27 Aralık 2020 Pazar

Zina ve Fuhuş *

Bu yazımda zina ve fuhşa yer vereceğim. Zira zina ve fuhuş  insanlığın baş belası, toplumların kanayan yarasıdır. Toplumun en küçük yapıtaşı olan aile kavramının köküne dinamit koyan, onların dağılmasına sebebiyet veren, nesillerin sağlıklı gelmesinin ve gelişmesinin önündeki en büyük engeldir.

Kökeni insanlık tarihi kadar eski olan, halen devam etmekte olan ve bundan sonra da hız kesmeden kah kapalı kapılar ardında kah alenen devam edecek olan fuhuş ve zina ile mücadelede, hangi yollar denenirse denensin, ne devletler ne toplumlar başarılı olabilmişlerdir. Zinayla ilgili din, bırakın zina yapmayı, “Zinaya yaklaşmayın. Zira o fuhşiyattır (hayasızlıktır) ve çok kötü bir yoldur” derken zinaya giden/götüren yolların bile yasaklanmasını ister. Yine Nahl, 90.ayet mealinde Allah, “…fuhşiyatı, kötülüğü ve zorbalığı yasaklar” buyurmaktadır. Kaynağını dinden alan ahlak da tasvip etmez fuhuş ve zinayı. Hakeza toplumun örf ve değerleri de fuhuş ve zinaya geçit vermez. Buna rağmen fuhuş ve zina, kesintiye uğramadan yoluna devam ediyor. Çünkü bu konuda ne dinin ne ahlakın ne de toplum örfünün bir yaptırımı vardır. Bunların tüm yaptırımı; haramdır, günahtır, ayıptır demek suretiyle bu işi kişinin vicdanına ve Allah korkusuna havale etmekten ibarettir. Bunlarla mücadele için çıkaracağı kanunla devlet, kolluk kuvvetleri aracılığıyla mücadele edebilir. Devletin de bu mücadelede çok başarılı olduğunu söyleyemem. Zira devlet nezdinde şikayet söz konusu olmadığı müddetçe zinanın bir cezası ve yaptırımı yoktur. Devlet, para karşılığı yapılan fuhuşla mücadele ediyor. Bunun da yaptırımı, caydırıcı olmadığı için zina kadar fuhuş da yapılmaya devam ediyor. Çünkü devlet, “Şurada fuhuş yapılıyor” şikayeti üzerine o eve bir baskın düzenlese veya fuhuş yapanı suçüstü yakalasa, ilgili kişi ve kişilere Kabahatler Kanununa göre para cezası yazıyor, geçip gidiyor. Fuhuş yapan da yaptığı bir fuhuştan kazandığı paradan daha azı olan bu cezayı ödeyip mesleğini icra etmeye devam ediyor. Gönüllü birliktelik diyebileceğimiz zinaya ise devlet zaten bir şey demiyor. Bu işi yapanlar veya yapanlara destek olanlar da yüksek sesle “Bizim özgürlüğümüze kim karışabilir” diyebiliyor. Hasılı işimiz zor. Zira ne yaparsak yapalım, bir çıkmazın içindeyiz.

Yazımın bundan sonraki kısmında fuhuş ve zina kavramları üzerinde duracağım. Çünkü bu iki kavram zaman zaman aynı anlamda kullanıldığı gibi bazen de birini diğerinin yerine kullanabiliyoruz. Bu iki kavramın ortak yönleri olsa da aralarında nüans olduğunu düşünüyorum.

TDK'ya göre fuhuş, "İçinde bulunulan toplumun kurallarına uymayan cinsel ilişkide bulunma; bir veya birkaç kişiyle para karşılığında cinsel ilişkide bulunma; taşkınlık, aşırı davranma", zina ise aralarında evlilik bağı olmayan kişiler arasındaki cinsel ilişki” demektir.

Tanımlardan anladığıma göre bu iki kelimenin, evlilik bağı olmayan kişiler arasında, toplum kurallarına uymayan cinsel ilişkide bulunma yönüyle aynı anlama geldiğini söyleyebiliriz. Biz buna kısaca gayrimeşru ilişki diyebiliriz. Bu iki kelime birbirine yakın olmakla beraber fuhuş kelimesinin ikinci anlamıyla ön plana çıktığını düşünüyorum. Her ne kadar İsra, 32.ayete göre zina, fuhuş olarak kabul edilirken devletin ve TDK’nın gözünde fuhuş denince “Bir veya birkaç kişiyle para karşılığı cinsel ilişkiye girme” anlaşılmaktadır. Hatta çoğu zaman TV’lerde “Fuhuş yapıldığı tespit edilen bir eve polis baskın yaptı” şeklinde haberlere rastlarız. Bu işi yapanlara da “Vücudunu satarak para kazanan kimse” anlamında fahişe diyebiliriz. Hayat kadınlarının yaptığını buna örnek olarak verebiliriz. TDK sözlüğünden hareketle, cinsel ilişkiyi para karşılığı yapma işine fuhuş, bir şikayet söz konusu olmaksızın gönüllü gayri meşru ilişkiye ise zina denir şeklinde anlayabiliriz. Buna göre her fuhuş zinadır ama her zina fuhuş değildir diyebiliriz.

