21 Temmuz 2022 Perşembe

Yardımlara Nereden Başlanmalı? *

1993 yılında iki ay askerlik yapmak üzere Burdur 58. Tugay Komutanlığına teslim oldum. Yemin töreninde tugay komutanının dediğine göre Sivas’taki askerin aldığı temel eğitimi almış bulunmaktayız. Bir ayı doldurmuştuk ki sıraya aldılar bizi. Dediler, asker harçlığınız dağıtılacak. Yanlış hatırlamıyorsam, verilecek para 39 lira idi. Başımızdaki görevli, “Sırası gelen aldım diye imzasını atsın. İsteyen Mehmetçik Vakfına bağışlasın” dedi. İmzasını atan, gönüllü-gönülsüz bağışlıyorum diyerek geçip gitti. Sıra bana gelince, ben alacağım dedim. Herkes beni bekliyormuş ki ardımdan gelenlerin çoğu da harçlıklarını aldı.

Harçlık dağıtım işi bittikten sonra aynı koğuşu paylaştığım bazı bedellilerin, aldıkları harçlıkları uzun dönem askerlik* yapanlardan ihtiyaç sahiplerine verdiklerini gördüm. Yardım yapanlar da dini hassasiyeti olanlar değildi. Hem yardım yapmaları hem de bu yardımı gözlerinin önündeki ihtiyaç sahiplerine vermeleri hoşuma gitti. Öyle ya yapacağın yardıma en yakınından başlamak gerek.

İkinci ay harçlıklarımızı alma zamanı yaklaştı. Koğuş ve içtima alanlarında ikili konuşmalar hız kazandı. Konu da alınacak harçlığın ne yapılacağı? Dini hassasiyeti olmayanlar yine Burdur’da askerlik yapan uzun dönem askerlik yapanlara verelim hesabı yaparken, dini hassasiyeti olanlar ise kendi cemaatlerine bağlı vakıf ve derneklere yardım yapalım şeklinde bir kulis faaliyeti yürütmeye başladı. Böyle biri de benim yanıma geldi. İstanbul’da bir vakıfları varmış. Bu vakıf öğrencilere yardım yapıyormuş. Sonrasını kim, nereye verdi bilmiyorum. Ama durum bu şekil idi.

Yardım yardımdır, veren el olmak güzeldir. Buna eyvallah denir. İsteyen de nereyi ve kimi ihtiyaç görürse, yardımını oraya yapar. Zira bu bir tercihtir. Verdiğim bu iki örnekte de iki ayrı zihniyet yardım yapmış ama dini hassasiyeti olmayanlar yardımı yakınındakine, dini hassasiyeti olanlar ise uzak bölgeye yardım yapmayı tercih etti. Sizce hangisinin yaptığı daha doğru? Bu konuda ne düşünürsünüz bilmem ama bence yakına yapılan yardım daha uygun olanı idi. İslam’a göre de bu durum böyle değil miydi zaten.

Harçlığın değerlendirmesi gibi bir de promosyonların değerlendirilmesi olayına örnek vermek istiyorum. Devlet memurları iki-üç yıllığına maaş aldıkları bankalardan promosyon alırlar. Kimi bu parayı alır, ihtiyaçlarına harcar kimi de başka ihtiyaç sahiplerine verir. Daha bu promosyonlar hesaplara geçmeden yine vakıf ve dernek bağlantılı kişiler ya telefon açar ya da mesaj gönderir: “Şayet kullanmayacaksanız, bizim bir vakıf veya derneğimiz var. En azından bir kısmını oraya bağışlayabilirsiniz. Şu da ibanımız” şeklinde hummalı bir çalışma içine girer.

Burada promosyon caizdir veya değildir üzerinde durmayacağım. Yardım şuraya yapılır veya buraya yapılır demeyeceğim. İsteyen istediği şekilde tasarruf eder. Aynı şekilde birileri, bağlı bulunduğu cemaat, vakıf ve dernek için de yardım talep edebilir. Bu konuda kimseyi ne ayıplarım ne de yargılarım. Değinmek istediğim husus, yukarıda harçlık konusunda olduğu gibi insanların, yapacağı yardıma en yakınından başlamaları ve bunların içerisindeki en ihtiyaç sahiplerini tespit etmeleri. Eğer çevresinde ihtiyaç sahibi yok ise ondan sonra uzağa vermeleri. Doğrusu da budur diye düşünüyorum. Birileri, yakınımdakiler ihtiyaç sahibi ama uzaktaki bunlardan daha ihtiyaç sahibi olabilir diye düşünebilir ya da bu yakınımdakiler hak etmiyor diyebilir. Kimin ihtiyaç sahibi olduğunu bilemem ama uzaktan davulun sesi gür gelir bunu bilirim ve her türlü yardımda en yakın gözetilmeli derim.

*O zamanlarda uzun dönem askerlik süresi yanlış hatırlamıyorsam, 15 ay idi. Genel Kurmay’ın ihtiyacım var demesi üzerine bu uzun dönem askerlik yapanlar, üzerine bir 4 ay daha askerlik yaptılar.

