24 Nisan 2023 Pazartesi

İnsanı Tanıma Kriterleri

İnsanları tanımanın yolları Hz Ömer'e göre komşuluk yapmak, alışveriş yapmak ve yolculuk yapmaktır. Bir nevi gündelik ilişki ve iletişim halinde olmak diyebiliriz buna.

İnsan bir müddet kendini gizlemek için olduğundan farklı görünmek isteyebilir ama komşu uzun süre kendini gizleyemez. Çünkü akşam sabah karşı karşıya veya yan yanasınız. Beraber oturur kalkarsınız. Komşunun yaptığından haberdar olursunuz. Sokakta, mahallede yüz yüze gelirsiniz. Hal ve hareketlerini, mahalleliyle ilişkisini, geçim ehli ve uyumlu olup olmadığını gözlemleyebilirsiniz. Hırlı mı hırsız mı güvenilir biri mi bilirsiniz.

Aynı şekilde tek alışveriş ölçü olmasa da bir kişinin nasıl biri olduğunu birkaç alışverişte test etme imkanına kavuşuruz. 

Bir diğer kriter yolculuktur. Yolculuk esnasında kişi kendisini daha net gösterir. Çünkü gün boyu berabersiniz. Birlikte bir yolculuğa çıkmışsınız. Huyunu, suyunu bir güzel görürsünüz.

Her üç kriterde insan iyi ve güzel şeylerde değil de zor durumda kalındığı durumlarda daha net ortaya çıkar. 

Fark ettiyseniz, bu üç kriterde kişinin düşüncesi, inancı, fikri ve zikri yok. Hz Ömer namaz kılıyor mu, dinden ve imandan bahsediyor mu dememiş, başı örtülü mü, sakallı mı bakmamış. Zor durumda yanında mıdır, taşın altına elini koyuyor mu, seni bir başına bırakıyor mu, iyi gün dostu mudur, ticarette seni kazıklıyor mu, kötü malı iyi diye sana pazarlıyor mu, evini ve eşyanı gözün kapalı teslim ettiğinde gelince yerli yerinde görebiliyor musun? Esas önemli olan bunlar.

Elbette komşuluk, ticaret ve yolculuk esnasında uyumlu, kafadar ve kafa yapına uygun olması belki tercih sebebi olabilir ama temel kriter değil. Çünkü kişinin giyim kuşamı, şekli şemaili, kılık kıyafeti, inancı kendisine aittir. Kişilerin bize insanlığı lazım.

Bizler her ne kadar düşünce yapımıza uygun insanlarla komşuluk, ticaret ve yolculuk yapmayı tercihen de öte bir kriter olarak belirliyorsak da aslında farklı zihniyette insanların birbirlerine karşı kafalarında ki önyargılı yıkabilmesi için komşuluk, ticaret ve yolculuk yapmasında fayda var. Çünkü bu vesileyle insanlar birbirini tanımış, daha önceki peşin hükmün geçersiz olduğunu anlamış olur. Bu vesileyle birbirlerini iyi tanıdıktan sonra birbirlerine karşı “Sen farklısın, bulunduğun camia gibi değilsin” şeklinde itirafta bile bulunurlar. Demek ki bu kesimin içinde böyleleri de varmış dedirtir insana. Bu birliktelik sonrasında sağlam dostluklar kurulmasına sebebiyet verilebilir. Bu vesileyle karşıt kesimler birbirine daha empati ile bakabilir ve aradaki duvarlar kaldırılabilir.

Böyle değil de herkes düşüncesine göre mahalleler oluşturur, gözünü ve gönlünü başka mahalleye kapatırsa, herkes kendi gibi düşüneni iktidarda görmek ister, bir başkası gelirse, ülke ve din, ülke ve laiklik elden gider derse aynı ülke içerisinde bir birimizin yüzüne duvar örmüş oluruz, birbirimizi düşman gibi görürüz. Bugünkü yaşadığımız fiili durum da budur.

En iyisi farklı mahallelere açılmak, onları anlamak onları dinlemek gerekir. Beraberinde asgari müştereklerde buluşmak gelir. Bu da seviyeli birliktelik demektir. Şu da bir gerçek ki aynı zihniyette ki insanların bulunduğu yerde seviyeli birliktelik olmaz, laubalilik gibi şeyler artar. Nasılsa bizden denir, yapılan olumsuz şeylere göz umulur. Bu da ihanet ve kokuşmuşluğu beraberinde getirir.

