11 Aralık 2020 Cuma

Ereğli Gofreti *

Herhalde içinizde gofret yemeyeniniz yoktur. En azından tatmışsınızdır. Öyle zannediyorum seviyorsunuzdur da. Kim sevmez ki... Küçüklüğümden beri ben de çok severim. Yeter ki gofret alabilecek param olsun. Giderdim bakkala. Uzatırdım şimdilerde pul olmuş bozuk paramızı. Gofret istiyorum derdim. Bir gazetenin içine koyar, uzatırdı bakkal. Çekilirdim bir kenara kütür kütür yerdim bir çırpıda. Ağzımın tadı gelir, karnımı doyurur, bayram ederdim. Olsa daha da yerdim. 

Sonraları bu sade gofretlerin değişik markalara ait güzel ambalajlar içerinde vanilyalısı, muzlusu, çileklisi, kakaolusu çıktı. Yine gofretler, çikolata kaplı olarak tezgahlarda yerini aldı.

İster aroma katkılı ister çikolata kaplamalı ister sade ister kakaolu olsun, içine konan katkı maddelerinden midir, çocukluğumda aldığım hazzı yediğim gofretlerden alamaz oldum. Sadece kokusu geliyor. Ağzıma gelen tat, doğal şeker olsa yine gam yemeyeceğim. Şeker mi yiyorum yoksa glikoz şurubu mu içiyorum belli değil. İçinde katkı maddesi olarak daha neler var  neler… Üstelik çok da ucuz değil eskisi gibi. Hasılı görüntüsü on numara ama alacağın lezzeti ara ki bulasın.

Gofretlerden aldığım eski tadı alamaz olunca çocukluk aşkım gofretlere mesafe koydum. Kolay kolay almaz oldum. Alırsam da tadımlık. Çünkü hepsi fabrikasyon üretim.

*

Uzun bir aradan sonra çocukluk aşkım gofretle yeniden buluştum. Yüzde yüz pancar şekerinden yapma, glikoz şurubu içermeyen, doğal el yapımı gofret buldum. Meğersem bu gofret, burnumun dibindeki Ereğli’de yapılıyor ve Ereğli, doğal el yapımı gofretiyle ünlü imiş. Bunu da bir öğretmenin  “Size Ereğli gofreti getirdim. Buyurun yiyin” diye önümüze koymasıyla öğrendim. Görüntüsü, tereklerdeki fabrikasyon gofretler gibi olmayan bu gofreti yedikçe yedim. Tadı damağımda kalmış ve çocukluğumdaki gofret tadını yeniden almış olmalıyım ki soluğu Ereğli gofretinin satıldığı yerlerde aldım. Değişik markalara ait Ereğli gofretini kah pazarlarda buluyorum kah bazı marketlerde. Buldukça fazla fazla alıyorum. Kah acıkınca kah atıştırmalık kah çayın yanında kah zevkine yiyorum. Oh be! Dünya varmış diyorum. Yedikçe gofretsiz geçen yıllarıma üzülüyorum. Gecikmiş bu yaşımda da bu gofreti tatmasaydım herhalde gözüm açık giderdi.

Sanmayın ki abartıyorum. Ha fabrikasyon ha el yapımı demeyin. Fabrikasyon olanlarını tatmışsınızdır. Bir de doğal el yapımı Ereğli gofretini tadın. Damak zevkiniz varsa abartmadığım gibi aralarındaki farkı da görürsünüz. Eğer bugüne kadar Ereğli gofretini biliyor, alıyor ve yiyor da bunu bana söylemedi iseniz, Allah sizin hayrınızı versin derim. Şayet bu gofreti hala tatmadı iseniz, hangi markası olursa olsun, yapacağınız, bu gofretten almaktır. Gofret alırken tek yapacağınız, bu gofretin Ereğli’de yapılmış olmasına dikkat etmenizdir. Göreceksiniz ki ağzınızın tadı gelecektir ve giderken gözünüz açık gitmeyeceksiniz.

Aklınıza, “Ereğliler buna, hakkımızda yazı yazsın, gofretimizin reklamını yapsın diye koli koli bedava gofret göndermiş. Bu da Ereğli gofretinin reklamını yapıyor” gelmesin. Böyle bir şey yok. Üstelik ün yapmış, Ereğli gofretinin de bu reklama ihtiyacı yok. Yukarıda anlattığım gibi aldığım ve yediğim her gofreti, kuruşu kuruşuna parasını vererek aldım ve almaya devam edeceğim. Ama Ereğlili hemşerilerim, “Bu da bizden sana hediye” derlerse de almam demem. Afiyetle yerim. Yeter ki gelen gofret, Ereğli gofreti olsun.

