30 Temmuz 2020 Perşembe

Bu İnsanlara Dini Anlat da Göreyim

Dini bayramlarda kabir ziyaretleri yapmak, toplumumuzda daha bir yaygın bir gelenektir. Bayramlaşmaya, daha önce vefat eden büyükler ziyaret edilerek başlanır. Bazı bölgelerde kabir ziyareti bayram günü yapılsa da Konya'nın bazı yörelerinde kabir ziyaretleri ikindi namazı cemaatle kılındıktan sonra topluca kabristana gidilerek yapılır. Herkes yakınlarının mezarının başına varır. Mevtanın yüzüne karşı çömelinir. Koltukta getirilen Kur'an, çantasından çıkarılır. Başta Yasin olmak üzere okunur. Ardından eller kaldırılır, dualar edilir. Birden fazla mevtası olan her mezar başına vararak aynı usulle yeteri kadar okur.
Arife günleri esnaf çalışır. Hasılat günleri dense yeridir. Bugün gelmeden esnafı bir düşüncedir alır. Kabir ziyaretine gitsem, dükkanı kapatmam lazım. Gelen müşteri geri döner ya da açık olan bazı esnafa yönelir. Dükkanı kapatıp mezara gitmesem kabir ziyareti ne olacak? Sonra dükkanı açık gören ne der? Bu ikilem içerisinde olan bir esnafı ziyarete gittiğimde bana;
—Kabir ziyaretine arife günü değil de sonradan gitsem olur mu? Malum arife günü bir yoğunluğumuz olur, başımızı kaşıyacak zaman bulamayız, dedi. Ben de,
—Olur. Niye olmasın. Bazı yerlerde bayram günü giderler. Siz de bayram ya da başka bir gün gidebilirsiniz. Hatta dua etmek, Kur'an okumak için mezarlığa kadar gitmenize bile gerek yok. Buradan da gönderdiğin onlara ulaşır. Aslında mezar ziyareti kabirdekilerden ziyade biz dirilerin ibret alması içindir, dedim.
Yanımızda benim bu cevabımı dinleyen iki ihtiyar konuşmamı bitirdikten sonra bana manidar manidar baktılar. Yüzlerinde bana acıma hissi de vardı. Az bir sessizlikten sonra bir tanesi bana,
—Oh yeğen! Dini ne hale getirdiniz, demez mi...
Dini bu hale getiren ben oldum böylece.
***

Fakültede okurken bir esnafın dükkanında oturuyorum. Karşımda da iki ihtiyar var. Biri diğerine Eyüp peygamberi anlatıyor: “Öyle sabırlı öyle sabırlıymış ki, yıllar yılı yatalak bir şekilde yatmış, vücudu kurtlanmış, üzerinden bir kurt düşünce yerden o kurdu alır: ‘Senin rızkın bendedir’ diyerek tekrar vücuduna koyarmış...dedi. O anlattıkça yanındaki ‘yah yah’ çekti. Anlatmasını bitirince bana başını kaldırdı: ‘Öyle değil mi yeğen?’ dedi. ‘Öyle değil amca! Peygamberin uzun süre hasta yattığı doğru olmasına doğru. Ama kurtlandığı, kurdu yerden alıp vücuduna koyduğu doğru değil. Zira vücudun kurtlanması o kişinin pis ve kirli olduğuna işaret eder. Bir peygamberin kurtlanması söz konusu olamaz. Haydi yatalaktı, yıkanamadı, kurtlandı diyelim. Hele düşen kurdu yerden alıp rızkın bendedir demesi söz konusu olamaz” dedim. Beni dinleyen amcanın morali bozuldu. Ama altta kalmadı. “Sen ne bileceksin, daha gençsin” diyerek ağzımın payını verdi. Susup kaldım. 
Ne anlatacaktım ki böyle birine... Var gör, bu anlattığını hangi hocadan dinlemiştir. Sonra ben ondan daha iyi mi bilecektim...

28 Temmuz 2020 Salı

Açık Lise Sınavlarını Masaya Yatırma Zamanı Gelmedi mi?

