28 Ekim 2021 Perşembe

Çocuklarımıza Bırakacağımız Miras

Kız çocuğu da aynı, erkek çocuğu da aynı dense de toplumumuzun bir kesiminde kız çocuklarına karşı aşırı bir korumacılık var. Onlar, kızımın başına bir şey gelir düşüncesiyle tedbir üzerine tedbir alırlar. Diğer bir kesim daha var ki saldım çayıra, Mevla’m kayıra dercesine kendi haline bırakır.

Toplum olarak orta yolu bulmak zorundayız. Zira aşırı korumacılık da yanlış, çocuğu kendi haline bırakmak da.  Şu var ki toplum olarak çocuklara ne şekilde davranacağımız, onları hayata nasıl ve ne şekil hazırlayacağımız konusunda kafamız net değil. Bu konuda ne yapılabilir diye çok kafa yorduğumuz da yok. Yaptığımız tek şey, ya kendi doğrularımızla hareket etmek ya büyüklerden gördüğümüzü uygulamak ya büyüklerin bize uyguladığını taklit etmek ya bildik polisiye tedbirlere başvurmak ya da baskı uygulamak. Bu durum sadece anne baba ve diğer aile bireyleri için geçerli değil, eğitim camiası için de aynı durum söz konusu. Hangi yolları denersek deneyelim, çoğu anne-baba ya da eğitimci, yıllar sonra "Çocuk yetiştirmede ve eğitmede istediğimiz başarıyı elde edemedik. Bir yerlerde hata yapıyoruz ama nerede" şeklinde serzenişte bulunur. Matematik formülü değil ki formülü girince istenilen sonucu bulalım. Çocuk da olsa, karşımızdaki insandır. 

Nasıl yaparsak yapalım, hangi yolları denersek deneyelim, çocuğumuz ister kız ister erkek olsun, hayatın her safhasında onları, her türlü zorluğa karşı hayatın içinden yetiştirmek zorundayız. Aşırı korumacılığın, tedbir üzerine tedbir almanın, baskı üzerine baskı kurmanın, yaşına uygun sorumluluk vermemenin, ben çektim, çocuğum çekmesin deyip her şeyine kol-kanat germenin, saçı süpürge etmenin çocuklardaki öz güveni yok ettiğini düşünüyorum. Kendisine güvenilmediğini hissettirdiğimiz, sen yapamazsın dediğimiz çocuklarımızın, bir türlü kendileri olamadıklarını, yaşları büyüse bile kendi işini ve sorumluluğunu yeterince üstlenemediğini görüyoruz. Haliyle sırtımızdan inmiyor. Maalesef çocuğumuzu bu noktaya getiren de bizleriz. Çünkü yaptıklarımızla ya da yapmamız gerekenleri yapmamakla öz güven aşılayamadığımız çocuğumuzun, büyüdüğü zaman bile öz güveni eksik kalıyor. Nicelerini bilirim ki bir işi tek başına yapamazlar, yalnız başına kalamazlar.

Öz güven ne zaman kazanılır? Ağaç yaşken eğilir misali, öz güven küçükken kazanılır, maalesef sonradan kazanılmıyor. O yüzden diyorum ki bir anne-babanın ve eğitimcinin, bilgi ve terbiyeden önce ilk yapmaları gereken çocuklara öz güven aşılamaktır. Küçük yaşta öz güven elde edenlerden korkmayacaksın. Çünkü onlar her işi yaparlar. Ne aç kalırlar ne de dertlerini anlatmaktan aciz. Ekmeğini taştan çıkarırlar, sorunlarını da çözerler. O yüzden çocuklarımıza bırakacağımız en büyük miras mal-mülk değil, öz güven olmalı.

Hangi Partiyi Tutuyorum?

Bir okuyucum, bir yazımın altına “Merhabalar, yazılarınızı uzun zamandır takip ediyorum ama siyasi görüşünüzü merak ediyorum. Hangi partilisiniz?” şeklinde bir yorum yazmış. Zaman zaman başka platformlarda böyle sorularla muhatap olduğum için bu konuda bir yazı yazmak vacip oldu artık. Okuyucum haklı. Çünkü bizde hangi partili olduğumuz merak edilir. Bu yazımda bu merakı gidermeye çalışacağım inşallah.

