11 Kasım 2020 Çarşamba

Hz Osman ve Dönemi *

Hz Osman, İslam ile şereflenmiş ilk on Müslüman arasında kabul edilen, soyu Ümeyye oğullarına dayanan bir şahsiyettir. Cömertlik, edep, yumuşaklık ve haya sahibi olarak nam salmıştır. Her daim peygamberimizin yanında saf tutmuştur. Peygamberimizin iki kızıyla evlendiği için kendisine Zinnureyn lakabı verilmiştir.

Hz Ömer’den sonra istişare ile halife seçilen ve üçüncü halife kabul edilen, halifeliği döneminde önemli başarı ve hizmetlere imza atan Hz Osman, önemli fetihlere imza attığı gibi Hz Ebu Bekir zamanında bir araya getirilen Kur’an-ı Kerim’i çoğaltarak belli başlı İslam şehirlerine göndermiştir. Bugün Kur’an-ı Kerim dünyanın her bir köşesinde noktası, virgülüne aynı ise bunda Hz Osman’ın emeği yadsınamaz.

Şahsiyetine kimsenin bir şey diyemeyeceği Hz Osman’ın on iki yıllık halifelik dönemini İslam tarihçileri ikiye ayırırlar. İlk yedi yılına “Sükunet”, geriye kalan beş yılına da “karışıklık” dönemi olarak adlandırırlar.

Hz Osman’ın ilk yedi yılı Hz Ömer’in oluşturduğu devlet anlayışı ile sorunsuz devam ederken ikinci beş yıl ise tartışma, kargaşa ve karışıklıkların olduğu bir dönemdir. Bu ikinci dönemde Hz Osman’ın yönetim anlayışına itirazlar, yüksek sesle ifade edilmeye başlanır. Bu itirazları detaya girmeden şu ifade edebiliriz:

1.      “Hz. Osman hakkında yapılan tenkitlerin başında, onun devletin en  önemli idarî ve askerî mevkilere yakın akrabasını getirmesi gelir. Gerçekten  halife, göreve başlamasının ilk yıllarından itibaren ailesinin de telkinleriyle  çeşitli nedenlerle Mısır, Kûfe, Basra gibi önemli eyalet valilerini azlederek  yerlerine Benî Ümeyyeli şahısları tayin etmiştir.”(dergipark.org.tr)

2.      “Hz. Osman'ın tenkide uğrayan icraatından birisi de devlet hazinesinden kendi ailesine ekonomik imkanlar tahsis etmesidir.”

3.      “Halifenin tenkide uğramasının önemli nedenlerinden biri de Ümeyyeli idarecilerin icraatlarıdır.”

4.      “Hz. Osman döneminde meydana gelen karışıkların önemli sebeplerinden birisi de Hz. Peygamber'in büyük ölçüde etkisiz hale getirdiği ve Hz. Ömer'in tekrar canlanmasından endişe ettiği ve aldığı hususi tedbirlerle etkisini azaltmaya çalıştığı asabiyetin yeniden faaliyete geçmesidir. Asabiyet her şeyden önce Kureyş kabilesi içinde Emevî-Hâşimî rekabetini yeniden canlandırmıştır.” (dergipark.org.tr)

Yapılan itiraz örneklerine baktığımız zaman Ümeyyeoğullarının Hz Osman’ın etrafını kuşattığı, Emevilerin Hz Osman’ın yumuşaklık ve akrabayı görüp gözetme niyetini kötüye kullandığı, atamalarda akrabası Ümeyyeoğullarına öncelik verildiği, atanan kişilerin yeterince denetlenmediği, halkın eleştirilerine gereğince kulak verilmediği anlaşılacaktır. Hz Osman’ın halife seçilmesi Ümeyyeoğulları için bir fırsat olmuştur. Çünkü Hz Peygamber ve ilk iki halife döneminde görülmeyen Haşimi-Emevi rekabeti yeniden canlanmıştır. Emevilerin bu hırsı, maalesef Hz Osman’ın bir grup isyancı tarafından şehit edilmesine sebep olmuştur. Akan bu kan onulmaz yaralara yol açmış, Hz Ali zamanında Cemel-Sıffın vakaları cereyan etmiştir. Bu, Emevi saltanatına kapı aralamış ve onları iktidara taşımıştır. Bugün İslam dünyasının Şii ve Sünni şeklinde bölünmesinin kökleri Hz Osman’ın şahadetine kadar gider.

