15 Haziran 2023 Perşembe

Bir Ülkenin Değeri

Bir ülkenin maddi ve manevi varlıkları o ülkenin değeridir. Bir ülke değerleriyle değerlidir veya değildir. Bir ülke ederi kadar değerlidir. 

Bir ülkenin ne kadar değerli veya değersiz olduğunun objektif kıstasları elimizde olmasa da bazı fiili durumlar o ülkenin değeri hakkında bize bir bilgi verebilir. Aynı şekilde bir ülke insanının kendisini ne ve nasıl görmesinden ziyade dışarıda nasıl göründüğü de bir kanaat verir.

Ekonomik kalkınmışlık, gelir gider durumu, fert başına düşen milli geliri, kendi kendine yetmesi, parasının değeri ve alım gücü, üretimi, ekonomik krizler ülkesi olmaması, halkının ekonomik sıkıntı çekmemesi, enflasyon, hayat pahalılığı ve devalüasyon yoluyla parasının pul olmaması,

Üretilenlerin marka değeri olması, bu markaların dünyaya pazarlanması, ülkeye ait ürün ve firmaların başka ülkelerde var olması, oralarda tutunması, aranan ve tercih edilen olması...

Ürünlerinde fiyat istikrarı, herkesin önünü görmesi, mali dengesi,

Ülke insanının ülke parasıyla veya ülkedeki kazancıyla zorlanmadan tatilini başka ülkelerde yapabilmesi,

Yurtdışına çıkarken vize sorununun çıkarılmaması, rahat bir şekilde vize alabilmesi, başka ülkelere vizesiz kabul edilmesi, başka ülke insanının o ülkeye vize ile giriş yapması, o ülkeye elini kolunu sallayarak girmemesi,

Etik kuralların yerleşmesi, işleyen ve yerleşmiş bir sisteminin ve her alanda oturmuş kurallarının olması,

Başka ülke insanının o ülke parasını yatırım aracı görmesi, başka ülke parasına bir çuval para vermemesi, o ülkenin ekonomik yönden yabancıya pahalı, kendi insanına makul olması, turist çeken kelepir bir ülke yerine turist gönderen bir ülke olması, 

Ülkeye beyin göçünün gelmesi, başka ülkeye beyin göçü vermemesi,

Başka ülke insanının o ülkede yaşamak için can atması,

Dilinin, parasının başka ülkelerde geçerliliği,

Dünya kültür ve medeniyetine katkısı, ağırlığını hissettirmesi,

Adalet, güven, nezaket, özgürlük vb. hususlarda elle gösterilen örnek ülke olması,

Diplomaside diplomatik dil kullanma, devleti devlet kültürü ve devlet adamı ciddiyetiyle uluslararası alanda temsil etme,

Sorumluluk ve yetkiyi birbirinden bağımsız kurumları arasında paylaştırma, kişilerin değil, kurumların kural ve teamüllerle öne çıkması, birbiriyle eşgüdüm içinde çalışan aynı zamanda birbirini denetleyen kurumların olması, kişilerin kurumlara yön vermesinden ziyade kurumların kişilere yön vermesi,

Devletin içte halkına, dışta başka ülkelere güven vermesi,

Devletin etkili ve yetkili yöneticilerinin, ülkeyi içte ve dışta zora sokan, vatandaşa ve ülkeye telafisi güç zararlar veren söz, davranış, üslup ve tasarrufları ortaya çıktığında istifa mekanizmasının işlemesi, bağımsız mahkemeler aracılığıyla hesap sorulması, etkili ve yetkili kişiler hakkında çıkan en küçük bir şayianın dahi ciddi bir şekilde araştırılıp soruşturulması, siyasilerinin sandık dışında da bedel ödemesi...

Bankamatikte Bir Yaşlı

Yolum üzeri bankamatikten biraz harçlık çekeyim dedim. Üç kişi vardı bankamatiğin başında. İkisi gençten biri yaşlı. Sıraya geçer geçmez iki genç bankamatikle uğraşan yaşlıya bir şeyler söyleyip gittiler. Belli ki gençler teyzeye yardım için oradaydılar. Giderlerken telefonunla çekseydin önerilerine, ah öyle çekmesini bilsem dediğini duydum teyzenin. Belli ki teyzeye yardımcı olamamışlar. 