Sadece hangi partili olduğumuz mu merak edilir? Bunun dışında aynı zamanda hangi takımı tuttuğumuz, din ve dünya görüşümüz, sünni-alevi olup olmadığımız, dindar-mütedeyyin-İslamcılığımız veya laik sekulerliğimiz, Türk-Kürk-Afgan-Suriyeli olup olmadığımız, Atatürk’ü sevip sevmediğimiz merak edilir. Niye merak ederiz? Bir kişinin görüşünü öğreneceğiz ki aynı görüşte isek konuşurken muhabbetin dibine vuracağız. Farklı görüşte isek tartışma için kolları sıvayacağız. Bazen de kişiyi mimlemek, kara listeye almak ve mesafe koymak için tanımadığımız muhatabımıza yem bile atarız. Daha olmadı, kişi sosyal medya kullanıyorsa sayfasına girip paylaşımlarına bakarız ki kim olduğunu bilelim.

Neyse gelelim konumuza. Partili değilim, partici ise hiç. Bu demek değildir ki parti, siyasetle hiç işim yok. Türk milletinden olup da siyasete ilgi duymayan ve siyaset konuşmayan olmaz. Yediden yetmişe her birimiz siyasetin tam göbeğindeyiz. Çünkü bizde siyaset her şeydir. Seçmen, ülkenin kurtuluşunu siyasetten bekler. O yüzden bu ülkede sadece seçim zamanı değil, her gün her saat her yıl siyaset konuşulur. Toplum olarak çok politize olduk vesselam. Doğru mu bu yaptığımız? Profesyonel politika yapanlar her gün siyaset konuşabilir ama vatandaşın Allah’ın günü siyaset konuşmasını doğru bulmuyorum. İşimize ve gücümüze bakmamız lazım. Hoş, siyaset yoluyla bu ülke meselelerinin çözüleceği inancımı da her geçen yıl kaybediyorum.

İlk oyumu Özal zamanında “Eski siyasi yasaklıların yasaklılığı kalksın mı, kalkmasın mı” referandumunda kullandım. O günden 2019 mahalli seçimlerine gelinceye kadar dindar, mütedeyyin ve İslamcıların ağırlıklı olarak oy verdiği partilere oyumu verdim. 2011 yılından itibaren mütemadiyen oy verdiğim partimin yaptığı yanlışları içeriden biri olarak eleştirmekle beraber kötünün iyisi ve başka alternatifi yok diye oy vermeye devam ettim. 2019 mahalli seçimlerine gelince, kimsenin yanlışını düzelteceği yok, bunların emellerine alet olmayayım diyerek sandık görevlisi olmama rağmen sandık görevimi de iptal ettirerek görev almadım, oy vermeye de gitmedim. Sandığa gitmemekle pişmanlık duydum mu? Hayır. Aslında oy vermeme işini 3-5 yıl öncesinden başlatmam daha iyiydi ama bir umut devam ettim. Bundan sonra da şu anki halimle sandığa gitmeyi düşünmüyorum. Çünkü mevcut, umutları tüketiyor ve yok ediyor, iktidar adayları da umut vermiyor. Maalesef bu durumumuz 2000 öncesi siyasi tükenmişliği andırıyor. Bu umutsuzluk ve hayal kırıklığı sadece ben de değil, toplumun belli bir kesiminde var ve her geçen gün artıyor. Yapılan saha araştırmalarında, kararsızların oy oranının yüksekliği de bunu gösteriyor. Çünkü seçmenin kafası karışık. Bu kafası karışık olanların belli bir yüzdesi belki de sandığa gitmeyecek. Çünkü her gelenin bize hizmet diye sunduğu ve övündüğü, yalancı bahardan ve pansuman tedbirlerle günü kurtarmaktan, belli bir kesimi ihya ederken diğer kesimleri mağdur etmekten başka bir şey değil.

Özetle, halihazırda bir partim yok, partisizim. Türkiye’nin dertlerine çözüm bulacak bir siyasi parti göremiyorum. Sandığa gitmemek çözüm mü? Değil elbet. Çünkü oy versek de vermesek de bu ülkeyi birileri yönetecek ve biz bundan şu ya da bu şekilde etkileneceğiz. Ama birilerinin değirmenine de su taşımak istemiyorum. Şayet içime, şu siyasi parti sorunlara çözüm getirir şeklinde bir umut doğarsa gidip ona oyumu verebilirim. Oy vereceğim partinin de dinine, imanına, Allah-din-peygamber dediğine, namazına, niyazına ve dini söylemine bakmayacağım. Oy vereceğim parti, toplumsal barışı sağlayacak, kutuplaştırmayı en aza indirgeyecek, milleti mali yönden rahatlatacak, hizmetten başka ajandasında gizli planı olmayacak, cebini doldurmaya gelmeyecek, ideolojik davranmayacak, kadrolaşmayacak, adalet ve ehliyeti merkezine alacak, ülkeyi kendi emellerine alet etmeyecek, ülkeyi namerde muhtaç etmeyecek, ülkenin kaynaklarını ve geleceğini yok etmeyeceği gibi üzerine koyacak, çevresiyle kavgalı olmayacak, partide lider değil, ekibi ön planda olacak vs. şeklinde olmalıdır. 

