28 Haziran 2023 Çarşamba

Bitmeyen Kilise

Cuma namazı sonrası buluşmak üzere bir arkadaşımla Alâeddin Camiinde buluştuk. Birlikte yan yana hutbe dinledik. Hutbenin bitiminde Selçuklu ilçesinde yapımı devam eden yatılı kız Kur’an kursu için yardım talebini de duyduk.

Çıkışta para toplayan görevlinin boş geçmeyelim uyarısını da işittik.

Kenara geçtik. Arkadaşıma, “Her hafta olmasa da birkaç haftada bir inşaatı devam eden Kur’an kurslarına yardımlar devam ediyor. Mevcut kurslar yeterli değil mi? İhtiyaç var mı ki kurs yapımına devam ediliyor? Bu devirde kaç kişi okuması için çocuğunu yatılıya verir? Biz bu hutbeler de cami ve Kur’an kursu inşaatlarına yardım dışında başka yardım duymayacak mıyız? Bugün aynı işlevi gören o kadar hafız İHO, normal İHO ve liseleri var. Bu 12 yıllık zorunlu eğitimde bu okullar bu işlevi yerine getiremiyor mu?” şeklinde bir soru sordum. Proje ve değişik sebeplerle yurtdışına birçok ülkeyi görüp gezmiş arkadaşım, “İspanya’da La Sadrada Familia adında bir kilise var. 1882 yılında yapımına başlanmış. İnşaat hala devam ediyor. Üstelik daha yarısı bile bitirilememiş. Halkın yardımlarıyla yapılan bu kilisenin daha ne zaman biteceği meçhul. Biraz da yardım toplamak için bitirilmiyor olsa gerek. Kilisenin yapımı bitmediği için halk arasında “Bitmeyen kilise” olarak bilinir. Ziyarete açık. İmam hutbede yardım isteyince bizde de biri bitip diğerleri başlayan ve arkası bir türlü bitmeyen cami ve Kur’an kursları inşaatlarından hareketle İspanya’daki bitmeyen bu kilise aklıma geldi. Teşbihte hata olmasın” dedi.

Kiliseyi gördün mü dedim. Dışından gördüm dedi. Oraya kadar gidip de içeri girilmez mi dedim. Nasıl gireceksin. Giriş 20 avro dedi.

Eve geldikten sonra 141 yıldır yapımı devam eden, bir türlü bitirilmeyen ya da bitirilemeyen, yılan hikayesine dönen, bitmeyen bu kiliseyi Google’la sordum. Karşıma şu bilgiler (Vikipedi-yyurt.net) çıktı:

La Sadrada Familia kilisesini yapma fikri, Vatikan Loreto’daki bazilikadan esinlenen ‘Aziz Joseph Adanmışlar Manevi Derneği’ kurucusu ve bir kitapçı olan Josep Maria Bocabella’ya ait.

Projenin inşasına, 19 Mart 1882’de, Mimar Francisco de Paula del Villar tarafından başlanır.

Villar bu görevinden bir yıl sonra istifa eder. Bu görevi 18.03.1883’de İspanyol Mimar Antoni Gaudi baş mimar olarak devralır. Kendisini bu mimariye adayan Gaudi tramvay kazasında vefat ettiğinde projenin yüzde 15-20’i tamamlanabilmiştir.

Yalnızca özel bağışlarla yapımına devam edilen La Sagrada Familia’nın inşaatı oldukça yavaş ilerlemektedir. İnşaatın yavaş ilerlemesinin nedenleri arasında 1936 İspanya İç Savaşı, inşaata hala halkın yardımıyla devam edilmesi, Gaudi’nin mimari tarzını çözmenin güçlüğü ve binanın çizimlerinin 19.yüzyıldan kalması nedeniyle günümüz teknolojisine uyarlama güçlüğü sayılır.

Gaudi’den sonraki zanaatkarlar ve mimarlar, onun vizyonuna mümkün olduğunca bağlı kalarak projeyi ilerletmek için ondan kalan çizimlere ve alçı modellerine bağlı kalırlar.

Bazilikanın iç yapısını ayakta tutan kolonlar dallanıp budaklanan ağaçlar şeklinde tasarlanmıştır. Yapının içine girildiğinde ormanda dolaşma hissi uyanır.

Kilise, 9000 kapasiteli, 90 metre uzunluğunda, 60 metre genişliğinde, 8’i tamamlanmış çan kulesi sayısı 18, çan kulesinin yüksekliği 170 metre.