Son söz olarak şunu söyleyeyim. Hz Osman önemli yönetim kademelerine akrabalarını ataması, sonraları ortaya çıkacak birçok olumsuzlukların fitili gibi görünüyor. Bundan hareketle bugün bizim, önemli atamalarda yoğurdu üfleyerek yememiz lazım. Devlete alımlarda devleti veya kilit noktaları ne bir cemaate ne akrabaya ne de bir kliğe teslim edelim diyorum. Akraba, olur olmaz eleştirilere sebebiyet verirken bir cemaatin veya düşüncenin kilit noktalara getirilmesi de FETÖ tipi yapılanmalara zemin hazırlayabilir. Çünkü gücü ele geçiren bir müddet sonra devleti ele geçirmeye kalkar.

*13/11/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 


10 Kasım 2020 Salı

Basın Yoluyla İstifa *

—Ahmet Bey! Hayırdır, bugün işe gelmediniz?

—Hayır hayır! Benim şerle işim olmaz.

—O zaman işe niye gelmediniz?

—Ben bundan sonra gelmeyeceğim.

—Niye? Böyle keyfilik olur mu? Bu ne sorumsuzluk!

—Orta yerde ne keyfilik var ne de sorumsuzluk. Ben bundan sonra sizinle çalışmayacağım.

—İstifa mı ediyorsun?

—Ettim bile.

—Hani nerede dilekçen? İstifa için dilekçe vermen gerekmiyor mu?

—Verdim bile.

—Kime verdin? Hani nerede ya? Bana şu gün, şu saat itibariyle ulaşmış bir dilekçen yok.

—Dilekçe illa kuruma mı verilir?

—Ya nereye verilecekti? Elbette bana verecektin.

—Amirim, istifamı sağır sultan bile duydu. Bir sizin haberiniz yok. Yabancı basın, flaş haber olarak duyurdu. Bizim basın sessiz kaldı o kadar.

—İlahi Ahmet Bey! Bunca birlikte çalıştık ama sizi anlamakta zorlanıyorum. Tamam, yabancı basın sizi duyurmuş olabilir. Sahi nerede dilekçen?

—İnstagram hesabıma bakarsanız, görürsünüz. Artık takdir sizin…

—Böyle bir istifa şekli mi var? İlk defa duydum. Eski köye yeni âdet getirmeyelim lütfen!

—İster İnstagram ister Twitter ister Facebook yoluyla duyururum. Üstelik herkes böyle yapıyor şimdi.

—Niçin böyle bir yolu seçtin?

—Bu yol ile sevenlerime de mesaj vermiş oldum. Bu arada epey beğeni de aldım. Sayfamı açmışken bir de siz beğenin.

—Dalga geçmeyelim lütfen! Ne mesajı veriyorsun bu yol ile?

—İnce ince dokundurma gibi diyelim.

—Bunu, gelip bana söyleyebilirdin. Aramızdaki hukuku biliyorsun.

—Ama o zaman kimsenin haberi olmazdı ki… Ayrıca sizin karşınıza geçip kim ne söyleyebilir ki…

—Görmediğim bir şeyle karşılaşmış oldum sayende.

—Alışacaksınız amirim! Bu arada sosyal medyayı da biraz kullan.

—Gerçekten istifayı bu yol ile yaparak ne amaçladın?

—Açıkçası, sevenlerim istifa metnimi görünce “Ahmet Bey’i sizi yedirmeyiz. Biz onu bırakmayız. O nerede ise biz de oradayız şeklinde organize olurlar diye düşünmüştüm. Çünkü daha önce böyle yaptılar ama görüyorum ki istifama yeterince destek gelmedi. Ben de sanmıştım ki kamuoyu baskısı olur, amirim de tek taraflı olan istifamı geri çevirir ve yeniden birlikte çalışırız. Gördüğünüz gibi beklediğim ilgiyi göremedim.

—Şimdi ne yapmayı düşünüyorsunuz ve benden ne istiyorsunuz?

—Yapacak bir işim yok. İstifamı kabul etmemenizi istiyorum.

—İstifanız kabul edilmiştir Ahmet Bey!

—Bana başka makam da mı vermeyeceksiniz?

—Vermeyeceğim.

—Ama ben ya istifamı kabule etmez ya da beni bir başka makama kaydırırsınız diye düşünmüştüm. Son sözünüz bu mu?

