16 Kasım 2021 Salı

Bir Toptancı Yaklaşım

Ücretli bir matematik öğretmenim vardı. Hangi sınıfta ders işlerse sınıfın gürültüsü tüm koridoru kaplardı. Odama yakın bir sınıf vardı ki o öğretmenin dersi bitince derin bir oh çekerdim. Birkaç defa öğretmenin olmadığı zamanlarda o sınıfa girerek öğrencilere uyarı ve nasihat ettim. Bir daha yaramazlık yapmayacaklarına dair defalarca söz aldım. Sınıfın bu durumunu görüşmek üzere birkaç defa öğretmenle görüştüm: Öğretmenim, sanırım bu sınıf biraz yaramaz. Yanlış anlamayın ama çok merhametli oluşunuzdan olsa gerek. Biraz tatlı-sert olmak lazım. Sizden istediğim, dersi kaynatmayı alışkanlık hale getiren birkaç öğrencinin ismini yazıp bana vermeniz. Ben de sınıfta o çocuklara bir gözdağı vereyim. Sizden çekinmeyen belki benden çekinebilir. Bir de bu yolu deneyelim dedim. Bu şekilde anlaştık. 

Bir hafta sonra öğretmen yaramaz öğrenci isimlerini getirip önüme koyunca şaşırdım. Çünkü 19 mevcutlu sınıfın hemen hemen hepsinin ismi vardı listede. Öğretmene, tamam hoca hanım, o sınıfa dersiniz olduğu zaman gelirim dedim ama öğretmenden liste istediğime de pişman oldum. Nereden bilebilirdim tüm sınıfın isminin geleceğini. Ama bu aşamada yapılacak başka bir şey yoktu. 

Öğretmenin o sınıfta dersi olduğu zaman yanıma da şeffaf bir cetvel alarak sınıfa girdim. Listeyi baştan sona okudum. İsmi okunmayanlar tahtaya çıksın dedim. Üç öğrenci çıktı tahtaya. 

Niyetim dövmek değil, sadece gözlerini korkutmak. Sıradan aç elini diyerek açtığı elinin altına sol elimi koydum. Cetvelli sağ elimi hızlıca kaldırıp yavaşça indirdim Bu daha başlangıç. Bu hareketinize devam ederseniz böyle kurtulamazsınız dedim. Hoca hanım iyi dersler deyip çıkarken öğretmen, “Hocam, bu tahtadakilere de vurunuz. Bunların isimlerini yazmadım ama bunlar da yaramazlık yapıyorlar" demez mi? Bugünlük bu kadar yeter. Dersi kaynamaya devam ederlerse onlara iki kat ceza vereceğim deyip sınıftan ayrıldım. Öğretmene de teneffüste bir görüşelim dedim. 

Ders bitimi öğretmen odama geldi. Hocam, bu işte bir anormallik yok mu dedim. Nasıl yani dedi. Dersi kaynatan bir, iki, üç çocuk olsa eh, bu çocuklarda bir sorun var derdim. Ama sınıfın tamamı problem olunca burada bir problem yok mu dedim. Yani suç bende mi o zaman dedi. Estağfurullah, suç sizde demiyorum ama anladığım kadarıyla sizin bu yumuşaklığınızı öğrenciler kullanıyor. Bir anne şefkati içerisinde merhametli olmanız güzel ama gerektiğinde sert olmayı da bilmek lazım. Daha işin başındasınız. Öğretmenlik uzun bir maratondur. Böyle giderse bu maratonda çok zorlanırsınız dedim. Görüşmeyi sonlandırdık. 

Bu öğretmen daha sonradan nüfus yoğunluğu fazla olan bir ilimize atandı. Mevcut sayısı az olan yerlerde zorlanan bu öğretmenimiz, kalabalık sınıflarda nasıl ders işliyor, merak etmiyor değilim.

Öğrenci yaramazlık yapmaz mı? Öğrenci olup da yapmayanımız var mı? Yeter ki öğretmenden kaynaklanan bir boşluk bulsun. Bazen öğretmenden kaynaklanmayan bazı sınıflar olur. Öğretmen işi baştan nasıl sıkı tutarsa tutsun ders işlemekte zorlanır. Çünkü hedefi olmayan öğrencilere ders işlemek, onları sınıfta sakin tutmak gerçekten zor.

Aslında her dersi kaynatan her sınıfta birkaç öğrenciyi geçmez. Bu olayı anlatmamın sebebi, sınıfın yaramaz oluşundan ziyade öğretmenin tüm sınıfa toptancı yaklaşımıdır. Bu da daha önce listeye eklemediği öğrencileri de eklemesinden anlaşılmaktadır. Bu şekil toptancı yaklaşım sadece bu öğretmende değil, toplumun her kesiminde maalesef çok yaygındır. Şimdilerde eskisi gibi olmasa da bir zamanlar askerde bir vukuat olduğu zaman vukuatın failleri ortaya çıkmış olsa bile komutanlar erata en hafifiyle hafta sonu çarşıya çıkma yasağı koyar.

