23 Ağustos 2021 Pazartesi

Konevi Kültür Merkezi *

Aşkan Mahallesinde, 3 milyon liraya mal edilerek 2004 yılında faaliyete geçirilen ve halkın hizmetine sunulan görkemli bir bina vardı. Altındaki alışveriş merkezi olmak üzere nikah, toplantı, seminer, konferans, eğlence vs birçok etkinliğe ev sahipliği yaptı bina. Kimileri, adreslerini veya muhitlerini söylerken bu binayı merkeze alır, tariflerini ona göre yaparlardı. İnsan yoğunluğu bakımından tenha olan bu muhit, çok amaçlı kullanılan bu bina sayesinde hareketliydi. Meram'ın gurur abidesiydi. 

Gördüğünüz gibi cümlelerimin sonundaki fiilleri -dı, -di şeklinde hep dili geçmiş zaman kipinde kullandım. Çünkü bahsettiğim bu bina şimdilerde yok. Zaten 2016 yılından itibaren bu bina 5 senedir atıl durumda olduğu için yokluğa terk edilmişti. Nihayet yıkıldı. Niçin yıkıldı? Bina çok mu eskiydi? Beş yıldır kapalı olması halini de sayarsak, toplam 17 yıllık bina. Çok da eski sayılmaz. Bina çürük müydü?  Normal şartlarda çürük olmaması lazım. Çünkü bina 99 depreminden önce yapılmış olsa çürük olabilir diyeceğiz. Ama yapımına ne zaman başlandığını tam bilmesem de bu bina yeni deprem yönetmeliğine göre yapılmış olmalı. Buradan da binanın çürük olmaması gerektiğini anlayabiliriz. Bir an için bina çürüktü diyelim. Eğer böyle ise böyle bir binada niçin halka açık hizmet verildi? Şayet göçme, çökme ve yan yatma tehlikesi varsa bu bina, 2016 yılında tahliye edildikten sonra bir beş yıl niçin bekletildi? Diyelim ki binada sorun yok. Çatısı çöktü. Ki kapalı gerekçesi hep öyle söylendi. 3 milyona mal olan ve çevrenin önemli bir ihtiyacını gideren bu bina, çatısı çöktüğü için yerle bir edilir mi? Çatının açılması, düzgün bir çatı yapılması ve yeniden hizmete sunulması daha makul olanı değil miydi?

Soruları ne kadar çoğaltsam da binanın niçin yıkıldığı hakkında detaylı ve ikna edici bir bilgiye ulaşamadım. Aklıma binanın çürük olduğu geliyor. Eğer böyle ise bu binayı yapanlar, bu binayı teslim alanlar ve bu binanın kullanımına ruhsat veren sorumlular hakkında ne tür bir işlem başlatıldığını da maalesef bilmiyoruz. Eğer böyle bir şey yapılmamışsa yapanın yanına kar kalmış olmalı. 

Bildiğim, belediye yetkililerinin kısa ve gizemli açıklamasıdır. Açıklamadan anladığıma göre arsanın yarısı belediyeye, diğer yarısının da üç şahsa ait olduğu. Ortaklardan arsanın satın alındığı ve yıkılan binanın yerine yeni bir sosyal tesis yapılacağı.

Bu açıklama üzerinden gidilirse, öyle zannediyorum, belediye ile arsa sahipleri arasında bir anlaşmazlığın olduğu, bu anlaşmazlık çözülemediği için binanın uzun süre atıl durumda kaldığı anlamını da çıkarabiliriz. Eğer böyle ise zamanın belediye yetkilileri, arsa problemini çözmeden yangından mal kaçırırcasına, niçin böyle bir gecekondu konduruverdiler? Hangi birimiz, bir 12/17 yıl sonra yıkacağımız veya yıkılacak binaya bu kadar parayı kendi cebimizden harcarız? 

Yıkılmış, un ufak olmuş, bugünlerde yerinde yeller esen bu binanın yanından ne zaman geçsem, derin bir üzüntüye gark oluyorum gerçekten. Bu konuda da yalnız olduğumu düşünmüyorum. Bu binayı kim dert edinmişse, o bina niye yıkıldı diye soruyor ve kimse de açık ve net detayını bilmiyor maalesef. Her ne olmuşsa, yetkililerimiz gizemi seviyor nedense.