*09/09/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

20 Temmuz 2022 Çarşamba

Korkularım ve Korkularımız (2) *

Bazı korkular da vardır ki kronikleşmiştir ve bazıları için bu korku bulunmaz nimettir. Mesela CHP bu milletin çoğunluğu için bir korkulu rüyadır. Özellikle sağ siyaset bu parti üzerinden çok partili sisteme geçildiği yıldan itibaren ekmek yemiştir ve halen yemeye devam etmektedir. Çünkü bu partinin tek parti döneminde yaptıkları, meydanlarda ve kapalı kapılar arkasında o kadar işlenir ki bu korku bu milletin kahir ekseriyetine yeter de artar bile. Adını duyar duymaz aman aman denir. Ne denir bir hatırlayalım: "Efendim, bu parti var ya bu parti, bunlar din düşmanı. Geçmişte Kur'an'ı yasakladılar. Dinsiz bunlar. Başörtüsü zulmü bunların eseri. Allah muhafaza iktidara bir gelirlerse, kızlarımızın başını açarlar. İmam Hatip Okullarını kapatırlar. Bunların iktidarında dindara yer yok. Siz bilmezsiniz bunları. Bunlar ekmeği bile karneye bağladılar. Ezanı Türkçeleştirdiler. Bunları iktidara getirin de o zaman görün gününüzü..." vb. denerek sürekli korku pompalanır. Ondan sonra gelsin oylar ve iktidarlar.

İşin garibi, korkutulan parti, 1950'den beri tek başına iktidar yüzü görmemiştir. Tek parti döneminin sorumlu faillerinden de bugün aktif siyasette olan yoktur. Çoğu da ölmüştür. Bu parti iktidar olacak şekilde her seçime hazırlanır ama yeri hep ana muhalefet olmuştur. Darbımesel haline gelen bu geçmiş uygulamalar milletin genlerinde kötü bir iz bırakmış olmalı ki parti yönetimi değişse de halk bunların genlerinde var diyerek bu partiyi iktidara getirmiyor. Bu demektir ki seçmenin çoğunluğu bu partiye güvenmiyor, parti de güven vermiyor. Bugün bu parti, bir değişim ve dönüşüm yaşasa da diğer kesimlerin oyunu almaya çalışsa da partili bazı zevatın zaman zaman yersiz çıkışları, halkın bir kesiminde “bunlar bir zihniyeti temsil ediyor ve bu zihniyet değişmez” imajını perçinliyor. Böyle olunca meydan sadece sağ siyasete kalıyor ve sağ siyaset alternatifsiz oluyor. Haliyle seçim sonuçları bıçak sırtı olmuyor. Devamlı sağ siyaset lehine yürüyor. Bu da siyasetimizin kendisini yenilemesinin önündeki en büyük engeldir.

Türkiye siyasetinin kendisini yenilemesi ve ülke yönetimine olumlu katkı sunabilmesi, iktidar alternatiflerinin olmasına bağlıdır. Türkiye ne yapıp ne edip iktidar alternatifi üretebilmelidir. Değilse, Türk siyaseti sağ siyasetin lehine olacak şekilde yerinde saymaya ve geri geri gitmeye devam edecektir. Hep bir kısır çekişme olacaktır. Zira her seçim malumun ilamıdır. Burada CHP iktidara gelmelidir ya da getirilmelidir gibi bir niyetimin olduğu anlaşılmasın. Şu parti bu parti, şu ittifak bu ittifak benim için fark etmiyor. Zira hiçbiri bana güven vermiyor. İstediğim, ülkeye katma değer üretecek şekilde birbirinden farklı zihniyetteki partilerin iktidara gelmesidir. Bu da seçimlere ayrı bir renk katacaktır. Partiler eşit bir şekilde yarışacaktır. Nefes nefese geçecek bir seçim sonucunun ortaya çıkacağını düşünen iktidarlar, çalışmazsam millet bana yol verir endişesini taşıyarak bu ülkenin lehine olacak şekilde çalışmalara imza atacaktır. Bundan da tüm ülke kazançlı çıkacaktır.

Buradan tekrar korkularımıza gelirsek, Türkiye ne yapıp ne edip Tek Parti Dönemi ile yüzleşmelidir ve bu dönemin korkusunu şöyle veya böyle yenmelidir. Burada başkasına malzeme vermeyecek şekilde CHP’nin kendisini dönüştürmesi, yenilemesi, halka güven vermesi, halkın kafasındaki korkuları gidermesi ve halkı ikna etmesi gerekiyor. Çünkü siyaset ikna işidir.