Milli Eğitim Bakanlığı, okumak isteyen öğrencilere örgün eğitimin yanında yaygın eğitim seçeneği de sunmaktadır. Yaygın eğitim denince akla ilk gelen okul türü açık liselerdir. Herhangi bir sebeple örgün eğitime devam etmeyen veya devam edemeyen öğrenciler, okuyup lise mezunu olmak için bankaya 35 lira para yatırarak açık liseye ilk kayıt veya kayıt yenileme yaptırıyor. Öğrenci seçtiği derslerden sınavlara giriyor. Şayet öğrenci mesleki açık lisede okumayı seçmiş ise okullar bünyesinde hafta sonları açılan yüz yüze eğitime katılması gerekiyor.
Kayıt yaptıran öğrenciye tıpkı örgün öğretimde olduğu gibi MEB ders kitaplarını ücretsiz olarak veriyor, öğrenci kimliği çıkarıyor.
Dönemlik seçilen dersleri vermeleri için MEB, açık lise öğrencilerine her sınav üç oturum olacak şekilde yılda üç kez sınav yapmaktadır. Her bir oturum sınav süresi 180 dakikadır. Öğrenci bir oturumda en fazla 8 dersten sınava girebiliyor. Her bir sınav salonunda tek dersten 8 derse kadar sınava giren öğrenci olabiliyor. Tek dersten sınava giren öğrencinin sınav süresi ile 8 dersten sınava giren öğrencinin sınav süresi aynıdır.
Bakanlık, bu sınavlarda her bir sınav salonuna biri başkan diğeri gözetmen olacak şekilde iki görevli veriyor. Normal salonlarda 20’şer kişilik adaylar sınava girse de öğrencinin herhangi bir engeli varsa MEB, bunları ayrı ayrı salonlarda tek kişilik salonlara alıyor.
Her bir dersten 20 soru soruluyor. Sorular yeni nesil sorular türünden değil. Kısa ve bilgiye dayalı sorulardan ibaret. 30 saniye içerisinde okunup cevaplandırılabilecek sorulara 1,5 dakikalık süre veriliyor. Tek dersten sınava giren bir öğrenci tüm süreyi kullanmaya kalksa soru başına 9 dakika düşüyor.
MEB bu sınavlar için soru kitapçığı, her bir öğrenciye özel cevap kağıdı bastırıyor. Sınav evrakını illere gönderiyor. Sınav salonlarında yeterince hizmetli, salon görevlileri, sınav komisyonu, yedek görevli, kurye denetmen vs görevlendiriyor. Tüm bunlar ve daha fazlası başlı başına bir maliyettir. MEB sınavlar için çuvallar dolusu para harcıyor dense yeridir. Aşağıda yazacağım hususlara bakarak bu sınavlar için yapılan onca harcamaya değer mi? Takdirlerinize bırakıyorum.
*Sınavlara katılım hiçbir sınavda yüzde yüz olmaz. Katılımın en yüksek olduğu salonlarda bile öğrencinin en az yüzde 25’i sınavlara gelmez.
*Sınavın ilk yarım saatinde salonun yarısı boşalır. Diğer geri kalanların çoğu da 45 dakika ile bir saat içerisinde salonu boşaltır.
*Geriye bir ya da iki öğrenci kalır. Bu öğrenciler de sınav süresi olan 180 dakikayı doldurmak için ağırdan alır. En son kalan öğrenci de özellikle Matematik gibi dersler için görevlilerden yardım ister. Haliyle görevliler yardım etmez. Bazı öğrenciler tamam dese de bazıları “Şayet yardım etmezseniz sınav süresi bitinceye kadar çıkmam, sizi de bekletirim” şeklinde görevlileri tehdit eder. Görevliler bu tehditlere boyun eğmez. Zira öğrenci olduğu müddetçe beklemek zaten görevleridir. Salonda tek kalan bazı öğrenciler dersi yapamasa da her bir soruyu dönüp dönüp okur. Okurken göz, dudak ve kalem birlikte hareket eder. Okuduğunu salondakilerin duymaması mümkün değil. Vakit bol olduğu için kafayı havaya dikip dinlenenler de eksik olmaz.
*Sınavlara giren öğrencilerin kahir ekseriyeti sınavı ciddiye almaz. Yanlış doğruyu da götürmediği için ya tutarsa diye hiçbir soru boş bırakılmaz. Çoğu da değişik desenler çizer. Dersi geçemese bile öğrenci bir dersi üç defa seçip sınava girdikten sonra öğrenci o dersten muaf oluyor, not ortalaması ile dönemi geçebiliyor.
Açık liseden mezun olmak için süre sınırı yok. Öğrenci istediği kadar bu sınavlara girme hakkına sahip.
Hasılı MEB, bu sınavları ciddiye alıp örgün eğitim kadar masraf ediyor. Fakat bu sınavlara girenlerin ekseriyeti bu sınavları pek ciddiye almıyor. Niye ciddiye alsınlar ki… Nasılsa başarılı olamadın, sınava gelmedin diye açık liseden kaydının silinme durumu yok. Bir yıl boyunca açık lise kaydına bir öğrencinin verdiği toplam para, bir salonda bir sınavda görevli bir gözetmenin ücretini bile karşılamaktan aciz.
Sonuç olarak MEB, yaygın eğitim yoluyla açık liseden mezun olacak öğrencilerin bu sınavları ciddiye almasını istiyorsa bazı tedbirler almasında fayda var:
İlk kayıt ve kayıt yenilemeden aldığı ücretleri yükseltebilir. Tek başına bu bile “Bu sınav için bu kadar para verdim” diye öğrenciyi sınava getirtir.
Sınav soruları bilgiye dayalı ve kısa olacaksa sınav süresini makul seviyeye indirebilir.
Sınavlarda desen çizmenin önüne geçmek için yanlış doğruyu götürür kuralı koyabilir.
Belli bir sayıdan fazla mazeretsiz sınava girmeyen, belli bir yıl sınava girdiği halde mezun olamayan öğrencinin açık lise ile ilişiği kesilir, diyebilir.