Bu yazımda aynı zamanda fuhuş ve zina isnadına değinmek istiyordum. Görüyorum ki sayfam buna el vermeyecek. Çünkü fuhuş ve zina isnadı/iftirası birkaç cümle ile ifade edilecek bir durum değildir. Zinanın bu yönünü de nasip olursa bir başka yazımda ele almak isterim.

*06/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

26 Aralık 2020 Cumartesi

Allah'ın Boyası *

Yüz, boy, ten ve saç rengi gibi özelliklerimiz, fiziki yönden bizi bir başkasından ayırt eden yönlerimizdir. Bunlar insanın tanınırlığına dair alametifarikasıdır. Bazen tanıdığımız bir kişiyi, onun tanımadığı birine tanıtırken “Uzun/kısa boylu, sarışın-kumral-esmer, beyaz tenli…” gibi tanıtırız. Beni de birileri başkasına tanıtırken “kırmızı saçlı, kızıl saç, turuncu kafa, havuç rengi, sarışın” şeklinde tanıtıyor.  Zira benim saç rengim, kahir ekseriyete göre havuç renginde. Şimdi saçlarım ağarıp havuçluktan pek eser kalmasa da beni tanıyanlar böyle tanır. Bu yönümle, kalabalıklar içerisine girince hemen dikkat çekerim. İsterdim ki benim de saç rengim çoğunluğun saç rengi gibi olsun. Ama her şey benim istediğime göre olmuyor. Allah böyle takdir etmiş. Allah’ın boyası benim bu taşıdığım. Nitekim herkesinki de öyle. Bu farklı saç rengim, askerde içtima ve talim sırasını bulmakta zorlananlara çok hizmet etti. Beni gören, “Ha, ben bu arkadaştan iki öndeyim, üç arkadayım” deyip yerini şaşırmaz ve nerede duracağını bilirdi.

Bizi tanınır kılan bu fiziki yönlerimiz -beğensek de beğenmesek de- bizden bir parça. Hastalık ve psikolojiyi bozacak çok özel bir durum olmadığı müddetçe bize has kılınan bu yönlerimizi değiştirmemek gerektiğini düşünüyorum. Topuklu ayakkabı giymek suretiyle boylu olduğumuzu göstermeye çalışsak da boyumuz değişmez, aynı şekilde tenimiz de. Sağlık ve psikolojik durum nedeni hariç vücutta, ameliyat ve diğer yollarla bir değişikliğe gidilmesine de sıcak bakmıyorum. Bu yazımda, yüz ve saçta yapılan değişikliklere değinmek istiyorum. Çünkü yüze uygulanan makyajla veya saçın boyanmasıyla kişi bambaşka bir görünüme bürünüyor. Hem yüz hem de saçtaki bu değişime ben, yüze ve saça takılan bir maske olarak görüyorum. Bu durumda olan kimseleri tasvip etmesem de onları kınamıyorum. Zira kendi tercihleridir. Yüz de onların, saç da onların, hayatta onların.

Yüz hattının makyajla, saçın da boyanmak suretiyle fiziki özelliğin değişmesine niçin sıcak bakmadığımı biraz açmak istiyorum. Yüze uygulanan normal makyajdan geçtim. Öyle makyaj yapılıyor ki iyi tanıdığım bir kişi, bir başkası olup çıkıyor. Gözüm, makyajlı haline aşina olmuşsa; makyajsız hali, makyajsız haline aşina olmuşsa; makyajlı hali, kişiyi tanınmaz kılıyor. Başıma geldi böylesi. Üç yıldır beraber çalıştığım bir meslektaşıma, mesai sonrası bir evrak imzalatmaya gittiğimde, buluşma yerinde, gelip kendini tanıtmasa, onu tanımam mümkün değildi. Bir makyajın, insanın yüz hattını bu kadar değiştirebileceğini o zaman anladım. Demek ki ben, daha önce hep makyajlı halini görmüşüm. Yüze uygulanan bu makyajın kullanımı kolay mı zor mu, insanın ne kadar vaktini alıyor, kullanılan bu makyaj pahalı mı, ucuz mu, yüzü tahriş ediyor mu? İnanın bilmiyorum. Bildiğim, bu farklılık için bu emeğe, bu zamana ve masrafa değer mi? Öyle zannediyorum, yapılan bu makyajın akşama kadar korunması, bunun için belki de yemeden, içmeden kesilmesi ve eve varınca da silinmesi gerekecek. Ömür dediğin hep böyle makyajlı geçer mi?  