Yöneticilerimiz Nezaket Kurallarının Neresinde? *

Protokol ve nezaket kuralları, resmi kurum ve kuruluşlarda olmazsa olmazdır. Riayet edilmediği takdirde affı yoktur. Çoğu zaman krizlere sebebiyet verir. En hafifiyle ayıp edilmiş ve pot kırılmış olur. Bu yüzden başta amir ve yöneticiler olmak üzere kurum çalışanları, bu konuda kurs ve seminerlerden geçirilir. Burada niyetim bu kurallardan bahsetmek değil. Sadece bir tanesinin üzerinde duracağım: "Olağanüstü durumlar hariç, sabah saat 9.00'dan önce akşam saat 21.00'dan sonra telefon edilmez" . Bu kuralı bilmeyen yönetici, amir ve memur yoktur. Ama ne kadar riayet ettiğimiz tartışılır. Çünkü bizde tüm kurallar çiğnenmek ya da bizim dışımızdakilerin uyması için vardır.

Telefonla ilintili olarak son yıllarda bir de WhatsApp, Bip gibi mesajlaşma hayatımıza girdi. Bugün telefonla konuşma yerine genellikle bu mesajlaşma yolları kullanılıyor. Her türlü bilgi, belge, video, resim, yönetmelik, talimat, duyuru, resmi yazı vs bu yol ile hızlı bir şekilde ulaştırılabiliyor. Mesajın birden fazla kişiye ulaşması istendiğinde, kişiler seçilerek veya grup kurularak tek tuşla grubumuza dahil ettiğimiz kişilere saniyeler içerisinde gönderebiliyoruz. Aynı zamanda gönderdiğimiz mesajın muhataplarımız tarafından okunup okumadığını da takip edebiliyoruz. Bu mesaj sistemini, telefonu olan herkes kullandığı gibi resmi kurumlar da kullanıyor. Hatta mesajlaşma resmi kurumlarda çok yaygın. Çalışanların eli, ayağı dense yeridir.

Bugün her kurum ve  her birim yöneticisinin alt birimleriyle iletişim kurmak, bilgi ve belge paylaşmak ve gereğinin yapılmasını istemek amacıyla ayrı ayrı Whatsapp/Bip grupları var. Grup kurma işi Ankara'dan illere, illerden ilçelere, belde ve köylere kadar uzanıyor. Olsun olmaya. Ki ihtiyaç. Bu teknoloji ve iletişim çağında bu imkandan faydalanmak lazım. 

Peki, WhatsApp ve Bip kuran ve bu grupları yöneten üst yöneticiler, yazımın başında değindiğim protokol ve nezaket kurallarına yani sabah 9.00'dan önce ve akşam 21.00'den sonra telefon edip başkasını rahatsız etmeme kuralına, Whatsapp ve Bip mesajlaşmalarında ne derece riayet ediyorlar? Gördüğüm kadarıyla riayet eden yok. Çünkü ne mesai biliyorlar ne tatil ne akşam biliyorlar ne sabah. Neredeyse 24 saat yağmur gibi mesaj gönderiyorlar. Ankara'daki illere, illerdekiler ilçelere, ilçelerdekiler köy ve beldelere gönderiyor durmadan. Kişilerin bir tane grubu olsa yine gam yemeyeceğim. Çünkü her bir çalışan ve yöneticinin dahil olduğu onlarca grubu var. Bu mesajları görünce gece 10-11 saatlerinde telefon açmak bana daha masum geldi. Telefonla en azından bir kişi rahatsız oluyor. Mesajla ise o kurumu ilgilendiren herkes rahatsız oluyor.

Mübarekler, mesainin suyu mu çıktı? Sizin ev hayatınız yok mu? Ailenize zaman ayırmaz mısınız? Uyku sorunu mu yaşıyorsunuz da ben uyuyamıyorum, bunları da uyutmayayım mı diyorsunuz ya da iş yapar gibi mi görüneceksiniz? Geceleri bu mesajların gereğini yapın diye gönderdikten sonra sahi gündüz ne iş yapacaksınız siz? Sonra gece gece bu mesajın gereğini kim, nasıl yerine getirecek? Çalışan mecbur mu telefonu yanında tutmaya ve bu mesajlara bakmaya?