Kolektif Başarı Neden Olmasın?

Yerli doğal gazı bulmamız ve çıkarmaya başlamamız, ilk yerli arabayı yapıp piyasaya sürmemiz, İHA ve SİHA başta olmak üzere savunma sanayii alanında yerli üretim yapmamız, fazlasını başka ülkelere ihraç eder duruma gelmemiz sevindirici bir durum. Bu alanlardaki gelişmeler göğsümüzü kabartıyor. Yıllardır bunları yapamayan bu ülke bunları yapar duruma gelmişse, bu ülke istese her şeyi yapar. 

Tüm mesele, bunları yapabilecek iradeyi güçlü bir şekilde ortaya koyabilmekti. Bize lazım olan bu irade gösterildi ki bunlar yapılabildi.

Merak ettiğim, aynı irade niçin diğer alanlarda gösterilmiyor? Mesela ekonomide niçin başarısız? Enflasyonla mücadele edecek, hayat pahalılığını durduracak, maliyetleri düşürecek iradeyi niçin gösteremedik de başarısız olduğumuz bu alan yıllar yılı gündemin başında yer alıyor? Niçin bu ülke depremin merkez üssü gibi ekonomik yönden çok etkilendi? İstenseydi, diğer ülkelerin etkilendiği kadar etkilenebilirdik. Bildiğim kadarıyla enflasyon ile mücadele edilmediği gibi bunun için bir irade de ortaya konmadı. 

Niçin bazı gelişmeler göğsümüzü kabartırken ekonomide sınıfta kaldık? Niçin insanımızı geçim girdabına duçar ettik? 

Sanırım ekonomideki bu fiili durum bir tercih meselesi. Siyasi irade, ihracatı artırmak düşüncesiyle paramızın döviz karşısında erimesini özellikle istedi. 

Tamam ihracat artsın. Bu, memnuniyet verici olur. Ama bir şeyi yapacağız derken diğer alanları ihmal etmemek gerekir diye düşünüyorum. Teşbihte hata olmasın, bizim doğal gaz, TOGG ve savunma sanayiindeki başarımız, bazı ortaokul ve liselerin LGS veya YKS’de Türkiye derecesi çıkarmasına benzer. Derece yapmış bir öğrenci okulunun ismini duyurur. Okul reklam üstüne reklam yapar. Biz Türkiye derecesi çıkardık der ve sevinçlerine diyecek olmaz. Anne babanın, çocuğun, okulunun, o ilin bu dereceye sevinmek haklarıdır. Yalnız gösterilen bu başarı bireysel başarıdır. Bize ve okullara düşen kolektif başarıdır. Eğer bir okulda sınava giren öğrencilerin puanları ne kadar yüksek olursa, o okul kolektif başarıyı göstermiş demektir. İstenen başarı türü de budur.

Yerli gaz, yerli araç ve savunma sanayiindeki gelişmeler de bu ülkenin bireysel başarılarıdır. Bunlara da sevinmek hakkımız. Yalnız bu ülkenin tüm ihtiyacı bu başarıdan ibaret değil ki. Bu ülkenin sadece belirli alanlarda değil, hemen hemen her alanda başarı göstermesi en büyük temennimizdir. İsterim ki bireysel başarılarımız kolektif başarılarla taçlansın. Her alanda kendi kendine yeten, ihtiyaç fazlasını satan ülke olalım.

Burada enerjide dışa bağımlıyız, bunu nasıl halledeceğiz, ekonomiyi bu hale getiren enerji diyebiliriz. Doğrudur, enerji bu ülkenin belini büküyor. Yalnız bu ülke enerji açığını pekala başka şeyler üretip ihracat ederek kapatabilir. Bu ülkenin yeraltı ve yer üstü kaynaklarından telafi edebiliriz bunu. Yeter ki istensin. Azmin elinden hiçbir şey kurtulamaz.

Bireysel başarıdan ziyade kolektif başarıya önem vermek, her alanda başarı göstermek, zayıf yönlerimizi, güçlü yönlerimizle kapatmak, gelir-gider dengesini kurmak, sonrasında cari fazla verir duruma gelmek bu ülkenin gelişmişliğinin ve kalkınmışlığının bir göstergesi olur.