Ağzımızın tadını getiren gofretlerinden dolayı Ereğli’yi tebrik ediyorum. İnşallah el emeği ve göz nuru emeklerinin karşılığını fazlasıyla alıyorlardır.

Bahsettiğim bu gofretle ilgili bir eksikliği de burada dile getirmek istiyorum: Ereğli gofreti her markette bulunmuyor. Bunun sebebi, yeterince üretim yapılmayışından mı yoksa çoğu marketler Ereğli gofretini satmak mı istemiyor?

*22.03.2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

10 Aralık 2020 Perşembe

Tekfircilik Hastalığımız *

Dini bir konuda genel kabul görmüş ve toplumun çoğunluğu tarafından benimsenmiş konularda yeni bir fikir ve görüş serdetmek; geçmişte söylenmiş ve tozlu raflarda yerini almış şaz görüşleri dile getirmek, ben bu konuda şöyle düşünüyor ve bu görüşü tercih ediyorum demek, ateşle oynamak gibidir. Zira bu yol, akıllı ve zeki birinin takip edebileceği bir yol değildir. Başa gelebilecek tehlikeleri sezememek demektir. Kim ki bu yola girerse huzurunu, vücut ve akıl sağlığını kaybetmeyi, dışlanmayı ve linçe tabi tutulmayı göze alması gerekir.

Örnek, geçmiş ve tecrübelere dayanarak böyle birinin başına neler gelebilir, gözünüzün önüne bir getirin. Siz bunu yaparken ben, gözümün önünden geçenleri bir sıralayayım. Bu kişiye ne denir veya başına ne gelir?

 “Hadis ve sünnet düşmanı”, “sünnet ve hadisleri inkar ediyor”, “oryantalist ve şarkiyatçı”, “oryantalistlerin yerli olanı ve onların işbirlikçisi”, “bunun verdiği zararı İslam düşmanları vermemiştir”, “yaptığı, misyonerlikten başka bir şey değil”,

“Dini bozuyor”, “eski köye yeni âdet getiriyor”, “bunun dediğini niye daha önce bir başkası söylememiş? Reklamını yapmaya çalışıyor ve meşhur olmak istiyor”, “söylediğinin kime, ne faydası var?”,

 “Bu kişi, bu görüşüyle nasıl devlette görev yapabiliyor?”, “nasıl üniversitede çalışabiliyor? Çünkü gençlerin kafasını zehirliyor”, “Görevinden ihraç edilmesi gerekir”, “İstifası yeterli değil, unvanları da alınmalıdır”, “Türkiye gibi bir ülkede böyle bir şeyi nasıl söyler?”, “hakim ve savcılar, bu kişi hakkında harekete geçerek işlem yapmalıdırlar”, “Bu kişi, Müslüman mahallesinde salyangoz satıyor”, “Cami duvarına işiyor”, “zira yaptığı fikir ve inanç özgürlüğü değildir”,

“Bu sözüyle bu kişi, “sapık”, “sapıtmış”, “tırlatmış”, “birilerine yaranmaya çalışıyor. Dinde bunun yaptığı belamlıktır”, “kafir/mürtet olmuştur”, “şu sözü elfazı küfürdür”, “İslam dairesinden çıkmıştır”, “tövbe etmesi gerekir. Böyle yapmadan giderse kafir olarak gider”, vs gibi.

Bu yazdıklarım ve daha fazlası bu ülkede hatta sosyal medya aracılığıyla organize bir linçe tabi tutulması, hepimizin gördüğü sistematik ve olağan bir hal aldı. Tüm bu olup bitenlerden benim anladığım, “Bak, bu yoldan gidenlerin başına neler geliyor. Bunu gör ki aynı yoldan gitmeye kalkma. Bu durum senin de başına gelir. Aklın varsa görüşün sende kalsın. Yoksa…” anlamında aba altından başkasına sopa göstermektir.