Ah gönderilenler de çok önemli bir şey olsa… Çünkü aynı bilgi ve istek sabahında kurumun yazışma adresinden de geliyor. Tüm bu mesajlaşmalar hem bilgi kirliliğinden hem özel hayatı yok saymaktan hem de mesai mefhumunu yok etmekten başka bir şey değildir. Bunu yapan yani haberleşmenin, mesajlaşmanın cılkını çıkaran yöneticilerimiz, bu aşamadan sonra hiç protokol ve nezaket kurallarından ve mesai mefhumundan bahsetmesinler. Unutmayın ki gece çalışan, ha bire mesaj gönderen yönetici plansız bir yöneticidir. İş bitirmezler. Bal yapmaz arı gibidirler. Bunlar çalışanlarına sadece külfet verirler. Böyle plansızların altında çalışanlara da Allah ecir ve sabır versin. Yatıp zıbarın be! Tek kelimeyle insaf insaf insaf... 

*08/11/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

26 Ekim 2021 Salı

Ben Kimi mi Tutuyorum? *

Babamlar, 5 erkek 2 kız olmak üzere 7 kardeşler. Dedemin vefatından nice sonra dedemden kalan miras paylaşıldı. Yanlış hatırlamıyorsam kız-erkek ayırmadan her birine yedişer dönüm tarla düştü. Hangisine hangi dönümler düşeceği de kura ile belirlendi. Farklı mevkilerde iki de bağ vardı paylaşılacak. Yine kura ile bağın biri üç amcama, diğeri de amcamla babama düştü.

Kendilerine bağdan pay verilmeyen halalarım, amcama “Ağa, bize bağdan niye pay vermediniz yoksa kız diye bizi hesaba katmadınız mı” derler. Amcam bu durumu babamla paylaşır, ne yapalım diye sorar. Amcam ile babam, bizim de kardeşlerimize bir hayrımız olsun. Kendi hissemize düşen bağı iki kıza verelim derler.

Amcamla bu kararı birlikte alan babam, bu durumu bize anlattı. “Bağı kızlara verdik” dedi.

Bize düştükten sonra bu bağın üzümünü yemek bize nasip oldu mu, bu bağ bizde ne kadar kaldı hatırlamıyorum. 

Bildiğim, öğrenci idim o zamanlar. Gurbette okurdum. Ya yaz dönemi ya da hafta sonu tatili idi. Ziyaret için ailemin yanına geldim. 

Eve girdiğimde odanın ortasında babamı oturur gördüm. Sağ ayağını sıyırmış, baldırındaki çıban* adını verdiği yaraya merhem sürüyordu. Nasılsın diyerek eğilip elini öptüm. Bana hoş geldin dedi ama morali bozuktu. Ne oldu, hayırdır dedim. Halangille bozuştuk dedi. Ne hayır dedim. Şu bizim bağ vardı ya dedi. Evet dedim, halamgile vermiştiniz. İşte o bağın kenarında kayısı ağaçları vardı. Amcanla beraber o ağaçların kuruyan dallarını odun** yapalım, kışın sobada yakarız diye kesip geldik. Amcanla paylaştık. Halangil de bağın ağaçlarını niye kestiğimizi sorguladı. Buna kızdım dedi. Ben de bağı vermeden ve ağaçları kesmeden önce halamgile, biz bağın ağaçlarını keseceğiz dediniz mi dedim. Demedik dedi. Niye demediniz dedim. İyi de bağ bizimdi zaten. Tamam, bizimdi ama siz halamgile verdiniz. Artık o bağda hakkınız kalmadı. Bu durumda iyi yapmamışsınız, keşke böyle olmasaydı dedim. Benim bu konuşmam üzerine babamın morali iyice bozuldu. Sinirlenince kafasını sağa sola sallardı. İşte o sallamalardan bir tanesinden de ben nasiplendim ve bana şunu söyledi: “Sen kimi tutuyorsun?” Elbette seni tutacağım ama doğruya doğru diyeceksek, siz haksızsınız dedim ve baltayı taşa vurdum. 

Sahi, ben kimi tutuyorum***? Baba varken hala tutulur mu? İyi valla. Üstelik o bağ hala babam ve amcamın üzerinde olsaydı, o bağın üzümünü yer, bağını sormazdım. Bırakana rahmet derdim. Belki de paylaşınca bana da düşebilirdi. Bugün o bağın olduğu yerler parsel oldu ve değerlendi. Oraya bir güzel ev de yapılabilirdi. Aman, dünya malı değil mi? Hiç gözüm olmadı. Geldim gidiyorum. Babama böyle dediğim için de pişman değilim. Bugün olsa yine derim. 