Saçlara gelince, saç rengi olarak siyah, beyaz, kumral, sarışın, kızıl gibi renkler gözümün önüne geliyor. Öyle saçlar görüyorum ki gökkuşağındaki bütün renklerden daha fazla rengi, rengarenk görüyorum. Bazı saçlarda desen gibi birden fazla renk göze çarpıyor. Saçını boyatan aynı renge devam etse, buna da eh diyeceğim. Üç beş güne bir saç rengi değişir mi? Alın size bir örnek: Yürüyüş parkurunda herkes, Mersin istikametine doğru yürüyüş yaparken tersine yürüyüş yapan ve zaman zaman karşılaştığım sarışın biri var. Bir gün yine yürürken siyah saçlı tersinden gelen birini gördüm uzakta iken. Al sana bir ters kişi daha dedim. Yaklaştığım zaman gördüm ki daha önce gördüğüm sarışın kişi. Olabilir, demek ki bundan sonra sarışın saçlar yerine siyah saç kullanacak dedim. Aynı kişiyi birkaç gün sonra gördüm ki saçlar yine eski haline getirilmiş. Merak ettiğim boyanan bu saçlar, bu kadar kısa zamanda tekrar niye değişir? Çok mu ucuz bu saç boyama, çok mu kolay? Sanırım saç boyama yüze makyaj yapmak gibi değildir. Bunun için illaki kuaföre veya güzellik salonuna gidilmesi gerek. Öyle zannediyorum bu saç boyama, çok da ucuz değildir ve kişinin epey bir zamanını alıyordur. Her neyse de bu pandemi döneminde, salgın riskine rağmen bir kişi, bu kadar sık saç boyamayı nasıl göze alır? Pes doğrusu!

*29/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

25 Aralık 2020 Cuma

Esnek Çalışma mı Dediniz? *

Malumunuz bugünlerde kamu kurum ve kuruluşları, detaylarını valiliklerin belirlediği “Esnek çalışma”ya göre mesai yapıyorlar. Yasal dayanağı, yayımlanan Cumhurbaşkanlığı Genelgesi olan bu çalışma şekliyle, “Kovid-19 salgınının yayılmasının en az indirilmesi, bu salgınla mücadeleyi ve salgının etkilerinin azaltılmasına yönelik faaliyetleri zafiyete uğratmama amaçlanmaktadır.

Bu Genelgeye göre kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanlar, 10.00-16.00 saatleri arasında bir mesaiye tabiler. Genelge ayrıca çalıştırılma biçimlerine bakılmaksızın çalışanlara uzaktan çalışma ve dönüşümlü çalışma gibi imkanlar sunulmaktadır.

Çalışanlar bu esnek çalışmadan yararlanırken özlük hakları aynen korunduğu gibi kuruma gitmedikleri günlerde de idari izinli sayılmaktadırlar.

Kamu kurum ve kuruluşları esnek çalışmaya geçerken Genelgenin onlardan istediği tek şey, kamu hizmetlerinin aksatılmamasıdır.

Özel sektöre de önerilen bu esnek çalışmayı kaç özel sektör dikkate alıyor? Araştırmaya değer. Ki kamuda sekiz kişinin yaptığı işi bir kişiye yaptıran özel sektörün tavsiye edilen bu çalışma şekline geçmesi mümkün değildir. Kamu ve özel sektörde çalışma hem ücret hem mesai hem de iş garantisi yönüyle değerlendirildiğinde “Sırtını devlete dayayacaksın” sözünün gerçekliği bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Bu, hemen hemen her siyasi partinin personel rejimi adı altında özel sektör ile kamu sektörü arasındaki uçurumu giderme sözlerinin havada kaldığına bir örnektir. Neyse kamu-özel sektör konusu ayrı bir yazı konusudur. Biz gelelim yeniden kamudaki esnek çalışmaya.

Burada değinmek istediğim, kamuda uygulamaya konan esnek çalışma ile kamu hizmetlerinin aksatılıp aksatılmadığıdır. Tüm kamu kurum ve kuruluşlarını test etme imkanım yoktur. Belki vatandaşın beklediği hizmetler, bazılarında aksatılmadan yerine getirilmektedir. Gelmeyen personelin uhdesinde olan işi, kurumda nöbete kalan personel yapmaktadır.  Ki öyle de olmalıdır. Vatandaş, bir iş için o kuruma iki defa gelmemelidir. Çünkü bu Genelge, salgın nedeniyle insan yoğunluğunu azaltmayı hedeflemektedir.

Genelge ile murat edilenin, bazı kurumlar için geçerli olmadığına bir örnek vermek istiyorum: Küçük ve basit ama zamanla sınırlı bir işim için bir kuruma, evden hazırlayıp gittiğim bir dilekçe götürdüm. Saklambaç oynamaya çok müsait olan kurumun ilgili birimini araya araya buldum. Üç kişinin ortaklaşa kullandığı birimde tek kişi beni karşıladı. Dilekçeme baktı. “Bu işe bakan arkadaş bugün gelmedi. Bilgisayarına şifre ile girmek gerekiyor. Biliyorsun Genelge gereği esnek çalışıyoruz. (esnek çalıştıklarını söylemesine gerek yoktu aslında. Bunu maske, mesafe ve temizlik gibi biliyoruz.) O arkadaş yarın gelecek. Siz en iyisi mi bu dilekçeyi, birkaç bina ötedeki bölüme götürün, o arkadaşlar da biliyor bunu. Ama acele edin. Çünkü saat 16.00’ya geliyor. Kapatıp gidebilirler” dedi. Kendisine, sizin odayı bile araya araya zor buldum. Zira doğru dürüst yönlendirme bile yok. Yönlendirdiğin yere gitmem için ben, epey yol kat etmem gerekir. Madem öyle, dilekçem burada kalsın. Ben yarın öğleden önce uğrarım, dedim. İyi olur. Zaten yarın ben de buradayım, dedi. 