26 Temmuz 2020 Pazar

Nasr Süresi *

114 süreden ibaret Kur’an’ı Kerim’in 110.süresi; halk arasında “İzâ câe” diye de bilinen, içinde “yardım ve zafer”   anlamlarına gelen “nasr” kelimesi geçtiğinden dolayı “Nasr Süresi” olarak isimlendirilir. Bu süre, Mekke’nin Fethi esnasında Mekke’de nazil olmasına rağmen hicretten sonraki dönemi kapsadığı için Medeni sürelerden biridir. Namazlarda sık sık okunduğu için namaz süresi olarak da bilinir. Müfessirlere göre bu süre, son inen ayetlerden biridir. Belki de inen en son süredir. Hatta bu süre geldiği zaman bazı sahabelerin, “Peygamberin görevini tamamladığını ve vefatının yaklaştığını” çıkardıklarından dolayı hüzünlendikleri belirtilir.  Üç ayetten oluşan kısa bir süre olmasına rağmen süre, bize önemli mesajlar vermektedir.
Sürenin mesajına geçmeden önce peygamberimizin hayatına kısaca değinmek istiyorum. Herkesin sevip saydığı ve güvenilir bildiği Hz Muhammed, peygamber olarak görevlendirildiğini açıkladığı ve Mekke müşriklerini tevhide çağırmaya başladığı andan itibaren bu davayı boğmak için Mekke’nin yerleşik düzeni, her yolu denedi. Emellerine ulaşmak için Hz Muhammed’i öldürmeyi bile göze aldılar ve peygamberimiz, gözyaşları içerisinde çok sevdiği memleketini ve yeryüzünün ilk mabedini terk ederek hicret etmek zorunda kaldı. Mücadele Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarıyla devam etmiştir.
Böyle bir atmosferde Peygamber, kovulduğu Mekke’yi 630 yılında fethetmiş ve Allah’ın evini putlardan temizleyerek Kabe’yi yeniden tevhidin merkezine dönüştürmüş, kendisine karşı çıkan ve her türlü kötülüğü yapan ileri gelen azılıları da affetmiştir. Mekke’nin Fethi ile birlikte sürede de belirtildiği gibi İslamiyet tüm Arabistan bölgesinde yayılmış ve insanlar grup grup İslam ile şereflenmişlerdir.
Peygamber, 610 yılında tek başına çıktığı zorlu ve kutlu yolculuğunu Mekke’nin fethi ile taçlandırmış; kendisine karşı çıkan, kendisini ve savunduğu değerleri boğmaya çalışanları dize getirmiştir. Bundan büyük başarı ve zafer olur mu? İnanmışlığın zaferidir bu. Allah’ın yardımıyla bu başarı ve zaferi elde eden Hz Muhammed ne kadar sevinse yeri değil mi? Zira hak etmiştir. “Heyt be! İşte bu kadar, herkesi dize getirdim” demesi lazım.
Şimdi bu açıklamalar çerçevesinde sürenin anlamına bir bakalım:
1.      “Allah’ın yardımı ve zaferi gelip de
