11 Mart 2021 Perşembe

Gazeteciliğin ve Gazetecilerin İtibarı *

İtibar: “Saygı görme, değerli bulunma ve güvenilir olma” anlamlarına gelir ve önemli bir kavramdır. Zira her insan bu dünyada itibar kazanmak için çalışır ve çabalar. Herkesin en büyük endişesi itibar kaybına uğramaktır. İtibar kazanma ve kaybetmede dış etkenlerin katkısı olsa da esas etken, kişinin kendi itibarını kendisinin kazanması ve kendisinin kaybetmesidir. Yani kendi kazanır ve kendi kaybeder. Çünkü kimse kimseye itibar elbisesi giydirmez. Kimse de itibarlı bir kimsenin itibarını yüzde yüz sıfırlayamaz.

Kişilerin itibarı olduğu gibi mesleklerin de itibarı vardır. Meslekler de itibar kazanır ve kaybeder. Bunda meslek çalışanlarının kişiliği ve iş ahlakı önemlidir.

Son yıllarda her meslek grubunun itibar kaybına uğradığı bir gerçektir. Gazetecilik de bu mesleklerden biridir. Hatta gazetecilik her geçen yıl,  en hızlı itibar kaybına uğrayan meslek gruplarının başında gelmektedir. Yasama, yürütme ve yargı erkinin ardından bir zamanlar, dördüncü kuvvet olarak kabul edilen gazeteciliğin, bu derece önemsizleşeceğini, etkisiz eleman olacağını ve itibarını kaybedeceğini hiç düşünmemiştim. Gerçekten bir zamanlar sekiz sütuna verdikleri haberlerle, verdikleri haberler ve yaptıkları programlarla gündem oluşturan yazılı ve görsel medya, onca çeşitliliğe rağmen şimdi niçin bu durumda? Bir zamanların araştırmacı gazetecileri şimdi nerede? Yolsuzlukları ve haksızlıkları ortaya çıkaran, haber izi süren, rakiplerine haber atlatan, siyasilerin yaptıklarına eleştirel yaklaşan, kurum ve kuruluşların korkulu rüyası gazeteciler yetişmiyor mu, kayıp mı oldular yoksa onlar da araziye mi uydular ya da gazetecilik önemsizleşti mi?

Her meslek grubunda olduğu gibi gazetecilik mesleğini icra edenler arasında da mesleğinin gereklerini yerine getiren gazeteciler vardır. Bunları istisna tutuyorum. İzninizle mesleğinin gereklerini yerine getirmeyen ve meslek etiğine uymayan gazetecileri burada eleştirmek istiyorum. Eleştiriye geçmeden önce gazeteci kimdir, gazetecinin meslek etiği nedir? Önce bu sorulara cevap arayacağım. Sonra eleştirimi getireceğim.

“Haber ve bilgi kaynağına çabuk ulaşmak ve bu kaynaklardan edindiği bilgi ve haberleri okurlara sunma işini üstlenen kişiye” (Wikipedia) gazeteci deniyor. Gazeteci, “Dünyada olup bitenlere ilişkin olabildiğince fazla ve doğru bilgi vermek amacındadır. Gazetecilik, haberi doğru kaynaktan almakla yükümlüdür. Gazetecilik kulaktan dolma bilgilerle yapılmaz. Şantaj, karalama, kirletme, yalan haber, yıpratma gibi unsurları içermez. Gazeteci kanunlara saygılı, ahlaklı, namuslu, dürüst, çalışkan kişilerdir.” (Wikipedia). Meslek etikleri arasında gazetecinin “Herhangi bir menfaat grubuna bağlanmadan, açık fikirli, dürüst, ön yargılardan uzak ve kişilik haklarına saygılı olmak, gazeteciliğin olmazsa olmaz koşullarındandır. Gazetecilik mesleği ve gazetecilik sektörü (gazete, radyo, televizyon, İnternet gibi kitlesel yayın organları) demokratik toplumlarda, anayasanın öngördüğü üç devlet gücü yanında (yasayıcı-meclis, yürütücü-hükûmet, yargılayıcı-mahkemeler) dördüncü denetleyici devlet gücü olarak anılır”. (Wikipedia)

Gazeteci ve gazetecilikle ilgili bu kısa alıntıdan sonra gelelim günümüz gazetecilerinin durumuna. Yukarıda tanım ve etiklerine yer verdiğim bu mesleğin hakkını veren kaç gazeteci var bugün? Kaç gazete ve televizyonumuz  Türkiye'de olup bitenlere eleştiri yapabiliyor, "denetleyici devlet gücünü" yerine getirerek amme hizmeti yapıyor? Tamam, eskisi gibi hükümet yıkıp hükümet kurmasınlar, siyasileri eşofmanla karşılamasınlar, birilerinin tetikçiliğini ve darbe şakşakçılığı yapmasınlar, insanları ve kurumları gerçek dışı bilgi ve beyanlarla karalamasınlar, birilerinin hayatını karartmasınlar, ortamı germesinler, irtica avına çıkmasınlar, darbenin alt yapısının oluşmasına zemin hazırlamasınlar ama günümüzdeki gibi de silik ve etkisiz eleman olmasınlar. Halkı doğru bilgilendirsinler. Çünkü onların böyle bir görevi var. Böyle derken adına Kartel denilen geçmiş medyayı övdüğüm ve o tür gazeteciliği özlediğim anlamı çıkarılmasın.  Geçmiş medyanın bir itibarı olmasa da bir etkileme gücü vardı. Üzerine gittiği konularda, devletin kurumlarını harekete geçirme misyonu vardı. Hasılı geçmiş medya sektörü ve buralarda çalışan gazeteciler iyi bir sınav vermese de İSKİ yolsuzluğu, Civangate, Türkbank, Parsadan olayı, İlksan skandalı gibi olaylar, geçmiş gazetecilerin ortaya çıkardığı yolsuzluklara verebileceğim örneklerdendir.