—Evet, bu.

—Peki, istifamı kabul ettiğinize dair bana yazılı bir belge verecek misiniz?

—Hayır.

—Niçin?

—İstifanızın kabul edildiğini sosyal medyadan ve basın aracılığıyla öğrenebilirsiniz. Çünkü basın ve sosyal medya aracılığıyla yapılan istifanın belgesi de basın ve sosyal medya aracılığıyla olur.

*11/11/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

8 Kasım 2020 Pazar

Kemâlât Kem Âlât ile Olmaz *

Bir yerde suç ve görevi ihmal varsa orada mutlaka bir suçlu vardır. İşlenen her suç da bireyseldir ve o kişiyi bağlar. Bu gerçeğe rağmen kişilerin işlediği suç veya görevlerini ihmalden dolayı bu ülkede kurum, kuruluş, camia ve meslek grupları eleştiri, itham ve hakaretlerden nasibini alır. Çünkü suçun bireyselliğinden ziyade toptancı davranırız. Maalesef bizim toplumumuzun hastalıklarından bir tanesi de budur.  Bu toptancılığımızın ardından, bundan sonrasını o kurum veya meslek grubu, camiasına sürülen bu lekeyi temizlemek için uğraşıp dursun.  

Her meslek grubu veya camia, zaman zaman yerli-yersiz ithamlara maruz kaldığı gibi Diyanet camiası da bundan (özellikle pandemiden bu yana kendisine yapılan saldırılardan) nasibini almaktadır. Eleştirilerde çoğu zaman kantarın topuzu da kaçırılmaktadır. İthamlara bazen en üst perdeden cevaplar verilirken bu sefer İzmir İl Müftüsü Recep Şükrü Balkan cevap vermiş. Sayın müftünün verdiği cevap birkaç gündür sosyal medyada dolaşımda. Acaba Müftü böyle bir cevap vermiş mi diye sanal alemde kısa bir gezinti yaptım. Müftü Bey’in sert eleştirisi sadece  “gebzeyenigun.com” adresinde yer bulabilmiş. Başka da gündem olmamış. İzninizle önce Müftü’nün eleştirisine yer verip ardından bu konuda bir değerlendirmede bulunmak istiyorum. Cevabi yazısını (noktası, virgülüne ve yazım yanlışlarını düzeltmeden) aynen aktarıyorum:

Her boş kaldıklarında Diyanet camiasına, başkanımıza ve kurum  personelimize saldıran kendini bilmez  mübtezel köpekler!

Siz TV karşısında çekirdek çitleyerek vefat sayısını takip etmekle meşgul iken, kaç gecedir uyku uyumadan gece gündüz demeden  sıkıntı içerisindeki  insanımızın ayağına giderek onların her türlü ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan ve hatta komşu illerden yardıma koşarak gelip  orada görev yapan misafir kurtarma ekiplerini bile düşünerek onların da ihtiyaçlarını karşılamak için canla başla mücadele veren eli öpülesi din gönüllülerimizi size meze yapmaz bu millet. Kininizde boğulun din düşmanı ahmak aptal alçak insan müsveddeleri.

Bu vesile ile İzmir'de verilen her türlü göreve tereddüt etmeden koşuşturan tüm meslektaşlarımın  ellerinden öpmek istiyorum. İyi ki varsınız. Sizler bu ülkenin şah damarısınız. Kimseye kulak asmadan kervanı yürütme zamanı. Allah bizimle beraberdir.”

Müftü Bey’in personeline yönelik yapılan haklı-haksız saldırılara, personelini koruma adına cevap vermesi doğaldır. Ki olması gerekendir. Verdiği cevabın içeriği üzerinde de durmayacağım. Zira personelinin çalışmasını en iyi bilenlerden biri de kendisidir.

