14 Mart 2022 Pazartesi

Hafızlığın Faydası *

Hafızlık güzel bir ibadettir. Hafız olan bir kişi hem farzı kifaye olan bir ibadeti yerine getirerek sevap kazanmış hem de Allah kelamını beynine nakşetmiş olur. Özellikle İmam, müezzin, müftü ve vaiz olacakların, ilahiyat ve İslami ilimler okuyacak olanların hafız olmasında fayda vardır. Çünkü bu meslek sahipleri hep Kur'an'la haşır neşir olmaktadırlar. Hem namaz kıldırırken zammı süre olarak namaz sürelerinin dışında farklı ayet ve süre okuyabilirler. Hafızlığı sağlam olanlar teravihlerde hatimle namaz kıldırabilirler. Cemaate vaaz verenler ayetleri ezberden okuyabilirler. Öğretmen olarak görev yapanlar Kur'an derslerinde öğrencilerin okuduğu sayfayı ezberden takip edebilirler. Hafız olanların Arapçaları da iyi ise okudukları ayetlerin anlamlarını bilirler ve muhataplarına anlamlarını da vermiş olurlar.

Tüm bunların yanında hafızlığın zekayı açtığını, hafızayı güçlendirdiğini düşünüyorum. Çünkü zeka ile zekat aynı kökten gelir. Nasıl ki zekat verdikçe malın bereketi artıyorsa, zekayı kullandıkça zeka da açılır. Kişinin ezberleme yeteneği gelişir. Sürekli tekrarlandığı için çoğu hafızın güçlü bir hafızaya sahip olduğu gözlemlenmektedir. Okuduğu metni daha çabuk kavrayabilir. Hafız olan bir kişi, gördüğü Arapça bir metnin Kur’an ayeti olup olmadığını, okunan ayetin Kur’an’da nerede geçtiğini bilir. Düğün, cenaze vb. yerlerde aşır okunacaksa genelde hafız olanlardan okumaları istenir. Bir yerde bir sohbet yapılacaksa hafızlara söz verilir. Ortama uygun birkaç ayetle, pekala bir sohbet konusu ortaya çıkar. Kısaca hafız olanlar Kur’an’ı zihnine nakşetmiş kimselerdir. Bunlara ayaklı Kur’an dense yeridir.

Tek başına hafız olmak yeterli midir? Ezberleme yönünden yeterli olsa da okuduğu ayetin anlamını bilebilme ve vaaz verirken içeriğini tercüme edebilme yönünden hafız olanların aynı zamanda Arapça bilgisine sahip olmaları çok iyi olur. Maalesef çoğu hafızın Arapça bilgisi olmadığı için okuduğunun ne anlama geldiğini bilememe gibi bir durumları söz konusu. Bu da Kur’an’ın iniş mantığı ve amacına uygun düşmez. Çünkü Kur’an; okumaktan ve bol bol tekrardan ziyade okuduğunu anlamak ve anlaşılanı yaşamak için gönderilmiştir. İdeal olan okunan ile yani ilmi ile amil olmaktır. Çünkü Müslümanlıkta ideal olan Müslümanların yaşayan Kur’an olmaları, teorinin pratiğe dönüşmesi ve Kur’an ahlakı ile ahlaklanmalarıdır. Dinin de toplumun da özellikle dini bilenlerden beklentisi böyledir. Bunu sahabenin “Peygamberin ahlakı nasıldı” sorusuna, Hz Ayşe’nin “Siz Kur’an okumuyor musunuz? Onun ahlakı Kur’an ahlakı idi” sözüyle de hepimiz biliyoruz. Allah okuduğunun anlamını bilen ve bildiğiyle yaşayan kimselerden eylesin.

Hasılı, tüm bunlar ve daha fazlası için Kur’an’ı ezberlemek teşvik edilir. Toplumda hafızlık yapanlara ve hafızlara ayrı bir değer verilir, saygı gösterilir ve el üstünde tutulur. Hafızı kelamsın denilir.

Anadolu’da çoğu ailenin çocuğunu hafız yapma ideali vardır.

Hafızlık sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitimle birlikte sekteye uğrasa da son yıllarda uygulanan projelerle hafızlık yeniden diriltilmeye çalışılıyor. 

*08/04/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır. 