Sebep her ne ise binbir emek verilerek ve masraf edilerek yapılan, Konya'nın özellikle Meram ilçesinin hizmetine sunulan, birçok önemli toplantıya ev sahipliği yapan, çok amaçlı böyle bir tesisin ve kültür merkezinin ömrü bu kadar kısa olmamalıydı. Bir milli servet bu şekilde heba edilmemeliydi. Böyle binalar çağlara meydan okuyacak şekilde evladiyelik yapılmalıydı. 

Yazıma son verirken şunu da belirtmek isterim. Niyetim suç ve suçlu aramak değil, duygularımı ve hassasiyetimi ifade etmek istedim sadece.

*25/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

22 Ağustos 2021 Pazar

Abartıyormuşum!

Rutin yürüyüşümü yapayım diye bir akşam rotayı zaman zaman yürüdüğüm Evliya Çelebi Parkı parkuruna çevirdim. Niyetim bir turu 800 metre olan bu parkta bir on tur atmak. Hava da serin. Çay bahçesinde, kamelyalarda ve çimlerde oturup muhabbet edenler var. Parkurda tek tük yürüyenler de eksik değil. 

Parkura girip belli bir tempoyla kendimi yürümeye kaptırmıştım ki yürüyüşümün daha ilk etabını tamamlamadan bir arkadaş vasıtasıyla tanıştığım, hukukum olmayan biri karşımdan geliyor. Beni görür görmez "Abartıyorsun" dedi selam bile vermeden. Elimi kaldırıp selam verip geçtim. Yoluma taş koymaya çalışan bu kişiye aldırmadan yürüyüşüme devam ettim. Bu kişiyle bir daha karşılaşmasam da bu sözü, moralimi bozmaya yetti, beş turla yürüyüşümü sonlandırdım. 

"Abartıyorsun" diyen kişiye geçmeden önce yürüyüşümü abartıyor muyum? Bu muhtereme göre abartıyor olsam da abarttığımı düşünmüyorum. Belirlediğim bazı hedefler uzun mesafe olduğu için zaman zaman abartı derecesinde fazla adım atmış isem de 16 aydır ortalama adımlarım, 10 bin adım seviyesinde. Bu muhterem, günlük 6-10 bin civarında adım atmıyorsa ona göre abarttığım doğrudur ama yürürken başkasına değil, kendime bakar, kendim için yürürüm. Faydası da bana. Yeter gayri, ayaklarına yazık diyenlere de aldırmam. Maşallah, iyi yürüyorsun diyenlere de. Hele abartıyorsun diyenlere bakarak yorgan da yakmam. Zira pirelerle işim olmaz.

Yürürken mesire yerinde veya sahil kenarında volta atar gibi yürümem. Yürüyüşümü belli bir tempoda, ara vermeden tamamlarım. Sanki hamamdan yeni çıkmış gibi bir güzel terlerim. Zaten yürüyüşün faydası olsun isteniyorsa, terlemek gerektiğine inanırım. Bana abartıyorsun diyen muhterem gibi yürürseniz, yürüyüş yaptığınıza sadece kendinizi inandırmış olursunuz. Milim kilo vermediğiniz gibi yerinde saymaya ve kilo almaya devam edersiniz. Çünkü muhterem, vücudunu terletmeden yürüyeyim mi, yürümeyeyim mi hesabı yapıyor. Nereden mi biliyorum. Bu kişi bu parkın gediklisidir. Yürürken sağa sola bakıyor. Tanıdıklarıyla yol ortasında muhabbete dalıyor. Az gidiyor, kenardaki banka hemen kendini atıyor vs. Kendisi için sorun değilse benim için de sorun olmaz ama maşallah göbek de kendinden önde gidiyor. 