Hasılı, toptancı yaklaşımdan ziyade suçun bireyselliğini göz önünde bulundurmak, biri yüzünden diğerlerine suçlu muamelesi yapmamak, kurunun yanında yaşı da yakmamak lazım.

15 Kasım 2021 Pazartesi

Kurban ve Akraba Evliliği *

Evlilik bir nasip işi olarak bilinir toplumumuzda. Hatta Allah yazmış bile denir. Allah yazıyor mu bilmiyorum. Bildiğim kadarıyla Allah yazmaz ama kimin, kiminle evleneceğini bilir ve evliliğe de müdahale etmez.

Eskiden görücü usulü ile evlilik yaygın iken şimdilerde kılı kırk yaran evlilikler söz konusu. Çoğu, eş adayı ararken evleneceği eşinin çalışan olmasına öncelik veriyor. Kimi akrabasından çalışan biri ile evleniyor kimi eş-dostun tavsiye ettiği biriyle evleniyor kimi okul arkadaşıyla evleniyor kimi de işe başladıktan sonra bir iş arkadaşıyla evlenme yoluna gidiyor. Hangi tür ve yol ile evlilik yapılırsa yapılsın, kiminin evliliği ilanihaye devam ederken kimininki başlamadan bitiyor kimininki de kavga gürültü bir müddet devam ediyor. Ama boşanmaların arttığı bir gerçek. Allah herkese geçim dirliği versin.

Burada şu tür evlilik daha iyi diyebileceğimiz bir durum söz konusu değil. Ama evlilikten beklenti ne kadar yüksek olursa evlilik bir o kadar zor yürüyor. Üzerinde durmak istediğim, akraba evlilikleridir. Adı üzerinde akraba evliliğinde, birbiri ile akraba olanların evlilik akdiyle akrabalıkları bir derece daha pekiştirilmiş oluyor. Tabi bu evlilik düzgün ve seviyeli gitmek şartıyla. Ama evlilik sağlıklı işlemediği zaman eski akrabalık da sona ermiş oluyor. Bu dargınlık tüm aileye sirayet edebiliyor. Düğün ve cenazede birinin gittiği ve girdiği yere diğer tarafın gitmediğini, gitti ise de konuşmadığına şahit oluyoruz. Evlilik bir tercih ise akraba evliliğinden ziyade bir akrabalık bağı olmayan kişilerle evlenilmesine daha sıcak bakıyorum. Bu tür evlilik devam ettiği takdirde yeni bir akraba kazanıldığı için akrabalık genişlemiş oluyor. Kazara geçim olmaz ise başka da akrabalık bağı olmadığı için taraflar birbirini görmeyecek şekilde yollarına devam edebiliyorlar. O yüzden akraba evliliğinin tercihte en son çare olması gerektiğini düşünenlerdenim.

Akraba evliliğinden ziyade başkalarıyla evliliğe sıcak bakmamın en önemli sebebi, doğacak çocukların daha sağlıklı olmasıdır. Ne alaka derseniz, bu konuda İbrahim Saraçoğlu’nun 2000 öncesi bir kurban arifesinde, Ali Kırca’nın sunduğu Siyaset Meydanı isimli programında, kurbanın hikmetiyle ilgili yaptığı konuşmadan aklımda kalanları paylaşmak istiyorum. “Her yıl belli yaş ve belli özellikte olan hayvanlar kurban edilerek hayvanların daha sağlıklı gelmesi sağlanmaktadır. Çünkü hayvanlarda akrabalık ilişkisi insanlar gibi değil. Annesini emen bir hayvan daha sonra annesiyle ilişkiye girebiliyor. Bu da hayvan hastalıklarını tetikliyor. Batı'da hayvanlarda  deli dana vb. hastalıklar ortaya çıkarken İslam dünyasında bu tür hastalıkların ortaya çıkmamasının sebebi budur. Çünkü normal evliliklerde çocuğun özürlü doğma oranı yüzde 1 iken akraba evliliklerinde bu oran yüzde 15'e kadar çıkabiliyor”. Bu demektir ki normal evliliklerde her yüz kişiden biri özürlü doğuyorken akraba evliliklerinde her yüz kişiden 15’i özürlü doğabiliyor. Yüzde 1’e göre yüzde 15 yüksek bir rakamdır. Burada akraba evliliği yapılmasın ve yasaklansın kastım yok. Zaten böyle bir durum söz konusu olamaz. Ama evlilik bir tercih ise akrabalık bağı olmayanlarla evlenmenin tercih edilmesinde fayda var. Ki bu öneri ciddiye alınmalıdır.