10 Mart 2022 Perşembe

Hükümetlerin Ekonomi Karnesi *

Bu yazımda ekonomimiz şöyledir, böyledir, öldük, bittik, her gün zam zam zam, bu böyle gitmez demeyeceğim. Her şey güllük gülistanlık da demeyeceğim. Derdim ne mevcut hükümet ne de önceki hükümetler ne şu parti zamanında ekonomi iyiydi ne de kötüydü değil. Becerebilirsem kendi gözümle bir tespitte bulunacağım.

Türkiye siyasetini ve ülke yönetimini geçmişten günümüze takip edenler bilirler ki ideolojik sebeplerle oy verenler olsa da siyaseti belirleyen en önemli unsur ekonomidir. Tencere, tava ve mutfak diye ifade edilen ekonomi nicelerini iktidardan etmiş, nicelerini iktidara taşımıştır. Çünkü vatandaşın derdi geçimdir, mutfaktır. Bundan dolayıdır ki iktidar adayı veya iktidar alternatifi olan her parti, “Ekonomiyi yönetemiyor, vatandaş açlık sınırı içerisinde, geçinemiyor, mutfakta tencere-tava kaynamıyor, fiyatlar aldı başını gidiyor, ürünlere her gün zam geliyor. Biz gelirsek ekonomiyi şöyle yöneteceğiz, vatandaşın alım gücünü artıracağız, asgari ücreti yükselteceğiz, işsizliği azaltacağız vs.” şeklinde propaganda yapar. Vatandaşın çoğunluğu, bu eleştirileri haklı bulur, verilen vaatleri ikna edici bulursa mevcut iktidarı değiştirir. Değiştirdiği hükümetlerin çoğunu da baraj altına iterek cezalandırır. Eleştirileri haklı, vaatleri ikna edici bulmaz, iktidarın yönetimini eksikleriyle birlikte yeterli görürse, iktidarı değiştirme yoluna gitmez. Bu hep böyle olmuştur, yine böyle olmaya devam edecektir.

Partiler, kendilerini iktidara hazırlamak için plan, program ve projeden ziyade rakip gördüğü partilerin ülkeyi soktuğu ekonomik darboğazı durmadan işler ve iktidara geliyorsa da rakiplerini kötüleyerek gelir. Yani siyasette rakibinin eksiklikleri ile ekmek yer. Mesela bu ülkede “ekmeğin karneye bağlanması”, “tüp kuyrukları”, “petrol krizi”, “ülkenin yetmiş sente muhtaç edilmesi”, “enflasyon/hiper enflasyon”, “faizlerin yüksekliği”, “yazar kasa”, “kepenk kapatan işletmeler”, “1994-2001 ekonomik krizleri”, “İMF’nin kapısının çalınması”, “özelleştirme”, “asgari ücret” vs. partilerin propaganda olarak başvurdukları argümanlardır. Yıllar geçse de fırından yeni çıkmış gibi ısıtılıp ısıtılıp önümüze konur. Tüm bunlar yapılırken “Bunlar ekonomiyi batırdı. Bunları bıraksan iki kazı güdemezler denerek eski iktidarlar eleştirilir. Eleştiri ile kalınmaz, ayıplanır ve kınanır. Tefe bile koyarlar.

Partiler rakiplerini alt etmek için böyle propaganda yapar ama kendileri iktidara geldikleri zaman nasıl bir icraata imza atarlar? Gördüğüm kadarıyla yok birbirlerinden farkları. Özellikle ekonomi ile ilgili yaptıkları ve yapamadıkları -yalancı baharları hariç- eleştirdiklerinden, kınadıklarından ve ayıpladıklarından hiç farklı değil. Hangi parti, hangisini ne ile eleştirmişse iktidarında aynısını yapmıştır. Aşağı yukarı aynısı başına gelmiştir. Bu da bize “İnsan kınandığı ile sınanır”, “Kişi, ayıpladığı başına gelmeden ölmez” sözlerini haklı çıkarıyor.