CHP iktidara gelirse, Tek Parti Dönemindeki yaptıklarını tekrar yapar mı? Devletin yasama, yargı ve yürütme erki birbirini denetleyecek şekilde olursa yapamaz. Ne zaman yapar? Devletin kendisi olursa yani devletleşirse veya yasama-yürütme ve yargı tek elde toplanırsa eski yaptığını yapar. Çünkü kendisini parti olarak değil de devletin kendisi görürse, bu risk daima vardır. CHP’nin 38-50 arasında yaptığı da bundan farklı değildir. Yani CHP, bu dönemde devletin kendisi olmuştur. Bu durum diğer partiler için de geçerlidir. Hangi parti güç bende diyerek devletin tüm yetkilerini kendinde toplarsa, partiden ziyade devlet olur. Bu da o partiyi gerisin geriye götürür.  Bugün AK Parti’nin durumunu da böyle görüyorum. AK Parti devletin kendisi veya kurumlarıyla mücadele ettikçe oyunu yükseltmiştir. Ne zaman ki devletin kendisi olmuşsa, gerilemeye başlamıştır.

Hasılı hangi tür korku olursa olsun, korkularımızla yüzleşmemiz gerekir. Değilse bir defa öleceğiz ama her korku ölümden beterdir. Ölür ölür diriliriz. Bu da ölmekten beter bir durumdur.

*05/09/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Korkularım ve Korkularımız (1) *

“And olsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenlere müjdele!” cümlesi Bakara 155.ayetin meali. Bu ayetin anlamını çoğumuz biliriz. Orijinali de aşağı yukarı her ortamda özellikle cenazelerde aşırı şerif olarak okunur. Çoğu kimsenin de ezberinde bu kısım. Mealde Allah korku, açlık, mal, can ve ürün azaltmakla imtihan edeceğini belirtiyor. Öyle ya, hepimiz için bu dünya karşılığını öbür dünyada göreceğimiz bir imtihan dünyasıdır. Birbirine benzese de Allah her birimizi gücümüz nispetinde farklı farklı imtihan ediyor. Buna amenna.

Ayetin açıklamasına yer vermeyeceğim. Zira mal, can, ürün ve açlıkla imtihan herkesin malumu. İzninizle korkuyla imtihan edilmemiz üzerinde durmak istiyorum. Zira dikkat çekici buldum. Ayetin açılımını “Biz sizi açlık korkusuyla, mal korkusuyla, can korkusuyla ve ürünleri azaltma korkusuyla imtihan ederiz” şeklinde anlıyorum. Gördüğünüz gibi imtihanlar farklı olsa da her birinin sonunda korku var. Korku deyip de geçip gitmeyelim. Bir şeylerden korkan bir insana korkma demek kolay. Korkan kimsenin de tamam, korkmayayım demesi de kolay ama korkma ve korkmayayım demekle iş bitmiyor. Korkmaması gerektiğini bilen bile korkmaya devam ediyor. Çünkü korku başlı başına yenilmesi gereken bir sorundur. Amma velakin kaçımız korkularımızla yüzleşip korkmaz hale gelebiliyor.

Korku, ayıplanacak bir şey değil. Zira insani bir histir. Kimi anlıktır kimi ise uzun süreli kimi de ilanihaye devam eder. Bazı korkular vardır ki deneme-yanılma ve tecrübeyle nice sonra korkmaz hale gelebiliyor. Bazı korkular var ki doğumdan ölüme kadar peşimizi bırakmıyor. Ayette geçen mal, can, ürün ve açlık korkusu da bu tür korkulardır. Bizimle beraber öbür dünyaya kadar gider. Bazı korkular da vardır ki başkasınca anlamsızdır ama onu ilgili kişiye sormak gerek. Zira kafasında bir korku oluşturmuştur, onu bir türlü yenemez. Bazı korkular da vardır ki üzerine üzerine gideriz ve sonunda o korkuyu yeneriz. Bazen de kaçarız korkudan. Hatta o korkuyu o kadar büyütürüz ki bir paranoya hali bile yaşarız.

Gördüğünüz gibi bir korkudur gidiyorum. Ağzımda eveleyip geveliyorum. En iyisi örneklerle korkularımızı açıklamaya çalışayım.

Küçük çocuk, gürül gürül yanmakta olan sobaya dokunmaya çalışır. Cıs demeye aldırmaz. Ne yapıp ne edip dokunacak o sobaya. Sonunda kimseden habersiz elini dokunur. Gerçekten yakıcı olduğunu görür ve basar çığlığı. Bu deneme onun için iyi bir tecrübedir. Artık bundan sonra yanmayan sobadan bile kaçınır.

Köpek korkusu da böyledir. Yeter ki kaçmaya gör. Kaçtıkça arkamızdan kovalar bizi. Durmamız gerektiğini bilmemize rağmen tabana kuvvet koşarız. Ne zaman korkumuzu yenip koşmadığımız zaman ardımızdan köpeğin gelmediğini görürüz. Hah şöyle ya deriz. Tecrübeliler, köpek gelirken oturursan, bir şey yapmaz derler. Bugünlerde bunu deniyorum ama köpek bu. Oturuyorum ama içim dışıma çıkıyor. Ne çektiğimi ne ecel terleri döktüğümü, bildiğim tüm duaları okuduğumu bir ben bilirim bir de Allah.