Burada “Ben de akraba evliliği yaptım. Çocuklarım da turp gibi” diyenler çıkabilir ya da “Normal evlilik yaptım ama çocuklarım engelli" diyenler olabilir. Doğrudur. Zira her akraba evliliğinde çocuk engelli veya diğer evliliklerde çocuk sağlıklı olacak diye bir durum söz konusu değildir. Oranlara bakarsak akraba evliliklerinde çocuğun engelli doğma riski daha yüksektir.

Yine de tercih insanımızın.

*08/07/2022 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

14 Kasım 2021 Pazar

Diyabet ve Yürüyüş *

Son anda karar değiştirerek yürüyüş maratonuma Akyokuş'ta başladım. Daha yürümeye başlamadan, yere atılmış ya da düşürülmüş bir 25 kuruş gördüm. Erkektir mutlaka düşüren. Arka cebinde cüzdanı olur ama cüzdanı pek kullanmaz. Ne bulursa cebine atar. Bu tür bozuk paralar ağırlık yapınca cep deliniyor. Çoğu erkeğin, böyle astarı delinmiş cebinden epey bir haberi olmuyor. Orta yere atılmış bu paraların başka açıklaması olamaz. 

25 kuruş, küçük bir paraydı ama pazar pazar işler bereketli olacak intibaı edindim. Ne de olsa dakika bir, bir 25 kuruş. Hemen sosyal medyada gâvur parasıyla ne kadar eder paylaşımı yaptım. Ardından deh deyip yürüyüşüme geçtim. Ben yürürken sağ olsun yorumculardan iki kişi hesap yapmış. Bu para 0,025 dolar ya da 0,022 EURO yapıyormuş. Hiç yoktan iyiymiş derken bir başka yorumcu, "Geçen hesapladım. Sıfır EURO, 5 TL yapıyor" yazmış. Ne demek istedi anlamadım ama belli ki hükümet muhalifi, nankörün biri. Bu para iyice erimeden EURO veya dolara çevireyim, milli servet yok olmasın dedim ama Akyokuş'ta döviz bürosu ne arasın. 

Neyse evinde oturan birileri, benim olmayan bu parayı yabancı paraya çevire dursun. Ben yürüyüşüme odaklandım. Çünkü yürüyüş paradan daha önemli. Para belki bir şeyleri satın alabilir ama yürüyüşü satın alamaz. Kimine para versen de yürümez.

Vakit nakittir deyip yürüyüşüme başladım. Bir gidiyorum bir gidiyorum. Allah ne verdiyse artık. Tıpkı eski günlerdeki gibi hızlı bir tempo tutturdum. Ne duruyorum ne soluklanıyorum. (Ne nefes alıyorum diyeceğim ama böyle bir seçeneğim yok.) Öyle yürüyorum ki baktım şıpır şıpır ter akıyor ensemden. Elimi göğsüme götürdüm, sırtıma baktım. Soğuk soğuk terlemişim.

Niyetim Belenbaşı Beli’ne varıp dönmek. Gidiyorum bir hızla. Arabalar geçiyor yanımdan durmadan. Yürüdüğümü gören de kornasını çalıp selam verip yoluna devam ediyor. Kimi de elini camdan uzatıp selam veriyor. MA plakalı biri de uzun uzun çaldı. Acaba selam mı verdi? “Bu havada, bu yolda, bu tempo…Üstelik elinde susadığı zaman içebileceği bir suyu bile yok. Aklından zoru olmalı bunun” da demiş de olabilir. Neyse umurumdaydı sanki. Ama korna ile selam verip geçenler moral verdi diyebilirim. Zira gaz önemli. Hele gaza gelen zamlardan sonra tabana kuvvet deyip yürümek en iyisi. Çünkü bir maliyeti de yok. Nasılsa ceremesini ayaklar çekiyor bu kafanın.

Öyle bir tempo yakalamışım ki saate bir baktım. Bir saatte Belenbaşı Beli’ne (Uçurtma şenliği yapılıyor meraklıları tarafından burada. Rakımı da 1460) varmışım. Dedim, bu kadar yürüme az geldi. Hava da güzel. Hafif hafif esiyor. Madem buraya geldim. Şurada Altınapa Barajı’na ne kaldı? Tepeyi iniverince orada. Yani ayağımın altında. Zaten bu gazla gidersin dedim. Bu arada tepeye gelmeden araçları karşıdan görecek şekilde yolun karşısına geçtim. Tam baraja yaklaşırken karşı yolda bir kamyon durdu. Camını indirerek götüreyim, gel dercesine işaret etti. Elimi kaldırarak teşekkür ettim. (Bir de kamyoncuları kaba biliriz. Değilmiş meğer.)