Başlamasından 130.yıllık geçen zamanda inşaata harcanan tahmini rakam 374 milyon avrodur.

1984 yılında UNESCO tarafından "Antoni Gaudí'nin Eserleri" adı ile Dünya Mirası olarak ilan edilen yapılar arasında yer almaktadır.

Barselona'nın en çok ziyaret edilen turistik yerlerden biridir. Yılda ortalama 4,5 milyon kişi Sagrada Família'yı ziyaret etmekte.

Giriş ücretleri yetişkinler için 20 avro, öğrenci-emekli-çocuklar 18 avro, yaşlılar ise 16 avrodur. Ayinlere katılmadan ve özel etkinliklerde ücret alınmıyor. Kilisenin her yerini gezmek için yaklaşık 2-3 saat öneriliyor.

Gezme süresi 2-3 saati aldığı göz önüne alınırsa kilisenin büyüklüğü de anlaşılmış olur.

Kilisenin yapımının bu kadar uzun sürmesi, kilisenin yalnızca yardımlarda devam ettirilmesi ilginç olmaya ilginç. Yılda 4,5 milyon turistin ziyaret etmesi ülke için bir gelir kapısı. Girişin de 20 avro olması da burada iyi bir rantın olduğu açık.

27 Haziran 2023 Salı

Dunning-Kruger Sendromunun Neresindeyiz?

"Daha az bilgi sahibi olanların daha fazla bilgi sahibi olanlardan daha fazla bilgi sahibi olmalarını zannetmeleri durumu. Yani cahil cesareti.

Akıllıların hep kuşku içinde iken aptalların küstahça kendilerinden emin olmasının doğurduğu, 99 yılında ortaya atılan ve biz de bu neydi sorusunun cevabıymış gibi 2000 yılında Justin Kruger ve David Dunning'e psikoloji dalında Nobel ödülü kazandıran görüş.

Bilmiyorum cümlesini lügatinde barındırmayan uluslarda daha çok rastlanan, bilmeyen bilmediğini de bilmediği için bilen adamı da canından bezdirip he canım he dedirten, aslında biraz da özenilen bir durumdur.

Çünkü cahillik çok güzeldir. Sen de gelsene."

Sanal alemde gezinirken önüme düşen kısa videodan bu alıntıyı ilgiyle izledim. Dönüp bir daha izledim. Nasıl izlemem. Çünkü beni anlatıyordu. İnsanın kendisini bir başkasından dinlemesi kadar güzel bir şey olamaz.

Merak ettiğim, bana sormadan, beni test etmeden beni nasıl tespit edebildikleri. Ben de kimseye belli etmeden her şeyi biliyormuş havasıyla yaşayıp gidiyorum diye seviniyordum. Bilmediğini bilmemekmiş bendeki olanın adı. Cahil cesaretiymiş aynı zamanda. Üstelik bir sendrommuş yaşadığım.

Cahili bilmem ama terkipteki cesaret beni cezbetti. Yeter de artar bana. Çünkü biliyorum havası bir başka.

Siz bilemezsiniz bendeki bu duyguyu ve hâletiruhiyeyi. Tatmadınız çünkü.

Nasıl bu seviyeye ulaştım? Okumayarak, başkasını dinlemeyerek ve araştırmayarak. Bir zamanlar zorunluluktan az buçuk okuduğumu bir ömür satarak. Unutmaya yüz tutan bilgilerimi de medya ve sosyal ağlar vasıtasıyla yenileyerek. Sağa, sola kulak kabartarak edindiğim yüzeysel, sloganvari bilgi kırıntılarını demagogluğumla yağlayıp pullayarak. Ortaya atılan mevzubahisle ilgili bilgi sahibiyim, ben biliyorum imajı vererek...

Bilim, herkeste bulunmayan bendeki bu cevheri, 1999 yılında Cornell Üniversitesi araştırmacıları David Dunning ve Justin Kruger aracılığıyla tespit edebilmiş. Bu buluşlarından dolayı da bu sendroma ikilinin adı ve ilaveten ikiliye Nobel Barış Ödülü verilmiş.

Hasılı,1963’den 1999’a kadar bendeki bu hastalığı bilim adamları tespit edememiş. Bu demektir ki bir 36 yıl normal insanmış gibi yaşamışım. Ben bu bilimsel çalışmadan 2023 yılında yine sosyal medya aracılığıyla haberim olduğuna göre 60 yıldır adını bilmediğim, bilmediğimi de bilmediğim bir sendrom halini yaşıyorum. Beni zamanında tespit edemeyen bilime bilim der miyim ben? Sonra geciken bilim, bilim midir?