Her neyse bankamatikte bir kişinin kalması hoşuma gitti. Aptal ıslatan yağmuru da yağmaya devam ediyor bu arada.

Teyzenin işi bitmedi bir türlü. Beklediğim yer kaldırım üzeri. İşlek bir caddenin yaya yönünden de işlek bir yeri. Çok geniş de değil. Hem gelip geçen rahat geçsin hem de şu teyze darphanede para mı basıyor diyerekten merak edip yan tarafa geçtim.

O da ne! Gördüklerime inanamadım. Bir an için salgın devam ediyor da benim mi haberim yok dedim.

Teyze, marketlerin manav reyonlarında bolca gördüğümüz, alıp kullanılması ücretsiz olan şeffaf beyaz poşetlerden birini sağ eline geçirmiş. Tuşlara da bu elinin parmaklarıyla basıyor. Bir an için mikrop sağ elinden geçmeyecekti belki ama eğer bir mikrop varsa sol elinden geçecek dedim. Çünkü poşet geçirilmiş sağ eliyle tuşları kullanırken sol ekranda dokunması gereken yerlere de poşetsiz sol eliyle kaç defa dokundu. 

Öncesinde ne kadardır burada bilmiyorum teyzenin. Benim istediğimi vermiyor, kendisi miktar öneriyor dedi. İptale basıp kartını aldı. Sonra çantasını açtı. İçinden para cüzdanına benzer bir el çantası çıkardı. Fermuarını açtı. Kartı koyduktan sonra fermuarı kapattı. Büyük çantanın içine koydu. Çantanın fermuarını çekti.

Tüm bunları bankamatiğin önünde yapıyor. Kenara çekilmeyince de bekliyorum.

Son fermuarı da kapattı. Şükür gidiyor derken teyze fikir değiştirdi. Tekrar çantasına davrandı. Kartı almak için az önceki işlemleri tek tek yeniden yaptı. Kartı bankamatiğe girdirdi. Poşetli eliyle şifresini yazdı. Poşetsiz sol eliyle sol ekrandan istediği meblağı işaretledi. İstediğimi vermiyor dedi tekrar. Ardından biraz para çekti. Kartı aldı. Kenara çekilmeden büyük çantanın içindeki küçük çantanın fermuarını açtı, kartı koydu, fermuarı kapattı. Çantanın içine koydu. O çantanın da fermuarını çekti.

Bitti mi? Keşke bitse. Aynı usulle tüm işlem basamaklarını tersinden tek tek yaparak kartı çıkardı ve bankamatiğe bir kez daha taktı. Şifresini yazıp istediğimi niye vermiyor da başka miktar öneriyor dedi. Ekrana baktı baktı baktı. Ben ne mi yaptım. Onun bakmasına baktım ekranı görmeden.

Sonra kartı çıkardı. Tüm işlemleri işlem sırasına göre tekrar yaptı bankamatiğin önünde. Tekrar takar mı demeye kalmadan şükür ki ayrıldı.

Ardından gençlerin telefonla halletseydin önerisini ben uyguladım. Paramı çekip teyze daha kaldırımdan ayrılmadan uzaklaştım.

Sonrasında teyze nereye gitti, elindeki poşeti çıkardı mı, çıkardı ise çöpe attı mı yoksa sonra kullanırım diye poşeti dürüp çantasına mı koydu? Tüm bunları göremedim.

Yaşını, başını almış bu teyze, daha ne kadar yaşar bilmiyorum. Ömrünü Allah bilse de bu şekil ağır canlıların ve kendine Müslüman olanların çok uzun yaşadıklarına dair içimde bir hissiyat var. Yine arkasında bankamatik sırası bekleyenler de ondan önce gider diye düşünüyorum.

Uzun yaşama ihtimali olan bu teyzenin ölüm gerekçesi ne olur bilmem ama mikrop kapmaktan bu kadar korktuğuna göre ölümü belki mikropsuzluktan olur, eğer buna korunma yöntemi denirse tabi. Mikrop kaparsa da sağ elinden ziyade poşetsiz sol elinden mikrop kapar. Çünkü o elini de bankamatiğe değdirdi hem de kaç defa. Ama mikrop kapmasa da mikrop kaparım korkusu onu bir gün götürür.