Bir on dakika barajda suyu seyrettikten sonra geldiğim yolu tepmek için tekrar yola çıktım. Yola çıkmadan önce kaç bin adım atmışım diye sayacıma baktım. 14600 adım atmışım. Akyokuş’tan buraya bu kadar adım atmışsam, demek ki bugün 30 bin adım atacağım dedim. Yine araçları karşıma alarak yürümeye koyuldum. Bu arada keyifle yürürken gözüm de boş durmuyor. Arka hariç, sağı, solu ve önden gelen araçları da süzüyorum.  Bir de ne göreyim. Aracının sağ ön koltuğuna eşini/sevgilisini/nişanlısını (size göre yavuklusunu) almış bir kaptan, sol eliyle aracını tam gaz kullanıyor. Sağ eli ne yapıyor demeyin. Sevgilisini göğsüne yaslamış, elini de onun omzuna atmış bir şekilde baraja nazır gidiyorlar. Kıskandım doğrusu. Maşallah her eli bir marifet gencin. Ben olsam yapamazdım. Çünkü tek elle araba sürmem, yüzde yüz kaza garantisi demektir.

Onlar, yolculuğun ne zaman geçtiğini bilemeden liseli aşıklar gibi yollarına devam ededursun. Ben de geldiğim yolu arşınlamaya devam ettim. Onlar nereye kadar gittiler bilemem ama benim yolculuğum Akyokuş mevkiine gelmeden Takkeli Dağ’ın hizasında bitti. Çünkü oğlan aradı, neredesin diye. Yerimi söyleyince almaya geliyorum dedi. Gelme dedimse de geldi. Yürüyüş yolculuğum, 30 bin hedefine varmadan böylece akim kaldı. (Siz bu kadar yürümeyin. İdeal yürümeyi 8-10 bin ile sınırlamak gerek.)

Oğlanla Akyokuş’ta birkaç bardak çay içerek lafladık. Oradan arabama binerek evin yolunu tuttum.

Akşam evde çayını yudumlarken (yine mi çay demeyin. Fakirin çaydan başka neyi var.) TV’yi açtım. Dünya Diyabet Günü imiş bugün. Namı diğer şeker hastalığı. Yazım uzadı biliyorum ama burada biraz da bu hastalıktan bahsetmek istiyorum. Dünyada şeker hasta sayısı da 463 milyonmuş. Şeker hastalarının anası ağlıyor, günlük hapı yutuyorlar ama sanırım köşe olanlar şeker ilacını üretenler. Çünkü şeker hastaları ilaca bağlı hastalardır. Rapor karşılığında ilaçlarını kullanıyorlar. Birkaç kutu olarak yazılan ilaç bitince tekrar alınıyor. Yani Allah nefes verdikçe ömür boyu bu ilacı kullanacaklar. Bu demektir ki ilaç sektörünün 463 milyon hazır müşterisi var. Tip 2 şeker hastalığının tedavisi basit bir ameliyatla giderilebiliyormuş. Ama tıp dünyası buna sıcak bakmıyor. Nasıl ve niye baksın ki. Böyle basit bir ameliyat demek, ilaç sektörünün 463 milyon müşterisini elinin tersi ile itmek ve dünya ilaç babalarını karşılarına almak demektir. Hasılı ilaç sektörünün insafı yok.

Şeker hastalığının değişik sebepleri olabilir. İlk başta da genetik yoluyla geçiyor olmasıdır. Bunun dışında uzmanlar aşırı kilo, hareketsizlik ve stresi de sebepler arasında saymaktadırlar.

Stres yapma demek kolay. İnsanın sıkıntısı varsa, elinde olmadan strese girebiliyor ama kilo ve hareketsizliğin çözümü elimizde. Bunun da en güzel yolu yürüyüştür. (Yukarıda şekil A da görüldüğü gibi.) Bazıları zamanım yok dese de herkes, isterse yürüyüşe zaman ayırabilir. Pekâlâ, istirahat saatimizden ödün verebiliriz. Çünkü şekerin ilacı yürüyüştür. Stresi de alıyor bu arada. İnsanın gözü ve gönlü açılıyor. Yürüyüşün bitiminde bir duş vücudu rahatlatıyor. Herkese ama özellikle kilo sorunu ve hareketsiz yaşayanlara öneririm günlük rutin yürümeyi. Şeker hastası olanlara bu vesileyle geçmiş olsun diyorum. Allah diyabetlilere sağlık, ilaç sektörüne de insaf versin.