23 Nisan 2023 Pazar

Yabancıya Sudan Ucuz Ülke

Paramızın pul olduğunu söylemeye gerek yok. Üzerinde baskı olmasa yabancı para karşısında eriyip gidecek.

Aramızdan altı sıfır atıldıktan sonra unuttuğumuz milyon rakamını şimdilerde çok duyar olduk. Artık evler, arabalar için milyonlar telaffuz edilir oldu.

Yüksek enflasyon ve hayat pahalılığı başımızın belası.

2023 yılbaşından itibaren düşüş eğiliminde olan enflasyonun hayatımıza bir yansıması yok. 

Seçim öncesi bazı ürünlerde fiyat sabitlemesi olmasa, fiyatlar katlanıp gidecek. Seçim sonrası fiyatların nerede duracağı muamma.

Ev kiralarının yanına varılmıyor. Bugünkü şartlarda bazı ev sahiplerinin insafı olmasa, asgari ücretlinin kiralık evde oturması mümkün değil. Kaç para ise tutalım desen, haydi deyince kiralık ev bulmak mümkün değil. 

Karı kocanın ikisi birden çalışırsa, ev kirasının altından ancak kalkılabilir durumda. 

Kısaca, hayat pahalılığı, son günlerin fiyatı sürekli yükselen soğandan ibaret değil. 

Seçim sonrası halen baskılanan dövizin nereye kadar fırlayacağını kimse aklına getirmek istemiyor. 

Dar ve orta gelirlinin belini büken hayat pahalılığı, her geçen gün kendini iyice hissettirse de yabancıya bu ülke sudan ucuz. Bakmayın bu ülke insanının çoğunun bugünlerde ev alamadığına. Bize yüksek gelen ev fiyatları yabancı için kelepir fiyatına. 

Bir yabancı, bir aylık maaşı ile bu ülkenin her bir yerini ziyaret ederek günlerce yaşayabiliyor.  

Bir yabancı yüz dolar veya yüz Euro ile markete girse market sepetini silme dolduruyor. 

Kurban geliyor. Kasaplardaki kırmızı etin kilosunu gören vatandaş, nasıl kurban keseceğini kara kara düşünüyor.

Hasılı bu ülke bu hayat pahalılığı ile orta ve dar gelirliye cehennem iken bir yabancı için cennet mesabesinde. 

İşin garibi belimizi büken bu ekonomik kriz önceki krizlere benzemiyor. Öyle 3-5 senede terk edeceğe de benzemiyor. Çünkü enflasyonu düşürecek ne bir irade var ne de elde imkan. Öyle zannediyorum, bu ekonomik kriz, bizden biri olarak uzun yıllar ülkemizde misafir kalmaya devam edecek. 

Durum vahim iken fiyatları nasıl kontrol edebiliriz üzerine kafa yoracağımız yerde bu mevcut durumu gölgelemek için yerli araba, ilk doğal gaz çıkarma ve savunma sanayindeki gelişmeler kamuoyuna servis edilerek iyiyiz mesajı verilmeye çalışılıyor. Elbette yerli araba, yerli doğal gaz ve son yılların yükselen yıldızı savunma sanayindeki gelişmeler göğsümüzü kabartıyor. Bunların arkasının gelmesi her birimizin isteğidir. Bunlar olsun ama bunlara verilen öncelik niçin tarım ürünlerine verilmiyor? Öyle zannediyorum, tarım maliyetlerini düşürmek, vatandaşın makul fiyattan sebze ve meyve yemesini sağlamak; yerli araba, doğal gaz ve savunma sanayinden daha kolaydır. Zoru başarırken niçin kolayda sınıfta kalıyoruz? Bir tarım ülkesi olan ülkemize ve insanına bu fiyatlar reva mı? Vatandaşın karnı da makul fiyata doysun, göğsümüzü kabartan gelişmeler de olsun. Birini yaparken diğerini es geçmeyelim.

Ezcümle, yabancıya sudan ucuz olan bu ülke kendi insanımıza zehir olmasın. Büyük düşünelim derken boğaz harbi diyebileceğimiz ayrıntıyı ıskalamayalım.