Ertesi günü öğle mesaisinin bitimine 1 saat kala dilekçeyi verdiğim yere tekrar geldim. Odada dün görmediğim gençten biri vardı. Durumu izah ederek dilekçemin akıbetini sordum. "Ben dün yoktum. Bu işe ben bakmıyorum” dedi. Delikanlı, dilekçeme cevap verilmiş olmalı. Şu boş iki masanın üzerine bakarsanız, belki masaüstünde bana verilecek çıktıyı bulabilirsiniz dedim. Masaların üzeri evrak dolu, bulamam. Dünkü dilekçe verdiğiniz kişi burada. Dışarı çıktı. Az sonra gelir dedi. Koridora çıkıp geri geldim. İlgili kişi bir yerlerde oyalanıp gecikebilir. Telefonla arar mısınız dedim. Bu sefer bir gerekçe öne sürmeden aradı. Aradığı kişinin telefonu masasında çalmaya başladı. “Telefonunu yanına almamış” dedi. 

Koridora çıkıp ilgili kişiyi beklemeye koyuldum. Beklerken de upuzun koridoru arşınlıyorum. Tek tük gelip geçen oluyor. Aradığım kimse acaba bu mu diyorum. İşimin görüleceği kapıya girmeyince bu değil diyorum. Beklediğim, nihayet koridorda belirdi. Beni görünce de tanıdı. Dilekçene cevap yazıldı. Verelim dedi. İçeri girdi, ben de arkasından. Az önceki gencin kurban ettiği bir koltuğa buyur etti. Ardından telefonla şefim dediği birini aradı. Şef geldi. Bugün olması gereken ve benim dilekçeme cevap verecek kişinin bilgisayarına geçti. Şifreyi yazarak bilgisayarı açtı. Daha önce hazırlanmış cevabi yazımı yazıcıya gönderdi. Benimle ilgilenen kişi, masaya bir göz attı. "İki adet çıktı alınmış zaten. Bak, masanın üstüne konmuş. Yeni çıktı alma" dedi ama yazım yazıcıdan çıktı.

Bana çıktı vermeden, evrakı aldığıma dair tebellüğ belgesi imzalayarak istediğim yazıyı verdiler. Ardından "Yazıya bir bak. Yanlışlık varsa düzeltelim" dedi biri. Bu yazının bilgisi sizde. Ben yanlışlık olup olmadığını bilemem. Bu yazı bana şimdilik yeter deyip teşekkür ederek ayrıldım.

Tüm kurumlar esnek çalışmayı ümit ediyorum ki benim başıma gelen kurum gibi yerine getirmiyordur. Olmayan bir personelin eksikliğini diğeri gideriyordur. Ki öyle de olmalıdır. İlgili personel bugün yok deyip ertesi gün gelmen isteniyorsa veya alakası olmayan uzaktaki bir bölüme gönderiyorsa o zaman bu kurum esnek değil, gevşek çalışıyordur. Mesai arkadaşının evrakı hazırlayıp masasının üzerine koymuş olabileceğini hatırlatmama rağmen koltuğundan kalkma lütfünde bile bulunmayan bir personel, tüm gün mesai yapsa ne olur, esnek çalışsa ne olur. Kurum bu işleyişiyle, personeldeki bu hizmet anlayışıyla bu çalışma şeklinin adı esnek değil, olsa olsa gevşek çalışma olur. 

*28/12/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

Mina *

Bilir misiniz, kimdir Mina? Nereden bileceksiniz. Bilseniz bilseniz şeytan taşlanan yer gelir aklınıza. Hakkınız var. O zaman aklınıza gelen Mina'dan bahsedeyim önce. Sonra bizim Mina’ya geleyim.

2000 öncesi bir genel seçim arifesiydi. Güneydoğu’nun bir ilinde çalışıyorum. Siyasi partiler adaylarını belirlemiş, seçim kazanmak için tüm kozlarını ortaya koymuşlardı. Kutuplaşma ve gerilim had safhada. Rakibi nasıl alt ederiz düşüncesiyle her şey mubahtı.

Birlikte görev yaptığımız bir Kürt arkadaş yanıma geldi. "Bundan sonra sizinle kardeş değiliz, tamam mı?" dedi. Hayırdır demeye kalmadan önüme bir gazete koydu. "Şurayı oku" dedi. Ömrünü tetikçiliğe adamış bir gazete, milliyetçi bir partiden Gaziantep listesinde vekil adayı olan birini, sekiz sütuna manşet olacak şekilde gazetenin ilk sayfasına taşımıştı. Yazar ve akademisyen olan bu aday, fi tarihinde bir kitap yazmış. Kitabında "Kürtlerin şeytan soyundan" geldiğine dair bir mitolojiye de yer vermiş.

Yazıyı okudum. Hiç tepki vermedim. Zira benim için üzerinde durmayı gerektiren bir haber ve iddia değildi. Aday üzerinden o partinin oy kaybetmesi murat edilen bir haberdi.