*17/11/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

13 Kasım 2021 Cumartesi

Yurdum İnsanı Bir Başka

Çuvalla patates almak için bir markete gittim. Soğan var çuvalla. Patatesi kiloyla veriyoruz. Seç, doldur dedi. Poşetlere doldurmaya başladım. Niyetim 30 kilo almak. Beş poşet doldurdum. Bir poşet kaç kilo  geliyor diye tartıya götürdüm. 5 kilo dedi. Bir poşet daha doldurayım derken tartıdaki görevli, "Dükkana mı alıyorsun bunları" dedi. Eve alıyorum deyince, "Kardeşim, bu fiyata kışlık patates alınır mı? Yazık! Daha kışlık patatesin zamanı var dedi. Ne yapayım bunları dedim. Bence yerine geri boşaltabilirsin dedi. Dediği gibi yaptım.  Şimdilik yetecek kadar bir poşeti bırakarak geri kalanı tezgaha boşalttım. Görevliye teşekkür ederek ayrıldım. 

*

Bir iki hafta sonra bir başka marketin önünde durdum. Yine patatese bakacağım. Patates çuvallarının bulunduğu yere gittim. Fiyat etiketini göremedim. İçeriye girerek manav reyonundaki görevliye fiyatını sordum. Çuvalla vermiyoruz. Ama istersen tartıp verebilirim. Araban var mı dedi. Karşıya koydum dedim. Problem değil. Yalnız bu çuvallar geleli fazla olmadı. Gördüğün gibi patatesler yeşillenmeye başladı. Buradan çuvalla alacağına, madem araban varmış. Şuradan Kızılay Hastanesinin oraya git. Onun yanında Çomaklı, Boruktolu patatesleri satılır. O patateslerde yeşillenme de olmaz. Yine de sen bilirsin dedi. Teşekkür edip ayrıldım. 

*

Karatay Terminaline yakın bir markete girdim. Bu sefer patates almayacağım. Zaten burada manav reyonu yok. Tahinimi hep bu marketten alırım. Mütevazı bir market burası. İki kardeş çalıştırıyor. Üç kilo kepekli tahin istedim. Elemanı tartıp getirinceye kadar hal hatır lafladık. Ödemeyi yapacağımda utana sıkıla "Tahine iyi zam geldi" dedi. Ne kadar oldu dedim. 37 lira oldu dedi. Önceki aldığıma göre 5 lira gelmiş. Diğer ürünlere gelen zammın yanına varılmıyor. Keşke hepsine de bu kadar zam gelseydi dedim. Vedalaşıp ayrıldım. 

*

Size yurdum insanından üç kesit. İlk iki anekdotum market çalışanları ile. Çalıştıkları yeri korumadan ziyade tüketiciyi koruyorlar.  Başkasının ücretli elemanı olmalarına rağmen vatandaştan yana oluyorlar. Aman bana ne? Yüksek fiyata alırsa alsın demiyorlar. Zira çalışan olsalar da kendileri de aynı zamanda birer tüketici. Onlar da evlerine ekmek götüreceklerinde hesap kitap yapıyorlar. 

Marketlerden kavun karpuz alacağımda önce manav reyonunda çalışanlara kavun karpuz nasıl derim. Çünkü bir öğle yemeğinde kavun ya da karpuz yemişlerdir. Sağ olsunlar, ne ise onu söylerler. İyi, çok iyi ya da şu çeşitten al derler. Bazen seçiverir misin bile derim. Üşenmeden dışarıya kadar gelip sanki evlerine alıyormuş gibi özene bezene istediğim kadar seçiverirler. 

Tahin almak için gittiğim son market sahipleri ise birkaç ayda bir uğramama rağmen beni tanır. O yoğunluğa rağmen ilgi ve alakasını esirgemez. Çayımız var. İkram edebiliriz derler. Vaktim varsa içeri de müsait ise zaman zaman çaylarını içtiğim olur. Bakkaldan büyük, marketlerden küçük, süper market ayarında bir yer olan bu alışveriş merkezinin müşterileri de belli insanlar olmalı. Çünkü alışverişe gelen herkesi tanıyorlar. Gelen gözü kapalı alışveriş yaptığına göre demek ki herkese güven vermişler. Fiyatını sormadığım tahine gelen zammı bir mahcubiyet edası içerisinde söylediklerine göre gelen zamlardan da hoşnut değiller. Bu bile marketler çok kazık, vatandaşı kazıklıyorlar. Bunlarda Allah korkusu kalmamış diyenlerin sözlerini boşa çıkartıyor. Çünkü marketler aracı kurum gibi. Aldıkları ürüne karlarını koyup satıyorlar. 

Allah hepsinden razı olsun. 