Tüm bu gördüklerimi niye anlattığımı merak ederseniz, bankamatikten nasıl para çekeceğinizi bilmiyorsanız, öğrenin diyedir. Siz de arkada bekleyenleri saç baş yoldurmak isterseniz, teyzeyi örnek alın ve bu iyiliğimi de unutmayın.

14 Haziran 2023 Çarşamba

Okumuşun Seyri

Çarşı, pazar ateş pahası. Fiyatların yanına varılmıyor.

Hiç dert yanma. Bırak kırıldığı yerden kopsun. Hiç dert yanma. 

Bunu da mı söylemeyeyim. Bırak da içimi dökeyim. 

İçini dök dökmeye de sonrasında duyacakların içine oturur. O zaman seni ben bile kurtaramam. 

Ne olur konuştuğumda da?

Vatan haini derler. Nankör derler. Soğan, patatese ülkeyi satıyor derler. Derler oğlu derler. En iyisi uslu uslu otur.

Vatan hainliği ne alaka?

Piyasadan dert yanmanın karşılığı bugünlerde bu. Bunların karşısına ezan, bayrak konuyor. Ezan susmayacak, bayrak inmeyecek deniyor.

Kişinin geçim gailesi yaşamasında, fiyatlardan dert yanması ayıp mı ki birileri bana ülkeyi satıyor diyecek. Ne zamandan beri insanın namerde muhtaç olmamak için hesap kitap yapması vatan hainliğiyle eşdeğer oldu?

Konuşmana bakılırsa, ne demek istediğimi anlatamadım.

Çok iyi anladım. Anlamadığım kişinin devesine sahip çıkması niçin garip karşılanıyor?

Söylediklerinin doğru olması, haklı görüleceğin anlamına gelmez. Ki haklı  olsan da alacağın yok. O yüzden var git işine.

Tüm mesele vatandaş memnuniyeti değil mi? Bir ülkede vatandaş ne kadar mutlu olursa, o ülke mutlu ve huzurlu olur. Huzur ve mutluluk varsa, devletin ömrü de uzun olur. İlanihaye ezan da okunur, bayrak da dalgalanır.

Beni hiç etkilemeye çalışma. Vatandaşın çoğunluğu halinden memnun.

O yüzden mi yurtdışına gitmek için vize başvurusunda bulunuluyor?

Hani kim gidiyor?

Fırsatını bulan gidiyor. Yeter ki vizesi kabul edilsin. Bak sana bir istatistik söyleyeyim. 3,5 milyon kişi vize başvurusunda bulunmuş. Bu, bir önceki yıla göre yüzde iki yüz artış demektir. Bu bir beyin göçüdür.

Gidene güle güle hatta canı cehenneme deniyor. Hem gidenlerin yeri başka memnunlarla doluyor. Yani başka beyin göçleriyle.

Kimle?

Suriyeli, Afgan, Afrikalı vs.

Bunlar beyin göçü değil, beden göçü. Halbuki beğenelim, beğenmeyelim, bu ülkeden gitmek isteyenler, okumuş kesim. Biz beyin veriyoruz, karşılığında beden alıyoruz. Yakında tek ulustan çok uluslu bir ülke olursak, hiç şaşırmayalım. Çünkü gelenler genç ve üreme oranları bizim kalanlardan yüksek.

Bu ülkenin sorunu zaten okumuş sorunu. Bu ülke onları okutmuş. Tam vatana hizmet edecekleri yerde çekip gidiyorlar. Vatan haini, nankör bunlar. Şu cennet vatan terk edilir mi?

Böyle diyeceğine, onları bu ülkede nasıl tutabiliriz hesabı yapmak daha doğru olmaz mı? Bu ülkenin yetişmiş insanını bu ülkede tutmanın yollarını hep birlikte bulmalıyız. Gitmek isteyen olursa da bu ülkeden memnun göndermeliyiz. Kapıyı da açık bırakmalıyız ki dönebilsin. Hiçbir şey yapamıyorsak, böyle bir sorun olduğunu kabul edelim. Sorunu kabul etmek yarı yarıya çözmek demektir.

Memnuniyetsizlerin tek sorunu hayat pahalılığı mı?

Bunu gidenlere veya gitmek isteyenlere sorarsak, daha iyi olur. Ekonomi belki de sadece bir tanesidir. 

Niye onlara soralım ki? 