Neyse, muhtereme göre abartıyor olsam da ben yürüyüşün faydasına inananlardanım ve faydasını da gördüm. 83-84 kilo ile başladığım yürüyüşümün ilk üç ayında, 67-68 kiloya kadar indim. Şimdilerde 74-75 kilo olsam da ayaklarımdan önde giden göbeğim eridi gitti. Pantolonum düşmeye, daralan elbiselerim de bol gelmeye başladı. Eskiden az yürüyünce hışmış kalırdım, şimdi istersem koşabiliyorum. Eğilip kalkmada, taharet yapmada zorlanırdım. Şimdi böyle bir sorunum yok. Banyo yaparken sırtımı ovacağımda elimin birini üstten, diğerini alttan uzattığımda kavuşamayan aşıklar gibi ellerim birbirini tutamazdı. Haliyle sırtımı bir güzel ovamazdım. Aşıklar şimdi birbirine kavuştu. Sırtım da bayram ediyor. Eskiden az ayakta durup az yürümekle hemoroitim yürütmez noktaya getirirken şimdi böyle bir hastalığım var mı diye düşünüyorum. Merdiven çıkarken nefes nefese kalırken on katlı binanın merdivenlerinden inip çıkarken bana mısın demiyorum. 

Bir yere araçla gitmek bana sıkıcı gelirken yürüyerek gitmek hiç zor gelmiyor. Yeter ki yürümek olsun. Çıkıyorum yola. Her nerede yürürsem yürüyeyim, yürürken kimseyi rahatsız etmiyorum. Yürüyüş parkurlarında yürürken herkesi sollayıp geçiyorum. Bakmayın, araç ile beni çoğu kimsenin solladığına. Kendine güvenen varsa, arabayla değil, yürüyerek yarışsın benimle. 

Yürüyüş, benim işimi de engellemiyor. İstirahat saatlerinden kısarak yürüyorum. Vücudumdan ter atmanın dışında yürüyüşün benden bir götürüsü de yok. Tüm sermayem, güneş yakmasın diye başımda bir şapka, altımda eşofman, üzerimde penye, ayağımda spor ayakkabısı. Başka da ne yakıta ihtiyaç duyuyor ne de on bin bakıma. Ölüp bittiğim de yok. Geçtiğim yolları da aşındırmıyorum ve ortalığı egzoz dumanına boğmuyorum. 

Hasılı, 16 aydır gün sektirmeden azimle yürüyorum. Çünkü yürümek sıhhattir. Yürüdükçe sıhhat bulduğuma inanıyorum ve herkese tavsiye ediyorum. Abartıyorsun diyenler, varsın desin. Hiç umursamıyorum onları. Çok da tın. Yeter ki gölge etmesinler. Ayak benim, vücut benim. Kime ne? Ben beni ve ne yaptığımı biliyorum ya. Bu da bana yeter de artar bile.

21 Ağustos 2021 Cumartesi

"Hop dayı!" *

"Dönel kavşaktan dönene yol veriniz" uyarısını görünce kavşak içinde bekleyen araçlara yol verdim. Beklemekten sıkılan bu araçlar geçerken, benimle aynı yoldan gelip ben durduğum için mecburen duran gençten biri, arabasının camını indirdi ve "Hop (hey de demiş olabilir) dayı! Ne durun? Yol senin" demez mi? Başımı sağa çevirip baktığımda hop/hey dayı yol senin, sözünü tekrarladı durdu. Kah yanında oturana bir şeyler söyledi. Sonra bana döndü, iki ellerini direksiyondan kaldırarak birini diğerine vurdu gülerek. Öyle ya, yol hakkım böyle heba edilmemeliydi ve hakkımı tepe tepe kullanmalıydım. Çünkü ben de onun gibi düz yoldan geliyordum ve yol düz gelenin idi. Maalesef bu gafım affedilir gibi değildi. Buna ancak gülünür ve ayıplanmayı da hak etmiştim. Bu cehaletime karşın, gencin bana hakkımı hatırlatması ve gülmesi hoşuma gitti doğrusu. Şükür böylesiyle karşılaştım dedim. Ne durun, ulan sana ehliyet verenin dedikten sonra, benden bir hareketlenme görmeyince kapısını açıp arabadan ne bulduysa üzerime gelme ihtimali var mıydı? Vardı. Ondan sonra bir yanlışı yine yanlışla düzeltip valla billa geçeceğim bir daha der miydim, demez miydim? Zoru görünce insan neler yapar neler…

Neyse, burada hey ya da hop derken hitap bana. Ben aynı zamanda dayısı oluyorum bu gencin. 

Acı acı gülümsedim. Sesimi çıkarmadım. Gözümün içine girercesine yazılıp asılan levhayı işaret ettim elimle. Gencimiz ise parmağımın işaret ettiği yere bakmak yerine parmağıma bakmaya devam etti. Belli ki yol onların olduğunu anlatamadım ona. Çünkü kavşağa konmuş o levha o genç için bir şey ifade etmiyordu.