İnsan Geldiği Yeri Unutmamalı (2) *

Sendika üyeliğimin olmaması içeriğine girmeyeceğim dedim ama son zamanlarda yapılan bazı söylem ve eylemlere değinmeden geçemeyeceğim. 2021 toplu sözleşmesinde yüzde bir üyeye sahip sendika üyelerinin, sendikasız memurlara ve sendikalı olup da sendikası yüzde biri yakalayamayan memurların faydalanamayacağı 400 liralık sendika ikramiyesi, bazılarına göre tam bir fecaat ise de toplu sözleşmeye imza atanlar ve yüzde bir üyeye sahip bir sendikanın mensubu olanlar, bunu büyük bir kazanım olarak görmektedir. Bu ikramiye kazanım olmaya bir kazanım.  Bu kazanım çerçevesinde bir sendikanın üye sayısını artırmak ve mevcut üyesini tutmak istemesi kadar doğal bir şey olamaz. Yalnız toplu sözleşmede tüm memurların faydalanabileceği şekilde bu ikramiyenin memur maaşlarına yüzde olarak dahil edilmesini isterdim. Çünkü bu enflasyonlu hayatta memurlara verilen zam yüzdesi, enflasyona ezdirmeyeceğiz denilen memurun beklentilerinin çok altında kalmıştır. Şayet bu mümkün değilse, en azından yüzde birin altında üyeye sahip sendika üyelerinin de bu haktan yararlandırılması talep edilebilirdi. Diyelim ki yüzde bir ve daha fazlasına sahip sendikaların hayatiyetine devam etmesi, diğerlerin yok olup gitmesi istenmiş ve bu talep de kabul gördü. Sonrasında küçük sendikaların merdiven altı şeklinde tanımlanması, sendikalı ile sendikasızların aldıkları ücret farklılığını savunmaları, makasın daha da açılması gerektiği şeklinde açıklama yapmaları beni ister istemez düşündürdü.

Beni düşündüren ne derseniz, bugün başkalarını merdiven altı diye değerlendirenlerin söylemlerine bir kıyas yapmak gerekirse kendileri de bir zamanlar Türkiye çapında esemesi okunmayan, tanınmayan, ağırlığı olmayan küçük bir sendika idi. Yani kendilerinin tabiriyle merdiven altıydılar. Özellikle "makasın daha da açılmasının" istenmesi ve küçük sendikaları merdiven altı olarak tasvirleri kanaatimce hoş olmadı. Zaten bu sözler kamuoyunda epey tepki çekti. Bu sözle görüyorum ki geldikleri yeri ve küçüklüklerini yani dünü unutmuşlar. Keşke merdiven altı tabirini kullanmamış olsalardı. Niyetlerini bilemem ama söylemleri bana güç zehirlenmesi yaşadıklarını, büyüklük kibrine kapıldıklarını hatırlattı. Bu hatırlamam bana şu hikayeyi de hatırlattı. İster istemez Ayaz kadar olamadılar dedim. İnsan ne olursa olsun dününü unutmamalı. Çünkü dününü unutanların elinden verdiği nimeti Allah er veya geç alır. Sizi hikayeyle baş başa bırakıyorum: 

"Ayaz isminde bir köle, gel zaman git zaman sonra Gazneli Mahmut’un kölesi olur. Köle kendisini kısa zamanda Sultan Mahmut’a sevdirir. Sultan da onu, sultanlığın haznedarı olarak tayin eder. Her türlü mücevherat Ayaz’a emanet edilir. Bir kölenin bu şekil yükselmesi saray eşrafı tarafından pek hoş karşılanmaz. Ayaz’ın sık sık hazineye gittiğini, oradan mücevherleri çaldığını, sultana şikayet ederler. İşin aslını öğrenmek için Sultan Mahmut, yaptırdığı bir delikten hazineye giren Ayaz’ı takip eder. Ayaz’ın önce sandığı açtığını, sandıktan bir bohça çıkardığını, bohçayı öptüğünü sonra açtığını izler. Bohçanın içinden çıkardığı ise köleyken giydiği yırtık elbise. Kendi kendine, “Daha önceleri bu elbiseyi giydiğin zaman kim olduğunu hatırlıyor musun?” diye sorar. Ardından “Bir hiç idin. Satılacak bir köleydin sadece. Allah, Sultan’ın eliyle sana rahmetinden belki de hiç hak etmediğin nimetler lütfetti. Asla nereden geldiğini unutma. Çünkü mal-mülk, insanın geçmiş hafızasını uçurur, insana kendini unutturur. Geçmişini unutmamak için nimetçe senden aşağı olanlara hor bakma ve geldiğin yeri daima hatırla.” şeklinde mırıldanır. Sonra bohçayı yerine koyup sandığı kapatır ve dışarı çıkınca sultanla karşılaşır. Sultan ona, “Bugüne kadar mücevherlerimin hazinedarıydın, şimdi ise kalbimin hazinedarısın.” der.

Sanırım bu hikaye, kıssadan hisse almak isteyenler için birebir. Allah kimseyi şaşırtmasın ve geldiği/çıktığı yeri yani dününü unutturmasın. Kimseyi de ne oldum delisi yapmasın.