Tekrar günümüz gazeteciliğine gelirsek, onca çeşitliliğine rağmen gazetelerinde, internet sitelerinde ve TV haberlerinde farklı haber görebiliyor musunuz? Ben göremiyorum. Bir tanesine bakınca diğerlerine bakmaya gerek kalmıyor. Çünkü haberler aynı yerden çıkmış gibi noktası, virgülüne aynı. Bir bakmışsınız TV kanallarının kahir ekseriyeti bir kişiyi dinlemek için aynı anda canlı yayına bağlanıyorlar. Görüntü, tüm medyanın tek elden yönetildiği, hangi haberin ne şekilde verileceğinin tek merkezden servis edildiği yönünde. Tüm bunlardan da geçtim. TV’lerin canlı yayın programlarına katılan çoğu gazeteciyi tanımakta zorlanıyorum. Onları dinleyince gazeteci mi yoksa bir partinin basın sözcüsü mü diye düşünmeden edemiyorum. Düpedüz bir parti lehine veya aleyhine çalışıyorlar. Savunduğu partiye gelen eleştirilere tahammül edemiyorlar, hemen açıklama yapma yoluna gidiyorlar. Sanırsın ki mesleği gazetecilik değil, parti tarafından gönderilmiş bir görevli ve maaşlarını da gazete patronundan değil, partiden alıyorlar. İnanın, savunduğu partinin genel başkanı kendisini ve partisini bu kadar savunamaz. Güya, gazeteci dediğimiz tarafsız olacaktı. Tamam, tarafsız olmasınlar. Zira hangi birimiz tarafsızız ki. En azından doğruya doğru, yanlışa yanlış diyebilsinler. Haydi bunu da yapmasınlar. Hiç olmazsa gülünç duruma düşecekleri yanlışları bari doğru bir şeymiş gibi savunmasınlar. Gazeteci görünümünde siyaset yapmasınlar. Şayet böyle yapacaklarsa sunucu kendilerini tanıtırken “X, aynı zamanda hem gazeteci hem de Y partisinin üyesi” şeklinde tanıtsın.

Sonuç olarak, günümüz gazeteciliği –istisnaları hariç tutuyorum- yerlerde sürünüyor ve etkisiz eleman durumundadırlar. Bu da bu meslekte ne itibar bırakır ne de halkı etkileme gücü verir.

Her meslek grubunda olduğu gibi gazetecilik mesleğini de hakkıyla yerine getiren gazetecileri buradan selamlıyorum.

*19.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

9 Mart 2021 Salı

MEB'in Prens ve Prensesleri *

Size MEB’in prens ve prensesleri kimdir desem, bilir misiniz? Sanmam bileceğinizi. Bunu bilmek için ya prens ya prenses olmanız ya da işleyişi biraz bilen biri olmanız gerekir. Siz, kim bunlar diye biraz merak ededurun. Ben, önce MEB’de kaç öğretmen var, MEB’de öğretmen atamaları nasıl olmaktadır, bunlar hakkında kısaca bilgi vereyim.

Resmi ve özel eğitim kurumlarında, MEB’e bağlı olarak görev yapan öğretmen sayısı, 23 Kasım 2020 itibariyle 1 milyon 148 bin 514’tür. Bu sayının pek azı özelde, bir milyondan fazlası ise MEB’de kadrolu veya sözleşmeli olarak görev yapmaktadır. Bu sayı, öyle zannediyorum, orduda görev yapan er ve erbaş toplamından daha fazladır. Tek farkı, ordudakilerin silahı, eğitimcilerin kaleminin olması.

MEB’de adına ilk atama, özür, aile birliği, zorunlu hizmet, isteğe bağlı il içi ve il dışı atamalarda öğretmen adayı ve öğretmen, MEB’in daha önceden ihtiyaca göre belirlediği ve norm adı verdiği yerlere tercihte bulunur. Öğretmen, tercih yaparken puanını göz önünde bulundurur. Çünkü her türlü atama, puan üstünlüğüne göre yapılır. Öğretmen “Tercih dışına atanmak istiyorum” seçeneğini işaretlemişse, sistem, öğretmeni tercihleri dışında uygun bir yere atar. Şayet “Tercih dışına atanmak istemiyorum” seçeneğini işaretlemiş ve puanı da yeterli değilse tercihlerine atanamaz, mevcut yerinde kalır. Öğretmen, tercih dışına niçin atanmak istemez? Çünkü tercihine açılan yerlerin bir kısmı köy, belde ve uzak ilçelerdir.

Öğretmen, tercih veya tercih dışına atandıktan sonra gönüllü veya gönülsüz atandığı yere süresi içinde göreve başlar. Kimi, gidiş geliş imkanı varsa göreve başladığı yerde ikamet etmez, şehir merkezinden gidiş geliş yapar, kimi ev tutarak eşyasını taşır ve görev yaptığı mahalde ikamet eder. Kimi de tercih ve puanına göre atandıktan sonra süresi içinde göreve başlasa da atandığı yerde görev yapmaz. Çünkü burası ulaşımı zor bir yerdir ve burada çalışmayı gözü kesmez. Bu durumda olanlar ne yapıyor? Bunların anne-babası, kayınpeder ve kayınvalidesi, amca ve dayısı vs. devreye girer. Bunlar; kızının, oğlunun, gelininin ve yeğeninin bu kahrolası (!) yerde çalışmaması için güç, imkan ve çevresini harekete geçirir. Bunun için siyasilerle veya üst düzey bürokratlarla dirsek temasına geçerler: “Efendim, bugüne kadar sizden bir talepte bulunmadım. Kendim için de bir şey istemiyorum. Bizim kız/oğlan, gelin/damat, yeğen vs. falan köye atandı. Bunu merkeze alamaz mıyız? Çocuğumuz öğretmenliği de pek seviyor.” gibi.  Siyasi/bürokrat, hemen ilin milli eğitim müdürünü veya vali veya vali yardımcısını arar. “Size bir yakınımı gönderiyorum, bunun işini halledin” der. Bu aramayı siyasi yapıyorsa bu bir emirdir, bürokrat arıyorsa bu bir ricadır. Merkeze alacağımız torpilli öğretmenin branşında, o ilde norm veya ihtiyaç olması önemli değildir. Bir yolu bulunacaktır artık. Çünkü emir ve rica demiri keser. Üstelik araya giren, telefon açan da pek hatırı sayılır kişidir. Bunun işini yapmayacak da kimin işi yapılacaktı.