Kavşak boşalınca birlikte hareket ettik. Hem sürüyor hem de "Yol senin de ondan dedim dayı" dedi bana gülerek.

Bana hakkımı hatırlatan, hakkımı kimseye vermemem gerektiğini söyleyen bu gence, teşekkürden başka aklıma ne gelebilir ki...

Teşekkür dışında aklıma başka şey de geldi: Maşallah, yeğenim büyümüş ve ben kavşakta tanışıyorum. Çünkü hangi ablamın çocuğu çıkaramadım. Bu da benim akrabalık ilişkilerimiz zayıflığına işaret olsa gerek. Bereket, seni çıkaramadım yeğenim demedim. Yoksa baltayı taşa vuracaktım. Bundan sonra hangi ablamı ya da kardeşimi görürsem bu çocuk hanginizin, bu kadar büyüdü de benim niye haberim yok diyeceğim. Bu arada, benimle senli benli konuştuğuna göre böyle özgüven sahibi, içten ve de sempatik bir çocuk yetiştirdikleri için kendilerini tebrik edeceğim. Ardından bir de çocuk dayıya çeker dersiniz. Hani gösterin benzerliğimizi diyeceğim.

Sonra Konya Valiliğine çıkma düşüncem var. Vali'den, Konya bölgesinde ehliyeti olanın, trafiğe çıkanın ve ehliyet almaya çalışan herkesin, birer haftalık kursa alınmasını isteyeceğim. Bu kursta, bir hafta boyunca anlatılacak tek konunun, kavşak önceliğinin kime ait olduğunu hem teori hem de pratik olarak öğretmek olması gerektiğini talep edeceğim.

Tüm bu kursa rağmen yol benim; yol, düz yoldan gelenin, Konya’da bu kural uygulanmaz, diyenlerin ehliyetlerinin iptal edilmesi için gerekli prosedürün yerine getirilmesini; bu zor denirse, bu tiplerin kavşak olan yollara girişlerinin yasaklanmasını talep edeceğim.

* 25/09/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Yeniçeri Üniversitesi

Basından okuduğuma göre Boğaziçi akademisyenleri, Metin Bulu'nun ardından önce vekaleten ardından asaleten atanan Mehmet Naci İnci'yi de istemiyorlarmış.

Diyelim ki Bulu, üniversite dışından geldi. Dışarıdan atamaya karşılar ve tepki gösterdiler. Yeni atanan rektör ise üniversite bünyesinden yani içlerinden biri. O da kendileri gibi üniversitenin bir öğretim üyesi. Bunun neyini istemiyorlar, anlamış değilim.

Yeni atanan rektör kimdir, necidir, iyi midir, kötü müdür, nasıl bir rektörlük yapacak bilmiyorum. Çok da kötü bir rektörlük yapabilir. Şu var ki bazen akademisyenliği iyi olmayan biri iyi bir rektör olabileceği gibi tersi de mümkün. Bunu test için bekleyip görmek lazım.

Tamam, atama yoluyla gelen rektörlüğe sıcak bakmayabilirler. Yerine seçimli rektörlük isteyebilirler. Ben de böyle isteyenlerdenim. Hatta rektör olacaklara sınav bile yapılabilir. Sınavı kazanan röktörlüğe müracaat eder. Puanı yeterli ise puan üstünlüğüne göre atanır...Bunun yolu, rektör ne şekilde atanmalı şeklinde bir öneriyle sorumluların kapısını çalmaktır. Kabul görür veya görmez.

Bunun ötesinde gelen her rektöre istemezük diyerek sırt dönmek, eylem yapmak, önlerine sandık koyup kendi aralarında seçim yapmak iş değildir. Gözde üniversitelerini rektörlük atama eylemleriyle özdeşleştirmek doğru değildir. Onlara düşen, üniversitelerini ilk beş yüzün başlarına çıkarmak, üniversitelerini bilimle duyurmaktır.

Atanan her rektörü istemezük diyerek bayrak açmak, kusura bakmayın ama bir yeniçeri özelliğidir. Şu padişahı istemiyoruz, bunu istemiyoruz diye her şeye bayrak açan ve devlet bizden vazgeçmez diyen yeniçeri ocağı bilin ki kaldırıldı. Devlet yoluna başka askerle devam etti.