Benim Müftü’ye eleştirim üslubunadır. “Müptezel köpekler, ahmak, aptal, alçak, insan müsveddeleri” gibi hakaretleri tasvip etmedim. Zira üslubu özellikle “müptezel köpekler” ifadesini görünce bir an için acaba İncil’den bir bölüm mü okuyorum diye düşündüm. İncil’de sık sık İsa Peygamber’in diliyle “Ey Engerekliler Nesli!” ifadeleri geçer. Hiçbir peygamberin ağzından çıkmayacak bu ifadeleri İsa gibi bir peygamber asla söylemez. Bunu Adana’da görüştüğüm Yehova Şahitleri temsilcisi Kenan Bey’e sormuştum ve bu soruma sessiz kalmıştı.   Eğer bu cevabi yazı Müftü’ye ait ise bu ifadeler, bir ilin din hizmetlerini temsil eden birinin ağzına yakışmamıştır. Böyle yapmakla hakaret edenlere hakaret etme yolunu tercih ederek kendisini onların seviyesine düşürmüştür. Sokak ağzıdır bu. Halbuki Müftü’ye yakışan, bir davetçiye yaraşır şekilde en güzel cümlelerle kendisini ifade etmesiydi. Bunu, yani bir mücadelenin nasıl yapılması gerektiğini en iyi Müftü Bey’in kendisi bilir. Çünkü davet, irşat ve tebliğde hakarete mahal yoktur.  İzinden gittiğimiz Hz Muhammed, kendisi ve ashabına yapılan küçümseme, hakaret, işkence ve boykot dönemlerinin hangisinde hakaret yolunu tercih etmiştir? Bunu bana Müftü Bey söyleyebilir mi? Firavun gibi ilahlık iddiasında bulunan bir zalime, Musa ve Harun peygamberleri gönderirken Allah Teala, Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır yahut korkar.” demiyor mu? Firavun gibi yola gelmeyecek birine bile yumuşak söz söylenmesini emreden ve tatlı bir üslubu esirgemeyen bir dinin amacı, insanlara dokunmak ve onları kazanmaktır. Müftü Bey, kusura bakmasın ama bu üslup ve yöntemle dine mesafe koymuş hiçbir insana el uzatılmış olmaz. Olsa olsa safları belirleyecek şekilde köprüleri atmış olur. Zira insan kazanmaya yönelik bir davranış değildir bu.

Sayın Müftü, özünde ve işinde çok iyi hatta çok samimi olabilir. Unutmasın ki “Kem âlât ile kemâlât olmaz”: Yanlış vasıtalar ile maksada/olgunluğa ulaşılmaz.


*09/11/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

7 Kasım 2020 Cumartesi

Prof. Dr. Yaşar Hacısalihoğlu

                                          -Bulunmaz Hint Kumaşı Mübarek!-


Sizin derdiniz var mı, varsa çözebildiniz mi, çözemedi iseniz nasıl çözersiniz bilmiyorum. Zira o, sizin meselenizdir. Ümit ediyorum ki derdinize en kısa zamanda çare bulursunuz. Bana senin derdin var mı derseniz, var elbet. Dertsiz insan olur mu? Benim derdimin maalesef çözümü yok. Sizin derdiniz benim derdimin yanında dert bile sayılmaz. Allah kimseye böyle bir dert vermesin. 

Benim derdim, Yeni Yüzyıl Üniversitesi Rektörü Yaşar Hacısalihoğlu.

Kimdir?

Necidir?

Hangi alanda Prof olmuş, uzmanlık alanı nedir, entelektüel birikimi var mı?

Bugüne kadar bilimsel hangi çalışmaya imza atmış? 

Üniversitesini nasıl yönetiyor?

Üniversitenin öğrencileri, öğretim görevlileri ve mütevelli heyeti kendisinden memnun mu?

Evi-barkı var mı? Evli mi?

Bilmiyorum. Bildiğim tek şey, her akşam Habertürk TV'de farklı sunucuların yönettiği  tartışma programlarının vazgeçilmez tek konuğunun Hacısalihoğlu olması.

Her akşam 20'00'de başlayan, 00.00 sularına kadar devam eden canlı yayının, sunucuları değişiyor, konular değişiyor, konusuna göre konuklar değişiyor. Hacısalihoğlu değişmiyor. Bazı konuklar yayına geç katılıyor, bazıları erken ayrılıyor, bazı konuklar uzaktan veya evinden bağlanıyor. Programın başından sonuna kadar stüdyoda kalan tek kişi Hacısalihoğlu’dur. 

Bazen konuşmalarda sessiz ve pasif kalsa da bazı konularda çoğu zaman aslan kesilir. Bazen bilge, bilirkişi ve beyefendi gibi davransa da bazen rakipleriyle kıyasıya atışır. Konuştukları ceviz kabuğunu doldurmasa da her konuda sözü var. Sunucu ve diğer misafirler de onu dinler.