Geciken bilime bilim demesem de adı geçen bu iki bilim adamı, beni görmeden başkaları üzerinde araştırmalar yaparak beni teşhis etmiş. Demek ki bu alanda tek değilim. Sayımız baya varmış. Bu da işin bir diğer sevindirici yanı. Yalnız bilim bu sendroma bir tedavi ortaya koymamış. Yani sendromu bulmuş, adını koymuş, bir tedavi önermemiş. Bu da bilimin işini eksik yaptığını, zamanında tespit edemediğini ve bir tedavi ortaya koyamadığını gösteriyor. Neyse gecikmiş de olsa bilimin bu buluşuna bu yaşantımla bir katkı verdiğim yadsınamaz.

Burada bir üzüntümü de ifade edeyim. Bendeki bu sendromu bulanlara Nobel ödülü verilirken bu cevheri bir ömür boyu kendisinde taşıyan bana bir ödül yok. Bu durumda  dünyanın bu adaletine nasıl güvenirim ben. Halbuki esas ödülü hak eden bendim. Çünkü bir ömür üzerimde benden ve kişiliğimden bir parça olarak taşıdım. Bari ödüle layık görülmedim. Pekala bu sendroma “Ramazan Sendromu” adı verilerek adımı ölümsüzleştirebilirlerdi.

Sonuç olarak şunu söyleyeyim. Beni uzun yollar sonra tespit eden, adına da sendrom denen, bilmediğimi bilmeme hastalığımdan şikayetçi miyim? Şikayet ne kelime. Mutlu, huzurlu ve dopdolu bir hayat yaşadım. Hâlâ da öyleyim. Ben bu hayatı yaşarken nice bilenlere saç baş yoldurmuşluğum bile vardır. Zira beni kimse yenemedi. Bu da benim değil, bilenlerin eksikliğidir ve onların meselesidir, benim değil. 

25 Haziran 2023 Pazar

Bir Sarı Öküz Hikayesi

Büyük basında yer bulmasa da bugünlerde küçük sitelerde şöyle bir haber yer aldı. Haberin aslı astarı nedir bilmiyorum. Haberin içeriğine kısaca değinmek isterim. 

Bir ilçe öğretmenevinde ilçenin kaymakamı bir iftar vermek ister. İftar menüsünü kendisi belirler. Menüde İzmir köfte olacak. Öğretmenevine de talimat verilir. 

Günün mesai bitiminde aşçının İzmir köfte yerine bir günün sonrası menü listesinde yer alan etli sote yemeğini yaptığını öğrenen öğretmenevi müdiresi, menüde yapılan yanlıştan kaymakamı bilgilendirmek üzere özel idare yetkilisine haber verir.

İftar yapılır. Kaymakam misafirlerinin yanına öğretmenevi müdiresini çağırır. Yüksek ses tonuyla "Menüde İzmir köfte olacaktı. Niçin değişti diye sorar. Müdire de ilgili görevlinin günleri şaşırdığını, bir gün sonrasının yemeğini yaptığını, bu yanlışlıktan haberinin olur olmaz sizi bilgilendirmek üzere özel idareyi bilgilendirdiğini, bu yanlışlıktan dolayı özrünü beyan eder.

Kaymakam, bundan sonra burada böyle bir iftar programı yapmayacağını söyler. Müdire de siz bilirsiniz der. Konu kapanır. Daha doğrusu kapandığı zannedilir. 

Bu arada kaymakamın il valisini aradığı, bu müdirenin görevden alınmasını istediği iddialar arasında yer alıyor.

Konunun kapanmadığı muhakkiklerin gelmesiyle anlaşılır. Öğretmenevi müdiresine, "Amire saygısızlıktan" inceleme ve soruşturma başlatılır. 

Soruşturma sonucunda, öğretmenevi müdiresinin “Amire saygısızlık” yaptığı sübut bulur. Müdireye 1/8 maaş kesim cezası ve müdürlük görevinin üzerinden alınarak öğretmen olarak atanması takdir edilir. 