Uzatmayayım, taşrada görev yapmak istemeyen ve arkası olan öğretmenler, bir yolunu bulup merkezdeki bir okula görevlendirilir. Buna geçici görevlendirme diyoruz. Bu kişinin görevlendirildiği okulda, branşında okutabileceği ders veya sınıf olsun veya olmasın, fark etmez. Okul ona branş dışı dersler verebildiği gibi girmesi gereken sınıfının dışında da bir görev verebilir. Bu da önemli değil. Köyden ve ücra yerden kurtuldu ya, bu yeter ona. Üstelik sevincine diyecek yoktur.

Merkezde görevlendirilen kişinin kadrosu, eski okulunda kalır. Maaş, ek ders ve diğer özlük hakları, görev yapmadığı eski okulu tarafından yapılır. Kendisi de ulaşımı kolay merkezde görev yapar. Bu görevlendirme, eğitim ve öğretim boyunca geçerli olduğu gibi çocuğumuzun merkeze gelecek puanı yetinceye kadar aynı yöntemle her yıl geçici olarak tekrarlanır. Kadrosunun bulunduğu okulda görev yapmayarak bir yolunu bulup merkezde görev yapan bu kadın ve erkek öğretmenlere MEB’in prens ve prensesleri diyorum ben. Çoğunluğun içinde bu şekil görevlendirilen öğretmen sayısı az olsa da var böyleleri. Bu arada MEB’de veya devletin diğer kurumlarında arkası olan diğer prens ve prensesler de var. Onlar şimdilik konumuz değil.

Atandığı yerde görev yapmayıp her yıl görevlendirme ile merkezde çalışan bu kimselerin kadrosunun bulunduğu yerde o okulun öğrencileri ne yapar? Bunları kim okutur? Buraya bir atama yapılır mı? Buraya yeni bir atama yapılmaz, nakil yoluyla da kimse gelmez. Çünkü MEB, geçici görevlendirme ile merkeze gidenin yerine yeni öğretmen vermediği gibi norm kadro yönetmeliğine göre de burayı açık göstermez. Açık gösterilmediği için burası dolu görünür. Yani buranın kadrolu öğretmeni var ama öğretmen yok orta yerde. Buradaki öğrencileri okutsun diye o okulun bağlı bulunduğu ilçe, buraya ücretli öğretmen görevlendirir. Ücret karşılığı görevlendirilen bu öğretmenlerin önemli bir kısmı da girdiği dersin ve sınıfın öğretmeni değil. Devlet, torpilli öğretmeni ihtiyaç olmayan yere çekerek hem ona maaş ve ücret ödüyor hem de yerine görevlendirdiği ücretli öğretmene ücret ödüyor ve sigortasını yapıyor. Devlet zarar ediyormuş, ücretli kişi ehil değilmiş, bunlar çok önemli değil. Önemli olan prens ve prenseslerimizi memnun etmektir. Onların memnuniyetinin ve huzurunun yanında, devletin zarar görmesinin, bu paranın vatandaştan çıkmasının lügatimizde yeri yoktur. Bu tür görevlendirmeler, bazı kişilere özel olarak yıllar yılı yapılmaya devam ediyor, buna kimse dur demiyor. Bu şekil görevlendirilen kişiler, “Emsallerim köyde görev yapıyor, benim geçici görevlendirme ile merkezde görev yapmam doğru değil” demiyorsa, torpil yaptıran, “Bu yaptığım hakkaniyete sığmaz,” demiyorsa,  torpile alet olan MEB yetkilisi ve atamaya yetkili valisi, buna boyun eğiyorsa ve tarafların hepsinin vicdanı bu durumdan rahatsız olmuyor ise demek ki bu işin normali bu olsa gerek.

Bu geçici görevlendirmeler maalesef bu ülkenin bir gerçeği. MEB veya devletin diğer kurumları, arkası olan bazı kişileri hoş etmek için bulundukları makamı kötüye kullanmaya devam edeceklerse, bari, geçici görevlendirme ile aldıkları prens ve prensesleri, kadrolarıyla birlikte merkeze çeksinler. Çeksinler ki boşalttıkları yere, orada görev yapacak birileri gelsin de o muhitin çocukları mağdur olmasın. Onlardan istediğim bir şey daha var: Geçici görevlendirme taraflarının hiçbiri asla dürüstlükten bahsetmesinler.

Yazım uzadı, biliyorum. Burada bir cümle ile de proje okullarına görevlendirilen öğretmenlere değinmek istiyorum. Zira proje okul adı altında bir okuldan alınan öğretmenin yerine de yenisi verilmiyor. Bu okullara seçilen öğretmenlerin kadrosu da boşaltılırsa çok iyi olur kanaatindeyim. Çünkü aynı mağduriyet, öğretmeni proje okuluna alınan okullarda da yaşanıyor.

Son bir cümle de ülkenin en ücra yerinde çalışan öğretmenlere olsun. Merkezde çalışmak varken hala uçsuz bucaksız, kuş uçmaz ve kervan geçmez yerlerde çalışıyorsanız, bu demektir ki siz asla prens veya prenses olamazsınız. Talihinize yanın.