Bu toplumun din anlayışını ve kafasını karıştıran yeni, farklı ve aykırı görüşlere hiç tepki vermeyelim mi? Tepki verilmeli elbet. Önce muhatabın ne dediğini, konuşmasının siyak ve sibakını da dikkate alarak tümden dinlemeli ve anlamaya çalışılmalı. Ardından, bu görüşe katılmadığımızı belirtebilir, hatta bu kişiyi bu görüşünden dolayı eleştirebilir, kınayabiliriz. Kendisine reddiye yazabilir, bu işin aslı ve doğrusu şöyledir ya da ben bu konuda şöyle düşünüyorum diyebiliriz. Tüm bunları yaparken yangına körükle gitmemek, belden aşağı vurmamak, o kişiyi hedef göstermemek ve bir linçe tabi tutmamak gerek. Bunu, bu konuda algı oluşturmadan ve oluşturulmak istenen algılara teslim olmadan, sıcağı sıcağına yapmalı. Konuşmanın ne zaman, hangi platformda yapıldığına dikkat etmeli. Eğer gündeme düşen ve bomba etkisi yaratan bir konuşma, eski bir konuşma ve bu konuşma bütün olarak değil de kesip kırpılarak servis edilmişse söz ve görüşten önce bu konuşmayı bu şekilde servis edenler, ne amaçlıyor diye düşünmek ve kafa yormak lazım. Çünkü birileri, bizi bize kırdırmak, gündem değiştirmek ve ardından tarafların oynayacağı tiyatroyu bir güzel seyretmek isteyebilir.

Tüm bunları yaparken kişiyi tekfir etmemeye özen göstermek gerek. Kişileri tekfir etmek, onları din dairesinden çıkarmak bu kadar kolay olmamalı. Kimsenin niyetini bilmediğimiz gibi kimin din dairesinde kalıp kalmadığı da bizim vazifemiz değil. Üstelik bu, tehlikeli suda balık avlamaya benzer ve bu yolun kimseye faydası olmaz. Allah kimseye tekfir mührünü vermiş değil. Unutmayalım ki bu din, Hıristiyan dünyasında uygulanan din gibi değildir. Kişi, İslam’a girerken kendisine ne belge verilir ne de İslam’dan çıkarken aforoz edilir. Bu yetki kimseye verilmemiştir. Ayrıca ne de çok seviyoruz insanları din dairesinden çıkarmayı. Halbuki asıl olan, insanları din dairesinde tutmaya çalışmak değil mi? Yoksa herkes cennete giderse bize yer kalmayacak diye mi endişe ediyoruz? Korkmayın, Allah’ın cennetinde herkese yer var. Yeter ki biz o cenneti hak edelim.

Hasılı bir konuda söyleyecek sözü olan bu işi kırmadan, dökmeden, hakaret etmeden, haddini bilerek ve kişi, aksini izhar etmediği müddetçe o kişiyi tekfir etmeden yapmalıdır. Unutmayalım ki kendi fikrine, inancına, düşüncesine güvenen, bu konuda söyleyecek sözü olan ve kendi gittiği yolun doğru olduğuna inanan kişi için başkalarının sapıklığı o kişiye zarar veremez. Yoksa kendi gittiğimiz yolun doğru olduğundan şüphemiz mi var?

Diyelim ki aykırı görüş serdedenler bir başkasını zehirliyorlar. O zaman bu tiplerin panzehiri sen ol. Ondan önce kitlelere sen ulaş. Bu konuda senin elini, kolunu, ağzını bağlayan mı var? Unutmayalım ki bu toplum, tezlere kulak verdiği kadar antitezlere de kulak verir. Yoksa hakaretten ve tekfircilikten başka elimizde malzememiz mi yok?

*18/12/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

8 Aralık 2020 Salı

Ne Çok Sarı Öküzümüş Varmış! *

Bir fikir, bir düşünce etrafında bir araya gelen insanlar, kendileri daha güç değilken; makam, mevki, şöhret ve para gibi nimetlere kavuşmamışken aralarında sevgi, saygı, istişare, birlik, beraberlik, ibadet aşkıyla arı gibi çalışma eksik olmaz. Aralarında abi-kardeş ilişkisi olur. Biri hepsi, hepsi de biri içindir. Birinin bir sıkıntısı olursa yanında yer alır, ona kol-kanat gererler. Tüm bunlar, iyi ki bu grup ya da camianın içerisinde yer almışım dedirtir insana. Çünkü rızayı bari esastır aralarında. Menfaat zaten yoktur. 

Bunlardaki bu birliktelik, düşman çatlatan cinsten olur. Zira herkes bunlardaki birlikteliğe ve uyuma gıpta eder. Birileri, çomak sokmaya kalksa da birlikteliklerini kimse bozamaz. Çünkü buna izin verilmez. Değil izin vermek, içlerindeki bir çakıl taşını bile vermezler başkasına. 