Yine küçük sitelerde yer aldığına göre öğretmenevi müdiresinin gösterdiği başarılarından dolayı Bakanlık tarafından daha önce başarı belgesi ile taltif edildiği yazılı. Maaş kesim ve öğretmenliğe tenzil edildiğine göre ceza takdirinde geçmiş başarıları dikkate alınmamış. 

Bu olayda bir yanlışlık yapılmış mı? Yapılmış. Müdire suçlu mu? Her ne kadar yanlışlığı yapan aşçı da olsa kurumun müdürü olduğu için sorumludur. Büyük bir yanlış mı? İşin öbür ucunda kaymakam olunca yanlış büyük. Yanlışın telafisi var mıydı? Müdirenin haberinin olduğu saat itibariyle yeni yemeğin iftara yetişmesi mümkün değil. Yanlışlık affedilmez bir yanlışlık mı? Sonunda bir yemek üstelik etli bir yemek çıkmış. Kaymakam ve misafirler doymuş ve bir mağduriyet oluşmamış. Yemekten sonra kaymakam müdire hanımdan izahat istemiş. Daha önce özel idare aracılığıyla kaymakamı bilgilendirdiği halde müdire hanım misafirlerin arasında yapılan yanlışın izahatını yapmış ve özür dilemiş. Özür dilemek de bir erdemliktir. Bu yanlışta bir kast var mı? Niye kasıt olsun. Özür dilemek sorunu çözer mi? En azından kalpleri yumuşatır ve bir kastın olmadığı anlaşılır. Özürün ardından inceleme ve soruşturmaya gerek var mıydı? Pekala, müdire hanım, bir daha olmasın, daha dikkatli olun sözlü uyarısı yeterli olabilirdi.

Diyelim ki müdire işin ciddiyetini anlasın diye bir inceleme ve soruşturmayı hak etti. Ardından muhakkikler görevlendirildi. Muhakkikler, olayla ilgili bilgi, belge, delil, ifade ve varsa tanıkların beyanını topladı. Tahlil ve münakaşa yapmak suretiyle olayın sübut bulup bulmadığı, amire saygısızlık yapılıp yapılmadığı, bu olayda bir kastın olup olmadığı hususunu inceledi. Olayın tüm boyutu basında yazılıp çizilenden ibaret ise bu dosyadan bir ceza takdiri çıkmaz. Çıksa çıksa “Görevini ihmal ve savsaklamadan dolayı müdireye uyarı veya kınama cezası takdir edilebilir. Öncesi başarıları dikkate alınarak 1.disiplin amiri, sübut bulan bu tecziyeyi uygulamaz. Dosya da bu şekilde kapatılabilirdi.

Burada, gizli olduğu için inceleme dosyasının içeriğini görmek imkanımız yok. Dosya görülse bile şikayetçi kaymakam olduğu için kaymakamın verdiği bilgiler dosyada yer almaz. Ama basının verdiği bilgilere göre burada “Amire saygısızlık” durumu yok. Muhakkiklerin sübut buldurduğuna bu takdir zorlama bir sonuçtur. Bu sübut üst amirin ricasını emir kabul bazı muhakkiklerin vardığı sonuca benziyor.

Sonuç olarak asli görevine döndürülen öğretmenin suçu, sert kayaya çarpmasıdır. Çünkü işin öbür ucunda mülki amir var ve mülki amirin şikayeti söz konusu. Şikayetçi kaymakam olunca uyarı ve kınama kesmez. Mutlaka kellesi alınmalıdır. Muhakkiklere düşen de dosyada bunun kılıfını işlemektir. Yeter ki mülki amir, emri altında çalışan bir yönetici veya memurun görevinden alınmasını hissettirsin. Bu tür muhakkikler için sübuttan kolay ne var.

Aslında bu basit olayda tüm mesele suyu bulandırma meselesidir. Üst yöneticilerin suyunu bulandıran birini de tutundurmazlar. Bu görüntüsüyle, sahibi olmayan bu teşkilat, kurban bayramı hediyesi olarak mülki amire sarı öküz hediye etmiştir. Zira bu teşkilatta hediye edilecek sarı öküz çoktur.

24 Haziran 2023 Cumartesi

Bozukluklardan Kurtulma Zamanı

Oğlum, şu 25 ve 50 kuruşları ve 1 kiraları al yanına.

Ne yapayım bunları?

İster harca ister bir bakkaldan tümlet.

İyi de sen bu bozuk paraları bir kenara koyardın lazım olur diye. Tedavülden mi kalkıyor yoksa?