İlkokula giderken benden bir iki yaş büyük biri her gördüğü yerde beni döverdi. Ona görünmemek için çok yolumu değiştirdim. Sadece ben değil, herkes çekinirdi ondan. Zira hasta ve deli dolu biriydi. Bir anı diğer anını tutmaz, ne yapacağı belli olmazdı. Bir gün bu hasta tiple aynı sınıfta okuyan amcaoğlum, seni amcaoğluma söyleyeceğim de. Sana bir daha ilişmez dedi. Bu yöntemi denedim. Oymuş, bir daha ilişmedi bana. Oh be dünya varmış dedim. 

Ben böyle çok korkan biriyim. Hemen hemen her şeyden korkarım. Küçüklüğümden beri böyleyim. Nedense bir başkası da benden korkuyor. Çok mu korkunç biriyim? Olsa olsa korkusuz korkak olurum ama onu gel de ona anlat. Bu zatı muhtereme işiyle ilgili birkaç defa nasihat ettim. Baktım olacak gibi değil, zaman zaman uyardım. İki lafının biri sizden korkuyorum dedi durdu. Ne isem artık. Bir gün kendisine, böyle olmayacak, sizinle iş ortamı dışında dışarıda oturup konuşalım. Şu korkunu yen dedim. İsteksiz bir şekilde kabul etti. Oturduk. Söyle bakalım dedim. Dedi ben sizden korkuyorum. İyi de sana ne yapabilirim dedim. Korkuyorum işte dedi. Bak delikanlı, sana şu üç yönden zararım dokunabilir. Birincisi, ders programını bozarım. Bak kaç yıldır çalışıyoruz. Ders programın nasıl dedim. Allah var, ders programını iyi yapıyorsun, memnunum dedi. Yaptığın şeylerden dolayı fırsat bu fırsat deyip inceleme ve soruşturma açabilirim. Yaptım mı bugüne kadar dedim. Yok, yapmadın dedi. Yılda bir kez aralık ayında sicil notu veririm. Git il MEM’e dilekçe ver. Son üç yılın ortalamasını öğren dedim. Gittim oraya, notumu da öğrendim. Yüksek vermişsin dedi. İyi de mübarek, elimdeki tüm kozlar bu iken ve bunlardan dolayı benden bir mağduriyet yaşamamışsan, hala benden niye korkuyorsun dedim. Bilmem, nedense korkuyorum dedi. Sen korkmaya devam et. Zira bu korkunun tedavisi yok dedim. Başka da ne yapabilirdim. Kendisine o kadar açık çek verdim, beyefendi, yine benden korkmaya devam etti. Karşımda ne kadar hata yapmamak için uğraştıysa da beceremedi. Ölümden beter bu korku, kurumdan ayrılıncaya kadar da devam etti. Sonrasında bir daha da karşılaşmadık. Öyle zannediyorum, bugün karşılaşsak, yine dizlerinin bağı çözülür. Gözüne nasıl görünüyorsam artık. (Devam edecek.)

*02/09/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

19 Temmuz 2022 Salı

Hanım Kız *

Okumak için sene 1979 yılında köyden indim şehre. İlk öğrendiğim şeylerden bir tanesi, işitemediğim şeyler için efendim demek oldu. Bir ara tatilde köye geldiğimde akrabalarımla oturuyorum. Benden birkaç yaş büyük olan akrabam bana bir soru sordu. İnsanlık hali tam anlayamadım. Uygulama bir deyip efendimi yapıştırdım. Büyüğüm, bak bak bak, daha dün gitti, efendimi de öğrenmiş, bizimki şehir çocuğu olmuş diyerek ayıpladı beni. Takdir beklerken tekdir yemek böyle bir şey olsa gerek. Oymuş, uzun süre efendim demedim. Çünkü şehir çocuğu olmayacaktım. Duymadı isem, ne dedin, bir daha söyle dedim, ey dedim. Ama efemdim demedim. Olmadı, yüzüne baktım bön bön. Sonradan öğrendim ki efendim bir nezaket ifadesiymiş. Ödün vermek değilmiş. Nereden bilebilirdim ben bunu. Geç de olsa kişiliğimden ve yetiştiğim muhitten ödün vererek efendim diyorum artık.

*

Bir zamanlar aynı muhitte oturduğum bir okul arkadaşımla hafta sonları zaman zaman çarşıda buluşur, çayımızı içerken muhabbetimizi yapar, ardından aynı toplu taşıma aracına bineriz. Konuşmamıza otobüste devam ederken bu arkadaşla, halen dersine girdiği bazı öğrencileri arasında kısa süreli bir diyalog geçer: Öğretmenim, iyi günler, iyi günler hanım kız şeklinde. Arkadaşın öğrencisine hitap ederken söylediği hanım kız dikkatimi çekti. Maşallah, öğrencilerine ne güzel hitap ediyorsun dedim. Gülüştük. Her karşılaşmada aynı sözler ve hanım kız ifadesini işitince bir gün kendisine, bak hele, nezaketinden dolayı mı öğrencilerine hanım kız diyorsun yoksa isimlerini bilmeyince mi böyle diyorsun dedim. Önce bir güzel güldü, ardından aynen dediğin gibi. Zira isimlerini aklımda tutamıyorum dedi.