İşte bunlar; uğraşıp didinirler. Hep bir koldan insanlara ulaşmaya çalışırlar. Zira her biri o ailenin bir ferdi, bir neferidir. Kime ulaşmışlarsa oradan da boş dönmezler. Çünkü insanın ayağına gider, onlarla hemhal olur, onlara dokunurlar.

Çaba ve azmi gören Allah, “Bu kullarım, çalışmalarıyla göz doldurdu. Yokken kendilerinde var olan samimiyeti şimdi test etme zamanı” diyerek bunları her türlü nimet ve imkana kavuşturur. Bunların esas imtihanı şan, şöhret, makam, mevki ve güce ulaştıktan sonra başlar.

Muktedir olduktan sonra nimetin devamı için sünnetullahın gereğini bihakkın yerine getirirlerse Allah, onlara emaneten verdiği nimetlerini vermeye devam eder.

Ne zamanki eski samimiyetlerini kaybederler, aralarında koltuk ve rant kavgası başlar, birbirlerini ekarte etme yarışına girerler; birileri, eşitler arasında bayrağın kendisine verildiğini unutur, istişareyi ve kardeşlik hukukunu bir tarafa atar, sadece ben varım. Zira benim sayemde bu nimetleri tattınız. Ben olmasaydım sizler birer hiçtiniz deme noktasına gelir, tüm bu olup bitenlerde acaba benim de bir payım var mı demez ise önce aralarında kırgınlıklar ve dargınlıklar oluşur. Bu kırgınlıklar, sıcağı sıcağına giderilmediği gibi bu tiplerin nankör olduğu kanaati pompalanırsa, bir zamanların düşman çatlatan birliktelikleri çatırdamaya başlar. Teker teker kopuşlar olur. Her gidene “Kardeşim, nereye gidiyorsun, biz sana ne yaptık?” denmez, gönül alınmaz ve dinlenilmez ise kopuş hızlanır. Giden, toplumun ve belirli mahfillerin önüne atılır. Onlar da kalem ve söylemleriyle gidenleri hain ve satılık olarak lanse etmeye başlar, onların hangi saikle gittiklerine dair zanlarla onları toplum nezdinde küçük düşürmeye kalkarlar, bu duruma taraflar sessiz kalırlar ise kopuşun önü kesilmediği gibi aralarındaki makas iyice açılır. Bu aşamadan sonra güç yani verilen nimetler, ayaklarının altından bir bir kaymaya başlar. Taraflar, nerede hata yapıyoruz demez, gidenlerin yerine yenisini monte edip yollarına devam etmeye kalkarlarsa bu görüntü hayra alamet değil ve bu hareket kolay kolay dikiş tutmaz. Uzatmalara oynar. Çünkü makineye sonradan monte edilenler, hiçbir zaman orijinalin yerini tutmazlar.

Bu hareketin, bu grubun, bu zihniyet ve camianın başına gelenleri merak edenler, niçin böyle oldu? Ne idik ne olduk, biz niçin eskisi gibi birlik değiliz, bu kopuşun sebebi nedir, derlerse, sarı öküz hikayesini bir daha okumalarında fayda var. Zira olup bitenler ve yaşananlar bu hikayeye çok benziyor. Çünkü gönderdikleri hep sarı öküzdür. Görünen, sarı öküzün çokluğu. Bu da şunu gösteriyor ki bir zamanlar ne de çok sarı öküz biriktirmişler. Bugün harcayıp harcayıp bitiremiyorlar. Birileri, özeleştiri yapmayıp suçu hep giden ve gönderilen sarı öküzlerde ararsa, şu unutulmasın ki bir gün gönderilecek sarı öküz kalmayacaktır.


*12/12/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Mukadder Son *

İncinen incitir/İnciten incinir. 

Zulmeden, zulme uğrar/Zulüm gören zulmeder. 

Şiddet gören, şiddet uygular/Şiddet uygulayan, şiddete maruz kalır. 

Ayıplayan ayıplanır/Ayıplanan ayıplanır. 

Hakaret eden hakarete uğrar/Hakarete uğrayan hakareti tadar.

Had bildirene had bildirilir. 

Başkasını küçümseyen küçümsenir.

Algılarla sonuç almaya çalışan bir gün algılara teslim olur.

Başkasına iftira eden iftiraya uğrar.

Yalan söyleyene yalan söylenir.

Gerçekleri gizleyene gerçekler gizlenir.

Kendisiyle yüzleşmeyen, suçu hep başkasında arar. Bir gün başkası da aynısını yapar.

Baskı kuran, baskıyla susturan kişi, bir gün bir başka baskıyla susturulur.