*20/11/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Okul Yöneticilerinin Ek Dersle İmtihanı *

Kim yapacaksa okul yöneticileri için bir hayır yapsın. Okullarda müdür, müdür başyardımcısı ve müdür yardımcı olarak görev yapan okul yöneticilerinin özlük haklarını masaya bir yatırsın ve onları içinde bulundukları durumdan kurtarsın. Çünkü bunlar kadar okuluna devamlı kimse yoktur. Okulların gediklisidir bunlar. Ne öğrenci ne öğretmen ne de hizmetli bunlar kadar okula gelir. Okullarında destekleme ve yetiştirme kursu açılmışsa hafta sonu da bunlar okuldalar. Okullarında merkezi sınav olursa bunlar yine okuldalar. Çünkü istisnalar hariç bu mübarekler ne hakları olan yıllık bir ay izinlerini kullanır ne kolay kolay hasta olur ne sevk alır ne hafta sonu tatilini kullanır. Hastalanan da ayakta tedavisini olur, oradan okuluna geçer.

 

Okulla evli olmalarının yanında okul müdürü, müdür başyardımcısı 2, müdür yardımcıları haftada 6 ders saati derse gitmekle yükümlü iken bazıları bu girdiği dersle yetinmeyip kimi girdiği ders saatini hafta içinde 12 saate çıkarıyor, ders bitiminde veya hafta sonu açılan DYK kurslarında da derse giriyor. 

 

Bunların izne ihtiyaçları yok mu? Yorulmak nedir bilmezler mi? Eğitim sevdalısı mı bunlar? Bilinmez ama her insan gibi mutlaka bunlar da izin, tatil ve istirahata ihtiyaç duyarlar. İnsan olup da yorulmamak olur mu? Durum bu iken niçin izin kullanmıyor ve tatil yapmıyorlar o zaman? 

Bunları tatil, izin, istirahat gibi dünya meşgalesinden uzak tutan sebep, yönetim görevi olarak günlük aldıkları ek ders ücreti olsa gerek. Yani para. Bu görevlerinden dolayı izin kullanmıyor ya da kullanamıyorlar. Çünkü kullansalar ücretleri kesilecek. O yüzden 365 gün okuldalar dense yeridir. İzin almamalarında ve fazladan derse girmelerinde, sorumluluğun daha fazlası yöneticilerde olmasına rağmen girdikleri ders yükü, DYK, eksersiz vb derslerden dolayı öğretmenler yöneticilerinden daha fazla ek ders ücreti alabiliyorlar. Bu da okul yöneticilerinin zoruna gidiyor olsa gerek. Ki bunda da haklılar. Her ne kadar öğretmenler de girdiklerinin karşılığını alıyor olsalar da sorumluluğun büyüğünün yüklendiği okul yöneticilerini öğretmenlerinden düşük ücrete mahkum etmek hakkaniyete pek sığmasa gerek.

 

O yüzden ne yapıp ne edip okul yöneticilerinin ek ders meselesini yani parayla imtihanını çözmek gerek. Çünkü onların da insani olarak gezip dolaşmaya, tatil ve istirahata ihtiyaçları var. Bu konuda ne yapılabilir?

-Okul yöneticilerinin hakları olup kullanamadıkları yıllık izinlerini kullanabilmeleri için halen almış oldukları ek ders ücretinin maaşlarına ilave edilip ek ders ücreti adı altında ücret almalarının önüne geçilebilir. Bu, idarecileri doya doya tatil yapmaya sevk edecektir. Bu da onları madden ve manen rahatlatacak, öğretmenlerinin altında bir ücret almayacakları için zorunlu ders yükünün üzerinde de derse girmek zorunda kalmayacaklardır.

 

Hasılı, başka kurumları, yönetici ve personelinin maaş ve özlük hakları nedir bilmiyorum ama Milli Eğitimde görev yapan hizmetli, memur, öğretmen, idareci, şube müdürü, milli eğitim müdürü vs. olarak görev yapan kimselerin maaş ve özlük hakları konusunda maaş yönünden bir düzenleme yapılmalıdır ve aralarında maaş farkı olmalıdır. Mesela müdür yardımcısı öğretmeninden, okul müdürü yardımcısından, milli eğitim müdürü şube müdüründen bir kuruş da olsa fazla ücret/maaş almalıdır. Böyle bir düzenleme zor değil. Üstelik geçmişte bunun örnekleri de var. Eskiden Anadolu Liselerinde yabancı dil öğretmenleri girdikleri her iki saate bir saat ders dışı planlama alıyorlardı. Bunun sınırı yok muydu? Vardı. Yönetmelikte okul müdürünün aldığı ücreti geçemez maddesi vardı. Bugün de benzeri düzenlemeler yapılabilir. Makamların itibarı korunmak isteniyorsa bunun yapılması elzemdir.