*12.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

 

7 Mart 2021 Pazar

Yardımın Cılkını Çıkarmamak Lazım *

Yardım denince İslam, İslam denince de yardım akla gelir. Çünkü İslam dini bir yardım dinidir. İhtiyaç sahiplerini görüp gözetmek bu dinin bir emri ve tavsiyesidir. Zekat, sadaka, infak, fıtır, fitye gibi çeşitleri vardır. Kur’an’ın çeşitli ayetlerinde bu tür yardımlara sık sık değinilir. Din, zor durumdaki birine borç vermeyi (karzı hasen) bile Allah’a borç verme olarak görür. Din, yardıma muhtaç insanların elinden tutmayı emir ve tavsiye ettiği gibi aynı zamanda insanların faydasına olan yol, çeşme, hamam, cami, okul, cami, hastane gibi yerler yapmayı da ölmez eser olarak kabul eder ve buna sadakayı cariye adını verir. Hadisi şerifte bu hayrı yapanların, buna sebep olanların öldükten sonra dahi amel defterlerinin kapanmayacağı bilgisi verilir.

Bundandır ki bu millet, yakınlarından başlayarak ihtiyaç sahiplerini görür gözetir. Aynı zamanda herkesin faydalanacağı binaların yapımına öncülük eder. Bu tür yerlerin yapımı için çoğu zaman cuma ve bayramlarda sergi açılır. İçine gidip ibadet ettiğimiz camiler ve Kur’an öğrenmek için gittiğimiz Kur’an kursları da bu şekilde yapılmıştır ve hala yapılmaktadır. Şimdilerde bir kısmının yapımını devlet üstlense de İmam Hatip Okullarının kahir ekseriyeti geçmişte aynı yol ile yani toplanan yardımlarla yapılmıştır.

Bu yardım şekil ve çeşitlerine şimdilik bir virgül koyalım. Şimdi gelelim günümüze… Malumunuz son bir yıldır salgınla boğuşuyoruz. Salgın riskinden dolayı birçok esnafın işyerini açmasına izin verilmiyor. Bazı sektörler kapalı olduğu için buralarda çalışan niceleri işini kaybetti. Dükkanı açık nice esnaf da hafta yasakları ve diğer kısıtlılıklardan dolayı doğru dürüst iş yapamıyor. Yani dün zekatıyla, sadakasıyla ihtiyaç sahiplerinin elinden tutan; cami, kurs, okul yapımında kesenin ağzını açan, her daim kapısına müracaat edilen ve daima veren el olan esnafımızın çoğu, bu salgından dolayı kan ağlıyor. Kafe, kahvehane, kantin, lokanta esnafı, yurt işletenler…bu sektörlerde çalışan niceleri, evine ekmek götüremiyor ve yiyecek ekmeğe muhtaçlar. Bunlara belediyeler, defaten yardım ediyor ama taşıma suyla değirmen döner mi? Elden gelenle öğün olur mu? Olursa da zamanında gelir mi? Hasılı, ismine yer verdiğim ve vermediğim nice esnaf, veren el iken halihazırda alan el durumuna düştü. Geçen ay işyeri kapalı birçok esnafa -Konya için söylüyorum- üç yardım kuruluşu gıda yardımı yapmak zorunda kaldı. Aldığım bilgiye göre önümüzdeki ay da bir başka üç yardım kuruluşu yine gıda yardımı yapacakmış.

Dün cami, kurs ve İHO/İHL yapımında kapısını çaldığımız ve az veya çok yardımını aldığımız esnaf bu durumda iken bugün yardım işleri ne âlemde? Devlet geçen yıl bir yardım seferberliği başlatmış, toplanan yardımları ihtiyaç sahiplerine defaten ulaştırmışsa da bunun arkası gelmedi ve salgın hala etkisini sürdürüyor. Durum bu iken mesela cami ve kurs yapımı için her cuma hutbesinde “Yapımı devam etmekte olan muhtelif cami ve Kur’an kurslarına yardım” talebinde bulunan Diyanet, bu zor durumdaki esnafımız için ne yapıyor? Bildiğim kadarıyla böyle bir inisiyatif almadığı gibi sanki ülke normal bir zamandan geçiyormuş gibi cuma hutbelerinde hala cami ve Kur’an kursları için yardım talep ediliyor. Vatandaş aç iken Diyanet’in cami ve kurs yardım talebine tek kelimeyle pes diyorum.

İsterdim ki bu süreçte Diyanet İşleri Başkanlığı, cami ve kurs yardım taleplerine bir virgül koysun ve müftülükleri harekete geçirsin. Her müftülük, kaymakamlıklardan mahalli yardım onayı alsın ve her cami imamı, muhitindeki ihtiyaç sahipleri yani cemaatinden muhtaç olanlar (işyeri kapalı ve işini kaybetmiş kişiler) için bir yardım talebinde bulunsun. Hutbede “Aziz cemaatimiz, malumunuz salgın dolayısıyla birçok esnaf siftah yapamıyor ver bazı esnafın işyerleri kapalı. Bunlar ne yer ne içer? Hiç düşündük mü? Biz düşündük, taşındık. Cemaatimizden bir komisyon oluşturduk. Bu komisyon, cami cemaatimizi ve muhitimizde ikamet eden insanımızı araştırdı ve mahallemizde ikamet eden zor durumda olan şu kadar esnaf ve bu kadar işini kaybetmiş kişi tespit etti. Namazdan sonra bu kardeşlerimiz için sergi açıyoruz. Ne verirseniz elinizle, o gider sizinle” dese, daha iyi olmaz mı? Toplanan yardım bu kişilere pay edilse nasıl olur? Bence çok güzel olur. Müslüman kardeşimizin derdiyle dertlenmiş oluruz. Bu insanlar da der ki “Cemaatimiz bize zor zamanda kucak açtı. Allah onlardan razı olsun.” der mi der. Bu yardım toplamayı salgın devam ettikçe ve bu esnafa kısıtlılık hali devam ettikçe ara ara tekrarlasak çok iyi olur.