Ehliyeti bırakıp sadakate sarılanlar, ihaneti en yakınlarından görürler. Hainler de en sadıklar arasından çıkar.

Gücü ve şöhretiyle herkese ayar verenlere bir gün bir ayar veren çıkar.

Gerilimden beslenenler, bir gün bir gerilimle vurulur.

Eden bulur.

Başkasına gülene bir gün gülünür.

Başkasının derdiyle dertlenmeyip görmezden gelenler, bir gün başka dertlere duçar olurlar. İşte o zaman yanlarında kimse kalmaz. Kalabalıklar arasında yalnızlara oynarlar.

Güç zehirlenmesi yaşayanlar başka bir güce teslim olurlar.

Son söyleyeceğini ilk başta söyleyenler, söylediklerini ölçüp tartmayanlar, bir gün tükürdüklerini yalarlar.

Başarısını hep kendine mal edenler hubris sendromuna yakalanırlar. Yenilgiye asla razı olmazlar. Ama her çıkışın mutlaka bir inişi vardır.

En ufak bir hatalarında dostlarının hatalarını deve yapanlar ya da dostlarında kusur arayanlar dostsuz kalırlar.

Ben, tüm bu örneklere ve daha fazlasına sünnetullah/âdetullah derim. Zira Allah’ın toplumsal yasalarıdır bunlar. İnanırım ki Allah’ın yasasında/kaderinde/sünnetinde bir değişiklik olmaz.

*09/12/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 

 


6 Aralık 2020 Pazar

Sosyal Medya Tetikçileri *

Yazılı ve görsel medyadan sonra hayatımıza hızlı bir şekilde giren sosyal medya, kalabalıklar arasında gittikçe yabancılaşan insanımız için bilgiyi ayağına getiren ve kişiyi gerçek hayattan koparmayan bir alemdir. Çünkü bu alemde kişiler, kendini farklı göstermeye çalışsa da bu alem, reel hayatın bir yansımasıdır. Etkisi ve gücü yönüyle yazılı ve görsel medyadan daha etkili ve tehlikeli. Eskiden dördüncü kuvvet kabul edilen yazılı ve görsel medya, tek düze yayım yapmaya başlayınca etkisini kaybetti. Bugün dördüncü kuvvet rolünü, bu alem yerine getiriyor dense yanlış olmaz.

Bilgi ve haberi ayağına getiren, yalnızken bile dünyada neler olup bittiğine ulaşabileceğin, otururken düşündüklerini yazıp paylaşabileceğin bu alemin, yerinde ve kıvamında kullanıldığı takdirde faydalı olabileceğini düşünüyorum. Zira kalabalıklar arasında gittikçe yalnızlaşan insanımız, bu alem aracılığıyla görüp yaşadıklarını aktarabiliyor, sevinç ve üzüntülü günlerini buradan duyurabiliyor, bir konudaki düşüncelerini paylaşabiliyor. Yine bir başkasının paylaşımlarından haberdar olabiliyor.

Peki, sosyal medyayı yerli yerinde kullanabiliyor muyuz? Maalesef buna evet diyemeyeceğim. Çünkü bu alem vasıtasıyla insanlar, görüşlerinden dolayı mimlenebiliyor, dışlanabiliyor, kara listeye alınabiliyor ve istenmeyen adam ilan edilebiliyor. Denetimsiz olduğu ve oturmuş etik kuralları olmadığı için bu alem dezenformasyon bilgilerle dolu. Bu bilgiler arasında doğru bilgiyi bulabilmek bir çaba ister. Algının ve karalamanın her türlüsü bu alemde pazarlanıyor. Her zihniyetin trolleri burada cirit atıyor. Üzerine atılan lekeyi temizlemek için kişinin çok fırın ekmeği yemesi gerekiyor.

Algı, karalama, trollük, bayat bilgilerin ısıtılıp ısıtılıp konmasının yanında bu alemde gittikçe prim yapan bir kesim daha ortaya çıktı. Ben buna tetikçilik diyorum. Maalesef bu alem tetikçilik yapanlarla dolu. Bu tipler, arkasına sığındıkları güç sayesinde kah devlet oluyor kah hakim kah savcı. Kendisi gibi düşünmeyenlerin kellesini istiyor. Bu tipleri bilirsiniz aslında. Bunlar, Emil Michel Cioran’ın "En vahşi zalimler, kafası kesilmemiş mazlumlar arasından çıkar" dediği tipler. Arkasında bir güç yok iken korkusundan sesi soluğu çıkmayan, toplum ve devlet nezdinde bir özgül ağırlığı olmayan bu kişiler, bu alemde karton mücahitliği yapıyorlar. Aslında oynadıkları rol, korkusuz korkaklıktır. Canı çok kıymetli bu tipler, bir tehlike anında hemen sıvışıverirler. Bakmayın asıp kestiklerine. Tüm dertleri ya makamlarını korumak ya da bir makama kendilerini pazarlamaktır. Paylaşımlarıyla birilerine “Bakın, ben sizin için kelle koltukta mücadele ediyorum” mesajı veriyorlar.