Aldığın bir ürünü geri verirken firmalar sebebini soruyor. Niye soruyor? Çünkü müşteri memnuniyetini esas alıyorlar. Buna göre kendilerini geliştiriyorlar. Vatandaş müşteri değil tabi. Ama sorsak ne olur. Kıyamet mi kopar? En azından değer verip sebebini sordular der...

Vatandaşlık Görevlerimiz

Bu TC kimlik ne işe yarar? 

Bu kimlikle sen bir TC vatandaşı oldun artık.  

Ne işe yarar? 

Çok işe yarar. 

TC vatandaşı olarak sorumluluklarım ve görevlerim var mı? 

Olmaz olur mu? 

Nelerdir? 

Bu kimliği daima yanında taşıyacaksın. Polis, asker istediği zaman göstereceksin. Bu kimliğin fotokopisini istedikleri zaman önlü, arkalı fotoğrafını çektirip isteyene vereceksin. Bu kimliğin üzerinde 11 rakamlı bir numara var. Cep telefonunu ezberlediğin gibi bu rakamları da ezberleyeceksin. İstendiği zaman kimliğe bakmadan söyleyeceksin. Çünkü her yerde lazım olur. Bu numarasız işin yürümez. O yüzden adını unut ama TC numaran daima hafızanda olsun. 

Bunu anladım. Başka ne tür görevim var? 

Okul çağına gelince zorunlu on iki yıl okuyacaksın. Daha da okuyacağım dersen, isteğe bağlı olarak okuyabilirsin.

Tamam, başka?

Kamuda işe girmek için başta KPSS olmak üzere yapılan her türlü sınava gireceksin. Sınava girip başarılı olmak için her türlü sınav için kurslara gitmelisin. Şansın var, mülakat kalktı. Değilse bir de mülakata girecektin.

Başka?

Askerlik zamanın gelince askere gideceksin. Vatani görevini yapacaksın. Yine şanslısın. Askerlik eskisi gibi uzun değil. Şimdi 6 ay yapacaksın. Bu benim için zor dersen, bedelli olarak askerlik yapabilirsin. Çünkü kimi bedeniyle askerlik yaparken kimi de bedeliyle askerlik yapar. Tabi bedelli için bedel gerek. Yeter ki paran olsun. 

Başka? 

Erken seçim olmazsa her beş yılda bir sandığa gidip önüne konan listedeki adaylardan birine evet mührünü basacaksın. Sandığa gidip oy kullanmak önemli. Bununla da yetinmeyip siyasilerin seçim öncesi mitingine katılacaksın. Kutuplaşmanın bir tarafında yer alacaksın. Arada kalmayacaksın. Aklın varsa kazanan tarafa omuz ver.

Başka?

Zorunlu değil ama yeri geldi mi mezar kazacaksın. Bir vatandaşın aracı yolda kalmışsa, çalıştırmak için gerekirse itekleyeceksin.

Başka?

En önemlisi de vergi vereceksin?

Nasıl bir vergi?

Hangi birini sayayım. Çeşidi çok. Dolaylısı var, dolaysızı var. Yeme, içme ve kullanma adına, nefes almanın dışında satın aldığın her şeye KDV, bazılarında da ÖTV ödeyeceksin. Bunlar dolaylı olanlar. Bir de dolaysızı var. Vergi mükellefi isen tahakkuk edeni devlete vereceksin.

Başka vergi var mı?

Var, olmaz olur mu? Burası vergi cenneti. Araban varsa araba, evin varsa ev vergisi ödeyeceksin. Bunları alırken de vergi ödeyeceksin, satarken de. Attığın çöpe bile vergi vereceksin. Kamu görevlisi ise yüzde 15, 20, 25, 27 oranlarında kesinti yapılır.

Bu kadar vergi çok değil mi? Bu kadar vergiyi devlet ne yapıyor?

Yol, su, elektrik olarak sana döner derler ama toplanan vergi devletin dişimin kovuğunu doldurmaz. Çünkü alınan tüm vergilerin üzerine devlet faizle borçlanır. Bu borçlar da toplanan vergilerden ödenmeye çalışılır.

Vatandaş olarak başka ne görevim kaldı?

