslerimizi yazmıştık. İl dışı programlarından vakit bulup Ankara'da bulunduğu zaman makamında kendisini ziyarete gitsem, beni tanır mı ya da sen de kimsin, hatırlamıyorum der mi, bunu bilmiyorum. Belki de ben o tanıdığın Ali Erbaş değilim, görüyorum ki sen hala öğretmensin, o günkü bıraktığım yerdesin de diyebilir. Çünkü makam insanı değiştirir derler.

58 günlük fiili askerliğimiz bitti. Herkes yoluna gitti.

Gel zaman git zaman yaptığı Diyanet İşleri Başkanlığı ile adından sıkça söz ettiren Mehmet Görmez, süresi dolmadan Başkanlıktan emekliliğini isteyince, kamuoyunda kim başkan olur beklentisi oluştu. Çok geçmedi. Diyanet İşleri Başkanlığına Ali Erbaş atandı.

İsmini duyar duymaz bizim Ali ne ara Prof. oldu da başkan seçildi dedim. Meğerse çoktan Prof. olmuş, aynı zamanda fakültesinde dekanlık yapmış. Oradan da başkanlığa gelivermiş. Şimdi nicedir başkan. Yürü ya kulum dedikleri bu olsa gerek.

Gel de hayıflanma bu duruma. Nasıl hayıflanmam:

İHL, ilahiyat şeklinde aynı okulları okumuşuz.

İkimiz de o günün şartlarında beş bin mark vererek askerliğimizi bedelli yapmışız.

İkimiz de Arapça biliyoruz.

İkimiz de 58.Topçu Er Eğitim Tugayının Hafif Taburunda 58 gün bilfiil askerlik yapmışız.

Hasılı kelam, şimdi o nerede, ben neredeyim. 

O olmuş DİB Başkanı. Bende hala boz öğretmenim. Hayıflanmam bundan. Bahtıma yanayım.

Neden böyle diye kendi kendime soruyorum. Aklıma, askerliğin ilk gününde masa başı iş verilmesi geliyor. Bana verselerdi, bunu ben de yapardım. Nizamiyeye geç girdiğime yanayım. İki ay boyunca askerde cumaları kıldırıp hutbe okudu. Bana geç kıldır deselerdi, bunu ben de yapardım. Sesim güzel değil. Gündüz namazında sese ne gerek var değil mi? O Prof. olmuş, ben değilim. Okusaydım ben de olurdum diyorum. Hele hizmet hareketi, hafızlığı bitirir bitirmez, tüm okulları biz okutalım, her şeyi bize ait, yeter ki bize verin dediklerinde, bunu kabul etseydim, belki de Sakarya Üniversitesinde asistan olarak akademisyenliğe başlar, arkası gelirdi ondan sonra. Çünkü ne de olsa Sakarya bizimdi o zamandan 2016’ya kadar. Sonra DİB Başkanı olmak için akademisyen olmak şart mı? Mehmet Nuri Yılmaz akademisyen miydi ayrıca. Üstelik Ali Erbaş hafız değil, ben ise hafızım. Gördüğümüz gibi ortak noktalarımız, artılarımız ve eksiklerimiz var. Tartışsak hep berabere kalırız.

Neyse, geçmişe mazi derler, hayıflanmanın sırası değil deyip tam bunları unutmaya yüz tutmuşken kılıçla Ayasofya’nın minberine çıktığı heybetli görüntüsünü görünce eyvah dedim. Her şeyi yapsam ben bunu yapamazdım. Çünkü bende heybet yok dedim. Etim ne budum ne değil mi? Bunun farkı burada dedim anlayacağınız.

Tam bunu da unutmaya yüz tutmuşken o işinde bense aynı yerimde sayarken bir gün bu ilahiyatçılar be iş yapıyor. Gençlik salavatı bilmiyor deyip bana taş atmaz mı? Güya ben görevimi yapmamış oluyorum ona göre. Ne yapaydım yani. Elimde kılıç gençlere okuyun şu salavatı mı deseydim.