Yardımsever yönü olan milletimizin, bu yardıma canı gönülden destek olacağına inanıyorum. Yeterince yardım toplanmasa da en azından yiyeceğe muhtaç bu insanların yanında olduğumuzu, onların derdiyle dertlendiğimizi ortaya koymuş oluruz. Hasılı, Diyanetimizin böyle bir inisiyatif almasını bekliyorum.

*10.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Çarşı İzlenimlerim *

Çarşıya en son ne zaman çıktığımı hatırlamıyorum. En azından üç aydır gitmiyorum. Hafta içi gitme imkânım olmadı ancak hafta sonu gidebilirdim. Hafta sonlarım ise kısıtlılıklara takıldı. Hafta sonu yasağının kalktığı ilk cumartesi, saatimin pilinin bitmesi dışında önemli bir işim olmamasına rağmen yine de çıkasım geldi. Görüp geleyim, bakalım çarşıda ne vardı ne yoktu. Balkondan dışarıya baktım. Hava kapalı olsa da üşüten bir hava yoktu.

Çarşıya gitmek için yürümeyi tercih ettim. Hangi güzergahı izleyeceğimi de kafamda belirledim. Kayalıpark’a kadar gidecektim.

Öğle ezanları okunduktan sonra düştüm yola. Fatih Caddesi, Meram Yeniyol ve Yeni Orduevi’nin yanından geçerken 14.00 sularında o bölgedeki sokak lambalarının güpegündüz yandığını gördüm. Ardından araç trafiğine kapalı olan Zafer’de buldum kendimi. Zafer her zamanki gibi kalabalık günlerinden birini yaşıyordu. Esnaf ise dükkanını açmıştı. Karşıma gelen, sağım ve solumdan geçen herkes maskeliydi. Yan yana yürüyenlerde, belirlenen sosyal mesafe olmasa da dikkat çekecek bir yakın temasa şahit olmadım. Birkaç tane genç gördüm yüzünde maskesi olmayan. Onlar da bir eline içecek, diğer eline de atıştırmalık almışlar. Yiyerek yürüyorlar. Ayakta ve yürürken yemelerini garipsemedim. Zira aldıkları yerde yeme imkanları yoktu. Ya bir kenara çömelip yiyecekler ya da yürüyerek yiyecekler. Gençler ikincisini tercih etmişler.

Camlıköşk’ün etrafı, aylar öncesinde gördüğüm gibi yine kapalıydı. Işıklara varmadan, Camlıköşk’ün güneyinde, görüntüsü derme çatma, iğreti ve basitçe yapılmış yaya üst geçidine benzer bir üst geçit dikkatimi çekti. Böyle bir yerde, böyle bir üst geçit nasıl olur, ne diye yapmışlar derken Camlıköşk’ün güneyinde bir bina gözüme ilişti. Sanırım tadilat yapılıyor binada. Binadan çıkan molozları Camlıköşk’e dökmek ve binaya gerekli malzemeleri buradan taşımak için bu üst geçide ihtiyaç duyulmuş olmalı. Böyle kalabalık bir yerde bu tadilat başka türlü de yapılamazdı zaten.

Kalabalığın içerisine girmeden tramvay yolunu atladım. Alaeddin Tepesi’ni soluma alarak tenha yerden yürümeye başladım. Nihayet Kayalıpark’ı geçerek Fatih Çarşısında bir esnafı ziyaret ettim. Kısa süreli bir muhabbetin ardından Kadınlar Pazarı’na vararak birkaç ihtiyacımı aldım.

Eski Larende Caddesine girip eve doğru adımlamaya başlamışken Vakıflar Çarşısının yanına gelince bir başka dostum aradı. Onunla da görüşmek için Tevfikiye Caddesine saptım. Kapı Camiini geçmiştim ki bir zabıta arabası yolun ortasındaydı. İçinden birkaç tane zabıta indi. Zabıtalar, kadın ayakkabısı satan bir seyyar satıcının arabasını, üzerindeki ayakkabılarıyla birlikte arkası açık bir zabıta arabasına koydular. Satıcıya da “Sen de tablanın yanına bin” dediler ve gözden uzaklaştılar. Bu durumu gören genç bir kadının “Yazık! Yapmayın, dayanamıyorum bu duruma” serzenişini duydum.

Burada kısaca seyyar satıcılığa değinmek isterim. Seyyar satıcılık, Türkiye’nin bir gerçeği. Zabıtalar seyyar satıcıların, seyyar satıcılar da zabıtaların başının belası. Fi tarihinde bir zabıta dairesi başkanı dostumla görüştüğümde, seyyar satıcı-zabıta konusunu açtığımda başkan şöyle dert yanmıştı: “Ağabey, durum göründüğü gibi değil. Çoğu esnaf, seyyar satıcılar konusunda ikili oynuyor. Dükkanımın önünde seyyar satıcı var, bunu buradan kaldırın”, telefonu açıyor. Bizim görevliler, şikayet üzere seyyar satıcının yanına varıp satıcının sattığı ürüne ve aracına el koymaya kalktığı zaman az önce şikayet eden esnafın dışarıya çıkarak “Yazık ya, ne istersiniz Allah’ın garibinden. Sizin başka işiniz yok mu?” dediğine şahit oluyoruz. Biz de ne yapacağımızı şaşırdık.” demişti. Neyse bu konu ayrı bir konu.