Programın sunucuları her akşam katılan konukları seyircilere tanıtırken her akşamın gediklisi Hacısalihoğlunu da tanıtır, hem de bıkmadan ve usanmadan.

Hacısalihoğlu’nun öğrencisi olmadım ama kaç yıllar önünde okumuş gibi hissediyorum kendimi. O yüzden hocam sayılır. Kendisi konuşurken ne dediğini hiç merak etmiyorum. O ne zaman konuşmaya başlasa reklam geldi bilir, diğer yapacağım işleri yaparım. Zira ne diyeceğini, bir konudaki fikri nedir biliyorum.

Merak ettiğim, bu adam programa katılmadan en az bir saat önce televizyonun stüdyosuna gelip 00.00’a kadar stüdyoda durduğuna göre ne zaman evine gidip uyuyup dinleniyor, sabah işine nasıl gidiyor, deruhte ettiği rektörlük işlerini nasıl yürütüyor? Çünkü ben onu üniversiteden fazla ekranda görüyorum. Acaba kanalın binasında yatıyor olmasın?

Çıktığı program başına kanal, kendisine ücret veriyor mu? Ki vermeli bence. Zira devlet memuru gibi mesaisini Habertürk’te yapıyor. Acaba hizmet olsun diye ücret almıyor mu?

Kanal kendisini kalabalık etsin diye mi çağırıyor yoksa sahasında bilgisine başvurulacak bir Hint kumaşı mı? Acaba bu kanalın sahibi olabilir mi ya da kanalın yayın yaptığı bina kendisine ait de kendisi “Sizden kira almıyorum. Tek şartım var: Programlarınızın değişmez konuğu olacağım“ mı dedi?

Acaba Yeni Yüzyıl diye bir üniversite yok da “Ben oranın rektörüyüm” diye unvanını mı kullanıyor?

Sayın rektörün programa katılmasını ısrarla birileri mi istiyor? O birileri her programınıza Hacısalihoğlu katılacak ve bizi destekleyecek mi diyor?

Şimdi bu soruların içinden çıkın da göreyim? Öyle zannediyorum, derdimi çok iyi anladınız ve bana hak verdiniz.

 


4 Kasım 2020 Çarşamba

ABD Başkan Adayları ile Bizim Parti Liderlerimiz *

ABD seçimleri nasıl sonuçlanır, hangi aday kazanır, seçimin dünyaya etkileri ne olur, hiç merak etmem. Zira hangisinin kazanması benim için çok önemli değil. Al birini, vur ötekine. Nasılsa hangisi gelirse gelsin yeni bir süper güç ortaya çıkıncaya kadar kazanan başkan, daha doğrusu ABD, dünyaya yön vermeye devam edecek, ülkeleri birbirine kırdıracak.

ABD seçimlerinin benim dikkatimi çeken yönleri var: İki partili, iki adaylı bir seçim olması, adayların ekranlarda boy göstermesi, rakiplerin birbiriyle canlı yayında tartışması, birbirlerine sorular sormaları, ithamlarda bulunmaları… Tüm bunları yaparlarken konuşma boyunca bir kürsü arkasında ayakta durmaları.

Bir de bizdeki seçimleri gözümün önüne getiriyorum: Çok partili, çok adaylı seçim bizimkisi. Oy pusulasının uzunluğu bile bir garip geliyor. Tercihte bulunduktan sonra oy pusulasını katlamak ve zarfa koymak bile bir mesele. Bizde seçimde iddialı olan parti liderlerini ekranlarda birlikte görmek mümkün değil. Muhalefetteki parti liderleri, ekranda tartışalım dese de seçimi önde göğüsleyecek parti lideri bu teklifleri kabul etmez. Parti lideri ekranlara tek başına çıkar. Soru soracak gazeteciler, hatta sorular bile önceden parti liderinin görüşü alınarak belirlenir. Ekrana çıkacak parti lideri için oturacağı koltuk hazırlanır. Parti lideri koltuğa oturur, bacak bacak üstüne de atar. Program boyunca da ayak, ayaküstünden kolay kolay inmez.