Düşenin dostu olmaz dedim ama gelin bunu bana sorun. Makamı ne olursa olsun asker arkadaşını böyle suçlar mıydı? 58 günün hukuku hiç mi kalmadı? Bana suç buluncaya kadar kendisine bağlı olan ve yaygın eğitim görevi veren cami görevlilerine de bir söz söyleseydi yine gam yemeyecektim. (Devam edecek) 

Hayıflanmamak Elde Değil (2)

Neyse gelelim son masa erbabına. Ben Arapça yabancı dil olur mu, bunu da biliyorum deyince, olur, niye olmasın. Dur, ben de kendime işaretleyeyim dedi. Meğer o da biliyormuş Arapça. Ona da bu aklı verdiğimden dolayı o an kendimle ne kadar gurur duysam azdır. Bilin ki anlatılmaz yaşanır. Hele ki o günün görkemli ve gücü temsil eden, herkese ayar veren askerine, Arapça dilini bildiğini söylemek de ayrı bir cesaretti. Ayrıca masada oturan bir subay olmalıydı ve subayın Arapça bilmesi de takdirimi celp etmedi değil. Böyle asker de var demek ki. Peygamber ocağı diye boşuna söylememişler dedim. Ki benim bildiğim asker, Arapçaya ihtiyaç duyunca tercüman götürürdü.

Nizip'te çalışırken Nizip Müftüsü okulumuzdaki Arapça derslerine girerdi. Hoşsohbet biri idi. Bir gün bir anekdotunu anlatmıştı. Şöyle ki: O bölgede görevli komutanlar bazen Suriyeli komutanlarla görüşmeler yaparlarmış. Her Suriye'ye gittiklerinde veya Suriyeli askerler Türkiye'de geldiklerinde, Ahmet Hocamı da tercüman olarak yanlarına alırlarmış. Yine Suriye’de bir görüşme yapılmış. Ardından yemekler yenecek. Masalar askerler tarafından donatılıyor. Bizim komutanlar da yan tarafta oturuyorlar. Bakarlar ki Ahmet Hoca Suriyeli garson askerlerle bir tartışma içerisine girmiş ve Hocaya, Hocam ne oldu, mesele nedir, ne tartışıyorsun diye sorarlar. Hoca da "Masalara içki koyuyorlar. Bunları kaldırın. Müslüman içki içer mi? Siz Müslüman değil misiniz dedim ama kaldırmıyorlar şeklinde açıklama yapar. Bizim komutanlar, söyle o askerlere. Kaldırsınlar içkiyi. Çünkü müftünün yanında hiç içki içilir mi derler ve içkiler kaldırılır. Gördüğünüz gibi o günün askerleri Arapça bilmeseler de Müftünün yanında içki içmeyecek kadar dini hassasiyetleri yüksek.

Neyse biz gelelim bu konu dışı konulardan konumuza. Arapça yabancı dilimi yazdırıp oradan ayrıldım. Başka bir asker bize mihmandarlık yaparak bize koğuşumuzu ve yatağımızı gösterdi.

Yattık, kalktık. Sabah içtimaında toplandık. Baktım ki masada istatistik bilgilerimi alan yüksek rütbeli komutan diye düşündüğüm kişi ile aynı bataryadayız. Benim komutanım dediğim kişi de yedek subay statüsünde bir ermiş meğer. Hiç fırfırına da mı bakmadın demeyin. Ne anlarım ben fırfırdan. Üzerinde asker elbisesini, oranın kırk yıllık elemanı gibi bir görüntü çizmesini, ben sivilken onun asker elbisesi giymiş olmasını, bir de kendisine masa, kağıt, kalem ve sandalye verilmesini görünce tamam, bu adam bir subay demiştim. O kadar da komutanım demiştim halbuki.

Tanışma faslında anladım ki komutanım dediğim kişi, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalında asistan imiş. O da benim gibi bedelli askerliğe gelmiş. Tanıştıkça şaşkınlığım arttı. Ne ara benden önce geldin de komutanlarla hemhal olup samimiyet kurdun, asker elbisesini giydin ve önüne bir masa verdiler de benden kıdemli oldun. Askerlikte bir gün önce bile olsan kıdem kıdemdir dedikleri bu olsa gerek. Mübarek de ya bir gün önce ya da o günün sabahında nizamiyeden giriş yapmış. Anlamadığım, ilahiyatçı olduğunu bildikleri halde o günün askeri bu kişiyi masaya oturtarak nasıl görev vermiş? Çünkü o günün askeri bize, biz askere mesafeliydik.

Bu kişi masadan kalkıp bizimle beraber hafif tabur içtimalarına katılmakla kalmadı. 

İlk cumamızı nizamiyede kılacağız. Camiye gittik. Minbere sarık ve cübbesiyle çıkan birini gördüm. Acaba buranın kadrolu görevli imamı olabilir mi diye düşündüm. Dikkatli bakınca aynı taburda olduğumuz, daha önce masa başı işte aşina olduğumuz kişiden başkası değildi. Bizimki masa başından kalkıp minbere çıkmış. Yalnız bir eksiği vardı. O zamanlar elinde kılıcı yoktu.

İki ay boyunca tüm cumaları bu arkadaş kıldırdı. Sesi güzel, mahreci de düzgündü. (Devam edecek)