"Ne diyorsun" dedi. Ne diyeyim. Allah bana hac nasip eder, gidebilirsem, üzerime vacip olan şeytan taşlama eylemini gerçekleştirmek için Mina’ya çıkmayacağım. Malum, bu yıllarda şeytan taşlamaya gidiş gelişlerde oluşan izdiham* sonucu ezilip ölen yüzlerce hacı var. Böyle bir riski göze alamam. Bunun yerine, hac dönüşü Güneydoğu’ya gelirim. Gördüğüm Kürt’ü taşlarım. Böylece postu deldirmemiş olurum, dedim. Abonesi olduğu gazetenin haberine üzülüp benimle kardeşliği bozmayı göze alan meslektaşım, yaptığım bu izaha dişlerini gösterircesine katıla katıla güldü ve morali yerine geldi. Kardeşlik hukukumuz bozulmadığı gibi aynen devam etti. Her karşılaştığımızda da “ah seni” diyerek gülümsemesini eksik etmedi.

Birkaç gün sonra namaz kılmak için okulun mescidine gittim. Bir grup, cemaatle namaza kalkmış. İmamlığa geçene baktım. Bizim Mahmut Hoca imamlığa geçmiş. Fırsatı kaçırır mıyım hiç. Hemen yanına vardım. Kulağına, “Hocam, mitoloji de olsa bir bilim adamının yazdığı kitaba göre şeytan soyundansın. Buna rağmen namaz kılman güzel ama ardında namaz kılamam” dedim. O da bana “O zaman sen geç, ben sana uyayım” dedi gülerek. Kıldırır mıyım hiç. Ben söyleyeceğimi söylemiştim. Sonra arkaya geçtim. Onun imamlığında namazımı eda ettim. (Bu arada başta Kürtler olmak üzere herhangi bir milliyete mensup olan kimseleri şeytan soyundan gelme gibi bir iddiayı -mitoloji bile olsa- kabul etmem mümkün değildir. Bizimki zırva haber üzerine muhabbetten ibaretti.)

Sizin ilk etapta aklınıza gelen Mina’dan bahsettim. Şimdi sıra benim Mina’da. Bahsedeceğim Mina bir isim. Bakalım kimmiş bu Mina?

5’lerden bir sınıfa, harici ders atamamı yaptım. Belirlediğim ders saati gelince hazırlığımı yapıp online dersimi başlattım. Öğrencilerimin derse giriş yapmasını beklemeye koyuldum. Her giriş yapan öğrencinin de ismini listeden kontrol ediyorum. Çünkü dersimize ders linkini bulan başkaları da geliyor zaman zaman. Öğrencilerin çoğunluğu geldikten sonra dersimi işlemeye başladım. Dersin bitimine doğru öğrenciler, “Öğretmenim, Mina diye biri derse giriş yaptı. Böyle biri yok bizim sınıfta” dediler. Mina! Kendini tanıtır mısın, dedim. Cevap yok. Mina kimsin, dedim. Tık yok. Mina! Bir başkasının ismiyle mi giriyorsun? Ses yok. Mina! Görüntünü açar mısın, dedim. Açmadı. Öğrenciler, “Öğretmenim, bu Mina, Matematik dersine de girdi. Cevap vermeyince öğretmen dersten attı. Siz de atın dediler. İyi fikir dedim. Son kez, Mina! Bak dersten atacağım, dedim. Ne dediysem, Nuh dedi peygamber demedi Mina. Atıp derse geçtim. O da ne? Mina tekrar geldi. Ben attım, o geldi. O geldi, ben attım. Artık dersi bıraktık. Öğrenciler, Mina geldi diyor, ben atıyorum. 7-8 defa tekrarladık bunu. Bulmuştum belayı. Ne yapacağımı da şaşırdım. Sistemde engelleme butonu var mıydı bilmiyorum. Varsa da bulamadım. Son gelişinde nihayet kamerasını açtı. Ben kız öğrenci beklerken ekranda, Mina ismi altında bir erkek belirdi. Mehmet, sen misin mübarek! Niye cevap vermedin? Sen ses vermeyince sistemden atmak zorunda kaldım. Kim bu Mina? Niye isminle giriş yapmadın dedim. “Öğretmenim! Mina benim kuzenim. Dün bize geldi. Bizde iken dersine bağlandı. İsmini de Mina diye değiştirmiş. Benim bundan haberim yoktu. Siz Mina dedikçe hiç üzerime almadım. Ben de öğretmen beni niye atıp atıp duruyor dedim durdum. Mehmet! Senin bu azmini tebrik ediyorum, dedim. Gülüştük.

Hasılı, gördüğünüz gibi Mina’nın kim olduğunu ben de bilmiyorum. Tek bildiğim, bizim öğrencinin kuzeniymiş. Kendisi olmasa da dersimi epey bir kaynattı. Bu Mina’dan bir yazı çıkar, dedim. Elan bunu da gerçekleştirmiş bulunuyorum.


*26/12/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

*1990’da 1426, 1994’de 270, 1998’de 118, 2001’de 35, 2003’de 14, 2004’de 251, 2006’da 364, 2015’de 753 kişi Mina’ya şeytan taşlamaya giderken veya Mina’dan gelirken tünelde veya Mina’da şeytan taşlarken oluşan izdiham sonucu vefat etmişti.