Tedavülden kalkmaya kalkmadı evlat. Hâlâ geçerli.

İhtiyaç mı kalmadı?

İyi bildin evlat. Ekmek 4 lira iken ekmek üstü verirlerdi. Bazen de bozuk 2 liran var mı derlerdi. Kısaca ekmek alırken lazım oluyordu. Bir de esnaf çay ocaklarında çay 4 lira idi. Orada da bozuk para lazım oluyordu. Şimdi ekmek de 5 lira oldu, çay da. Beş liranın altında marketlere gidip alacağım bir ürün neredeyse kalmadı. Haliyle bu bozuk paralara ihtiyaç kalmadı.

O zaman bu bozukluklardan kurtulmak istiyorsun.

Aynen öyle.

Bayram geldi çocuklara harçlık verirsin.

Bu paraları çocuklara uzatsan, sana sırtını döner. Elimi öptüğüne bin pişman olur.

Dilenciye verirsin.

Onların da alacağını sanmıyorum.

Bir ihtiyaç olunca hepsini toplar, alışveriş yaparım.

Uğraştırma evlat beni. Şu cenazeden kurtulalım artık. Şu aşamadan sonra bakkal, market de almaz bunları.

Bir ara halletsem.

Oğlum, bir an evvel kurtulalım.

Niye bu kadar acele ediyorsun? Abartmıyor musun?

Acele ediyorum. Çünkü bu işimi görmez ve işe yaramaz bozuklukların verdiği zararlardan bir an evvel kurtulmak istiyorum.

Ne zararı var ki?

Zararı olmaz olur mu? Cebimde kalabalık ve ağırlık yapıyor, pantolonların delinmedik cebi kalmadı. Yürürken şıngır şıngır ediyor. O yüzden ister harca ister at ister sat. Beni bir an evvel bu azaptan kurtar.

Değeri kalmasa da para. Atılmaya atılmaz, satılmaya da satılmaz.

Niye evlat? Çoğu bu bozuklukları atıyordu. Yürürken görürdüm hep. Şaşırırdım niye atıyorlar diye. Kurtulmak içinmiş meğer. Satmaya gelince, eskiciler sanırım demir değerinde kilo ile alıyormuş. Üstelik verdiğinden de fazla ediyormuş.

O zaman bu bozukluklar tedavülde olsa da fiiliyatta kalkmış.

Maalesef. 

O zaman darphane basmasın bu paraları?

Doğrusu bu aslında. En azından bu paraların basımı için devlet daha fazla zarar etmemiş olur. 

Zarar derken?

Evlat, bu bozukluklar ederinden daha maliyetli imiş. Bu yüzden tedavülden kalkarsa, devlet kâra geçmiş olur. 

İlk Kârlı Alışverişim

Üç hafta önce bir esnaftan yazlık pantolon aldım. Şu üzerindeki eşofman güzelmiş. Bana böylesi lazım dedim. İşte şu dedi aynısından çıkarıp verdi. Üstü yok mu dedim. Hayır bunlar tek altlık dedi. Fiyatını sordum. 200 lira dedi. İkramın yok mu dedim. Bir başkasına, 200 dedim. Kaç olur dedi. O da 200'den aşağı olmaz. Olacağı bu dedi. Şimdilik kalsın deyip pantolonu alıp çıktım.

Eşofmanı almadım ama içimde kaldı. Rengini de çok beğenmiştim. 

Bugün yarın derken üç hafta sonra çarşıda aklıma gelip eşofmanı almak için aynı dükkana tekrar gittim. İçimden, o zaman 200'e almamıştım. Aradan kaç hafta geçti. Dolar da nassın zıddına faiz artırımına rağmen aldı başını gitti. O esnaf o eşofmanı bana eski fiyata verir mi? Vermez. Hatta üzerine koymuştur. Çünkü dolar yükseldi diyecek en azından dedim.

Daha önce gördüğümden farklı iki kişi vardı dükkanda. Daha önce birinin üzerinde bir eşofman vardı. Onu almaya geldim. Hani o kimseyi göremedim dedim. Siz babamın giydiğinden istiyorsunuz, işte şu dedi. Tamam bu dedim. Kaça olur dedim. 180 dedi. İkramın olur mu dedim. 10 lira daha almayayım dedi. Boyumdan az büyük geldi. Ölçümü alıp kestirmeye gitti. Paçasını yaptırıp geldi. Poşetin içine koyup uzattı. 170 lira verip çıktım.