*Avuç içi büyüklüğündeki yara, egzamaya benzeyen, kabuk bağlayan, durmadan kaşındıran, kaşıdıkça kanayan bir yara idi. Bildim bileli babamın baldırında yumru gibi duran bu yaraya, Meram Tıp Fakültesi o günün imkanlarıyla teşhis koyamamıştı. İbni Sina Hastanesine gitmiştik birlikte iki defa. İlkinde muayene oldu ve biyopsi yapıldı. Sonucu almak için ikinci gidişimizde hastalığının bir kanser çeşidi olan Bowen olduğunu öğrenmiştik. Muayene eden doktor, yatış verdi. Arkadaşlarla konuşup ameliyat kararı vereceğiz dedi. Doktorun, bu hastalığın şakası yok demesine rağmen hastalığı duyan bir akrabadan, aman bıçak vurdurma telefonunu alan babam, ameliyat olmaktan vazgeçti. Başka da tedavisi olmadığı için hastaneden çıkardık. İkna edelim, bu ameliyatı Konya'da yaptırırız dedik. Bir yıl sonra biraderim, Meram Tıp Fakültesine ameliyat için götürdüğünde, kalbinin ameliyata uygun olmadığı söylendi. Hasılı ameliyat olmadı. Rahmetlinin başka da bir hastalığı yoktu. Yalnız ayağındaki bu hastalığından çok çekti. Sonraları bu yara büyüdüğü gibi ayağı da kütük gibi şişti. 07.02.2007 tarihinde vefat ettiğinde defin raporu veren doktor, çoklu organ yetmezliği dese de vefatı Bowen'den oldu. Allah gani gani rahmet eylesin, mekanı cennet olsun. Ayağından dolayı çektiği sıkıntılar inşallah günahlarına kefaret olur.

**Rahmetli babam, gariban, fakir ve sosyal güvencesi olmayan biri idi. Sobada odun yapmak için kuruyan dalları kesmesi de bunu gösteriyor. Amcam, maaşlı biriydi. Babamın durumunu halalarım iyi biliyorlardı. Kurumuş dallar için ağalarını üzmeseler iyiymiş. Ağalarım, haklarından feragat ederek bize bağı verdi, varsın dallarını da kessinler deyip seslerini çıkarmasalar iyiymiş. Ama oluyor işte. 

*** Rahmetli babamla aramda geçen bu anekdot bana özeldi. Olayın üzerinden belki de otuz yıldan fazla zaman geçti. Zaman zaman amma muhalifsin diyen eşe dosta, kısaca bu anekdotu anlattım ama bugüne kadar yazı konusu edinmedim. Tarafgirliğin iyice arttığı, muhalif değilim, benim ki dostane bir eleştiri desem de küçücük bir eleştirinin dahi muhaliflik kabul edildiği günümüzde, bunu yazı konusu edinerek bilinsin istedim ki benim felsefem, dünya görüşüm doğruya doğru, yanlışa yanlıştır. Gördüğünüz gibi bu konuda babamı bile karşıma almışım. Beni bilen, bilmek isteyen böyle tanısın. Yeter bu kadar değil mi? Zira sözün fazlası ahmağa söylenir. Anlamak istemeyene davul zurna az zira. 

*12/01/2022 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

İlçelerin İlleriyle İmtihanı *

Uzak veya yakın, bir ilçede mi görev yapıyorsun. Baştan söyleyeyim, yandın demektir. Çünkü ayağındaki çarık seni sıktıkça sıkacaktır. Bağlı bulunduğun ve sorumlu olduğun il müdürlüğünün istekleri bitmez.  Yazı, çizi, bilgi ve doküman istese öp başına koy. Bunları oturduğun yerden, masa başında hazırlar gönderirsin DYS üzerinden. 

Ama ilin senden, ilçeniz için hazırlanmış;

*Şu kadar kitap var; şu saatle şu saat arası falan depodan alınması,

*Bu kadar tabletiniz var; bu saate kadar müdürlüğümüzden falan kimseden alınması,

*Şu evrakı ıslak imzalı 12.00'a kadar istiyorum; hemen getirilmesi,

*Eksik kitaplarınızın falan ilçeni şu deposundan şu gün şu saate kadar giderilmesi,

*Fazla kitapların şu saate kadar getirilip falan depodaki falan kimseye teslim edilmesi,

*Sınav evrakının falan depodan şu gün şu saatte alınması, almaya gelinirken araçla gelinmesi ve beraberinde iki eleman getirilmesi,

*Sınav yapıldıktan sonra optiklerin istiflenerek falan yerdeki falana imza karşılığı teslim edilmesi,

*Şu şu elemanlarınız ödül törenine katılmamıştır. Ödüllerin falan yerden falan tarihe kadar alınması, ilgililere tebliğ-tebellüğ edildikten sonra ıslak imzaların şu tarihe kadar gönderilmesi,

*İmza eksiğiniz var, şu gün şu saatte gelerek imzalanması,

*Şu şu sınıf öğrencilerine yönelik tatil kitabı gelmiştir; şu saate kadar alınması ya da aldırılması...