 

24 Aralık 2020 Perşembe

Dilimize En Büyük Kötülüğü Kim Yapıyor? *

Türk Dil Kurumunun sözlüğüne bakıyorum. İçerisinde binlerce kelime, kavram ve deyimlerin olduğu birkaç cilt olabilecek, kalın ebatlı kocaman bir kitap çıkıyor karşıma. Diyorum ki zengin bir dilimiz var. Yazarken ve konuşurken kullandığımız kelimelere bakıyorum. Kelime yönünden fakir bir dilimiz var diyorum. Çünkü birkaç yüz kelime ile konuşuyoruz. Konuştuğumuz kelime ve kavramları da çoğu zaman yerli yerinde kullanmıyoruz. Konuştuğumuz kelimelerin çoğunun anlamını da bilmeden konuşuyoruz. Öyle kelimelerimiz var ki anlamları farklı olmasına rağmen birbirinin yerine kullanıyoruz. Gündelik hayatta ağzımızdan düşürmediğimiz birçok kelimeyi, yazmaya kalktığımız zaman kelimenin doğru yazılışıyla ilgili zaman zaman tereddüt yaşar ve sözlüğe bakma ihtiyacı hissediyoruz. Bir kelimenin birleşik mi, ayrı mı ya da doğru yazıldığını bir Türkçe veya Edebiyat öğretmenine sorsanız, onların çoğunun da TDK sözlüğüne bakarak bilgi verdiklerini görürüz. İyi ki TDK, sözlüğü dijital ortama yükledi de sıkıştığımız zaman cep telefonu marifetiyle kelimenin doğrusunu ve anlamını öğrenebiliyoruz. Yoksa koca sözlüğü elimizin altında bulundurmak, aradığımız kelimeyi bulmak mesele mi mesele olurdu.

Kelime yönünden zengin olan dilimizin çok az kelimesini kullanmamızın ve sık sık sözlüğe başvurmamızın bir nedeni, okuma alışkanlığımız olmadığından olsa da TDK’nın da bunda payının büyük olduğunu düşünüyorum. TDK, yeni kelime üreteceğim, Türkçemize yeni kelime bulacağım, dilimizi; Arapça, Farsça, Fransızca, İngilizce vb dillerden geçen kelimelerden temizleyip yerine, yeni kelime önereceğim diye uğraşıp duruyor. Böylece TDK sözlüğüne her yıl yeni yeni kelimeler giriyor ve dilimiz zenginleşiyor.

Tüm çabası, dilimizi zenginleştirmek olan TDK, dilimize iyilik mi yapıyor yoksa kötülük mü? Bunu zaman zaman düşünmüyor değilim. Kanaatime göre tüm iyi niyetine ve misyonuna rağmen TDK, Türkçemize kötülük yapıyor. TDK, bu misyonuna devam ettiği müddetçe dilimiz, sözlük yönünden zengin olsa da kullanılırlığı yönüyle her geçen gün fakirleşecek ve TDK sözlüğü de giderek sözlük dili olacaktır. TDK, eski kelimelerden dilimizi arındıracağım diye uğraşadursun. Böyle giderse baba, oğul ve dede arasında dil yönünden açılan makas iyice açılacaktır. Büyükler yeni kelimeleri bilmiyor, yeniler de eski kelimeleri. Bizi bize yabancılaştırıyor. Halbuki bir dil, konuşulduğu ve halk nezdinde bir karşılığı oldukça dildir. Bir dil, kelimeleriyle babadan oğla geçmezse bu dil neye yarar, bize ne fayda sağlar?

İnanın, TDK sözlüğüne baktığımız kadar bir İngilizce sözlüğe bakmıyoruz. Halkın kullandığı çoğu kelimenin, TDK sözlüğünde karşılığı yok, TDK’da yazan çoğu kelimelerin de halkta karşılığı yok. Mesela, halk peştamal diyor; TDK, peştamal diyor. Halk vejeteryan diyor, TDK vejetaryen diyor. Halk şase diyor, TDK, şasi diyor. Allah aşkına, kaç kişi bu kelimeleri sözlükte yazdığı gibi kullanıyor? Başka dillerden dilimize geçen bu kelimeler için bu ülkeler, bizden aldığınız kelimeyi böyle kullanacaksınız mı diyor? TDK, halkın konuştuğunu sözlüğe koysa ne kaybeder? Bundan muradı ne olabilir? TDK’nın doğru bildiğimiz yanlış kelimelerle ilgili bu inadı, ancak merkezi sınavlarda öğrencileri ters köşeye yatırmada işe yarar. Bu da olmasa o kadar öğrencinin sınav başarı sırası nasıl belirlenecek yoksa.

Hasılı TDK, dilimize, ülkemize ve halkımıza bir iyilik yapacaksa yersiz yeni kelime üretmeyi/uydurmayı bırakmalı. Halkta bir karşılığı olan kelimeleri, doğru yazım olarak kabul etmeli. Birleşik kelimeleri kah ayırıp kaç birleştirmekten vazgeçmeli. Dilimize başka bir dilden geçmiş olsa bile halkın benimsediği kelimeleri değiştirme misyonunu terk etmeli. İlla kelime üretecekse, bilimsel bir kavram veya teknik bir aletin ismi, dolaşıma girmeden yerine mantıklı bir kelime önermeli...