Bidatlerle Sınavımız

İslam dinine sonradan girmiş, İslam’ın özünde olmayan bidatler hayatımızın değişmez bir parçası oldu. Peygamberimiz “Her bidat sapıklıktır” demesine rağmen bidatleri yapmaya devam ediyoruz. İşin ilginci, halkı dini konularda aydınlatmakla görevli Diyanet de bu konuda taşın altına elini koymadığı gibi görevlileri eliyle bu bidatleri devam ettiriyor. Bu konuda Hayrettin Karaman’dan bir alıntıya yer vereceğim:

“Bidatlerin sünnetleri yok edip onların yerini aldığına dair üç örnek üzerinde duracağım:

1. Peygamberimiz ölüyü gömdükten sonra cemaatin bir süre kabir başından ayrılmayıp istiğfarda bulunmalarını (kendilerinin ve ölünün bağışlanması için Allah'a yalvarmalarını) istemiş ve bunu uygulamıştır. Bugün çok yaygın olarak uygulanan “telkin” ise uydurmadır ve bidattir. Sünnete uygun telkin, son nefeslerini vermekte olduğu anlaşılan hastanın başında bulunanların ara sıra, hastanın işitebileceği bir sesle “Lâ İlâhe İllallah Muhammed Resulullah” veya “Eşhedü En Lâ İlahe İllallah ve Eşhedü Enne Muhammeden Abduhû ve Resûlüh” demeleridir.

Ne yazık ki, bu iki sünnet terk edilmiş ve bunların yerini, ölüyü gömdükten sonra imamın, kabir başında yaptığı uydurma telkin almıştır.

Kur'an-ı Kerîm'in bir mezarlık ve ölü kitabı haline getirilmiş olması da bu noktada hatırlanması gereken öldürücü bir bidattir.

2. Kandil adı verilen bereketli gecelere ait belli sayıda ve vakitte kılınacak bir namaz ibadeti yoktur. Peygamberimizin devamlı okuduğu ve tavsiye ettiği belli dualar da yok denecek kadar azdır. Ama hem kandil gecelerinde hem de yılın diğer gün ve gecelerinde devamlı yapılacak namaz, oruç, yoksullara yardım, tövbe ve istiğfar gibi sünnet ibadetler vardır. Ne yazık ki sünnet olan bu nafile namaz ve oruçlar ihmal edilmekte, bunların yerine yılın birkaç gecesinde uydurma namazlara yer verilmektedir.

3. Hac ve umre ibadetlerinde tavafta her bir şavtta (yedi turun her birine) ve say yapılırken dört gidiş üç dönüşün her birine ait sünnet olan zikir ve dua yoktur. Bazı zevat bu hareketleri yaparken bazı duaları okumuş, bazı zikirleri yapmış olabilirler ama bunlar sünnet olmaz. Tavafın ve sayin başlangıcında bir okuma, iki köşe arasında da bir dua vardır o kadar. Yaygın uygulamada ise grupların başında bulunan bir kişi ya ezberinden veya elindeki kitaptan sünnette yeri olmayan duaları yüksek sesle okumakta, ona uyanlar da bunları okumazlarsa ibadetleri eksik kalacak inanç ve duygusu içinde duyduklarını, manasını anlamadan ve telaffuzunu da yapamadan tekrarlamak için bütün dikkat ve gayretini sarf etmektedirler. Bu bidatin zararı da tavafın ve sayin her bir mümine ait düşünce, duygu, haz ve maneviyatı yok etmesidir. İnsanlar kendi hallerine bırakılsa, ne yaptıklarının farkında olmaya çalışsalar, bu arada bildikleri kadar Kur'an okusalar, zikir yapsalar, dua etseler ve bunları yaparken de bütün dikkatlerini yaptıkları ibadete ve onun yöneldiği Yüce Zat'a verseler asıl o zaman sünnet yerini bulacaktır.