Her ne kadar unuttuğundan dolayı arkadaşım öğrencilerinin her birine hanım kız dese de tuttum bu hanım kızı. Zira benim de zaman zaman ismini bilmediğim karşıt cinsle selamlaştığım, kısa süreli de olsa hal hatır sorduğum olur. İsmini biliyorsam, hemen adıyla hitap ediyorum. Bilmiyorsam, adın neydi demiyorum. Zira hitabım hazır. Hemen hanım kız diyorum. Bu benim dilime iyice yerleşti. Gayri ihtiyari de olsa ağzımdan bu hitap çıkıveriyor. Tanıdığıma da yapıyorum, tanımadığıma da. Hatta bir mağazaya girdiğim zaman bana refakat eden kızlara da aynı şekilde hitap ediyorum. Hoşuma da gidiyor. Zira adı üzerinde hanım kız. Kedi olalı bir fare tutmuştum ne de olsa. Üstelik hakaret içermeden bir nezaketi ifade ediyor.

Kaç yıllardır, bilinmeyen kişiler için memnuniyetle bu hitabı kullanırken Türkiye gündemine bir hanım kız ifadesi düşüp, diyen kimse ayıplanınca; eyvah ki eyvah, yıllardır baltayı taşa vurmuşum, hiç bir kıza, hanım kız denir mi? En iyisi bir daha bu şekil hitap etmeyeyim diye kendi kendime söz verdim. Ne olur ne olmazdı zira.

Ben böyle söz verdim ama gel de bunu dilime anlat. Alışmış kudurmuştan beterdir zira. Gündüzünde yapamadığım yürüyüşümü yapmak için akşam çayını evde içtikten sonra rotayı Anıt- Zafer-Alaaddin-Kültür Park- Zindan Kale istikametine çevirdim. Serin serin yürüyorum. Dönüşte, araç trafiğine kapalı Şato Form’da buldum kendimi. Bir ayakkabı mağazasının önünden geçerken girdim içeriye. Aradığım ayakkabının olup olmadığını, varsa fiyatını öğreneceğim. Soracağım ama ortalıkta kimsecikler yok. Sonunda bir kenarda bir işle uğraşan, benim geldiğimi görmeyen bir kızımızı gördüm. Beni görmesi ve benimle ilgilenmesi için ne diyecektim. Dilimin ucuna hanım kız geldi. Tövbe tövbe. Sakın deme dedim. Kendimi zor tuttum. Tuttum ama ne diyecektim? Kız desem, ayıp olur. Bacım desem, eski Türk filmlerinde kaldı. Hanımefendi desem, uzun kaçar. Kızım desem, ben senin nereden kızın oluyorum diyebilirdi. Teyze-abla desem, ben senin kızın yaşındayım. Yaşından başından utan amca der mi derdi. Sonunda kendimi daha fazla tutamadım. Ne olacaksa olsun deyip hanım kız çıkıverdi ağzımdan. Buyur amca dedi kızımız. Bereket bu hitabımı hakaret kabul etmedi ve akşam akşam başıma iş açmamış oldum.

Aman siz siz olun, ağzınızı benim gibi hanım kıza alıştırmayın. Daha doğrusu hiçbir şeye alıştırmayın. Çünkü yarın bir siyasi sizin kullandığınız o ifadeyi kullanır, ondan sonra ayıklar durursunuz pirincin taşını.

*20/07/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

18 Temmuz 2022 Pazartesi

İnsan Psikolojisinin Neresindeyiz? (2)

Zaman zaman seslerini duyurmak amacıyla kısa süreli iş bırakma eylemi yapan sağlık çalışanlarının özlük hakları incelendiğinde; hem kendi içlerinde ücret adaletsizliği var hem de diğer çalışanlar arasında. Türkiye'nin her yerinde aynı işi yapan sağlıkçılar maaş yönünden aynı almakla beraber yan ödemeler dolayısıyla A hastanesindeki bir çalışanla B hastanesindeki çalışanın aldığı ücret arasında uçurumlar var. Bu demektir ki bir hastanede yan ödemeler dahil iyi bir ücret alan sağlık çalışanı, yer değiştirdiğinde aynı işi yapmasına rağmen diğer hastanede daha düşük ücret alabilmektedir. Temmuz zammı ve enflasyon farkı verilmeden önce en düşük hekimin 8-9 bin lira aldığı yetkili ağız tarafından açıklanmıştı. Burada size bir taşra ilçesinde ilkokul mezunu bir temizlik işçisinin temmuz zammı öncesi çıplak maaşının 11 bin lira olduğunu söylersem, sanırım ücret adaletsizliği daha iyi anlaşılmış olur. Gördüğüm kadarıyla ilkokulun ardından onca okul okumanın burada esemesi okunmuyor. Ha çok yüksek ücret alan doktor yok mu? Vardır ama bunu tüm hekimlere teşmil etmemek lazım. Çünkü hepsi aynı derece yüksek almıyor.