Dostumla bir yarım saat oturduktan sonra dönüşüm gecikeceği için Adalhan’dan dolmuşa bindim. Ödemeyi yaptıktan sonra boş tek koltuğa oturdum. Ardımdan biri “Öğretmenim, merhaba” dedi. Geriye dönüp baktım. Eski bir öğrencimdi bana seslenen. Yanında babası ve ilkokul üçe gittiğini öğrendiğim kardeşi vardı. Hal-hatırdan sonra III. Organizede bir şirkette mali müşavir olarak çalıştığını söyleyen babaya, masraftasın, dedim. “Poşetlerden belli olmuyor mu hocam” dedi. İlkokul üçe giden çocuğun sevincine diyecek yoktu. Yol boyunca döndü döndü babanın 200 lira vererek aldığı ayakkabıya teşekkür etti durdu. Çocuğa hangi okula gidiyorsun dedim, “Bilmiyorum, unuttum” dedi. Okulunu baba söyledi. Müdürünün adı ne dedim. “Onu da bilmiyorum” dedi. Bereket öğretmenini biliyordu. Benim sormam sonucunda çocuk, döndü döndü bana ablamın öğretmenliğini niye bıraktın hocam, dedi. Öyle icap etti desem de inmeden önce “Hocam, diyorum. Çünkü adını bilmiyorum” dedi. Bu tip yerlerde hitap için hocam hitabı çoğumuzun imdadına yetişiyor. Çocuk bile bu yaşında öğrenmiş bunu.  Bu arada çocuk iyi ki bilmiyor. Bilse, belki de adımla hitap edecekti bana.

Öğrencim ve ailesi benden önce indiler. Okulunun adını dahi unutan konuşkan ve her halinden zeki olduğu anlaşılan ilkokul üçüncü sınıf öğrencinin durumuna üzüldüm doğrusu. Çocuk unutmayıp da ne yapacaktı. Çünkü birinci sınıfı okuyup ikinci sınıfın ilk dönemini okulunda yüz yüze okuduktan sonra bu çocuk, martın ortasından itibaren, bu sene üçüncü sınıfı okumasına rağmen okulunun yüzünü bir daha görmedi. Uzaktan ders yapıyorlar hala. Belki okumayı da unutmuştur. İlk, orta, lise ve üniversite hangi aşamada olursa olsun, öyle zannediyorum, bu nesle pandemi nesli diyeceğiz ve bu nesil, sosyalleşmeden ve çoğu bilgiyi öğrenmeden ya bir üst sınıfa geçiyor ya da mezun oluyor. Yazık olacak bu nesle…

*08.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Kendisini Korumak İsteyenlerin Dikkatine!

Tüm kırmızılığımıza rağmen aylar sonrasında, cumartesi yasağının kalkmasıyla birlikte 19 Aralıktan sonra ilk defa çarşıya çıkıyorum.

Bakalım Konya yerinde duruyor mu?

Duruyorsa ben çarşıyı bulabilecek miyim?

Kafe ve kahvehaneler kapalı olduğuna göre çay içebileceğim bir esnaf çay ocağı bulabilecek miyim?

Çay bulursam, bir bardak çay kaç para olmuştur? Acaba çay fiyatı aynı mı yoksa aylardır çay içmediğim esnaf, önceki günlerin hıncını benden çıkartır mı?

Çay içerken Bilim Kurulu Üyesi Mehmet Bey beni görürse "Aman içme! Zira kafelerde çay içenlerden Covit-19’a yakalanalar var. İçeceksen, cebinde ıslak mendil götür, bardağın ağzına gelecek kısmını ıslak mendil ile sil" der mi?

Çarşıya giderken her ihtimale karşı, sair hafta sonlarında olduğu gibi bayat da olsa elime evden bir ekmek alsam da öyle dolaşsam olur mu? Çünkü ne olur ne olmaz.

Yanına uğrayacağım esnaf, zaten işler kesattı. Çay da yok kahve de diyerek bana çay ikram etmez olur mu?

Çarşı şu anda ne âlemde? Nasılsa yasak kalktı diye herkes kendini çarşıya atar da mahşeri kalabalığın içerisinde kalır mıyım?

Neyse ne! Görüp tatmadan bilinmez bunlar. Gidip merakımı gidermeliyim.

Bütün bunları niye yazdım? Olur ya, çarşıya çıkmaya kalkarsanız, tedbirinizi alın diye.

Meraklısı için not: 1. Çarşıya yürüyerek gideceğim.

                          2. Yürüyüş güzergahım: Aşkan Mahallesi-Fatih Caddesi-Evliya Çelebi Parkı-Lastik Durağı-Meram Yeniyol-Zafer-Alaeddin-Kayalıpark-Çıkrıkçılar İçi-Tevfikiye Caddesi-Kadınlar Pazarı’dır. Ne alaka demeyin. Güzergahımı vereyim ki kendinizi benden koruyasınız.

3. Foto, evden çıkmadan çekilmiştir. Kapıdan çıkar çıkmaz maskemi takacağım. Hemen maske demeyin. Tamam, anladık. O kadar da geri zekalı değilim. Maske takıp mesafeye riayet edeceğim. Hijyen derseniz, 20 saniye el yıkamaya kim uğraşacak, oldu olacak, tam olsun dedim. Duş bile aldım.


 

 

4 Mart 2021 Perşembe

Konya Mesai Saatleri *

“Covid-19 salgınının Türkiye'de yayılımının en aza indirilmesi amacıyla salgınla mücadele ve etkilerinin azaltılmasına yönelik faaliyetlerin zafiyete uğratılmaması ve kamu hizmetlerinin aksatılmaması şartıyla…” 02 Aralık 2020 tarihinden geçerli olmak üzere tüm kamu kurum ve kuruluşlarında mesai saatleri 10.00-12.30, 13.00-16.00 olarak belirlenmişti. 01 Mart 2021 akşamı, Sayın Cumhurbaşkanı’nın, kontrollü normalleşme adımları çerçevesinde, kamuda normal mesaiye dönüldüğü, valiliklerin illerine göre mesai düzenlemesi yapabileceği şeklindeki açıklaması üzerine her ilin valiliği, 02 Marttan geçerli olmak üzere yeni mesai saatlerini peş peşe kamuoyuna duyurdu.  