Rektör atamasına bu derece önem veren, seslerini duyuran, eylem yapan Boğaziçi öğretim görevlilerinden, rektör atamalarına ayırdıkları zamanı, biraz da eğitim ve öğretime ayırmalarını isterdim. Çünkü her üniversite gibi  2019 yılının Mart ayından beri üniversiteleri yüz yüze eğitime kapalı. Keşke protestoda gösterdikleri eforun birazını da biz bu üniversiteyi nasıl açarıza ayırsalardı... Hoş, hiçbir üniversitenin 2019 Martından beri böyle bir derdi hiç olmadı ya neyse...

Hasılı Boğaziçi Üniversitesi bilimden ziyade adını böyle duyurmaya devam edecekse bari üniversitelerinin adını değiştirmeyi teklif etsinler. Ne koyalım diye düşünmesinler. Ben onlar adına buldum bile: Yeniçeri Üniversitesi.

18 Ağustos 2021 Çarşamba

Taliban Gerçeği *

1979 yılıydı sanırım, SSCB'nin Afganistan'ı işgal ettiği. Bir 10 yıl sürdükten sonra 1989 yılında işgal sona erdi ve ardından Sovyetler Birliği dağıldı. Ülkelerini Sovyetlere dar eden mücahit gruplar, aralarında anlaşıp Afganistan'da istikrar vadeden bir devlet kuramadılar. Her biri diğerinin ayağını aşağıya doğru çekerek hepsi yönetilen oldu. Ülkedeki savaş ve iç savaşlar, Pakistan'a zorunlu göçü doğurdu. Pakistan'ın gettolarındaki medreselerde yetişenlerden Taliban doğdu. 90'lı yılların ortasından itibaren Afganistan'da varlık gösteren Taliban, 11 Eylül'ü bahane ederek ABD'nin Afganistan'ı işgal etmesiyle geri plana çekildi. 21 yıllık işgal, ABD'nin Afganistan'dan çekilmesiyle son buldu. 11 Eylülle beraber yönetimden uzaklaştırılan Taliban, doğru dürüst silah atmadan tüm Afganistan'a hakim oldu. Bundan sonra dünya, Afganistan'da Taliban ile muhatap olacak.

Taliban'ın Kabil'e girmesiyle birlikte yeni bir göç dalgası dünyanın gündeminde. Çünkü Taliban'la birlikte kaçan kaçana. Kimi özel aracına binmiş kimi de havaalanına akın ediyor. Uçağa binmek için kimi uçağın tekerine kimi kanadına tutunuyor kimi de bizi de götürün, ya değilse uçağı salmayız diyerek uçağın kalkmasına izin vermiyor. Normal şartlarda ülkelerinde işgal sona erdiği için Afganlıların bayram etmesi gerekirken görüntülere bakılırsa, insanlar doğup büyüdükleri ülkeyi terk etmek ve Taliban’ın eline düşmemek için ölümü bile göze alıyorlar. Üstelik bu kaçış Taliban yetkililerinin kimseye bir şey yapmayacağız demesine rağmen oluyor. Demek ki Taliban ile halkın -bir kesimi arasında- bir güven sorunu var. Neden böyle? Öyle zannediyorum, Taliban 2000 öncesi yüz güldürmemiş, halka kan kusturmuş. Vatandaş, huylu huyundan vazgeçmez düşüncesiyle terki diyar ediyor. Bu göç dalgasından etkilenen ülkelerin başında da -basından izlediğimize göre- Türkiye görünüyor ve Türkiye bu yeni göç dalgasından dolayı sıkıntı çekeceğe benziyor.

Tüm bu olup bitenler gösteriyor ki 90’lı yıllardan itibaren adından söz ettiren, 2021 yılına gelindiğinde varlığını idame ettirdiği gibi Afganistan’ın yönetimi devralıyorsa orta yerde bir Taliban gerçeği var. Çünkü işgal edip uzunca yıllar ülkede duran süper güçler tası tarağı toplayıp kaçtılar. Diğer gruplar da bir varlık gösteremediler. Öyle görünüyor ki bundan sonra hem Afganistan hem de dünya Taliban ile yaşamak zorunda.