Başka bir emriniz var mıydı efendim?

Gördüğünüz gibi istek bitmiyor. İlçedesin. Nasıl gider, nasıl aldırırsın. Aracın yok ki gidip alıp gelesin. Olan araca da araç demeye bin şahit lazım. O mu seni götürür yoksa sen mi onu götürürsün, tartışılır. Haydi, eldeki araçla alıp geleyim dedin.  Yazık değil mi birkaç parça evrak için yakıt yakmaya. Bu durumda ne yapacaksın? İlçeye ilden gidiş-geliş yapanları araştırıp bulacaksın. Aman kardeşim, ne olur, şunu bir alıver diyeceksin. Alttan girip üstten çıkıp onları ikna edip aldıracaksın. Ama bu durum bir değil, iki değil, beş değil. Aşağı yukarı her hafta böyle angarya çıkar. Bir insana kaç defa rica da bulunabilirsin. Bu durumda iş başa düşüyor: Ya erken çıkıp alacaksın ya geç gelip alacaksın ya ilden birine aldırıp bir yere koydurup akşam varınca alacaksın ya birine görev yazacaksın, gidip o alacak ya hastaneye giden birine muayeneden sonra şunları ile veriver ya da ilden alıver diyeceksin. Diyeceksin oğlu diyeceksin. Kime yük yüklersen yükle, her bir işi yapmak için kuruma veya belirtilen yere gitmek için özel aracınla gideceksin, park yeri bulacaksın, mesai bitmeden gidip poşeti, koliyi alacaksın, aracına kadar taşıyacaksın, aracına koyup ertesi günü işyerine getireceksin. Sonra da planlama yapıp dağıtacaksın.

İşin garibi il, ilçelerin imkanlarının olmadığını, imkansızlıkların içinde boğuştuğunu, eleman sıkıntısı çektiğini bilir. İlçelere göndereceği evrak, kitap, tablet ne ise bunları kargo vasıtasıyla gönderse fena mı olur? Bakanlık ile, senin ilin için şu kadar kitap vb   hazırladım. Kamyon getir, bunları götür mü diyor. Ankara sana nasıl gönderdiyse sen de ilçelerine öyle göndersen kıyamet mi kopar? Maalesef il bunu yapmıyor. Bunu yapmadığı gibi empati de yapmıyor. İl kusura bakmasın ama esas kıyamet; al, şunu götür dendiğinde kopuyor.

Aslında ili yola getirmenin yolu, ilde görev yapanları bir müddet ilçelerde görevlendireceksin. İlçelerdekini de ilde. İlçeden ile geçen; ilçedekine alın, götürün, şu saatte alın diyecek. O zaman anlarlar yaptıkları ayıbı.

*12/11/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Dağın Evliyası ve Şehrin Evliyası

Asgari ücretle çalışan, evinin geçimini güç sağlayan bir tanıdığım vardı. Bir kızı lisede okuyordu. Bir gün kendisine, okula nasıl gidiyor dedim. Servisle dedi. Durumun belli. Al kendisine bir abonman. Toplu taşıma ile gidip gelsin dedim. “Kız çocuğu. Onu otobüsle göndermem. Ortamı biliyorsun” dedi. Kendin bilirsin ama otobüsle gidip gelirken insanları tanır, hayatı öğrenir dedimse de ikna edemedim.

Bir yıl sonra kızımız liseyi bitirdi. Bir duydum ki kızımız internette tanıştığı başka şehirden birine kaçmış. Birkaç ay sonra da kızı, gece vakti şehirlerarası yola bırakıvermişler. Gece vakti bir başına yol kenarında bekleyen bu kızı, yoldan geçmekte olan bir kamyon ya da tır şoförü, babasının ikamet ettiği şehre kadar getirivermiş.

*

Son sınıf bir kız öğrenci, lavaboda düşüp bayılmış. Ambulans çağrılarak hastaneye götürülür. Kızımız bir kutu hap içmiş. Midesini yıkarlar. Kızımız kendisine geldikten sonra nedir derdin, seni intihara götüren sebep ne dendiğinde, bir sevgilisi varmış. Araları bozulmuş. Çareyi intihara kalkışmada bulmuş. Kimmiş bu uğruna intiharı göze alacak şanslı eniştemiz, tanır mıyım dendiğinde; yok, tanımazsın. Kendisi şehirde kepçe operatörlüğü yapıyor denir. Nasıl tanıştınız sorusuna, bir arkadaş vasıtasıyla der ilçede oturan kızımız.