*16/01/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

 

22 Aralık 2020 Salı

Usul mü, Asıl mı? *

Bu ülkede, ne zaman infiale sebebiyet verecek bir olay patlak verdiğinde, netameli bir konu ısıtılıp ısıtılıp önümüze konduğunda; bir konuşmacı, maksadını aşan bir cümle sarf ettiğinde; biri, alışılmışın dışında yeni ve aykırı bir şey söylediğinde veya bir gaf yaptığında ya da bir kesimin yumuşak karnına dair bir imada bulunulduğunda; konu, soğukkanlı bir şekilde konu, anlaşılmaya çalışılmaz, bu olayla ne murat ediliyor, önümüze konan bu sorunu, yeni sorunlara yol açmadan nasıl çözeriz denmez; taraflar, freni patlamış bir araç gibi harekete çeker. Ortalığı toz duman kaplar. Artık haklı haksız meselesi değildir konu. Mahalleden birine yapılan bu saldırı, mahalleye yapılmış kabul edilir ve suç bastırırcasına karşı mahallenin tüm kirli çamaşırları ortaya dökülmeye çalışılır. Kim sesini nasıl duyurabilecekse o yolu dener. Bu yolları denerken sakinlikten eser olmaz. Sesler alabildiğine yüksek çıkar. Çünkü samimiyetin, mahalleyi korumanın, haklı davalarına arka çıkmanın, karşı tarafı susturmanın, konuşuyorsa da hata yapmasına zemin hazırlamanın tek ölçüsü bağırmaktır, hakarettir, belden aşağıya vurmaktır. Sorun her ne ise mesele, asla medenice konuşulmaz ve tartışılmaz.

Köşede, kenarda olan bu mesele; taraftarlara mesaj vermek, onları pozisyon almaya sevk etmek, bakın bizim adam yalnız değil demek için sosyal medyaya taşınır. Karşı mahalleye meydan okunur, parmak sallanır ve güç gösterisi yapılır. Kelime dağarcıklarında ağza alınmayacak ne kadar kelime varsa bu alem aracılığıyla boşaltılır ve tartışma bir başka boyuta taşınır. Basiret ve ferasetin olmadığı bu gerilimde, esas mesele de bu arada kaynar gider.

Bir kılıç ve silahın eksik olduğu bu kavgada, sen; bu olayın doğrusu nedir, olayın aslını öğreneyim, bu olay suhuletle çözülmeye çalışılsın, taraflar gerilimi düşürsün. Zira gerilimin kimseye faydası olmaz, demeye kalkarsan mahallenin fedaileri karşı mahalleyi bırakır, tüm oklarını sana döndürür. Çünkü mesele, senin bildiğin gibi değildir. Ayrıca sen onların niyetlerini, geçmişte yaptıklarını bilmezsin. Ortada durmanın, doğruya doğru, yanlışa yanlış demenin şimdi hiç zamanı değil. Bu pozisyon, karşı tarafa şirin görünmektir, eziklik alametidir ve taviz vermektir. Zaman kenetlenme zamanı ve onlara anladığı dilden konuşmak ve yazmak gerekir.

Tartışmanın çıktığı asıl konu ve sorunu unutturan bu gerilim, bir başka olay patlak verinceye kadar devam eder. Bundandır ki biz, hiçbir asıl meselemizi çözemedik bugüne kadar.

Kangren olmuş birçok asıl meselemizi çözemeyişimizin temelinde, usule riayet etmeyişimizin yattığını düşünüyorum. İsterseniz burada usul ve asıl ne demektir, ona bakalım. Usul, "Bir amaca erişmek için izlenen, tutulan yol, yöntem, tarz" iken asıl, "Bir şeyin kendisi, örnek, kopya karşıtı, kök, köken, kaynak, gerçeklik, esas, hakikat, gerçek, bir şeyin temelini oluşturan, ana, başlıca, başta gelen" demektir. Kısaca bir şeyin anası ve temeli, asıl iken asla giden yolu izlemeye de usul deniyor. 

Hangisi daha önemli? Usul mü yoksa asıl mı? Her ne kadar önemli olan asıl ise de usul de asıl kadar önemlidir. Hatta usul, asıldan daha önce gelir. Çünkü asıla dair yapılan tartışmaların sonuçsuz kalmasının temelinde, usule dikkat etmediğimiz, usulü ihmal ettiğimiz yatar. Nedense usulü önemsemiyoruz. Halbuki menzile ulaşmak için izleyeceğimiz yol, çok önemlidir. Bu yüzden “vusulsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir” denir. Bence bilgisi, birikimi, statüsü ne olursa olsun; yol yordam, usul, adap ve had bilmeyenlerin, bir şey yapacağım derken bir başka şeyi kıranların, bu ülkeye ve inandıkları değerlere yapabilecekleri en büyük hizmet, asla dair söz söylememeleridir. 