Tekrar sağlıkçıların son iş bırakmasına gelelim. Mağdur olduğumuzdan dolayı be kardeşim, bayram öncesi şimdi zamanı mı diye doktorlara kızalım. Ama bu kızmanın daha fazlasını sağlık çalışanlarına şiddeti önlemede sonuç alıcı tedbirler almayan Sağlık Bakanlığına ve ilgili yetkililere ayıralım. Neden bir X-ray cihazını hastane girişlerine bugüne kadar koymadın, cebinde silahı olan biri ulu orta hastane içlerine ve hekimin odasına kadar nasıl girebiliyor, lütfen ivedilikle tedbir alın diyelim. Diğer iş bırakma eylemlerini eleştirsek bile bu son olayda doktorları anlamaya çalışmamız gerektiğini düşünüyorum. Neden derseniz, aynı binanın içinde bir hasta yakını bir meslektaşlarının üzerine iki şarjör boşaltmış. Donar kalır insan. Küçük dilini yutar. Unutmayalım ki doktorlar robot değil. Onların da insani duyguları var. Bu can havliyle doktorluk yapmayacağız, bu ülkeyi bırakıp gideceğiz, biz eylem yapacağız, neredesin devlet, duy sesimizi diyebilirler. Hatta ağızlarından daha kötüsü de çıkabilir. Katliamın sıcaklığıyla mağdur ağzına geleni söyler. İnanın, olay soğumaya yüz tuttuğunda çoğu söylediklerinden pişmanlık duyarlar. Unutmayalım ki mağdur, mağduriyet esnasında her türlü şeyi söyleme hakkına sahiptir. Biz ne yaptık? Daha başınız sağ olsun, şiddet ve katliama karşı sağlık çalışanlarının yanındayız diyeceğimize, aynı anda salvo atışlar yaptık. Burada TTB eylem açıklaması yapıncaya kadar Sağlık Bakanlığı inisiyatif alabilirdi. Pekala, "Konya Şehir Hastanesinin tüm çalışanları şu andan itibaren bayram tatiline girmişlerdir. Bayram sonrasına kadar yataklı hastaların tedavisi ve acil poliklinik dışında ayakta tedavi görecek hastalara hizmet verilmeyecektir. Vatandaşlarımızın randevuları kısa zamanda Konya'daki diğer hastanelere kaydırılacaktır" benzeri bir açıklama yaparak inisiyatifi tüm Türkiye'de eylem kararı alacak şekilde TTB'ye kaptırmayabilirdi. Hatta TTB ve Sağlık Bakanlığı açıklama yapmadan bu menfur durum karşısında ne yapabiliriz, acil bir B planı hazırlayalım şeklinde bir iletişime geçselerdi, daha iyi olmaz mıydı? Bence ideolojik takınmayı bir tarafa bırakarak devletin ilgili kurumları, birlikte karar almayı ve hareket etmeyi becerebilmeleri gerekir.

Yazımı uzattım. Kısaca şunu söyleyeyim. Bir doktorun acılı ölümü sonrası toplum olarak iyi bir sınav vermedik. İletişime kapalı, had bildirme, hesaba katmama odaklı bakış açımız sebebiyle içimizde biriktirdiklerimizi bu vesileyle kusmuş olduk. Biraz psikoloji biraz empati biraz anlayış biraz sağduyu biraz hoşgörü inanın birçok sorunumuzu çözer. Lütfen TTB ile kavgamızı doktorlar üzerinden, hükümetle kavgamızı doktorların ardına sığınarak yapmayalım. Birileri kendi kavgalarını bizleri yanlarına çekmek suretiyle yapmaya kalkıyor. Lütfen alet olmayalım. Unutmayalım ki bu sağlık çalışanları kolay istihdam dolayısıyla bu sektörde çalışmayı yeğledi. Bu çalışanlar zengin çocuğu falan değil. Senin, benim gibi Anadolu'nun fakir çocuğu. Bu mesleği seçtiklerinden dolayı çocuklarımızın burunlarından fitil fitil getirmeyelim. Birazcık anlayış gösterelim lütfen.

17 Temmuz 2022 Pazar

Din Görevlisinin Kürsü Sorumluluğu *

Düşüncesi, siyasi görüşü, dini anlayışı ne olursa olsun; beş vakit namaz, cuma ve bayram namazı için insanımız camilere gider. Çünkü camiler ortak değerlerimiz, buluşma ve sığınma merkezimizdir. Aynı zamanda Allah’ın evi kabul edilir. Birlikte vaaz ve hutbe dinlenir. Yan yana saf tutularak namazlar kılınır.

Ardından bir başka vakitte buluşmak üzere herkes işine gücüne dağılır.