Açık konuşayım. Bizim parti liderlerinin ekranlarda koltuğa kurularak verdikleri görüntü bana itici geliyor. İçlerini bilmem ama görüntüleri bir kibir abidesi gibi görünüyor. Gören de dünyaya ben yön veriyorum ya da vereceğim sanır. Bacak bacak üstüne verdikleri görüntü bile “Önce benim konfor ve rahatım. İlkin yerimi bir sağlamlaştırayım. Ben iktidara oturmak için geliyorum. Oturduktan sonra da beni ne iktidardan ne de parti liderliğinden indirebilirler” demektir bu. Dünyaya yön veren ABD başkan adaylarının verdikleri görüntü bana daha sıcak geliyor. Rakibiyle konuşurken saatlerce ayakta durmaları bile bence mesaj içeriyor: “Ben seçilirsem başkanlığım boyunca kendi rahatımı düşünmeyeceğim. ABD’nin menfaatleri için çalışacağım ve oturmayacağım. Zira bu makama oturmak için gelmiyorum” mesajı çıkarıyorum.  

ABD başkan adaylarının rakibiyle ekrana çıkması, kendilerine duydukları bir özgüvendir aynı zamanda. Seçmenlerine duydukları saygının da bir göstergesidir. Bizimkilerin rakiplerini muhatap almamalarının ve ekranlara birlikte çıkmamalarının izahını ben yapamıyorum. Ya kibirleri tavan yapmıştır ya kendilerine olduğundan çok güveniyorlar ya da özgüven eksiklikleri var.  Bir ekranda bile bir araya gelip birbirine tahammül edemeyen bizim siyasilerin bu tavrı ister istemez uzlaşmaz ve paylaşmaz tavrıdır. Bu tavır tabana da yansıyor ve seçimler bittikten sonra da tabanda gerilim devam ediyor.

Hasılı ABD başkanlarının ekranda verdikleri görüntü “Dersime çalıştım, ülkeyi yönetmeye talibim ve huzurunuza çıktım. Şu anda da rakibimle kıyasıya mücadele ediyorum. Onunla meseleleri tartışıyor, iddialarına cevaplar veriyorum. Rakibimi alt edebilirsem, Beyaz Saray’dan dünyayı yönetmek benim için çocuk oyuncağı” görüntüsüdür. Bizimkilerin görüntüsü ise “Hele bir seçileyim, seçim yorgunluğunu giderinceye kadar şöyle koltuğuma bir kurulayım” görüntüsüdür. Bu görüntü; küçük olsun, benim olsun görüntüsüdür. Mesaj dünyaya değil, içe yani seçmene dönüktür.  İster kabul edin, ister etmeyin. Ben ABD başkan adaylarının görüntüsüyle bizimkilerin görüntüsünü böyle okuyorum.

*06/11/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

3 Kasım 2020 Salı

Cinayetin Büyük Ortakları *

Türkiye bir deprem ülkesi: Ülke sınırı gibi fay hatları bizi çepeçevre kuşatmış. Hafif, orta ve ağır olmak üzere depremler bizi zaman zaman yokluyor. Dün yokladı, bugün yokladı, yarın da yoklayacak. Bu bilimsel gerçeğe ve geçmiş acı tecrübelere rağmen depremle yaşamayı öğreneceğimiz yerde hala öğrenemediğimiz anlaşılıyor. Zira yine her depremde enkaz yığınına dönen binalar ve altında kalan insanımız oluyor. Geçmişten bugüne depremle ilgili geliştirdiğimiz tek yönümüz, deprem sonrası depremzedelerin imdadına koşmak, onların barınma ve iaşesini temin etmek ve enkaz altından sağ, ölü veya yaralı bedenler çıkarmak. Umutların tükenmeye başladığı anlarda enkazın altından sağ çıkardığımız mucize kurtarışlara sevinmek ve buna sevinç gözyaşları dökmek…

Deprem esnasında ve akabinde devletin organize olması, tüm kurum ve kuruluşlarıyla depremzedelerin yaralarını sarmak için koşması takdire şayan. Ama keşke bu tecrübemizi bir deprem olduğu zaman deprem yerine gitmeye gerek kalmayacak şekilde geliştirebilseydik. Maalesef bunu bir türlü beceremedik. Her depremden sonra bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak dense de bildik acı sahneler bir önceki depremin kopyası şeklinde aynı şekilde cereyan etmeye devam ediyor.