Mahallesinin dışında bir kesimle oturup bir fikri mücadele vermeyen bu tiplerin özelliği, başka fikirlere kapalı olmalarıdır. Asla başka bir fikre tahammülleri yoktur. Çünkü hep körler ve sağırlar olarak birbirlerini ağırlamışlardır. Özgürlük, hoşgörü ve fikir özgürlüğü onlar için sözüm ona ‘Ağzında pis sakızı çiğnemeye’ benzer. Nerede farklı bir görüş sahibi varsa hurra, üzerine çullanırlar. Meydanı boş buldukları için hakaretin her türlüsünü kendilerine mubah görürler. Çünkü muhatap bundan anlardı ve ona anladığı dilden cevap verilmeliydi. Nazik ve kibar davranmak, o kişiye cevap vermeye kalkmak hem korkaklık hem tavizdir onlar için.

Böyle ve daha fazlasını yapıyorlar. Büyükleri de kör ve sağır değiller ya, “Bu adam bize çok sadık, şunu değerlendirelim” diyor ve onu bir makama getiriyorlar. Doğrusu, hak etti de. Ne güzel yakışıyor, tetikçilikten sonra koltuk. Bu aşamadan sonra tetikçilik bitecek mi? Aynı hızla hatta dozajını artırarak devam etmeli ki daha büyük makamları hak edebilsin.

Bu tiplerin geldiği/getirildiği makamda gözüm yok. Bilirim ki bu tipler, yazdıklarıyla kalemlerinden kan damlatıyorlar. Kafa yapısı itibari İŞİT’den farklı değiller. Tek farkları, İŞİT, elinde silah, bomba ne varsa efendilerine hizmet babından yakıp yıkıyor ve öldürüyor. Sosyal medya mücahitleri de oturdukları yerden birilerine yaranmak için birilerinin biletini kesiyorlar.

Not: Ben bu yazıyı yazdıktan sonra yazıyı göndermeden önce sosyal medyada ne var ne yok diye bir göz attım. Kemal Öztürk’ün bu konuyu ele alan enfes yazısı önüme düştü. Bir solukta okudum. Okumanızı isterim: https://www.haberturk.com/yazarlar/kemal-ozturk/2893606-sagirlar-dovusu

*07/12/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

4 Aralık 2020 Cuma

Konya Büyük Bir Tehlike Atlattı

Konya’yı bilenler Meram Yeni Yol Caddesini iyi bilirler. Bu yol gidiş ve geliş itibariyle araç trafiği yönünden işlek bir cadde olmasına rağmen yaya trafiği yönünden tenha mı tenhadır. Tenhalığından mıdır, sağa sola sapmadan beni çarşıya götürdüğünden midir, çarşıya giderken zaman zaman bu yolu takip ederim.  

Perşembe günü öğle sıralarında çarşıya gitmek için evden çıktım. Evliya Çelebi Parkından Meram Yeni Yola girdim. Karşı kaldırıma geçmeden yoğun araç trafiğinin arasında, kaldırımda bir başına yürüyorum. Ne önümde kimse var ne arkamda ne sağımda ne de solumda. Neredeyse upuzun km’lerce uzayan kaldırımlar bana ait.

Ben böyle yürürken vızır vızır geçen araba seslerinin arasından kulağıma bir ses geldi. Kimdir, necidir, beni tanıyan biri bana mı seslendi, diye önüme, arkama, soluma ve sağıma baktım. Ses sağ taraftan geliyormuş. Yan yana yürüyen iki polismiş seslenen ve bana sesleniyorlarmış. Zaten benden başka da kimseler yoktu kaldırımda. “Ne diyorsunuz, dercesine elimi kaldırdım. “Maskeni tak” dercesine kendi maskelerini gösterdiler. Yola kadar indiklerine göre seslerini duyurmak için epey efor sarf etmiş olmalılar. Bir elimle elimi göğsüme götürerek teşekkür ettim, diğer elimle de boynumdaki maskeyi yüzüme usulüne uygun takıp yürümeye koyuldum. Onlar da yol boyu yürüyüşlerine devam ettiler. Anladığım kadarıyla bu iki polis, maske kontrolü yapmak için bu yolda görevlendirilmişler.