İbadetin yanında birlik ve beraberliği temsil eder camiler. 

Yapılan vaazlar ve verilen hutbeler; dini bilgilendirme, sağlıklı din anlayışını ortaya koyma, toplumun ortak sorunlarını ortaya koyma ve çözüm yollarını belirtme içerikli olmalıdır. Bunun için din görevlilerinin her yönüyle iyi yetişmesi gerekir.

İçerik kadar kullanılan dil ve üslup da önemlidir. Burada camilerde vaaz vermek ve hutbe okumak için kendilerine emanet edilen kürsülere oturan ve buralara çıkan din görevlilerine bu konuda büyük görev düşüyor. Görevliler, tatlı ve yumuşak bir üslup sahibi olmalıdır. Birleştirici ve kimseyi ötekileştirmeden herkesi içine alan bir dil kullanmalıdır. Toplumun bir kesimini veya bir meslek grubunu dışlayan, onları hedef gösteren, ötekileştirici bir dil din görevlisinin dili olamaz. Tarafgirlik hiç görevi değildir. Esas işiyle uğraşmalıdır. Birilerinin tamtamcılığını yapmayacaktır. Eline mikrofonu alıp kürsü benim diyerek ağzına geleni söylemeyecektir. Ne konuşacağını bir güzel tartmalıdır. Bin düşünüp bir konuşmalıdır. Tartışmalı ve milleti kutuplaştırıcı bir rol üstlenmemelidir. Yangına körükle gitmemelidir. Niyeti, yanan yangını veya yanmaya yüz tutmuş yangının alevini söndürmek olmalıdır. Siyasi söylemlerden uzak durmalı ve partizanlık yapmamalıdır. Gündeme dair konulara yer verecekse bir tarafı değil, Müslümanca bir duruş sergilemelidir. Konuşmasıyla ne uyutmalı ne de ürkütmelidir. Her bir cümlesi bir mesaj içermeli. Dinleyen herkes bu konuşmadan hisse almalı, doğrusu bu demeli.

Din görevlileri sadece cami içinde değil, cami dışında da giyim ve kuşamıyla, adabımuaşerete riayetiyle, başta cami cemaati olmak üzere iç ve dış paydaşlarla ilişkilerde her yönüyle çevresine örnek olmalıdır. Başta cami olmak üzere caminin -tuvalet dahil- tüm müştemilatının temiz tutulmasına özen göstermelidir. Tuvalet ve şadırvanının yüzüne bakılmaz din görevlisinin hiçbir şey konuşmadan öncelikli görevi budur. 

Din görevlisinin kendisine ait görüşü olamaz mı? Olur elbet. Olmalı da. Sosyal medyayı kullanamaz mı? Kullanmalı elbet. Dini, siyasi vb. konularda farklı düşünemez mi? Düşünecek elbet. Tüm bu düşüncelerini aktaramayacak mı? Elbette aktarabilir ve paylaşabilir. Ama tüm bunları nerede yapacak? Cami içinde değil, dışarıda yapacak.

Son paragrafta anlatmaya çalıştığım sadece cami görevlilerini bağlayan bir durum değil. Tüm kamuda çalışanlar özel hayatıyla, iş mahallini birbirine karıştırmamalı. İşte işiyle uğraşmalı. İşinde katma değer üreten olmalı. Asla ideolojik davranmamalı. İşinden çıkınca gerekirse farklı fikir ve hüviyete bürünmeli. Ötesi haddi aşmaktır, vazifesi olmayan işe karışmaktır, başkasının işine burnunu sokmaktır, iki kişinin arasına girmektir, görevini kötüye kullanmaktır. Buna kimsenin hakkı yoktur. Unutmayalım ki din görevlisinin sarığı beyazdır. Beyaz ise kir götürmez.

*22/07/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

15 Temmuz 2022 Cuma

İnsan Psikolojisinin Neresindeyiz? (1)

6 Temmuz 2022 günü Konya Şehir Hastanesi kardiyoloji bölümünde uzman olarak görev yapan doktorun, bir hasta yakını tarafından, odasında kurşun yağmuruna tutularak hunharca öldürülmesinin ardından, bağlı bulundukları STK'lerin açıklama yapmasıyla, sağlık çalışanları 7 ve 8 Temmuz günlerinde 2 gün iş bıraktı. Bu eyleme ne kadar çalışan katıldı bilmiyorum. Bildiğim, kamuda görev yapanlar bu eyleme katılırken özel hastane çalışanlarının çoğu bu eyleme katılmadı. Aslında iki gün denen iş bırakmanın ikinci günü arife gününe denk geldiğinden sağlık çalışanları bir buçuk gün poliklinik hizmeti vermemiş oldu.