Hepimiz biliyoruz ki 2000’lerden sonra yapılan binalar depreme dayanıklı. Ama ülke tüm bu binalardan ibaret değil ki. Ülkedeki binaların çoğu, 1975 yönetmeliğine göre yapılmış. Tüm suç, deprem yönetmeliklerinden ziyade binaların yönetmeliklere uygun olup olmadığının denetimlerini belediyelerin yeterince yapmamasındadır. Maalesef denetimler geçmişte belediyelerimiz tarafından ciddi bir şekilde yapılmamış. Vatandaş ve binalar müteahhitlerin insafına terk edilmiş.

Her deprem sonrası “Kusuru bulunanlardan hesap sorulacak” açıklaması yapılarak başta müteahhitler olmak üzere belirli kişiler gözaltına alınır. Bugüne kadar binanın yapımından, denetimine varıncaya kadar sorumlulardan doğru dürüst hesap sorulduğuna şahit olmadım.

İzmir depremiyle ilgili çöken bazı binalarla ilgili, belediyenin daha önce çürük raporu verdiği, buna rağmen vatandaşın bu binalarda oturmaya devam ettiği televizyonlara haber olarak geçti. Eğer böyleyse yazık gerçekten. Belediye, verdiği çürük raporun ardından bu binaları niçin boşalttırıp yıkma yoluna gitmedi? Üzerinde düşünmemiz lazım.

Vatandaşından devlete herkes, depremde binaların yıkılmaması ve binaların canlara mezar olmaması için ne yapılması gerektiğini biliyor ama bir türlü bildiğimizi fiiliyata dönüştüremedik ve nice canları mezara gömerek bilerek veya bilmeyerek cinayet işlemeye devam ediyoruz. Bizim bu cinayetimiz bireysel değil, kolektif bir hal aldı. Çünkü depremlerde ortaya çıkan bilindik sahnelerin failleri, vatandaş-müteahhit-belediyeler, Meclis ve hükümetlerdir. Vatandaş, başını sokacak bir eve sahip olmak için maliyetten kaçınıyor. Müteahhit, ucuza mal etmek ve daha fazla kazanmak için malzemeden çalıyor. Belediyeler, denetimlerini adam gibi yapmıyor ve toprak zeminini göz önünde bulundurmadan yüksek katlı binalara izin veriyor. Hükümetler de kaçak bina, eklenti ve ilavelerden üç kuruş kazanmak için imar barışı adı altında kendi vatandaşının idam fermanını imzalıyor. Bu idam fermanını da Meclis, el kaldırarak onaylıyor. Gördüğünüz gibi cinayetin ortakları çok. Bu cinayet ortaklarının en masumu belki de vatandaş ve müteahhitlerdir. Vatandaş yokluktan kendi ölüm fermanını imzalayabilir. Ha öyle öleceğime böyle öleyim diyebilir. Denetim olmayınca müteahhit de paraya para demeyebilir. Bunun için her yolu mubah görebilir. Çünkü tabiat boşluk kabul etmez. Kim, nereyi boş bulursa orayı bir şekilde doldurur. Yeterince ve gereğince denetimini yapmayan belediyelerin, imar barışı adı altında çıkarılan kanunlara onay veren yasamanın ve bu yasayı uygulayan yürütmenin hiç masum bir tarafı yoktur.  İster kabul etsinler veya kabul etmesinler, mahalli idareler, yasama ve yürütme işlenen bu cinayetlerin en büyük suç ortaklarıdır. 

*04/11/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

2 Kasım 2020 Pazartesi

Kriz Yönetimi *

Katılımın zorunlu olduğu bir konferansa dinleyici olarak katıldım. Konferansçı, etkili ve yetkili bir makam sahibi idi. Katılım zorunlu olmasaydı bu konuşmayı dinler miydim? Dinlemezdim. Katılmadığım için kendimde de bir eksiklik hissetmezdim. Zira konuşmacı, yeni ve orijinal bir şeyler söylemedi. Bir meslek grubuna yönelik yapılan bu konuşma, katılımcıların hepsinin bildiği basmakalıp bilgilerin tekrarından ibaretti. Dostlar alışverişte görsün türünden ve yapılmış olmak için yapılan bir konferanstı. 