Üç aylara girdik, bu aylarda kandil gecelerini de yaşayacağız. Yılın bütününe ait nafile ibadetleri bırakıp birkaç gecede “işi halletme” kabilinden sünnette yeri olmayan şeyleri yapmayalım, ömrümüzün her gün ve gecesini sünnete uygun olarak yaşadığımız takdirde bu gecelerde de tarif edilemez ilâhî lütuflara nail olacağımıza inanalım, Güzel Örnek (sa) ne yapmış ve neyi yapın demiş ise onu yapalım”. Hayrettin Karaman

22 Nisan 2023 Cumartesi

Ne Neden Korkar?

Bu yazımda maddeler halinde yazılmış bir alıntıya yer vereceğim. Maddeler açık ve anlaşılır olsa da sağlığımız ve sağlıklı beslenme için önemli ve bu maddeler vücudun sadakası olduğundan, maddelerin altına kısa kısa açıklama yapacağım.

1.Kahvaltı yapmadığında mide korkar: Toplumun kahir ekseriyetinin en önem vermediği kahvaltıdır. Zamanında yatmadığımızdan uykumuzu alamıyoruz. Sabah kalkar kalkmaz kahvaltı yapmadan işe, okula yetişmek için koşuşturuyoruz. Çoğumuz işinde, okulunda fast food türü besleniyoruz. Sağlıksız beslenme türü bu beslenme plansızlığımızın bir göstergesidir.

2.24 saatte 10 bardak su içmeyince böbrekler korkar: Bu demektir ki günde 10 bardak su içmeliyiz. Bazıları bol bol su içerek böbreklerin su ihtiyacını giderirken çoğumuzun suyla arası pek yok. Halbuki susuz hayat olmadığı gibi susuz kalmış böbrek de olmaz.

3.Safra kesesi gece 23’e kadar uyumadığında ve gün doğarken uyanmadığında korkar: Uykuyu çok severiz ama ne akşam erken yatmayı biliriz ne de sabah erken kalkmayı. Gece 11 bizim oturma saatimiz. Sabah da mutlaka üzerimize güneş doğmalı.

4.Soğuk, zamanı geçmiş yemek yediğinde ince bağırsaklar korkar: Yemek yemeyi çok severiz ama yemek yapmayı pek sevmeyiz. Yemek yapınca birkaç gün yemek derdimiz olmasın diye kararınca yemek yapmayız. Mutlaka ertesi günü de kurtaracak şekilde yemek yaparız. Bu da bayat yemek demektir. Halbuki taze yemek kadarı var mıdır? Yine soğuk su ve içeceklere de bayılırız. İnce bağırsak deyip de geçmeyelim. İnce bağırsaklar beyinden sonra ikinci beyindir.

5.Daha fazla kızarmış ve baharatlı yemek yediğinde kolon korkar: Kalın bağırsağın düşmanı da kızarmış ve baharatlı yiyeceklermiş. Halbuki ne de çok seviyoruz kızartmayı ve yiyeceklere baharat atmayı.

6.Duman, kirli hava ve sigara dumanı içine çekince ciğerler korkar: Ciğerlerin düşmanı duman, is, sis, kirli hava ve sigara da hayatımızın istenmeyen bir gerçeği. Sigara içicilerin sayısı azalacağı yerde daha küçük yaşlara kadar düştü.

7.Ağır kızartılmış yiyecekler, çeşitli abur cubur ve fast food yediğinde, alkol içtiğinde karaciğer: Kalın bağırsağın düşmanı kızartılmış yiyecekler karaciğerin de düşmanı imiş. Atın ölümü arpadan olsun deyip yiyoruz. Özellikle çocuk ve gençlerin en sevdiği besinler maalesef. Yine abur cubur yemek ve besin değeri olmayan ayakta yiyip içmek ise son yılların gittikçe artan beslenme türü. Okullardaki kantinler ve büfeler bu tür beslenme merkezleri. Ağaç yaş iken eğilir misali okullardaki kantinlere el atmak, kantinlerin içini yiyip içenlerin oturabileceği şekle kavuşturmak gerek. İçkinin her türünün karaciğerin düşmanı olduğunu söylememize gerek yok.

8. Bol tuzlu kolesterollü yemek yediğinde kalp korkar: Tuzu azaltmayı ve tuzsuz yemek yemeyi ancak hastalandığımız zaman  aklımıza gelir. Günümüzde bende kolesterol var diyenden geçilmiyor. İyisi olduğu gibi tehlikelisi de var. Hem tuz hem de kolesterol kalp hastalıklarını tetikliyor.