Normal saat uygulamasına geçmekle birlikte Türkiye, her yönüyle normale dönmedi. Yeni normalleşme adımları çerçevesinde illerimiz; düşük (mavi), orta (sarı), yüksek (turuncu) ve çok yüksek (kırmızı) şeklinde kategori ve renklere ayrıldı. Düşük ve orta riskli illerde kısıtlamalar esnetilmesiyle birlikte bu bölgelerin esnafı rahat bir nefes aldı, öğrencileri okullarına kavuştu. Yüksek ve çok yüksek illerde ise esnafa bir rahatlama gelmedi. Önceki kısıtlılık ve kapalılık hali yani olağanüstü uygulamalar aynı şekilde devam ediyor. Normalleşmeden bu illere düşen sadece cumartesi yasağının kalkması, 18 yaş altına ve 65 yaş üstüne günlük dışarı çıkış izninin birer saat artırılması. Olağanüstü hal devam etmesine rağmen bu illerin payına da diğer illerde olduğu gibi normal mesai uygulaması getirildi.

Yukarıda anlatmaya çalıştıklarımı hepimiz dinledik, okuduk ve hepsini biliyoruz. Burada normal mesai üzerinde duracağım. Normalleşme adımları çerçevesinde mesainin, normale dönmesi normal. Düşük ve orta riskli illerin normal mesaiye geçmeleri de normal. Normal olmayan ise yüksek ve çok yüksek riskli illerin de normal mesaiye geçmeleri. Neden derseniz, izninizle izah etmeye çalışayım. Buradaki çelişkiye işaret etmeden önce orta, yüksek ve çok yüksek riskli üç ilin, birbirinden farklı uygulamaya koyduğu mesai saatlerine yer vereceğim: Ankara, 08.30-17.30, 09.00-18.00, 10.00-19.00,

İstanbul, 09.00-12.30, 13.00-17.00,

Konya, 08.30-12.30, 13.30-17.30 mesaisini uygulamaya koydu.

Ankara, orta seviyede riskli il olmasına rağmen bu ilde yürürlüğe konan dört farklı mesai uygulaması, kendi içinde tutarlı. Çünkü bu alternatifli mesai ile Valilik, kamu çalışanlarının işe giderken ve işten dönerken toplu ulaşımda yığılmanın önüne geçmeyi, özel aracıyla işe gidip gelenlerin trafik sıkışıklığını önlemeyi hesaba katmış olmalı.

Yüksek riskli iller arasında olduğu için İstanbul Valiliğinin 08.30 başlangıcını 09.00’a çekmesi, öğle arasını bir saatten yarım saate indirmesi makul ve mantıklı.

Bu üç farklı mesai uygulamasına göre Ankara ve Konya, çalışanlarına 8 saat mesaiyi uygun görürken İstanbul, 7. 30 saat mesai yaptırmayı yeterli gördü.

Bu farklı üç mesaiden bana en makul ve anlaşılabilir geleni İstanbul Valiliğinin tercih ettiği mesai. Valilik, öğle arasını yarım saat yaparak çalışanlarının bir an evvel mesaisini yapıp evinin yolunu tutmasını istediği anlaşılırken diğer iki ilimiz, sanki normal zamandaymışız gibi öğle arasını bir saat yaptı. Bence makul olanı, bu salgın döneminde öğle molasını kısaltmaktır. Çünkü öğle arasına giren çalışanların kahir ekseriyeti, öğle arasını evine gitmeyerek kurumunda geçiriyor. İhtiyaçlarını gidermek için de belirlenen yarım saatlik süre yeterlidir. Ankara, orta riskli iller arasında olduğu için verilen bir saatlik arayı anlayabiliriz. Burada anlaşılır olmayan ise çok yüksek riskli iller arasında olmasına rağmen Konya’nın da öğle arasını bir saat yapması. Valilik, İstanbul gibi eksik mesai değil de tam mesai yaptırmak istiyorsa, pekala öğle arasını yarım saate indirerek mesaiyi 08.30-12.30, 13.00-17.00 şeklinde düzenleyebilirdi. Konya Valiliğinin bu öneriyi dikkate alacağını ümit ediyorum. Çünkü diğer iki ilimize göre Konya, riski çok yüksek bir şehirdir.

Yazıma son verirken mesai ile ilgili bir hususa daha değinmek istiyorum. Daha doğrusu bir çelişkiye dikkat çekeceğim. Devlet memurunun günlük 8 saat mesai yapması doğru olandır. Devlet, şartlara ve olağanüstü durumlara göre çalışma mesai süresini artırabilir de azaltabilir de. Buna kimsenin diyeceği olamaz. Mesai düzenlemesiyle ilgili bana garip gelen, şehirlerimiz düşük-orta-yüksek ve çok yüksek şeklinde sınıflandırılsa da salgın riski hala devam ediyor. Bugün düşük riskli olan bir şehir, bir hafta sonra çok yüksek riskli şehirler arasına girebildiği gibi bunun tersinin olması da mümkündür. Bu salgın riskine rağmen turuncu ve kırmızı şehirlerde de normal mesaiye geçilmesi bana garip geldi. Bu normal mesai düzenlemesiyle ilgili burada şunu sormak isterim. Salgına rağmen normal mesaiye geçebiliyorsak daha önce 10.00-12.30, 13.00-16.00 mesaisini yani günlük 5,5 saatlik bir mesaiyi niçin uyguladık? Salgın riski halen devam ediyorsa normal mesaiye niçin geçtik?