Ben çarşıya doğru, onlar Meram Bağları yönüne doğru yol alırlarken, onlarla benim aramdaki makas, iyice açılmış olmasına rağmen ağız ve burnumu kapatan maskemle Zafer, Alaeddin, Kayalı Park, Çıkrıkçılar İçi, Aziziye ve Arapoğlu Makasını dolaştım. Tüm buraları gezerken aldığım nefesle birlikte gözlüğüm buharlanmasına ve bundan dolayı önümü göremeyecek noktaya gelmeme rağmen maskeyi yüzümden indirmedim. Yol yürüyemeyecek noktaya gelince, gözlüğümü başımın üstüne doğru kaldırdım, Zaman zaman gözlüğü elime alıp çevreyi puslu göre göre yoluma devam ettim.

Çarşıda bir iki dostu ziyaret edip yanlarında birer bardak çay içtikten sonra küçük bir işim vardı, onu da hallettim. Sonra yolcu yolunda gerek deyip geldiğim yolu tepmek için tekrar yola koyuldum. Bu sefer, Yeni Yol alt geçidini geçtikten sonra ara sokaklara dalarak yoluma devam ettim, kah maskemi indirerek kah takarak. Eve geldiğimde, toplamda 19.500 adım yaparak 13 km yürümüşüm.

Başımdan geçen bu olayı niye anlattığımı merak ediyor; yürüdüysen yürüdün, bize ne, diyorsanız, söyleyeyim. Bir an için bir düşünün. Meram Yeni Yol üzerinde, önümde ve arkamda km’lerce ötede kimse yok iken maskesiz bir şekilde yol almak demek, tüm Konya’yı tehlikeye atmak demektir. Bereket, yol üzerinde görevli o iki polis, karşı kaldırımda olmasına rağmen beni gördüler ve beni uyardılar da saçacağım tehlikeye baştan engel oldular. Ne belli? Belki de ben, maskesiz yürüye yürüye soluğu çarşıda alacaktım. Ondan sonra ayıklayın pirincin taşını siz.

Keşke bu iki polis, Lastik durağından itibaren, nasılsa kimse yok diyerek maskemi boynuma indirdikten sonra yürümeye başladığımda, beni görüp uyarsalardı da Havzan ışıklarına doğru, yolu ortalamadan o kadar yolu maskesiz tepmeseydim. Ama iş işten geçti. Bu aşamadan sonra bugünlerde Konya’da testi pozitif çıkan hasta sayısında bir artış olursa, bilin ki müsebbibi benim. Hatamı anladım ama neye yarar. Zira iflah olmaz aymazın birisiyim. Burada sorgulanması gereken, uzun ince bir yol olan Meram Yeni Yol üzerinde sadece iki polisin görevli olması. Keşke imkan olsa da yol üzerinde, yol boyunca görev yapacak yeteri kadar polis görev yapsa. O kadar polis olmalı ki yolda kimse olmasa bile gelip geçen kimseye nefes aldırmayacak şekilde herkese maske taktırsa. Görün, ondan sonra bu ülkede hiç virüs kalır mı? Keşke maddi durumum yeterli olsa da evimde maskemi çıkarınca beni uyaracak ve maskemi taktıracak, maskemi takmadığım takdirde bana ceza yazacak, ücretini kendimin ödeyeceği bir özel güvenlik görevlisi istihdam edebilsem…

 

Linçin Kime Ne Faydası Var? *

Bu ülkede ne zaman din üzerinden bir tartışma yaşansa lise ve üniversitede okurken hocalarımızın sık sık dile getirdiği şu sözler aklıma gelir: “İslam tarihinde Allah’ın varlığı ve birliği dışında her şey tartışma konusudur. Bir konuda en az iki görüş olur. Bu da İslam’ın ve Müslümanların ne kadar hoşgörülü ve farklılıkları bünyesinde barındırdığına bir örnektir”, derlerdi. Gerçekten hocalarımın dediği gibi Müslümanlar arasında bir konuda farklı görüşleri savunan kişiler var. Müslümanların çok hoşgörülü olduğu konusuna gelince, maalesef bu konuda hocalarımız gibi düşünmüyorum. Zira geldiğim bu yaş ve yaşadığım tecrübeler gösterdi ki Müslümanlar arasında farklı fikirlere tahammül yok. Kim, bir konuda farklı bir fikir serdetse adamın ne dini kalıyor ne de imanı. Sanki elimizde kişilerin imanını ölçen bir alet veya mühür varmış gibi “Sen bu görüşünle kafir oldun”, diyerek kişileri durmadan damgalıyoruz. Bu da hoşgörüde sınıfta kaldığımızın bir göstergesidir. Meğer ne de çok seviyormuşuz kişileri İslam dairesi dışına çıkarmayı… Bu hükmü verirken de “Eğer tekfir ettiğimiz kişi kafir değilse kendimiz kafir oluruz” yargısını unutuyoruz. Çünkü kendimizden çok eminiz.