Konusu inanç olan bu konferans, isterdim ki sadra şifa olsun, dinleyicilere meslekleriyle ilgili gündelik hayatta bir yol göstersin. Konuşmacının, inanç ve değerlerimizi günümüz insanına bugünün metotlarıyla anlatma gibi bir derdinin olmadığını gördüm. Böyle bir derdi olmadığı gibi bir konferans nasıl idare edilir, böyle bir derdi de yoktu. Zira bir saatin sonunda konuşmasına son verirken dinleyiciler arasından biri, soru sormak için elini kaldırdı. Hatip, soru almıyorum dese de dinleyici, soru sormada ısrarcı davrandı. Sorardın, soramazdın atışması arasında dinleyici sorusunu sordu. Sorulan soru karşısında iyice gerilen konuşmacı, “Bu soruyu ne amaçla sorduğunu biliyorum. Bu soruya cevap vermeyeceğim” diyerek kestirip attı. Böyle yapmakla sorun bitse, bitmedi. İkili diyalog birbirini zedeleyecek şekilde devam etti. Bu atışma, salonda farklı bir atmosferin oluşmasına sebep oldu. Ardından hatibi destekleyen protesto alkışlarıyla salon boşaldı. 

Oluşan bu ortama üzüldüm doğrusu. Malum olduğu üzere günümüz gençliğinin çoğu inanç sorunu yaşıyor. İçlerinde deist olanı olduğu gibi ateist olanları bile var. İnancını belli etmeyen nice kişi, inançla ilgili ikilemler yaşıyor ya da gerçek düşüncesini söyleyemiyor. Çoğunluk zaten deist gibi yaşıyor. Ülkede kurulan ateist derneğin üye sayısı da dudak uçuklatır cinsten.

Günümüz gençliği, bizim yetiştiğimiz gençlik gibi değil. Büyüklerimiz bize ne telkin etmişse içimize sinse de sinmese de eyvallah demiştik. Günümüz gençliği ise ister görüş ister inanç olsun içine atmıyor; bu niçin böyle, olur mu böyle şey deyip sorguluyor. Sorgulasın elbet. Zira doğrular sorgulanarak bulunur. Sorun, gençliğin sorgulamasından ziyade bizde. Çünkü ne gençliği okuyabiliyoruz ne onların dilini anlayabiliyoruz ne de onların sordukları soruları izale edecek ve onları ikna edecek donanıma sahibiz. Yaptığımız tek şey, eskiden yazılanları nakilden ibaret. Tamam, inanç, zamana göre değişen bir şey değil. Fakat usul, yöntem ve örneklerin değişmesi lazım. Bizim din ve inanç anlatımımız, gelişen teknolojiye uygun çiftçilik yapmak yerine hala kara sabanla çift sürmeye benziyor. Bu anlatımın da maalesef alıcısı olmuyor, almak isteyen de ikna olmuyor. İkna olmayana da “Canın isterse. Zira din budur. Kabul etmek zorundasın yoksa kafir olursun” deyip kestirip atıyoruz.

Yeniden konuşmacıya dönersek, aynı zamanda önemli bir mevkide yönetici olan konuşmacı, konuşmasının bitiminde oluşan krizi de yönetemedi. Ben olsaydım, dinleyicinin soru sormasına imkan verirdim. Bunu da ya kağıda yazarak ya da konferansın bitiminde sözlü sorulmasını izah ederek konuşmanın başında söylerdim. Zira bir konunun, uzmanı tarafından enine-boyuna işlendiği bu tür konferanslarda soru sormak ve soru almak konferansın özelliklerindendir. Soru almıyorum demek sorunu çözmedi. Haydi soru alınmadı. Buna rağmen biri sizi dinlemeyip kalkıp soru sordu. Burada yapılması gereken ya soruya kısaca cevap verilirdi ya da "Soru almayacağımı söylemiştim ama siz sordunuz. Bu sorunun cevabı uzun. Dinleyicilerin fazla vaktini almayalım. Benim yerimi biliyorsunuz. Sorduğunuz soruyu birlikte çay içerken değerlendirelim" deyip konuyu kapatabilirdi. Soru sordurmuyorum demek, hele ne niyetle sorduğunu biliyorum diyerekten niyet okumak hoş olmadı. Ki soruyu soran art niyetli biri, soru da art niyetli bir soru olabilir. Böylesi durumlarda duruma göre pozisyon almak ve ortamın gerilmesine izin vermemek, konferans verenin maharetine ve tecrübesine bağlıdır. Hasılı gerçek idareci ve yöneticiler aniden oluşan bir krizi de çözmekle yükümlüdürler. Çünkü idareci olmak bunu gerektirir.

*07/11/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.