*23/12/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

19 Aralık 2020 Cumartesi

Çok mu Zor Orta Yolu Tutmak? *

Yazılarımda zaman zaman hutbe içeriklerine değinirim. Kah eleştirdim kah hutbe dediğin böyle olur dedim. 18 Aralık tarihli hutbeyi de cumaya gidenler dinlemiştir. Gitmeyen veya gidemeyenler de sanal alemden bu hutbeyi okuyabilirler. “Mümin Her İşinde Mutedildir” başlığıyla okunan bu hutbe, kangren olmuş bir yaramıza parmak basan bir hutbeydi. Hutbede,  

“İslam dininin; alışverişte, eğlencede, yeme-içmede, giyim-kuşamda, konuşmada, yazmada, dini konularda ve hayatın her alanında itidali yani orta yolu tutmayı, ölçülü olmayı ve dengeli hareket etmeyi emrettiği,

Aşırı uçlara savrulmanın ve aşırılıklar içinde boğulmanın insana da topluma da zarar vereceği,

 Kederde ve sevinçte, öfkede ve mutlulukta ifrat ve tefrite kaçmadan orta yolu izlemenin, İslam’ın emri olduğu” hususları işlendi.

Sanırım bu hutbe, son zamanlarda Kur’an lafzına dair yapılan tartışmalar ve üniversitelerin neredeyse fuhuş yuvası olduğu şeklindeki iddialar üzerine, kopan fırtınanın ardından, kaleme alınmış olsa gerek. 

Aslında orta yolu tutmanın, aşırı gitmemenin gerekliliğini hepimiz biliyoruz. Sorunumuz, teoride kabul ettiğimiz bu gerçeği, pratiğe geçiremeyişimizdedir. Zaten bunu yapabilseydik orta yerde ne gerilim ne kaos ne tarafgirlik ne de ötekileştirme olurdu. Haliyle pamuk ipliğine bağlı sosyal barışımız da zedelenmezdi. Doğruya doğru, yanlışa yanlış derdik. Buna da kimse bir şey demezdi. Niyet okumazdık. Olup biten ve ortaya çıkan şeyler konusunda sürekli şoklar yaşamaz ve rutin gündemimiz pek değişmez, asıl işimize yoğunlaşırdık.

Dilimize sahip çıkabilsek, aramızdaki farklılıklara saygı göstermeyi becerebilsek, insanları olduğu gibi kabul edebilsek, onları linçe tabi tutmasak, onları kınayıp ayıplamasak, düşüncelerimizi bir başkasına dayatmasak ve onları değiştirmeye kalkmasak, konuşacağımız zaman bin düşünüp bir konuşabilsek, konuşurken birbirimizin değerlerini gözetebilsek, birbirimizin kırmızıçizgilerine dikkat edebilsek, niyetlerimizi yargılamasak ve niyet okumasak, kişileri beyanlarıyla kabul etsek, öküz altında buzağı aramasak, birbirimizi dinleyip anlamaya çalışsak, bir yanlışıyla pireyi deve yapmasak, mal bulmuş mağribi gibi saldırmasak; birbirimize parmak sallamasak, meydan okumasak, bağırmasak, ayrılık ve farklılıklarımızdan ziyade ortak noktalarımızı gündeme getirsek, bir faydaya haiz olmayan ve sonuca gitmeyen tartışmalı dini konuları satışa çıkarmasak, satışa çıkarılmışsa da adam gibi tartışabilsek, birbirimizi sapıklıkla itham etmesek, değerlendirmelerimizde toptancı bir anlayışa sahip olmasak, mahalleleri kalın çizgilerle ayırmasak, birbirimizle iletişim ve diyalogu kesmesek, insanları ölümüne sevip ölümüne nefret etmesek, kimseye önyargıyla yaklaşmasak, slogan ve hamaseti bir tarafa bıraksak, birbirimizin üzerinde algılar oluşturmasak, onları iftira, töhmet ve zan altında bırakmasak, hep birlikte doğruya doğru, yanlışa yanlış diyebilsek, hiçbir yanlışı sumen altı etmesek, hep birlikte yanlışın üzerine üzerine gitsek, birbirimizin yumuşak karnına vurmasak, birbirimize güven verebilsek…inanın bu ülke, her yönüyle aşırılıklardan arındırılmış bir ülke olur. Bu da toplumsal barışı ve huzuru getirir.

Zor mu bunu yapmak? Bence hiç zor değil. Yeter ki taraflar tez ve antitezlerini ifade ederken sinir uçlarını tavana çıkaran aşırılıklarını törpüleyebilsinler. Sanırım gerilimden beslenmeyi seviyoruz. Öyle zannediyorum, bizi hayata bağlayan da bu gerilimdir. Aslında, bir birikime sahip olanın, söyleyecek sözü olanın ve söylediklerine güvenenin, gerilime ihtiyacı yoktur. Çünkü kalite tesadüf değildir. Bir birikime sahip olmayan ve kendi fikrine güvenmeyen ise zor durumda kaldığını hissettiği an, gerilim silahına sarılır. Bu da çapını ve nasıl bir kumaşa sahip olduğunu gösterir.

Hasılı güzelim ülkemizde, huzur içinde yaşamak istiyor, vaktimizi kısır ve sığ tartışmalarla harcamak istemiyor isek herkesin, her tarafın orta yolu tutmasında büyük fayda var. Hutbe de bunun üzerineydi. Umarım hayatımıza tatbik ederiz. Yoksa bu konuya dair daha çok hutbe dinleriz.

*21/12/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.