Görevin saymakla bitmez. Enflasyon olur, ceremesini sen çekersin. Hayat pahalılığı olur, kemer sıkarsın. Paran pul olur, bu pul ile geçinmeye çalışırsın. Devalüasyon olur, fatura sana çıkar. Kriz olur, sen kriz geçirirsin. Yani her şey senden çıkar.

Benim anladığım hep vereceğim.

Aynen öyle. Veren el olmak böyle bir şey. Yine de devlet bazen verir ama kaşıkla verir, kepçeyle geri alır. Hakkını yemeyelim, bir de seçim sonrası almak üzere seçim öncesi verir.

Desene vatandaş olmak zormuş.

Ne sandın...

13 Haziran 2023 Salı

Gönüllü İkinci Fil İstemek

Nasrettin Hoca'nın Timur'la arasında geçen fil hikayesini bilirsiniz. Bilmeyenler için kısaca anlatayım. Bilenlere de hatırlatmış olayım. Timur'un bir fili var. Bu fili Timur salmış alana. Kimin neyi varsa yiyip için telef ediyor. Vatandaş illallah demiş ama Timur'un korkusundan gidip şu filini çek diyemiyor. Sonunda epey bir kalabalık bir araya gelmiş. Önlerine de Nasrettin Hoca'yı almışlar. Hep birlikte Timur'a filini şikayet edecekler.

Yollanmışlar Timur'a doğru. Tam huzura varacaklarında Nasrettin Hoca sağına soluna ve arkasına bakmış. Kalabalıktan eser kalmamış. Yolunu bulan tüymüş. Bu durumu gören Hoca görürsünüz siz demiş ve Timur'un yanına girmiş. Timur'a "Efendim, sizin filinizden çok memnunuz. Yalnız filiniz yalnızlıktan sıkılıyor. Yanına ikinci bir fil daha istiyoruz" demiş. Halkın memnuniyetini esas alan Timur bu isteği memnuniyetle yerine getirir ve ikinci fili verir.

Dışarı çıkınca sevinçli haberi bekleyen ahali ne oldu ne oldu diye Hoca'ya sorar. Hoca da ikinci filiniz hayırlı olsun deyip yoluna revan olmuş. 

Timur ile Nasrettin Hoca aynı zamanda yaşamadığı, haliyle birbiriyle karşılaşmadığı malum olunca tarihte böyle bir olay da olmamıştır. Böyle de olsa bu kıssadan hisse çıkarmamıza mani bir durum yoktur.

Hikayeye dönersek, Timur zarar vereceğini bile bile filini şehrin içine salıyor. Filin yediği önünde yemediği arkasında. Tüm ekili araziyi tahrip ediyor. Halk bu durumdan muzdarip. Ama ne yapsınlar. Fil koca Timur’un. Heybetli mi heybetli. Bunu ona söylemek, filinden rahatsız olduklarını söylemek cesaret ister. Çünkü karşılarında zalim mi zalim biri var.

Bıçak kemiğe dayanmış olmalı ki korkuyla yaşamaktansa, gerekirse ölmeyi göze almışlar. Hepimizi öldürecek değil ya demiş olmalılar ve hep birlikte Timur’a bu durumu izah etmeye yeltenmişler. Ama bu cesaretleri Timur’un kaldığı sarayı görünce uçup gitmiş ve Hoca’yı bir başına bırakarak arazi olmuşlar.

Cesaret gösterip dertlerini anlatmak ve bu dertten kurtulmak yerine tüyüp korkuyla yaşamayı seçen bu insanların kendisini yarı yolda bıraktıklarını gören Hoca da görürsünüz dercesine ikinci fil talebinde bulunur ve birinden dertli olan ahalinin nur topu gibi ikinci fili olur. İki fille birlikte yaşamaya devam ederler. Artık iki filden nasiplerine ne kalırsa. Buna da yaşama denirse tabi.

Kendi dertleriyle ilgili bir konuda ahalinin kendi aleyhlerine olacak şekilde Hoca’yı yalnız bırakmaları hoş değil. Bunun tasvip edilecek bir tarafı yok. Şu bir gerçek ki kendi düşen ağlamaz. Çünkü kendi derdinin ucundan tutmaktan kaçınanlar hep sorunla yaşamaya devam edeceklerdir. Halbuki Timur’un yanına varsalardı, bir defa korkacaklardı. Belki de sorunları çözülecekti. Bu aşamadan sonra geri kalan ömürlerini fillerin verdiği zararlara saç baş yolarak geçirecekler.