Taliban’ın ikinci defa iktidara gelmesiyle ülkede sular durulur mu? Afganistan’a huzur ve sulh gelir mi? Bunu zaman gösterecek. Burada Taliban’a büyük iş düşüyor. Çünkü ülke yönetmek arazide başarılı olmaktan daha zordur. Temennim, Taliban’ın eski yaptığı hataları yapmaması, katı uygulamalardan vazgeçmesi, dünyada İslam fobiyi artıracak söz ve eylemlerden kaçınması…  Değilse 40 yıldır ya işgal ya iç savaş yaşayan Afganistan halkına ve bölgeye huzur ve barış gelmez. Bu da bu ülkenin başka süper güçler tarafından yeniden işgalini doğurur.

Biz gelelim Türkiye’ye. Taliban’ın, Pakistan’a göç etmiş ve medrese eğitimi almış öğrenciler arasından çıktığı düşünüldüğünde, ülkemize gelen sığınmacılar konusunda devletin inisiyatifi elden bırakmaması, bu sığınmacı sürecini iyi yönetmesi, boşluk bırakmaması, taraf devletler arasında iyi bir diplomasi yürütmesi gerekir. Bu yapılmazsa yarın ülkemiz yeni sorunları kucağında bulur.

*20/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

16 Ağustos 2021 Pazartesi

Acemi Şoför *

Yoğun araç trafiğinde bazılarının acemi sürücü olduğu hemen fark edilir. Arkasında isen ya şerit değiştirirsin ya da takip mesafeni daha uzun tutarsın. Acemi arkanda ise hız sınırı dinlemez, basarsın. Yanından geçiyorsan arayı açarsın. Çünkü gelen ya da gitmekte olanın ne yapacağı bilimin aciz kaldığı bir konudur. Yine aracının üstünde aday sürücü yazıyorsa, bu kişi sürmeyi yeni öğreniyor, hata yapabilir, demektir. Çareyi uzaklaşmada bulursun. Bir de kaza yapmaz ama kaza yaptırır türünden sürücüler var. Bunları da görürsen ve de kaçma imkanın yoksa kendine bir dikkat çekiyorsun ve teyakkuza geçiyorsun.

Tüm bunlar, trafiğe çıkan usta şoförlerin zaman zaman karşılaştığı durumlardır. Peki, şöylesini hiç gördünüz mü? Bilgisayar çıktısı A4 kağıdına “Acemi şoför” yazdırarak aracının arka camına yapıştıranı gördünüz mü? Siz görmedi iseniz, ben böylesini ilk defa gördüm.

Karamanyolu’ndan Uluırmak yoluna girdim. Altıyol’a doğru üç arkadaş gidiyoruz. Arabayı süren arkadaşa, önünde acemi şoför yazan bir araç var, dikkatli ol, yolun sağından gidiyor, dedim. Arkadaş hemen yolun soluna doğru geçti. Hep birlikte sağdan gitmekte olan aracı izlemeye koyulduk. 50-100 metre ileride, sağ tarafa aracını durdurmuş, içinde sürücünün olduğu bir araca doğru gidiyor bizim acemi. Vurdu, vuracak derken bizim acemi şoför, ayağını frene basmadan gitti duran araca tak diye vurdu. Şoför gerçekten yazdığı gibi acemiymiş dedik ve yolumuza devam ettik.

Altıyol köprüsünün sağında indim, sabah bıraktığım kendi aracıma binerek Ahmet Özcan Caddesine girdim ve sağ şeride geçecektim ki bir de ne göreyim. Yine “Acemi şoför” yazılı bir araç daha. Üstüme iyilik sağlık. Bugün de hep acemilerle karşılaşacağım galiba derken araca dikkatlice baktım. Araç ve içindeki şoför tanıdık geldi. Az önce duran arabaya vuran acemi şoförden başkası değildi. Şaşırdım doğrusu. Vurduğu araçla ne zaman tutanak tuttu da ayrıldı ve kaplumbağa gidişiyle bizi arkadan yakaladı dedim.

Nasıl olduysa olmuş, sen buradan kaç, verilmiş sadakan varmış dedim, önü boş olmasına rağmen trafiği yoğun sol şeridi takip ettim. Önüm açıldıkça bastım. Çünkü gelip arkadan vurma garantisi vardı acemi şoförün. Zira az önce aynel yakin test ettim.