Okul bittikten sonra diplomaları hazırlamak için mezunların kimlik bilgilerini sorguladığımda, kızımızın soyadının değişmiş olduğunu gördüm. Evlerini aradım. Yeni soyadı doğru idi. Ablam evlendi dedi erkek kardeşi. Ne zaman evlendi? Baban okula bir gelsin dedim. Baba, “Okulun son günü karne almaya gidiyorum diye evden çıkan kızımız, karne almaya gitmemiş. Eve gelmeyince aradık taradık. Kızımız daha önce uğruna intihara kalkıştığı kişiye kaçmış. Şu anda falan şehirde. Rızamız ve bilgimiz dışında gelişen bu olayın ardından gidip kızımızı getirdik ve hemen düğünlerini yaptık” dedi.

Bildiğim kadarıyla kızımız bu evliliğin ardından baba ocağına döndü. Uzun süre ayrı kaldılar. Çocuğunu da baba evinde doğurdu ve büyüttü. Sonra yeniden bir araya geldiler. Şimdi evlilikleri nasıl gidiyor bilmiyorum. 

Bu iki örnek çocuklarımızın ya İnternet ya da arkadaş aracılığıyla tanıştıkları kişilerle kaçarak evlendiklerine ve evliliklerinin devam etmediğine bir örnektir. Bu demek değildir ki bu yollarla evlenenlerin evlilikleri yürümüyor. Bu yolla evlenip de huzurlu bir şekilde evlilikleri devam edenler de olabilir. Birbirini tanıyarak evlenenler arasında bile geçim olmayabiliyor. Çünkü evlilik kapalı bir kutudur. Bazen iki iyi insan bile doku uyuşmazlığından evliliklerini sonlandırabiliyor.

Burada değinmek istediğim husus, kız olsun, erkek olsun, çocuklarımızın hayatın her türlü zorluğuna göğüs gererek yetiştirilmesi. Onları korumak amacıyla uçan kuştan korumak, kendi yapabilecekleri şeyleri yapmak, onları hiçbir yerle temas ettirmeden okula bırakmak, okuldan almak, okula servisle göndermek, toplum kötü diye onları çarşı-pazardan uzak tutmak ve sorumluluk vermemek tüm iyi niyete rağmen doğru değildir. Çocuklar, toplumun içinde kötülükleri görerek büyümezlerse kendilerine kötülüğün nereden, kimden, ne şekilde geleceğini bilemezler. Bir iki tatlı söze çabuk kandırılırlar. Anlatmak istediğim, dağda ayakları yere basmayan evliya yetiştirmekten ziyade şehirde iki ayağı yere basan, bastığı yeri ve ne yaptığını bilen normal insan yetiştirmek gerek. Yani dağda evliya olacağına şehirde evliya olmak en güzeli. Çünkü toplumu tanımadan dağda evliya olmak en kolayıdır. Bu evliyalık şehre kadardır. Çünkü dağın evliyalığı şehirde biter. Şehrin evliyalığı ise dağ, bayır, şehir, ülke devam eder. (İlgili hikayeyi okumak için bakınız: https://www.yenibursa.com/dagdaki-evliyayla-sehirdeki-evliya-makale,153303.html)

25 Ekim 2021 Pazartesi

Çocukları Hayatın İçinden Yetiştirmek

Çocuk yetiştirmede oturmuş bir kıstasımız yok. Ki olmaması da lazım. Çünkü bir insan yönetimi diyebileceğimiz çocuk yetiştiriciliği de başlı başına bir alandır. Küçük olsun, büyük olsun, insanın olduğu yerde formüller bir işe yaramaz. Çünkü her çocuk veya insan keşfedilmeyi bekleyen kapalı bir kutudur.  