Yine bir gerçek var ki ahali korkudan kaçsa da bir an için cesaret örneği göstermeleri takdire şayan. En azından Timur’un kapısına kadar varabilmişler. Aynı zamanda filin verdiği zarardan haberdarlar, bunu Timur’a söyleyemeseler de bu durumdan rahatsızlar.

Konuyu bağlamak istersek, öyle insanlar var ki Timur’un filinin verdiği zarardan fazla zarar görüyor. Bu zarara rağmen dertlenip sızlanmıyor. Dertlenip sızlanmayınca haliyle hallerinden şikayetçi de değiller. Bundan da ötesi yaşadıkları zararı savunuyorlar ve bu hallerinden memnunlar. Memnuniyetlerinden, durmadan hallerine şükrediyorlar. İşin garip ve trajikomik tarafı da bu.

Bazılarının Davadan Anladıkları

Yazı yazmaya başlarken dert edindiğim her konuyu ele alacağımı, konuya dair eksik aksak ne varsa dile getireceğimi, nasıl olması gerektiğine dair önerilerde bulunacağımı ifade etmiştim. Hala o yol üzereyim. Yanlışa yanlış diyorum doğruya da doğru. Hoşnutsuzluğuma dair görüşlerimi kendi penceremden değerlendirmeye çalışıyorum. Toplumu ilgilendiren konularda bir yanlışlık yapılıyorsa kendi üslubumla bunlar yanlış diyerek eleştirel bir bakış sergiliyorum. Dün böyleydim, bugün de böyle, yarın da böyle olacaktır.

Eleştiri hoşa gitmese de olması gerektiğine, olmazsa olmazımız olduğuna inanıyorum. Hoşa gidiyor mu bu? Çoğunun hoşuna gitmiyor, özellikle eleştiriye açığım diyenlerin.

Bu konuda yani eleştirel bakış açısı konusunda çok yazı kaleme aldım. Tekrar yazmak istemiyorum ama gazetede son yazımı yazıp paylaştığımda, “yazılarımdan dolayı öz eleştiri yapıp yapmadığıma” dair yorum yazan birine her yazım bir öz eleştiri yazısı demiştim. Belli ki bu arkadaş eleştirel bakış açımdan çok hoşnut olmayan biri idi.

Bu arkadaşın eleştirisini dile getirdiği bir yazısı dikkatimi çekti. Okudum yazısını. Okudukça hayret ettim ve kendi kendime günaydın dedim. Onun benim yazılarıma benim de onun yazılarına rezervim olduğu için sayfasında bir yorum yazmadım. Hukukumuza halel gelmesin diye isim vermeden yazısını burada değerlendirmek istedim. Bakalım neler demiş?

Müellefe-i kulüp (kalbi İslam’a ısındırılmak istenenler) uygulamasını ‘bugün Müslümanlar güçlü’ gerekçesiyle Hz Ömer’in kaldırdığını, günümüzde 20 yıldır en güçlü zamanlarda dahi başkalarına şirin görünmek adına Hz Ömer’in kaldırdığı bu uygulamaya devam edildiğini, Müslüman ve davaya gönül verenlerin isteklerinin göz ardı edildiğini, dava karşıtlarının isteklerinin istekleri yerine getirildiğini, özellikle kadrolaşmada ve memuriyetlerde dava düşmanı kişilerle doldurulduğunu, davaya gönül verenlerin çocuklarının işe alınmadığını, özellikle belediyelerde bu durumun çokça yaşandığını, halbuki bizim başkalarına şirin görünmeye ihtiyacımız olmadığını, ne kadar uğraşsak da onların gözünde şirin olmayacağımızı, onlardan olmadıkça kabul etmeyeceklerini hatta şüpheyle bakacaklarını”,

Bu yazısının adam kayırmacılık olarak algılanmamasını, hak edenin hakkını almasını, başkalarına şirin görünmek amacıyla kendi evlatlarımıza kıyılmasın diye yazdığını”,