Burada bazıları, “Sapla samanı karıştırmayalım. Son yaşadığımız ekonomik sıkıntıyı tüm dünya çekiyor, çünkü dünya küresel enflasyonla karşı karşıya. Üstelik salgın var. Üzerine de savaş çıktı, petrolün varil fiyatı çok yükseldi” şeklinde gerekçeler gösterebilir. Tüm bu gerekçeler doğru ise -ki doğrudur- daha önceki hükümetlerin yaşadığı ve yaşattığı gerekçeler de doğrudur. Çünkü durduk yerde hayat pahalılığı olmaz, kriz olmaz. Bildiğim kadarıyla ekmeğin karneye bağlanması, ikinci dünya savaşı yılları. Halkın parasını verip petrolünü alamadığı yıllar petrol krizinin olduğu yıllar. Tüp vb. kuyruklar hakeza.

Yaşadığımız ekonomik sıkıntılar gösteriyor ki her dönemi değerlendirirken o yıllarda dünyada olup bitenleri de göz önünde bulundurmak gerektiğini düşünmemiz lazım. Nasıl ki tarihi olayları değerlendirirken bugünün gözüyle değerlendirmek yanlış ise eski iktidarları değerlendirirken de zamanındaki dünyada olup bitenleri bugünün gözüyle değerlendirmek yanlıştır. Gelmiş-geçmiş iktidarları eleştirirken ve kınarken biraz insaflı olmak lazım diye düşünüyorum. Çünkü her dönemin, her devrin ayrı bir hikayesi vardır.

Ekonomi ve diğer hususlarda, ülkenin krize girmesinde gelmiş geçmiş hükümetlerin yönetimden kaynaklanan hata ve yanlışları yok mudur? Vardır elbette. Çünkü insan yönetiyor ne de olsa. İnsan olup da hata yapmayan mı var. Ülkeyi ekonomik krize duçar eden iktidarlar benim nazarımda öngörüsüzdürler. En azından gelmekte olan veya gelmesi muhtemel krizlere karşı tedbir almadıkları, başka planları devreye sokmadıkları görülüyor. Pekala her hükümetin ajandasında B, C, D planları olmalıydı. Tabir yerindeyse ülkeyi ve ekonomiyi “Saldım çayıra, Mevla’m kayıra” çerçevesinde günübirlik yönetmişler. Tamam, dışa bağımlı olduğumuz enerji konusunda belki bir şey yapılamayabilir ama tarım ülkesi olan ülkem, en azından gıda ürünlerini dışarıdan ithal etme yoluna gitmemiş olurdu.

*12/03/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

7 Mart 2022 Pazartesi

Tarafgir Bakış Açısı *

Futbol maçı izler misiniz bilmiyorum. İzlemeseniz de futbol maçlarının çok çekişmeli geçtiğini bilirsiniz. Çünkü maç demek; stres, heyecan, alkış, slogan, tezahürat, küfür, atışma, taktik vb. demektir. Oynanan maç bir de ezeli rekabet ise yürek mi dayanır bu maça. Ta günler öncesinden bu maç konuşulmaya başlanır, biletler satılır, maçı hangi hakemin yöneteceği dört gözle beklenir. Maçın hakemi açıklanır açıklanmaz, takımların taraftarları hakem hakkında konuşmaya başlarlar. Kimi hakemi beğenir: İyi hakemdir, kritik pozisyonlarda takımlarını tuttuğunu, bu hakemin takımlarına uğurlu geldiğini, bu hakemle daha maç kaybetmediklerini söyler. Kimi de bu hakemle daha maç kazanamadıklarını, bu hakemin maçı katlettiğini, Federasyonun bu hakemi bu maça özellikle verdiğini söyler durur. 

Beklenen büyük gün gelir. Takımların taraftarları kendilerine ayrılmış tribünlerde saatler öncesinden yerlerini alır. Takımlar sahaya çıkar ve stresi yüksek maç başlar. Taraftarların takımı çok iyi oynuyorsa problem yok. Taraftar var gücüyle takımını destekler. Sesleri kısılıncaya kadar tezahürat yaparlar. Hele bir de gol atılmışsa bir bakmışsın hepsi birden ayakta ve eller de havada olur. Mutluluklarına diyecek yoktur. Ama takım iyi oynamazsa fanatik taraftarlar hakemle oynamaya başlarlar. Hakem faul çalsa, hepsi birden “Yuh be! Neresi faul bunun…Satılmış köpek! Kaç para aldın karşı takımdan? İbne hakem!” gibi hakaretler peşi sıra gelir. Bundan futbolcular da nasibini alır, zaman zaman hakeme diklenirler. Rakip futbolcuya sert girerler. Sarı kartlar arka arkaya çıkar. Kimi çift sarı karttan oyun dışı kalır.