Bu alışverişten memnun kaldım. Nasıl memnun olmam ki. Üç hafta öncesine göre nicedir yoğun bakımdaki paramız felç olmuş bir ortamda iken daha önce 200’e almadığım eşofmanı daha pahalısına almadığım gibi 30 lira indirimli almış oldum. Fiyatı ne olursa olsun, bir üründe indirim oldu mu, bayılır, kendimi kaybeder, ihtiyacım olsun veya olmasın alırım. Tek fiyat söyleyip indirim yapmayan esnafa, madem indirim yapmayacaksın. Fiyatı biraz yüksekten söyleyip ardından sana şu fiyata olur deyip bu dediğin fiyatı söylesen olmaz mı dediğimde, bazıları haklısın, bizde pazarlık yapılmadan olmaz deyip gülerken bazıları da yine aynı fiyat olurdu, ne fark ederdi demek suretiyle şaka yaptığına pişman ettiği olmuştur.

Gelelim tekrar eşofman indirimine.

Birileri durmadan hayat pahalı dese de gördüğünüz gibi bu kadar pahalılığa rağmen bu eşofman önceki fiyatından uyguna alınmıştır. Bir de bugün aldığın her ürün yarına göre daha ucuz diyorlar.

Bu indirimden memnun kalsam da esnafın yaptığı doğru değildi. Çünkü esnaflık bu değildir. Esnaflık güven üzerine yürür. Aynı ürüne farklı iki esnaf farklı fiyat söylese, eh diyeceğim. Ne de olsa serbest piyasa. Yalnız aynı ürüne, aynı dükkanda birbirinden farklı çalışan kişiler farklı zamanda iki ayrı fiyat vermişlerdir. Benim işime gelse de hoş bir durum değil bu. Önce iki yüz dese de ardından indirim yapsa, buna da olur diyeceğim. Ne de olsa fiyat belli. Biri indirim yapmadı, diğeri yaptı. Böyle bir durum da olmadığına göre demek ki bu tür esnaf tutturabildiği fiyatı söylüyor müşteriye. Bu da esnafa güvensizliği doğurur. Esnaflık, içeride çalışan kaç kişi olursa olsun, aralarında bir fiyat birliğinin olmasıdır. Çünkü bu müşteriye daha güven verir.

Bu alışverişte baba ile oğlu iki farklı fiyat verdiğine göre milenyum nesli gençlik babalarına göre daha merhametli.

Sonuç olarak geciktirmemden dolayı zarar etmeyip kar ettiğim tek alışverişti bu. Temennim, arkası gelsin.

Bu arada genci kandırmışsın demeyin. Paça yapılıp geldikten sonra baba geldi. Ödemeyi o zaman yaptım. Baba bu fiyata bir şey demedi. 

Dolmayan Dolar

Üstünde "Biz Allah'a inanıyoruz" ya da "Allah'a güveniyoruz" yazılı dolar dünyanın geçer akçesi belki de tek parası. 

Hesap kitap, ülkelerin borcu, bir şeyin girdi maliyeti, ithalat ve ihracat hemen hemen her şey dolara endeksli.

Bir ülkenin rezervi dolara göre ölçülüyor. 

Her ülkenin paritesi, alım gücü, paranın değeri ya da değersizliği dolara endeksli. 

Ülkeler krize giriyorsa da krizden çıkıyorsa da dolarla krize giriyor, dolarla krizden çıkıyor. Bir ülkede dolar bolluğu varsa ya da yeter seviyede ise ülkede ekonomi normal yoksa ölümlerden ölüm beğen. 

Durum bu iken dünyada doların yanında birkaç gelişmiş ülke dışında o ülkelere ait milli para niçin vardır, merak ediyorum.

Bu dolar nasıl bir şey ki ülkelerin parası bunun karşısında tutunamıyor. Her geçen gün her saat her saniye dolar karşısında eriyor. Kendi kendine yetmeyen ülkelerin parasını pul ediyor.

İşin garibi bu dolar yükselse de dert, yerinde dursa da dert, düşse de dert. Hasılı başımızda onsuz olmayan ama baş belası bir işlevi var. Bir de adına dolar demişler. Nasıl dolar anlamadım. Dolmuyor bir türlü. Bizim gibi ülkelerin parasını değersizleştirip bol sıfırlı hale getirerek şişiriyor. Buna rağmen dolmuyor. Dolmadığı için doymuyor da.