Hoşgörüsüzlüğümüze örnek vermek için çok uzağa gitmeye gerek yok. İstisnalarımız kaideyi bozmamakla beraber tahammülsüzlüğümüze en yakın ve en sıcak örnek Mustafa Öztürk’tür. Bildiğiniz gibi Kur’an’ın tarihselci yönü dendiği zaman bu ülkede Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Sayın Mustafa Öztürk akla gelir. Bu görüşünden dolayı zaman zaman Türkiye’nin gündemine oturur ve organize bir topluluk tarafından kendisine sosyal medya üzerinden tepki gösterilir. Tepkiler bir başka gündem, baskın çıkıncaya kadar devam eder. Gelen tepkiler “Bu görüşe katılmıyorum, Mustafa Bey bu konuda yanlış düşünüyor. Bunun doğrusu şudur…” şeklinde olsa hiç gam yemeyeceğim. Zira oluşturulan algı, yenilir yutulur cinsten değil. En son Aralık 2018 yılında, “tarihselciliği savunuyor” üzerinden gösterilen tepkiler üzerine "Ülkede çalışma imkânım kalmadığından en iyisi yurt dışında bir yerde görev yapmam gözüküyor” açıklaması da kendisine ait.

2018 yılında yapılanlar yeterli görülmemiş olmalı ki Mustafa Öztürk şimdi tekrar gündemde. Zira yıllar öncesinde bir dost grubunda yaptığı 40 dakikalık bir konuşmasından, 3 dakikalık bir kısmı servis edilmiş durumda. Videonun tamamını izlediğimde Öztürk, “Kur’an’ın lafzen Allah’a ait bir kelam olamayacağını, şayet böyle olsaydı Kur’an’da geçen birçok ifadenin her şeyden münezzeh kıldığımız Allah’a yakışmayacağını, ayetlerin olsa olsa manen Allah’a ait olabileceğini, Hz Muhammed’in Allah’tan aldığı vahyi kelimesi kelimesine aktarmadığını, kendi ifadeleriyle halkına aktardığını” iddia ediyor. İddia edilen bu tez ilk defa Öztürk tarafından ortaya atılmış bir tez değil. Zira İslam tarihinde, baskın görüşe göre şaz kalsa da bu görüş daha önce ifade edilmiş.

Öztürk’ün iddiasının içeriğine girmeyeceğim. Zira bu konuda kendimi yeterli görmem. Bu işi, bu işin uzmanları yapacak. Onlar, iddia sahibinin iddiasını çürütecek delillerle Sayın Öztürk’e cevap vermelidirler. Ki olması gereken de budur. Dışlamanın, asıp kesmenin, din dışına itmenin, bu konudan hareketle ilgili kişiyi bir linçe tabi tutmanın kimseye, özellikle dine ve Müslümanlara faydası yoktur.

Yazımı sonlandırırken şunu da ifade etmek istiyorum. Benim de içinde bulunduğum büyük çoğunluk, Kur’an’ın hem lafzen hem manen Allah kelamı olduğuna inanıyoruz. Sayın Öztürk bu konuşmayı yapar yapmaz sıcağı sıcağına bir tepki gösterilse olabilir diyeceğim. Ama konuşma yıllar önce yapılmış ve bugün servis ediliyor. Üstelik konuşmanın tamamı değil, bir kısmı dolaşıma verilmiş. Sanki birileri, “Alın size uğraşacağınız bir konu. Birbirinizi yiyin…” der gibi. Unutmayalım ki Müslümanlar bu tür linçten ve algılardan çok çekti. Birilerinin ekmeğine yağ sürmeyelim, birbirimize girmeyelim. Zira Müslüman, bir deliğe ikinci defa girmez. Aman dikkat!

*05/12/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.