Maç bu şekilde gergin biter ama maç bittikten sonra da maç bitmez. Çünkü hakeme kızgınlık devam eder ve televizyonlarda maç sonu değerlendirmelerde her pozisyon tekrar tekrar gösterilir ve hakemin oyunu biçtiği görüşü işlenir ve yenilen takımın başkanı nezdinde bu hakem istenmeyen hakem ilan edilir.

Her maç böyle olmasa da çoğu maçlar hep böyle sonuçlanır. Maç sonucunda en büyük darbeyi hakemler yer.

Hakemler arasında taraf tutanı yok mu? Vardır elbet. En azından takdire bağlı pozisyonlarda tuttuğu takımın lehine kararlar verir.

Başka ülkelerde futbol maçları bizdeki gibi stresli mi geçer bilmem ama bizde maalesef tüm suç hakemlere yıkılır. Çünkü futboldan ziyade hakemle oynanır. Yenilginin müsebbibi olarak çoğu takım suçu kendinde görmez ve hakemler tu kaka yapılır ve pek sevilmezler. Sevmeyenler de objektif maç seyredenler değil, özellikle fanatik taraftarlardır. Halbuki hakemler doğru veya yanlış gördüğünü çalar. Bariz hatada da taraf tutacak değillerdir. Zaten itirazlarda “var” kuralı var. İtiraz edilen pozisyonun yeniden izlenip verilen kararın değiştirilmesi söz konusu.

Maçlardaki fanatik taraftar bakışı ve davranışı sadece maçlarda mı olur bu ülkede? Keşke sadece maçlarla sınırlı olsaydı. Çünkü kutuplaşmanın kol gezdiği her alanda tarafgir bakış hakim bu ülkede. Maalesef siyaseti de böyle bu ülkenin, dini vs. anlayışı da. Herkes önce tarafını belirlemiş. Tarafgir gözüyle hayata ve olaylara bakıyor. Tarafgir olanların bakışı ise hiç sağlıklı değildir. Takım tutar gibidir onların zihniyeti. Bu tarafgir anlayış bu ülkede olduğu müddetçe de toplumun doğruda veya yanlışta anlaşabilmesi mümkün değildir. Bence bu ülkenin aşması gereken en büyük sorunu budur.

Hasılı, kişilerin takımları iyi oynayamasa da takımlarını tutmalarında, bir siyasi parti hata yapmasına rağmen seçmenin oy vermesinde, bir cemaate mensup kişinin bağlı olduğu cemaatini, yanlışlarına rağmen desteklemesinde bir sakınca yoktur. İnsanımızdan özellikle tarafgir bakış açısına sahip olanlardan tek istenilen; olayları, icraatları ve pozisyonları değerlendirirken doğruya doğru, yanlışa yanlış demeleridir. Yani bir hakkı teslim etmeleridir.

*25/03/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

1 Mart 2022 Salı

Bir Meşşailik Dersi *

Salı günü bir cenazeye katıldım. Cenaze namazının ardından defin için mezarlığa doğru ilerlerken, yanımdan mezarlığa doğru hızlıca yürümeye çalışan üçlü dikkatimi çekti. Biri yüksek sesle hararetli bir şekilde konuşuyor, diğer ikisi dinliyor.

Kulak misafiri olayım, sohbeti daha doğrusu bilgiyi kaçırmayayım diye ben de biraz hızlandım. Hoş, hızlanmasam da sağır sultanın duyacağı şekilde konuşanın sesi bana kadar geliyordu. Konu, haliyle cenaze üzerineydi.