9.Pankreas çok şeker ve tatlı yediğinde korkar: Çaya şeker atmayanların sayısında son yıllarda artış var. Bu iyi yönümüz ama tatlıdan vazgeçmiyoruz. Tatlıya karşı zaafımız çok. Bayramlarda ikramların da vazgeçilmezi maalesef. Birbirimize ikram ederek kötülük yapıyoruz aslında.

10.Karanlıkta telefon ve bilgisayar başında çok oturunca gözler korkar: Bu konuda da iyi bir sınav vermiyoruz. Bilgisayar veya telefonun ışığı yeter deyip karanlıkta ekran karşısında saatlerce oturabiliyoruz.

11.Negatif düşüncelere sahip olmaya başladığında beyin korkar: Negatif düşünce ve enerji verdiğimizde karşımızdaki insan beziyor, beyin ne yapsın, öyle değil mi? Muhatap çekip gidiyor. Beyin ise 7/24 hatta bir ömür beraber.

On bir maddede sırayla mide, böbrek, safra kesesi, ince ve kalın bağırsak, akciğer ve karaciğer, kalp, pankreas, beyin ve gözün beslenmesi ve korunması için yapılması gerekenler sıralanmış. İçinde şu önemsiz dediğimiz bir organ yok. Korumak için de ekstre bir şey önerilmiyor. Hepsi de basit yapacaklarımızdan ibaret. Unutmayalım ki bu vücut ve organları bize birer emanet. İhanet etmeyelim onlara. Çünkü bunların yedeği yok.

Alıntı, organlarımızı korumaya dair şu vurgulara yer veriyor:

Farklı vücut bölgelerine dikkat et ve onları korkutma.

Tüm bu organlar piyasada yok.

Pahalılar ve büyük olasılıkla zamanında değiştirmeyi karşılayamazlar. Yani organlarınızı sağlıklı tutun.

İyi ki Seçimler Var!

Bu ülkede iyi ki seçimler var. Çünkü seçimler dolayısıyla,

Siyasilerimiz vatandaşın ayağına geliyor. 

Vatandaşı dinliyor, gönlü alınıyor. 

Vatandaş kendini değerli hissediyor. 

Siyasilerimiz vadediyor. 

Vatandaş umutlanıyor. 

Siyaset söz veriyor. 

Vatandaş sözlerin yerine getirilmesini beklemeye koyuluyor. 

Siyaset umut dağıtıyor. 

Vatandaş heyecanlanıyor. 

Siyaset seçimden önce kesenin ağzını açıyor. 

Verdikçe veriyor. Vermediğini veriyor. Yağdırdıkça yağdırıyor. 

Olmaz denilenleri olduruveriyor.

Seçilebilecek sıradan aday gösterilenler daha seçim olmadan vekilliği garantiliyor. Bunlar için seçim heyecanı listeyle birlikte sona eriyor.

Listeye giremeyenlerde bir üzüntü bir üzüntü ve kırgınlık. Bu sefer olmadı ama diğer seçim niye olmasın diyerek beş yıl sonrasını umutla beklemeye koyuluyor.

En büyük heyecan ve stres de partisinin çıkaracağı vekil sayısının sınırında listede yer alanlarda oluyor. Bu stres sonuçlar açıklanıncaya kadar devam ediyor.

Vatandaş kendine gündem buluyor, akşam sabah seçim konuşuyor, kim kazanacak diyor. Kimiyle tartışıp kırıp döküyor kimiyle medenice tartışıyor kimiyle bahse giriyor. Şu gerçek ki vatandaşın kahir ekseriyeti siyaset uzmanı.

Tavandan tabana kutuplaşma had safhada oluyor.

Mitingler, kalabalıklar, piyasada canlılık dorukta...

Bu heyecan bu stres bu beklenti seçim sonuçları açıklanıncaya kadar devam ediyor.

Sonuçlar açıklanınca bazıları sevinir bazıları da üzülür.

Sonrasında da birkaç ay nasıl kazandık, niçin kaybettik üzerine tartışma olur.

Daha sonra ufuktaki seçim çalışmaları başlar yavaştan yavaşa. Umutlar sonraki seçimlere taşınır.