*06.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

 

3 Mart 2021 Çarşamba

Konya’ya Kırmızılık Yakışmıyor *

Güncel salgın risk haritasına bakarsanız; Türkiye'nin orta yerinde, çevresi sapsarı olduğu halde yanına Aksaray ilini almış, "Çok yüksek riskli iller" arasına girerek kıpkırmızıya boyanmış, yüzölçümü yönünden Türkiye'nin en büyük şehrini görürsünüz. Bilin bakalım, o şehir hangisidir? Hemen neresi olacak, Konya'dır diyeceksiniz. El cevap doğru dersiniz. Zira Celalettin Rumi türbesi yanında Etli ekmeği ile de meşhur olan bu şehir, bir yıldır da salgınla adından söz ettiriyor.

Salgının ilk başlarında vaka sayısının yüksek olmasını "Umrecilerin Konya'da karantinaya alınmasına" sonra "Yurtdışından gelenlerin şehrimizde misafir edilmesine" bağladık. Orta yerde ne umreci kaldı ne de yurtlarda kalan. Buna rağmen Konya, adını vaka sayısı ile duyurmaya ve zirveye oynamaya devam ediyor. 

Risk haritası seçim haritasını hatırlattı bana. İç Anadolu bölgesinde, belediye seçimlerini CHP'nin kazandığı Eskişehir ilinin kırmızıya, Konya’nın da AK Parti’nin rengi olan sarıya bürünmesine, kaç seçim aşinayız. Salgın bu rengi değiştirdi. Şimdi Eskişehir orta riskli iller arasında yerini alarak rengini sarıya, Konya ise kırmızıya döndürdü. Salgının başından beri kırmızı renge bürünmesi hiç değişmediğine göre zannedersem Konya, bu rengi pek sevdi. Kırmızı olsun, varsın beş fazla olsun misali, kırmızı olsun da varsın riski olsun diyor olmalı.

Konya’ya komşu illerin bazıları da çok yüksek riskli iller grubunda yer alsa, bu bölgede var bir şey diyeceğim. Sanırım İç Anadolu’da Konya gibi kırmızıya bürünmüş Aksaray’ın dışında sadece Burdur var. Bu durumda Konya’nın riskli iller arasında olmasını nasıl izah edebiliriz? Bir ara Konya, ilk üçü hiçbir ile kaptırmamıştı. Hatta çevremizde bu hastalığa yakalanmış nice tanıdıklarımız oldu. Hastalığa bu süreçte yakalananlar, yoğun bakım ünitelerinde yer bulmakta zorlandılar. O zamanlarda kırmızıya bürünse tamam derdik. Şimdilerde hastalığa yakalanan tanıdığımız pek yok. Olsa da hastanelerin doluluk oranları çok yüksek değil. Hastaneye alınması gereken hastalar da yer sorunu yaşamadan hastanelerde tedavi altına alınabiliyorlar. Durumumuz bu iken kırmızıya bürünmemiz düşündürücü.

Acaba çevre illerin covit hastalarının bir kısmı, Konya hastanelerine sevk edilerek tedavileri burada yapılıyor ve vaka sayısı yönünden Konya’nın hanesine yazılıyor olabilir mi?

Konya’nın huyundan ve suyundan mı yoksa “Etli ekmek kafalı” olduğundan mıdır?

Konyalılar, salgın kurallarına yeterince özen göstermediğinden midir?

İçki tüketimi yönünden ilk sırada olmamasına rağmen bir zamanlar içki tüketiminde Konya, ilk sırada, haberlerini okurduk. Acaba salgında da böyle bir şey yapılıyor olabilir mi? Böyle bir algı oluşturulduğuna hiç ihtimal vermiyorum.

Türkiye’nin ortasında olan bu şehir, virüsü kendine çekiyor mu yoksa?

Virüs mü Konya’yı sevdi, biz mi virüsü çok sevdik?

Hangisidir bilemeyiz. Bildiğimiz ve değişmeyen gerçek, şehrimizin renginin kıpkırmızı olması ve bir şeyleri yanlış yaptığımız gerçeği.

Aklıma, Konyalılar yeterince virüsle mücadele etmiyor ve kurallara riayet etmiyor geliyor. İnsanımızın çoğunun virüs konusunda duyarlı olduğunu ve kurallara uyduğunu söyleyebilirim. Başka illerde ne kadar duyarsız varsa bu şehirde de o kadar duyarsız olanı vardır diye düşünüyorum.

Sebep her ne olursa olsun bu kırmızı renk, Konya’ya yakışmadığı gibi bu rengin ceremesini de tüm Konyalılar birlikte çekiyoruz, normalleşemiyoruz. Bedelini de ağır ve pahalı ödeyeceğiz. Düşük ve orta riskli illerin esnafı, ekmek teknelerini açarak, öğrencilerini tam zamanlı öğretime geçirerek normal hayata merhaba derken normalleşme bekleyen Konya esnafı, iyice tükenmeye başlayan ümitlerini bir başka bahara erteledi. Öğrenciler ise tam zamanlı öğretimden yine mahrum kaldı.

Bu aşamadan sonra tüh ya, neden böyleyiz demenin bir anlamı yok. Yapılacak olan, nüfus yönünden Konya’dan daha kalabalık nüfusa sahip şehirlerin, virüsle nasıl mücadele ettiklerini, o şehrin yetkilerinin ne tür tedbirler alıp vaka sayısını düşürdüklerini, şehirlerini düşük ve orta riskli iller arasına girdirdiklerini Konya’da görev yapan yetkililerin bir güzel araştırmaları, aynı tedbirleri Konya’da da uygulamaya koymalarıdır. Bunu vakit geçirmeden mutlaka yapmaları gerekir.

*05.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.