"Cenaze namazında eskiden ayakkabı çıkarılır, ayakkabının üzerine basılırdı. Bu iyiydi ama şimdilerde bunu uygulayan kalmadı. Halbuki bu uygulamanın geçmişi ta peygamberimize dayanıyor. Peygamberimiz bir gün bir cenaze namazı kılacağında, Cebrail peygamberimizin yanına geliyor. Namaz kılarken ayakkabını çıkar. Çünkü ayakkabında tavuk pisliği var. Böyle namaz olmaz deyince peygamberimiz ayakkabısını çıkarıp üzerine basıyor ve cenaze namazını bu şekil kılıyor. Namaz bittiğinde peygamberimiz geri dönünce tüm sahabenin, kendisi gibi ayakkabılarının üzerine bastığını görüyor. Onlara niçin böyle yaptıklarını soruyor. Sahabe, ya Rasülallah, siz yapınca biz de öyle yaptık diyorlar. Peygamberimiz de Cebrail ile arasındaki geçen konuşmayı anlatarak niçin böyle yaptığını sahabesine anlatıyor. Ya gördünüz mü bu uygulamanın nereden geldiğini. Şimdi yapan pek kalmadı başka" dedi. 

Sonra daha da hızlandılar. Daha ne konuştular, neleri kaçırdım bilmiyorum. Bildiğim, eskiden cenazelerde ayakkabıların çıkarıldığı ve ayakların ayakkabıların üzerine basıldığı, şimdilerde kalmadığıdır. 

Mezarlıkta defin esnasında kenarda bekleşirken yanımdaki dostuma bu işittiğimi anlattım. Bizi dinleyen bir akrabam, "Ağa, geçen hafta burada bir cenaze namazına katıldım. Bu anlattığını cenaze namazını kıldıran imam da anlattı" deyince, bilginin esas kaynağını böylece öğrenmiş oldum. 

Garibime giden, ayağın ayakkabının içinde iken cenaze namazı kılmakla, ayakkabının üzerine basarak cenaze namazı kılmanın arasında ne fark var? Ayakkabı pis ise ve bununla namaz olmuyorsa, ayak ha ayakkabının içinde olmuş ha üstünde olmuş... Cenaze namazında sair namazlarda olduğu gibi necasetten taharet aranacaksa; bedenin, elbisenin ve namaz kılınacak yerin temiz olması gerekiyor. 

Neyse fıkhi meseleleri bir tarafa bırakalım. Katıldığım bu cenaze merasimi bana neler kazandırdı neler... 

Tanımadığım birinden kısa süreliğine de olsa bir meşşailik* dersi almış oldum. 

·         Yıllardır cenazelerde uygulanan ve başkası çıkardığı için benim de kalabalığa uyarak ayağımı çıkarıp ayakkabı üstüne bastığım ve cenaze namazı kıldığım bu uygulamanın menşeini böylece geç de olsa öğrenmiş oldum. (Beşikten mezara ilim ve öğrenmenin yaşı yoktur dedikleri bu olsa gerek.  Bu hocayı bulup ondan yeni bilgiler öğrensem mi diye düşünmüyor değilim.)

·         Cenazeye katılarak Müslümanın Müslüman üzerindeki bir hakkı yerine getirmiş oldum ve sevap kazandım.

*Bir nevi ders anlatım şekli. "Ruhla birlikte bedenin de eğitilmesi amacıyla çoğu zaman yürüyerek öğretim yapma." 

*05/03/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

Komşuda Pişer Bana da Düşer

Dün akşama doğru ortalığı bir duman kapladı. Yangın mı var dedik. Ailecek balkondan bakıştık.

Komşulardan birinin bahçesinden geliyordu duman. Mangal yakmış olmalı demeye kalmadan evde ne kadar açık pencere varsa kapatmak için koşuştuk.

O an düşündüm de keşke evde fazla aile bireyim olsaydı, aynı anda odalara dağılır, hızlıca pencereleri kapatırdık.

Fazla zaman geçmeden duman başta bizim oturduğumuz ev olmak üzere tüm civar evlere yayıldı ve odalara davetsiz misafir oldu.

Balkonda otururken burnu koku alanlar burunlarını kapattı ve yüzlerini buruşturdu. Benimse öyle bir derdim yoktu. Çünkü burnum koku almıyor. Böylesi zamanlarda burnun koku almaması bir nimetmiş.

Az sonra burnu koku alanların tespitiyle balık kokusu gelmeye başladığını öğrenmiş oldum. Boşu boşuna mangal yakıyor diye komşunun günahını almış olduk.

Biz, duman isi ve balık kokusuyla gıdalanırken, komşumuz bahçede balığını mangalda pişirdi. Sonrasını bilmiyorum. Herhalde afiyetle yemişlerdir.