Çocuk yetiştirmede izlediğimiz yolların bir kısmını kısaca ifade etmek isterim:

1. Aşırı korumacılık: Her istediğini yapmak, her imkanı sağlamak, onu el-bebek gül bebek büyütmek, sorumluluğunu üstlenmesi için yaşına uygun iş vermemek, uğruna saçımızı süpürge etmek; ben çektim, çocuğum çekmesin demek, elini sıcak sudan soğuk suya değdirmemek…Bu çocuğumuzdan tek istediğimiz okumasıdır. Okuyup kendini kurtarması. Bunun için en iyi okul en iyi öğretmen en iyi etüt merkezini seçeriz ve en iyi yardımcı kaynakları alırız. Bir veya birkaç dersten eksiklikleri varsa gerekirse özel dersler aldırırız. Çocuğumuz okuyacak ve emsallerine fark atacak, derece yapacak ve okul bittikten sonra yüksek maaşlı, iş garantisi olan ve kendini yormayacağı bir işte çalışacak. Bir de çalışan eşi oldu mu, tamam. Daha ne isteriz. Çoğu anne ve babanın uyguladığı bu tür çocuk yetiştiriciliğinde murat edilen, çocuğun bir bordro mahkumu olmasını sağlamak. Sınav odaklı çocuk yetiştirmedir bunu adı. Bunlara test çocuğu da diyebiliriz. Çocuk ne kadar çok soru çözer ve ne kadar fazla net bırakırsa o çocuk gelecek vadeden iyi bir çocuktur. Hayattan kopuk bu çocuk yetiştiriciliğinde çocuğun meskeni ev, okul ve etüt üçgenidir.

2.Saldım çayıra, Mevla’m kayıra mentalitesiyle çocuğu kendi haline bırakmak. Çocuk okumuştur, okumamıştır, kırmıştır, dökmüştür. Problem değil. İçeride, dışarıda, her yerdedir bu çocuk. Bu ilgisiz aile çocuğu, kendi kurallarını kendi koyar. Okulda dersleri iyi değildir ve sınıfın düzenini bozma potansiyeli vardır. Çocuğun kırdığı yumurta kırkı geçerse, çocuğu terbiye etmek için ailenin başvurduğu tek terbiye yöntemi dayaktır. Önceleri dayaktan korkan bu çocuk tipi, bir müddet sonra “Nasılsa yiyeceğim iki tokat. O da yemediğim bir şey mi” diyerek gününü gün etmeye çalışır. Baskıcı aile diyebiliriz buna.

3.Çoğu parçalanmış aile çocukları. Bunlar iki arada bir derede kalmış kesimdir. Çocuk duygularını ya içine atar, içine kapanır ya da dışa vurur. Bu tip çocukların iç dünyası farklıdır. Hayata küsebilir, isyanlara da oynayabilirler.

Çocuk yetiştirme bu yazdıklarımdan ibaret değil. Zira her ev ayrı bir okul ayrı bir dünyadır. Niyetim kısaca değinmekti. Gördüğünüz gibi üç madde ile sayfamı doldurdum. Yazımın bundan sonraki kısmında çocuk yetiştirmede ne yapabiliriz, bunun üzerine kafa yoracağım. Hangi aile tipi olursak olalım, çocukları hayata hazırlamayı esas almamız lazım diye düşünüyorum. Bildiğiniz gibi zorunlu öğretimin 12 yıla çıkarılması ile birlikte çocuklarımız ilköğretimi örgün, liseyi de örgün, çıraklık veya açıktan okumak zorunda. Hayata hazırlamak derken kastım, çocuğumuzu ister örgün ister yaygın şekilde okutalım, onları eğitim ve öğretimin her safhasında hayata hazırlamak lazım. Çünkü hayat okuldan ibaret değil. Dışarıdaki hayat okuldan çok farklıdır. Çocuklarımızı tek yönlü yetiştirmekten ziyade birden fazla seçenekli yetiştirelim. Ne demek istiyorum? Çocuğumuz okurken aynı zamanda hafta sonları ve yaz tatillerinde onlara sorumluluk verelim. Bir esnafın yanında getir-götür işi yapabilir; mendil, simit, mısır vb satabilir, önüne koyduğu baskül ile gelip geçeni tartabilir. Örnekleri çoğaltabiliriz. Çocuğumuza bu tür işleri yaptırırken çocuk para kazansın, aile bütçesine katkıda bulunsun niyetinde değilim. Gerekirse aile bütçesine katkıda da bulunabilir, kendi el harçlığını da çıkarabilir. Böyle yapmakla çocuklarımız hayatı öğrensin, hayatın okuldan ibaret olmadığını, hayatın zorluğunu yaşayarak öğrensin istiyorum. Okul bittikten sonra herhangi bir yere atanamazsa veya atandı, atandığı yerde tutunamadı ya da bu işini yapmak istemiyor diyelim. Çocuk işsizim, bu yaşta ben ne yapacağım diye düşünmez. Küçükken ufak tefek şeyleri satarak toplum içine çıkan ve öz güveni olan çocuk her nerede olursa olsun, ekmeğini taştan çıkartır. Yeter ki okurken onların hayata dönük yetişmesine imkan verelim.