Oldu olacak buna dolar demektense dolmaz ya da doymaz dense yeridir. Çünkü hayatımızı derinden etkileyen bu dolar ne doluyor ne de doyuyor.

Faizleri düşürüyorsun, fırlıyor, olmadı yükseltelim diyorsun, yine fırlıyor. Öyle zamanlar oluyor ki saniyeden hızlı yükseliyor. Buna rağmen bu doların ne gözü doyuyor ne de midesi.

Güya üzerine de “Biz Allah’a inanıyoruz/güveniyoruz” yazmışlar. Bu paranın inançlılığı da bizim söylemde olan ama eyleme geçmeyen Müslümanlığa benziyor. Bu nasıl inanç ve inanma böyle? Halbuki benim bildiğim inançlı birinin gözü biraz tok olur. Zira inanma ve güvenmenin temelinde kanaat vardır. Bu dolarda bu insafı, bu erdemi ara ki bulasın. Çünkü kendine Müslüman.

Aslında bu doların ipliğini pazara çıkarmak bizim için çocuk oyuncağı. ABD diyecek ki benim paramı milli paranız gibi basın dese, biz bu doları kendi paramıza benzetir, dünyada beş para etmeyen, pul olmuş bir para haline getiririz. O zaman herkesin TLden kaçtığı gibi dolardan da herkes kaçar. Doların saltanatı böylece sona erer.

Merak ettiğim, her şeyimizle bağlı olduğumuz, hayatımızı ve ekonomimizi derinden etkileyen; zam, enflasyon ve hayat pahalılığında bizimle kedinin fare ile oynadığı gibi oynayan bu dolar ABD’nin mi milli parası yoksa bizim mi? Dolar bizim milli paramız ise TL bizim neyimiz olur? Sahi biz bu TL’yi niye tutuyoruz elimizde?

İnanın, hiç hamasete gerek yok. Bizim TL okullarda öğretmenlerin her dönem yaptığı sınavlara benziyor. Öğrenci için esas önemli sınav ve neredeyse tek kriter LGS, YKS, AYT, KPSS gibi merkezi sınavlardır. Durum bu iken öğretmenler okullarda niye sınav yapar, anlaşılır gibi değil. Kısaca okul sınavları bir nevi etkisiz eleman gibidir. Teşbihten gidersek, dolar karşısında bizim paramız bir nevi etkisiz elemandır.

Hamasete gerek yok dedim. Bunun sağlamasına uygulamada bakalım. Dolar kendisine, Amerikalılar dolarlarına tıpkı paralarının üzerinde yazdığı gibi güvenirken bizde TL’den kaçan kaçana. Herkes ya mevcut parasının alım gücünü korumak ya da kazanmak için dolara yatırım yapıyor. Bunu test etmek için bankalardaki vatandaşa ait 150 milyar doları bulan mevduat hesabını gözümüzün önüne getirelim. Kimin, neye güvendiği daha net anlaşılmış olur. Vah yazık bu ülkeye...

Kimse kusura bakmasın, parasını dolar karşısında pul edenler milliyetçilik hamaseti yapmasınlar. Göz göre göre yerinde ve zamanında kalıcı tedbirler almayıp bu paranın pul olmasına seyirci kalmak milliyetçilik değildir. Bu devirde parasının değerini dolar karşısında korumak esas milliyetçiliktir. Ötesi hamasettir, kuru kuruya milliyetçiliktir. Hamasetin ise pratikte hiçbir karşılığı yoktur.

Tadımlığın Yasak Olduğu Şehir (2)

Konya’daki çoğu marketlerin şeker ve lokum reyonlarında gördüğüm bu garip uygulamanın sebebini, en iyi bu tedbirleri alan market sahipleri bilir. Benimki tamamen bir tahmin. Aldıkları bu tedbirlerle marketleri anlamaya çalışsam da bu uygulama izaha muhtaç. Aynı zamanda ayıptır.

Her market böyle mi? Girip çıktığım marketler Konya yöresine ait kendi çapında zincir marketler. Ümit ediyorum ki tüm marketler böyle değildir.