Meram İtfaiyenin ışıklarını geçince derin bir oh çektim. Yoluma devam ettim.

Şimdi gelelim bu acemi şoförü değerlendirmeye. Uluırmak yolu dar ve trafiği yoğun bir güzergah. Bu kadar acemi biri nasıl olur da böyle bir güzergahı kullanır. İyi cesaret gerçekten. Ama ben değil, bana yaklaşanlar ya da benim yaklaştıklarım benden korksun. Ben acemi olduğumu yazdım, suç benden gitti demiş olmalı. Belki de ona bu arabayı verenler, sağdan sağdan hiç durmadan git, önüne araç çıkarsa frene bas dememiş olmalılar ya da şoförümüz frenin yerini bilmiyordu. Önüne araç çıktıysa bu sürücü ne yapsın, öyle değil mi? Yalnız gördüğüm kadarıyla bir eksiği var. Arabanın arkasına acemi şoför yazdırmış ama ön tarafa yazdırmayı ihmal etmiş. Şayet öne de yazdırmış olsaydı, öndeki duran araç, onu görünce gaza yüklenir, kaçardı.

Neyse, benim merak ettiğim, sağdan sağdan yavaş yavaş giden ve önde duran araca vuran bu şoför, ne zaman kaza tutanağı tuttu da benim önüme geçti. İşte bunu anlayamadım. Öyle zannediyorum, ya vurduğu araçta bir hasar oluşmadı ya “Tutanak tutmayalım, işte benim cep numaram. Yaptır, parasını ödeyeyim, daha benim işim var, diğer araçlar beni bekliyor dedi ya da araca vurur vurmaz, gerisin geri giderek durmadan yoluna devam etti.

Aman siz siz olun, aracında acemi şoför yazılı aracı ciddiye alın. Mümkünse o gün trafiğe çıkmayın. Çıkmışsanız, aracınızı güvenilir bir yere park edin. İlla araca binmeniz gerekiyorsa acemi şoförü görür görmez kaçabileceğiniz uygun güzergahları tercih edin. Benden söylemesi.

*27/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

13 Ağustos 2021 Cuma

Zam Komedisi *

Ülke hem orman yangınlarıyla hem de sel baskınlarıyla boğuşuyor. Bunlar yetmezmiş gibi gündemde Afgan göçü var. Bunların arasında devlet, toplu sözleşme gereği işçilerle masaya oturdu ve işçilerle anlaştı. Şimdi de memurlarla ilgili iki yıllık zam görüşmesi yapıyor.

Ülke felaket ve doğal afetlere boğuşurken zam konusunu yazı konusu edinmeyi doğru bulmuyorum ama bu görüşmeler yapıldığına göre bu konuda birkaç kelam etmek isterim.

Devletle işçi sendikaları, zam konusunda anlaştı. Anlaşılan rakam ilk altı ay için yüzde 12, ikinci altı ay için yüzde 5 ve enflasyon farkı. Ayrıntıya girmiyorum.

Devlet şu anda memur sendikasıyla masada. Devletin telaffuz ettiği ilk yıl için 5+6 ve enflasyon farkı, ikinci yıl ise 6+6 ve enflasyon farkı.

Bu konuda değerlendirme yapmadan önce şunu söyleyeyim: Devletin verdiği zam azdır, çoktur, yeterlidir hesabı yapmam. İşçi ile memurun aldığı zammı da kıyaslamam. Fakat işçiye verilen yüzde ile memura teklif edilen rakamlar arasında uçurumlar var. Hepimiz biliyoruz ki devlet, hedeflediği enflasyon kadar zam veriyor. Hedefi tutturamadığı zaman enflasyon farkını veriyor. Zam masasına oturduğu zaman da işçi ve memuru enflasyona ezdirmeyeceğiz diyor. Durum bu iken, bir işçiye verilen rakama bakıyorum bir de memura teklif edilen rakama. Sözel zeka olduğumdan mıdır, bu uçurumun içinden çıkamıyorum. Acaba işçi ile memurun maruz kaldığı enflasyon, işçiyi ayrı, memuru ayrı mı etkiliyor? İşçi ile memur aynı ülkede yaşamıyor mu? Bunların alışveriş yerleri, temel ihtiyaçları farklı mı?