Hasılı iyi ki seçimler var. Olmasaydı, ne yapardık bir düşünün.

Yalan ve Algı Yönetimi *

Aksi beyan diyebileceğimiz yalan, dinimizde "savaşta düşmanı yanıltmak, dargınları barıştırmak, karı koca arasını bulmak ve hastaya moral vermek" dışında söylenmesi yasak olan büyük günahlardandır. 

Bir yalan türü daha var ki bu da gerçeğin bir kısmını söyleyip bir kısmını söylememektir. Buna sinsi yalan diyebiliriz.

Yasak ve günah olmasının dışında tedavisi olmayan bir hastalıktır. Aynı zamanda nifaklık alametidir. 

Kişinin itibar ve güvenilirliğini yok ettiği gibi onulmaz yaralara da sebebiyet vermesi yönüyle yalan kimse tarafından tasvip edilmez ise de yalan insanın ve bu dünyanın bir gerçeğidir. 

Günümüzde yalandan daha tehlikeli olanı ise algı yönetimidir. Bu yönetimi Zekeriya Erdim "Artık, tüm sahalarda ve sektörlerde; "algı yönetimi" diye bir meslek yahut metot var. Olayları ve durumları kendi istedikleri renge ve şekle büründürme, kendi öngördükleri pencerelerden göründürme peşine düşenler; olguların üstünü örterek "karartma" yapıyor, algıları bağlamının dışına çıkartarak "çarpıtma" yoluna gidiyorlar." şeklinde açıklıyor.

“Olayları kendi istedikleri şekle büründürme, karartma, çarpıtma” derken algı yönetimi dediğimiz yalanın ta kendisidir. Hatta yalandan da tehlikelidir. Çünkü yalanda tamamen gerçeğe aykırı bir durum varken algı yönetiminde yalanla doğru karışık bir şekilde çarpıtılarak veriliyor. Olayın ne kadarının doğru ne kadarının yanlış ya da neresinin doğru neresinin yanlış olduğu belli değildir. Algı yönetiminde sureti haktan görünme vardır. Şeytanın sağdan yaklaşması vardır. Yalanda kişi veya kişileri yanıltma durumu söz konusu iken algı yönetiminde büyük kitleleri yanıltma durumu söz konusudur. Yalan, yalancının mumu yatsıya kadar yanar atasözünde olduğu gibi belli bir süre ile sınırlı iken algılar ilanihaye devam edebiliyor.

Burada yalanı masum gördüğüm anlaşılmasın. Çünkü yalanın hiç masum ve savunulur bir tarafı yok. Ama yalan ile algı yönetimini karşılaştırırsak sonuçları itibariyle yalan algı yönetimine göre çok masum kalır. Yalan kişinin kendini kurtarmak, vaziyeti kurtarmak ve ânı kurtarmak için yaptığı bir eylem iken algı yönetiminin içinde muhatap ya da muhataplara iftira atma durumu söz konusudur.

Tarihi, siyasi, sosyal, iktisadi vb. alanlarda kendini gösteriyor bu algı yönetimi.

Tarihi olay ve kişiler algı yönetimi üzerine bu ülkede yürüyor. Mesela bir kesim bazı Osmanlı padişahları hakkında iyi, büyük derken diğer kesim kötü, küçük diyebiliyor. Burada bir yalan daha doğrusu bir algı yönetimi var. İki kesimden biri yalan söylüyor ya da her ikisi de doğru söylemiyor.

İktisadi alanda yaptığımız da bundan farklı değil. Bir kesim istatistiki bilgilerden hareketle ekonomi bitik derken diğer kesim ekonomi uçuyor diyebiliyor. İki görüşte de ifrat ve tefrit var bana göre. Doğrusu iyi veya kötü yönüyle ekonomi ile ilgili tespitte bulunmaktır.

Siyaseten durumumuz da bundan ibaret değil. Zira gerçek dediğimiz olgu üzerinden siyaset yapılmıyor. Rakipler birbirini algı yönetimiyle alt etmeye ve öne geçmeye çalışıyor. Kitleler bu algılarla sevk ve idare ediliyor. İktidara böyle geliniyor, iktidarda böyle kalınıyor, iktidardan böyle gidiliyor. Yıllardır bu ülkede izlenen siyaset de budur.

*02.06.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.