Bu durumun sadece 20 yıl değil, İslami kesimin en büyük handikabı olduğunu, geçmişte babasına haksızlık yapıldığını, babasının bir isteğinin yerine getirilmediğini, babası yerine iki lafından biri partiye sövmek olanların tercih edildiğini, başkasını tercih sebebinin partiyi sevdirmek olduğunu ama partiyi sevmediklerini üstelik babasıyla alay ettiklerini, babasının ise buna rağmen ölünceye kadar davasına sadık kaldığını”,

Bunları derken “İltimas istemediğini, sadece hakkaniyet olsun istediğini, yüksek lisanslı çocuğunda da aynı haksızlığın kendi belediyesinde yaşandığını, çocuğuna dava diyemediğini, dediğinde çocuğunun yapılan haksızlığı suratına çarptığını, zamanında abisine de haksızlığın yapıldığını, belediyeye iş başvurusu yaptığında kadro yok dendiğini, abisinin yerine aciz birini aldıklarını, aldıkları o kişinin pisliklerini temizlemekle uğraştıklarını” işlemiş yazısında.

Yazısını bitirirken de “Bir söz de liyakat hastalığına tutulanlara, bu kandırmacaya kapılanlaradır. Bugünkü sorunun liyakat değil, sadakat olduğunu, aslı bozuk olanın liyakatinin menfaati bitene kadar olduğunu, ilk fırsatta ihanet edeceğini, bu durumun da davaya en çok zarar veren şey olduğunu” ifade ederek son noktayı koymuş.

Yazı baştan sona bir eleştiri yazısı. Yani benim hep yaptığımı lütfedip yazmış. Demek ki eleştiri de yapılabiliyormuş. Tabi eleştiri yapmaya kendileri hak sahibi. Bizim eleştirimiz sanırım bu tiplere göre caiz olmasa gerek. Burayı geçeyim. Eleştirisinden dolayı kendisini tebrik ediyorum. Yalnız bu eleştirisinde çok geç kalmış. Bu tip gecikmelere günaydın, badü harabil Basra, testi kırıldıktan sonra demek lazım. Nasıl ki geciken adalet, adalet değilse, sağır sultanın bildiği yanlışlara, zamanında eleştiri getirmemesi yönüyle zamanlaması yanlış. Keşke bu değerlendirmesini zamanında yapsaydı, daha iyi olurdu ve bir anlam ifade ederdi. Atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra bu sızlanma neye yarar? Üstelik tüm bu yapılanlar tasvip görmüş.

Şimdi geleyim yazının içeriğine. Yazı Türkçe olmasına rağmen belki de yaşımdandır, çok anlayabildiğimi, ne demek istediğini anladığımı söyleyemem. İnşallah yanlış değerlendirmem.

Şu kadarını söyleyeyim ki dava arkadaşları adına eleştiri yapabilmesini gecikmiş de olsa tasvip ediyorum. Ne de olsa bir gelişme. Babasına, ağabeyine ve çocuğuna haksızlık yapılmasını da anlıyorum. Başkalarına göre ne kadar hak ettiklerini bilemesem de talepleri yerine getirilmeyince gönül koymasını da anlıyorum. İşe girmek için sebepleri işlemeyi de yerlerine ehil olmayan kişilerin tercih edilmesine serzenişini de anlıyorum.

Anlamadığım hususlar, yerlerine alınan başka kimseleri müellefe-i kulüp görmesi. Bu kişiler Müslüman değil mi? Farz et ki Müslüman değiller. İşe alınmalarında ne sakınca var? Dava dediği, anladığım kadarıyla parti. Partiye oy vermek, partili olmak dava ona göre. Sanırım partiye oy ve gönül vermek Müslümanlıktan önce geliyor. Buna ancak vah yazık denir. Keşke torpille işe girenleri müellefe-i kulüp şeklinde teşbih yapmasaydı diyorum. Her ne kadar iltimas istemese de demek istediği sanırım, işe alımlarda önceliğin partiye oy verenlerin olduğu. İnşallah burayı da yanlış anlamamışımdır.