Devlet bunu ilk defa yapmıyor. Önceki yıllarda da aynı yaptı. İşçiye veriyor, memura kısıyor. Bu da devletin çalışanlar arasında ayrım yaptığının, memura zerre değer vermediğinin bir göstergesi. Halbuki işçiye verilen rakamdan sonra zam oranı belli oldu, işçiye verdiğimiz rakam sizin için de emsal olsun deyip memurla masaya oturmaya bile gerek yoktu. Maalesef bu durumu çözemedim.

Tamam, işçinin çalışma şartları farklıdır, riskli alanlarda çalışıyor, çalışırken bedenleri terliyor. Emeklerinin karşılığını alsınlar. Memur, işçi kadar riskli alanlarda çalışmıyor, masa başı çalıştığı için vücudu terlemiyor olabilir. Bu böyle deyip memura cimri davranmanın ne alemi var. Devlet şöyle mi düşünüyor acaba? İşçinin grev hakkı var. Vermezsek, greve giderler. Bir de başımıza iş açmayalım diye mi düşünüyor? Nasılsa memurun grev hakkı yok. Ne verirsek bir iki mızmızlanır, basın açıklaması yaparlar, sonra seslerini keserler şeklinde mi düşünüyor?

Niyetim işçi-memur kıyası değil idiyse de devletin memur aleyhine yaptığı bu ayrımcılık ister istemez beni işçi-memur kıyasına götürdü. Sözlerim işçi kardeşlerime değil. Aldıkları zam, onlara helali hoş olsun. Benim serzenişim, devletin çifte standardına. Sorumluluk verdiği memuruna üvey evlat muamelesi yapmasına.

Devlet herhalde "Benim memurum işini bilir", işini çıkarır, nasılsa çoğu memurun evine çift maaş giriyor, böylece geçinip giderler diye düşünüyor olmalı ya da memurlar üst kurullarda görev alabiliyor, bunun karşılığında katmerli maaş alıyor diye düşünüyor olmalı. Devlet bilsin ki böylesi katmerli üst kurullar özel kişiler için. Daha o kadar ayağa düşmedi. Memurlar öyle kurullarda görev yapabilmesi için çok fırın ekmeği yemesi gerekiyor.

Devletin anlamsız bu çifte standardına bakarak herhalde bugün birçok memur, ne diplomamın karşılığı var ne de yaptığım iş göze görünüyor. Bu durumda ben yıllar yılı niye okudum? Bileydim, okumaz, kısa yoldan iş hayatına atılırdım diyordur. Gerçekten okuduğu için memur kesim çalışmaya geç başlıyor, geç evleniyor. Emekliliği gelse de emekliliği düşünmüyor. Çünkü daha evlenecek çocuğu vardır. Bilir ki emekli olduğunda bugün enflasyona ezdirilen maaşını bile alamayacak. Alacağı avans ise bir çocuğunu evlendirmeye bile yetmiyor. Bu durumda, mecburen 65 yaşını bekleyecek. İşçiye gelince, primini ve gününü dolduran işçi aynı gün emekli oluyor. Çünkü aldığı maaşta azalma olmuyor, aldığı avansla da iyisinden bir daire bile alabiliyor. Gerçekten memur, işçi olmaya özenmesinde kime özensin. Sözüm, özel sektörde asgari ücretle çalışan işçiye değil. Aslında devletin kamuda çalışan işçi ve memurdan önce işçi işverenleriyle bir yolunu bulup esas asgari ücretle çalışanların maaşını yükseltmesi gerek. Çünkü esas sıkıntıyı çeken bu kesim. Çoğu, geçinebilmek için eşini ve çocuklarını da çalıştırmak zorunda kalıyor. Bu da bu ülkenin maalesef kanayan bir yarası. 

Daldan dala atladım, konuyu da uzattım. Sözlerime son verirken görünen o ki devlet memuruna sadra şifa bir zam vermeyecek. Kendisinin atadığı hakem heyetinden de bir şey çıkmaz. Bu durumda, memur adına zam görüşmesi yapan yetkili konfederasyonun, bu teklifin konuşulacak bir yanı yok. Biz zam falan istemiyoruz. Biraz ciddiyet lütfen, deyip masayı terk etmesidir. Devlet adına toplu sözleşme imzalayacaklar da kendileri çalıp kendileri oynasınlar. 

*16/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.