Benim merakım, komşunun hangi balığı pişirdiği. Maalesef bunu tespit edemedim ama bu ziyafetten en fazla evin kadını memnun kalmıştır:

Akşama yemek yapma derdi ve telaşesi olmadı.

Bayram öncesi temizlediği evi balık kokusu ile batmadı.

Güzel bir keyif çattı.

Allah'tan daha ne ister?

Keyiflenmeyip rahatsız olanlar çatlasın.

Dünya Yaşanmaza Doğru *

Çığ düşmesi, toprak kayması, seller ve su taşkınları, orman yangınları, fırtınalar, salgınlar vs. gösterdi ki bu yüzyıl -doğal- afet yüzyılı olacak. Bu demektir ki yaşanmaz bir dünya bizi bekliyor. Sürekli mal ve can kaybı olacak. Böyle böyle dünyanın sonu gelecek. Dünya öbür yüzyıla sarkarsa, geride kalanları nasıl bir dünyanın beklediğini varın siz düşünün. İki yıldır da küresel bir salgınla boğuşuyoruz. Covid-19 biterse, arkasından başka salgınların da kapıda olduğu dillendiriliyor şimdiden.

Büyük can ve mal kaybına neden olan bu doğal afetlerin müsebbibi kimdir? Doğal afetlerin kendisi mi? Evreni ve her şeyi yerli yerince yaratıp bir düzen içinde bizim kullanımımıza veren Allah, şu insanlara gününü bir göstereyim mi diyor? Suçlu hep bizden bir şeyler alan doğanın kendisi mi? Bize bu doğal afetleri gönderen Allah mı suçlu? Haşa.

Bilelim ki doğal afetler sünnetullah adı verilen Allah'ın değişmez kurallarındandır. Evreni gül kabul edersek, doğal afetler de bu evrenin dikenidir. Evren hep güllük gülistan olacak değil ya. Gülü seven dikenine katlanacak. O zaman doğal afetler doğanın doğasında var. Nasıl ki bir araç kullanıla kullanıla bir müddet sonra rektifiyeye ihtiyaç duyuyorsa, doğanın da bize hayat vermeye devam edebilmesi için bu doğal afetlerle rektifiye olması gerekiyor. Yani doğa kendi kendini yenilemektedir. Hasılı doğal afetlerde suçlu ne doğanın kendisi ne de bu doğal afetleri yaratan Allah'ın kendisidir. Burada suçlu, babadan kalan mirası hoyratça kullanan, kadir-kıymet bilmeyen iki ayaklı biz insan neslidir. Yapıp ettiklerimizden dolayı doğanın doğallığını bozar, akışı tersine çevirmeye kalkar, tedbirler almazsak olacağı budur. Daha ne bekliyorduk ki... Çünkü bizim yaptığımız doğaya savaş açmaktır. Doğaya savaş açarak kim başarılı olmuş ki biz başarılı olacağız. 

Nedir doğaya savaş açmak? Ormanları yakar yıkar ve kesersek; kuraklığa, toprak kaymasına ve heyelana hazır olalım. Orta yerde boş arazi kalmamış gibi dere yataklarına ev yapar, dereleri ıslah ediyoruz derken ifsat edersek, küresel ısınmayla birlikte anormal bir şekilde yağan yağmur, her dere ve tepeden gelir. Önüne kattığını götürür gider, boğar ve bir kenara atıverir. Boğarken de suçlu kim demez. Suçlu-suçsuz onun müşterisidir ve kimseye acımaz. Zira insafı yoktur. Çünkü biz suyun doğal akışını bozarsak o da bizi boğar. Evlerin alt katlarını da su basar. Dünyaca emek verilen ve masraf edilen tahliye boruları ve alt yapı çöker. Yapılan köprüleri bile alır götürür. Fay hattının üzerine yaptığımız meskûn mahalleri de çimento ve demirden kısarak çürük yaparsak, o koca binalar enkaz yığınına döner. İçindekileri de öldürür. Öldüremese de sakat bırakır. Biz de iğne ile kuyu kazar gibi mucize kurtuluşlar bekleriz enkazın başında.