Yazısının son kısmında liyakati önceliyor mu yoksa yeriyor mu? İnan çok anlamış değilim. Liyakat hastalığına tutulanlara ve bu kandırmacaya kapılanlara dediğine göre sanırım istediği liyakat değil. Zira liyakati bir hastalık olarak görüyor. “Bugünkü sorunun liyakat değil, sadakat olduğunu, aslı bozuksa liyakatinin menfaati bitene kadar olduğunu ve ihanet edeceğini, bunun da davaya zarar vereceğini” cümlesiyle inanın ne demek istediğini anladım ise harap olayım. Sorun olarak gördüğü liyakat mi, sadakat mi, işte burası muamma. Liyakatli kişinin ihanet edeceğini ifade ettiğine göre sanırım liyakati istemiyor, sadakati istiyor. Bugünkü sorunun liyakat değil, sadakat olduğunu yazdığına göre sadakati de sorun görüyor. Bir çelişki var ama nerede? Burada tek doğru anladığım, dava derken kastının parti olduğu. Yazının bütününe bakınca kastının sadakatin liyakate tercih edilmesi olduğunu anlayabiliyorum. Eğer böyle ise yine vah yazık, keşke böyle bir değerlendirmede bulunmasaydı diyorum. 

Paylaşımlarda İtina

İlim müminin yitiğidir. Nerede bulursak alalım. Bunda bir beis var mı? Yok.

Faydalı gördüğümüzü başkası da yararlansın diye paylaşabilir miyiz? Bunda da bir sakınca yok. Hatta iyi bile olur. Bu vesileyle belki de hayra vesile olmuş oluruz.

Tüm bunları yaparken de bunu kendimize mal etmeden, “falandan aldım” dense veya yazanın ismine yer verilse, daha şık olmaz mı? Şıktan da öte olması gerekendir.

Bilelim ki isme yer vermek kişinin itibarını düşürmediği gibi yüceltir. Bilgiye, araştırmaya ve alıntı yaptığı kişiye saygının bir gereğidir.

İlgili kişinin ismine yer vermemek -kişinin böyle bir kastı olmasa da- bu benim mahsulüm anlamına gelebilir. Bu da başkasına ait emeği sahiplenme anlamına gelir. Bu da başkasının malını izinsiz almaktır. Buna da mal sahibinin rızasının olacağını sanmıyorum.

Yazanı veya orijinal fikrin sahibini bulamazsak, o zaman isme yer vermeye gerek yok. Böyle durumlarda bile yazının sahibinin ismine rastlayamadım veya alıntı demek ya da alıntıyı tırnak içine almak gerekir diye düşünüyorum. Böyle yapmakla bilginin kaynağına yer vermiş oluyoruz.

Tüm bunları yapmak çok zor olmasa gerek. Zor olmasa da yazının sahibine yer vermeyen hatta ismini silip kendisine mal ederek paylaşan o kadar çok kişi var ki yaptıkları tek kelimeyle intihaldir. Bu da hırsızlıktan başka bir şey değildir. Nedense maddi hırsızlığı ayıplarken bilgi hırsızlığını özümsedik iyice. Zamanında sınıf geçmek için çok kopya çektiğimizden olsa gerek.

Burada isme ne gerek var, önemli olan insanların faydalanması değil mi demeyin. Hiç çekemem. Zira ne şakanın sırasıdır ne de sulandırmanın. Bu ikisi de değilse, vahim bir durumla veya patolojik bir vakayla karşı karşıyayız demektir.

Konu intihalden açılmışken burada bir hakkı teslim edeyim. Sosyal medyada başkasının adına açılmış, tek görevi trollük olan, birilerini övmek, birilerini yermek amaçlı o kadar sahte hesap var ki bu tür hesapların müşterileri, noktası virgülüne dokunmadan bu tür paylaşımları durmadan paylaşıyorlar. Bilime, emeğe saygı ve amaca hizmet diye buna derim. Bu tipler intihale hiç yeltenmezler. Tek farkına varmadıkları ya da farkında iseler de görmezden geldikleri, bu paylaşımlarının sahte olduğudur.

Profil ve paylaşımın bir algı oluşturmaya yönelik sahte olduğu ayan ve beyan iken bu tür paylaşımlar niçin yapılır? İnanın, anlamak zor. Bu tipler sahte olduğunu bildiği halde yine de paylaşıyorlarsa, vay halimize! Bu tipler unutmasınlar ki bu yaptıkları tek kelimeyle yalandır ve iftiradır. Bu durumda bu tipler bilsinler ki bu yaptıklarıyla, ben başkasının yalancısıyım diyorlarsa, unutmasınlar ki her duyduğunu aktarana bu yaptığı günah olarak yeter de artar bile.