Geçen ramazan başlayan, bu kurban bayramında daha sıkı tedbirlerle uygulanan bu nahoş ve onur kırıcı reyon manzarasını temaşa edince, 2006 yılında Malatya’daki bir kayısı dükkanında hakkal yakin yaşadığım bu anekdot aklıma geldi. İster istemez Malatya nere, Konya nere. Nasıl aramazsın, elan depremle cebelleşen Malatya’yı dedim içimden. Tamam, Malatya esnafı gibi ikramlık vermesinler ama tadımlığı da esirgemesinler. Çünkü bilinen marka da olsa bazen ürün eski ve bayat olabiliyor. Müşteri sert mi, yumuşak mı veya tadı nasıl bakmak isteyebilir ya da önceki yıllar aldığı markayı değiştirip yeni markayla tanışmak isteyebilir. Burada, beğenmedi ise değiştirebilir, artmasına gerek yok denebilir. Vatandaş niye iki emekli olsun. Ki geri iade markete de yük aynı zamanda.

Bu arada şu hakkı da teslim edeyim. Konya’daki tüm marketler böyle değil. Türkiye’de yaygın zincir marketlerden birine girdim. Şeker reyonunu kapının girişine açmışlar. Kimsecikler yoktu başında. Şekerin etrafına naylon çekilmediği gibi tatmak yasak levhası da yoktu. Görevli bekledim, yardımcı olayım diye gelecek birini. Kimse gelmedi. Az ileride gördüğüm şarküteri görevlisine, şekeri kendimiz mi dolduruyoruz dedim. Evet dedi. Onca gördüğüm marketten sonra bu marketin bu görüntüsü ve aldığım bu cevap beni cezbetti.

Reyona geri döndüm. Kopardım oradan bir poşet. Aldım elime bir kürek. Alacağım şekerden doldurmaya başladım. Doldururken de yine kimsecikler yoktu etrafımda. Ne bir görevli ne de müşteri. Şundan bir tadayım demedim. Kendi kendime içimde şu duygular belirdi: Görgü başka bir şey. Diğer gördüklerim de market, burası da bir market. Herkes market açabilir ama her market, market değildir. Şekeri paranla her yerden alabilirsin ama görgüyü satın alamazsın. Zira parayla satılmaz. Bu markete bir kesim yıllar yılı ön yargı ile baksa da yıllarca prensiplerinden ödün vermeden, bir marka olarak Türkiye’nin her yerinde bu sektörde var olmaya devam ettiğine göre demek ki kendini ispatlamış. Demek ki bundan büyük ve bundan dolayı ayakta. Varsın param buraya gitsin dedim. Üstelik aradığım aynı marka ürünün fiyatı da diğerlerinden uygundu. (Size belli etmesem de benim için bu alışverişin en cazip yönü bu idi. Zira bayılırım ucuza.) Bu vesileyle bu markete karşı kafamdaki ön yargıyı da yıkmış oldum. Hayatımda alışveriş için hiç uğrak yerim olmayan bu marka markete, öyle zannediyorum, bundan sonra daha sık uğrayacağım. Zira tüm soğukluğum gittiği gibi içim ısınıverdi. Keşke öbürleri de böyle olsa dedim.

Yazıma son verirken Konya’nın yerel marketlerine bir çift söz daha etmek isterim. Şu kısa ömrümde Konya’da adından söz ettiren, birden büyüyen ve çoğu yerde şubesini açan nice yerel market zincirleri gelip geçti. Çoğu el değiştirdi çoğu battı çoğu satmak zorunda kaldı. Kısaca uzun ömürlü olmadılar. Bence bu sektörde uzun ömürlü olamayan ve markasının değerini koruyamayan bu marketler niye böyle olduk diye bir düşünmeli. Düşünürken de büyük düşünmeli. Şeker ve lokumda olduğu gibi küçük hesaplar yapmamalı. İki kilo tadımlık şeker onları batırmaz. Onları, ancak böyle küçük hesaplar batırır. Batmasalar da yerinde sayar dururlar ve büyük marka olamazlar ve yerele hitap ederler. Unutmasınlar ki müşteri memnuniyetini esas almayan, müşteriyi velinimet bilmeyen, buna dair kendini yenilemeyen ve geliştiremeyen hiçbir firma uzun ömürlü olamaz. Ayakta kalırlarsa da hep küçük olarak kalırlar. Tıpkı "Satılan mal geri alınmaz" yazan esnafın büyümeyip, gelişmeyip hep küçük kaldığı gibi. 

Not: Yanlış anlaşılmasın, Konya yerelindeki tüm marketler gördüğüm marketler gibidir demek istemem. Zira genelleme yanlış olur. Çağı okuyan, müşteri memnuniyetini esas alan firmalara sözüm olamaz.