Kıyametin ne zaman kopacağını ve dünyanın ömrünün ne kadar olduğunu bilmiyoruz. Zira bizde bunun bilgisi yok. Bilen tek varlık Allah Teala’dır. Öyle zannediyorum, kıyametin ne zaman, hangi saatte kopacağını bilen Allah’ın, kıyameti şu gün koparayım diye karar verdiğini düşünmüyorum. Kıyameti biz insanlar koparacağız. Çünkü güzelce yaratıp emrimize verilen dünyayı kullanan biziz. Dünya da yeni aldığımız ve belli bir miadı olan ürün/eşya/mal gibidir. Her ürünün bir ömrü varsa dünyanın da bir ömrü vardır. Eşya temiz kullanılır, zamanında bakım ve onarımlarını yaparsak, nasıl ki kullandığımız eşyanın ömrünü uzatabiliyorsak, dünyayı da sünnetullaha uygun kullanırsak ömrünü uzatabiliriz. 

Hasılı, dünyayı cennete çevirmek de elimizde, cehenneme çevirmek de. Dünyanın ömrünü kısaltmak da elimizde, uzatmak da…

*19/03/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

Beni Ne Kadar Tanıyorsunuz?*

Beni ne kadar tanıyorsunuz desem, fiziki ve birkaç bildiğiniz yönümü sayabilirsiniz. İçimde ne barındırdığımı biliyor musunuz? Sakın ben senin ciğerini bilirim gibi beylik laflar etmeyin. En iyisi mi gelin size kendimi anlatayım. Böylece nasıl biri olduğumu (pek lazımdı sanki!) öğrenin.

Zayıfken ben;

*Sesi çıkmayan, ses çıkarırsam da alttan alan birisiyim.
*Uyumlu olmayı tercih ederim.
*Herkesle iyi geçinirim.
*Nazik ve kibar olurum.
*Eleştiriye, istişareye ve diyaloga açığım.

*Hoşgörülüyüm.
*Ekip ruhuna önem veririm.
*Birlikte çalıştıklarıma saygıda kusur etmem, onlara değer veririm.
*Dürüst olmaya çalışırım. (En zoru) Olamasam da dürüst geçinirim. (En kolayı)

*Makam ve mevkide gözüm olmaz.

Güçlendiğim veya gücü ele geçirdiğim zaman ben;

*Başkasını eleştirmeyi pek severim. Eleştiri okları bana dönerse eleştirinin en masumuna dahi tahammül etmem.
*Ağzımı bozar, insanları yerin dibine geçiririm.
*Ekip ruhuna önem vermem.
*Cazibe merkezi olmak isterim.
*İstişare etmem, diyaloga açık olmam.

*Herkes durmadan beni övsün, alkışlasın, hep benden konuşulsun isterim.

*Alternatifim olsun istemem. Biri alternatif olmaya kalkarsa adamlarım vasıtasıyla onları yok etmeye çalışırım. Sadece ben kalmalıyım.

*Cenazemin koltuktan kalkmasını ve koltukla birlikte mezara gömülmeyi isterim.

*İyilik yaptıklarım ve kendilerine imkan sunduklarım bana karşı gelsin, görüş serdetsin istemem. Çünkü benim sayemde onlar bir şeyler gördü. Benimle uyumlu olur, dediklerimi yapar, saygıda kusur etmezler ise sunduğum imkanlardan yararlanmaya devam ederler. Çünkü onlar benim yakınım ve adamımdır.

*Ağacın yaprağı düşse ağacın bana kastı var diye düşünürüm. Çevremin de böyle bilmesini isterim.

*Tüm iyilik ve güzellikleri kendimden, kötülükleri ise rakiplerimden bilirim. Bilmekle kalmam. Herkesin de böyle bilmesini isterim. Çünkü ben sütten çıkmış bir ak kaşığım. Bu da böyle biline.

*Varlığım herkes için bir nimet, yokluğum ise külfettir. Çünkü ben Allah vergisi, bulunmaz bir Hint Kumaşıyım. Benden vazgeçmeyi düşünenler, bunu böyle bilsin.

*Bana yapılan her şey hakaret, benim yaptığım ve dediğim her şey ise birer tespittir.

İşin özeti, zayıf iken kendimi iyi biliyorum ama güçlüyken neler yapabileceğimi yazmaya çalışsam da hepsini yazdığımı sanmıyorum. Bunun ortaya çıkması için beni güç ve koltukta iken denemelisiniz. Haydi göreyim sizi.

*19/10/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.