Sağlık çalışanlarının eylem kararı almasının ardından, doktorlar hedef tahtasına kondu. Gelen vurdu, giden vurdu. Vay efendim, nasıl iş bırakırlar. Bir doktor öldüyse öldü, ne yapalım. Acınızı anlıyoruz ama hastaları mağdur etmeye hakları yok. Bir polis ve asker öldürülünce asker ve polis iş bırakıyor mu, bir imam cuma vakti kalp krizi geçirince cuma kılınmayacak mı? Bir kişi iğne vurduracağında ne yapacak? Bu doktorlar da amma açgözlü. İşleri güçleri para. İdeolojik takınıyorlar. Bunlara haddini bildirmek ve TTB'yi kapatmak lazım gibi eleştiriler aldı başını gitti. Doktorlar hiç olmadığı kadar halkın önüne atıldı, dışlandı ve yalnızlaştırıldı. 

Burada doktorların eylemini savunacak değilim. Eylemleri doğrudur, yanlıştır üzerinde de durmayacağım. Yalnız doktorların ilk eylemi değil bu. Özlük hakları ve sağlık çalışanlarına şiddetin önlenmesi gerekçe gösterilerek zaman zaman hekimler bu ülkede poliklinik hizmeti vermedi. Bu 1,5 günlük iş bırakma eylemi ise tüm eylemlerin tuzu biberi oldu. Öyle zannediyorum, doktorlar bu aşamada hiç olmadığı kadar kendilerini değersiz hissetmiştir. 

Eylem ister 1,5 gün ister 1 saat olsun hastalar mağdur olmuş mudur? El cevap olmuştur. Çünkü bu süreçte sadece acil poliklinikleri ve ameliyathaneler acil hastalara müdahale edecek şekilde açık kalmış, diğer poliklinikler hizmet vermemiştir. Haliyle hasta muayeneleri, emar, ultrason vb. randevulu çekimler ileri tarihe ötelenmiştir. Ötelenmeden kaynaklı bir mağduriyet söz konusu olsa da hastaya acil müdahale edilmediği için ölen bir kişi olmadı. En azından ben duymadım.

Durum bu iken bir kaşık suda fırtına koparmayı anlamış değilim. Tüm mesele mağduriyet ise tek mağduriyet hekimlerin iş bırakmasıyla mı oluyor? Hepimiz biliriz ki her türlü eylemde az veya çok, küçük veya büyük mağduriyetler olur. Mesela bir siyasi parti şehir meydanında bir miting yapar. Çoğu yollar trafiğe kapatılır. Evine gitmek isteyen vatandaş, başka yolları kullanmak zorunda kalır. Toplu taşıma kullananlar, otobüs ve dolmuşların güzergahı değiştiği için ya durağında saatlerce vasıta bekler ya da hayatında yapmadığı kadar tabana kuvvet diyerek bir güzel yürür ve bir iyi terler. Toplu sözleşmeleri anlaşmazlıkla sonuçlandığı zaman işçiler greve gider, çöpler alınmadığı için şehirler çöp yığınına döner. İki örnek verdim. Her iki örnekte de mağduriyet var mı? Var elbet. Eylem demek grev demek, aynı zamanda mağduriyet demektir. Merak ediyorum, kaç kişi mitingler yapılmasın ya da işçiler grev yapmasın diyerek siyasileri ve işçileri düşman beller. Şu geçirdiğimiz Kurban Bayramı, idari izin ve 15 Temmuz Bayramı dolayısıyla yaptığımız 9,5 günlük tatilde poliklinik hizmeti verildi mi? Hayır. Bu uzun tatil dolayısıyla mağdur olanlar oldu mu? Olmuştur elbet. Mağduriyetse alın size mağduriyet. Peki bu mağduriyetten dolayı bu kadar uzun tatil verenler tefe kondu mu, tepki gösterildi mi? Bildiğim kadarıyla hayır. Hatta herkes tatilden ve hayatından memnundu. Belki de kimsenin hastalık aklına bile gelmedi. Bence salgın döneminde alkışladığımız hekimleri birileri hedef gösterdi. Biz de hemen atladık. Uyar akıllıyız ne de olsa. 

Merak ediyorum, 1,5 günlük bir eylem dolayısıyla neredeyse linçe tabi tuttuğumuz, ağzımıza geleni yazıp çizip sosyal medyada hedef tahtasına oturttuğumuz ve düşman bellediğimiz bu hekimlerin önüne oturup nasıl muayene olacağız? Haydi diyelim ki hekimler bize bakmaya mahkumlar. Peki, bu doktorlar hangi haleti ruhiye ile bizi muayene edip sağlıklı teşhis koyabilecekler? Bizim ne derece içimize sinecek bu? Bilelim ki buradan sağ çıkabilir miyim endişesi taşıyan bir hekim sağlıklı muayene yapamaz. 

Bu konuda insan psikolojisini anlama konusunda sınıfta kaldığımızı, birilerinin dolduruşuna geldiğimizi, yangına körükle gittiğimizi, oluşturulan algılarla hareket ettiğimizi, sağlıklı düşünemediğimizi; bu tavrımızın, doktor ile hasta arasındaki sosyal barışı bozduğunu söyleyebilirim. (Bu konuya devam edeceğim.)