*09/02/2022 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

12 Kasım 2021 Cuma

İnsan Geldiği Yeri Unutmamalı (1) *

2000 öncesi Adıyaman’da çalışırken düşüncelerime uygun küçük bir sendikaya üye oldum. Birkaç yıl sonra Adana’ya tayinim çıktı. Adana’da göreve başladım. Sendika üyeliğim de sona erdi. Çünkü o zamanlar il dışına tayin olunca sendika üyeliği de biter, yeni göreve başladığın yerde yeniden üye olman gerekiyordu.

Yeni yerimde niyetim ne eski sendikama ne de yeni bir sendikaya üye olmaktı. Kendi halimde hür general olacaktım. Zira hangisi olursa olsun sendika adına yaptıkları sarı sendikacılıktan başka bir şey değildi. Sendika dediğin, personelin özlük haklarını iyileştirme adına çalışma yapması ve bunun mücadelesini vermesi gerektiğine inanırım. İsterim ki kendilerine özgü profesyonel sendikacılık yapsınlar. Gördüğüm kadarıyla ön plana çıkmış her bir sendika, bir siyasi parti ile dirsek temasında. Partisi iktidara gelirse nasılsa dirsek teması halinde oldukları sendika da yetkili sendika oluyor.

Ben bu düşünceler içerisinde görevimi yaparken o günün yetkili ve ikinci büyük sendikası zaman zaman işyerime uğrar, bizi ziyaret eder. Topladıkları personele kendilerini anlatmaya çalışırlar. Gözleri de herhangi bir sendikaya bağlı olmayanlarda olurdu. Genel konuşmadan sonra benimle de özel ilgilenirlerdi. Düşünmüyorum diyerek teşekkür edip yanlarından ayrıldım hep. Bu arada eski sendikamın temsilcisi ile işyerimde olmasa da bir başka ortamda tanışma imkanım oldu. Telefonlarımızı aldık. Sonra birkaç defa daha bir araya geldik. Bir defasında “Müstakil temsilci olabilmemiz için il barajını aşmamız gerekiyor. Halihazırda 40 üyeye ihtiyacımız var” dedi. Ben de üye olmayı düşünmüyordum ama madem bu durumdasınız, yazın beni üye dedim. Böylece eski sendikama 2002 Şubatında yeniden üye oldum. Başta mutemet olmak üzere kurum çalışanlarından “Bu sendikanın ismini ilk defa duyuyoruz. Nereden buldun?” diyenler oldu. Çünkü benim için eski ve bildiğim bir sendika olsa da kurumumda kimse tarafından tanınmıyordu. 2005 yılında ayrıldığım zaman dahil benden başka üyesi de olmadı.

2002 yılında Adana’da müstakil temsilcilik açamayan sendikam, ne zaman 40 üyeyi buldu bilmiyorum ama bildiğim kadarıyla hükümet değişikliği ile birlikte sendikanın üyelerinde artış oldu. Üye artışı olunca seçim de kaçınılmaz oldu. Haliyle temsilci olmak için rakip de çıktı.

Oy vermeye gideyim mi gitmeyeyim mi derken oy kullanmam için telefonla aradılar. Bindim dolmuşa, seçimin yapıldığı yere gittim. Baktım yüzler eğri ve gergin bir bekleyiş var. Ne oldu dedim. İçeride tartışma olmuş. Birbirlerine hakarete varan sözler söylemişler. Bu durumu öğrenince bu sendikanın fazilette yarışmasını beklerken siz daha şimdiden birbirinize girmiş, başka şeylerin mücadelesini vermeye ve ikbal kavgasına başlamışsınız. Kusura bakmayın, oy kullanmayacağım deyip geldiğim gibi geri döndüm.

Bu nahoş olayı aklımın bir köşesine yazmış olsam da 2002’de girdiğim sendika ile üyelik bağım -sonradan birçok yanlışlara imza atsa da- 2020 Eylülüne kadar devam etti. 2002’de hür general olma düşüncemi geç de olsa hayatıma geçirdim. Şimdi herhangi bir sendika ile ne organik ne de inorganik bağım var. 2022-2023 yıllarında üye sayısı yönünden yüzde bir üyeye sahip sendika üyelerinin hesaplarına, sendika ikramiyesi adı altında her üç ayda bir 400 lira yatacak olmasına rağmen herhangi bir sendikaya girme düşüncem yok. Aidat kesintisinden sonra elde kalacak para benim için önemli olsa da sendikaların düşüncelerimi tam temsil etmemesi, etse de savrulması, değişmesi, bana yabancılaşması veya benim onlara yabancılaşmam, söylemleri, geldiği yeri unutmaları, siyasetle aralarına mesafe koyamamaları vb. durumlar beni üyelikten soğuttu. (Bu konuya devam edelim.)

*19/11/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.