2.      İnsanların bölük bölük Allah’ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit,
3.      Rabbine hamt ederek onu tespih et ve ondan mağfiret dile. Çünkü o, tövbeleri çok kabul edendir”.
Allah bu süre ile Hz Muhammed ve onun takipçisi bizlere, bir zafer ve başarı elde ettiğimiz zaman nasıl davranmamız gerektiğinin yolunu gösteriyor: “Bir zafer ve başarı elde ettiğiniz zaman size düşen, ‘Önce Allah’a hamt etmek ve onu noksansız sıfatlarla tespih etmektir’.  Ayrıca bu zaferi elde ederken hata ve yanlış yapmış, büyüklenmiş, orantısız güç kullanmış, bilerek veya bilmeyerek ya da aşırı sevinerek bazılarını üzmüş vs. olabilirsiniz. Burada yapmanız gereken, Allah’tan bağışlanma dilemek ve ona tövbe etmektir. Allah sizin içinizi ve yaptıklarınızı çok iyi biliyor. Şayet tövbe ederseniz Allah bunu kabul eder. Çünkü o, tövbeleri çok kabul edendir”.
Niyetim Nasr süresinin tefsirini yapmak değil, siyaset hiç değil. Sürenin vermek istediği mesajı hatırlatarak ince bir dokunuş yapmaktır. Umarım dokundurabilmiş ve sürenin mesajını doğru aktarabilmişimdir. Bunu yapabildi isem ne mutlu bana! Yok, ne demek istediğim anlaşılamamışsa bu, benim eksikliğimdendir.
Bu süreye uygun bir anekdotla yazımı nihayete erdirmek istiyorum. Zira bana göre sürenin vermek istediği mesajı anlatan en güzel bir anekdottur: 1994 Mahalli seçimlerinde Recep Tayyip Erdoğan, dişli rakiplerin ve ağır topların olduğu bir yarışta İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığına adaylığını koymuştu. Seçim zamanında yapılan açık oturumlarda, kendisine pek şans verilmeyen Erdoğan da ekranlara rakipleriyle birlikte davet edilmişti. Kanal ve sunucuyu şu anda hatırlamıyorum ama programı bitirmeden önce sunucu, adaylara “Seçimi kazanır ve İstanbul’u alırsanız, belediye başkanı olarak ilk icraatınız ne olacak” şeklinde bir soru sormuştu. Diğerleri ne cevap verdi, hatırlamıyorum ama Erdoğan’ın verdiği cevap sanki bugün söylemiş gibi aklımda: “İstanbul’u kazanırsam, ilk icraatım Allah’a hamt etmek olacak” demişti. Allah cümlemizi sürenin mesajını anlayan ve ona göre hareket edenlerden eylesin.

*27/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

24 Temmuz 2020 Cuma

Ayasofya ve Ben

Malumunuz bugün Ayasofya cami olarak ibadete açıldı ve ilk cuma kılındı. Vatana, millete ve dini mübine hayırlar getirmesini temenni ediyorum.

Gelelim merak ettiğiniz konuya. Biliyorum, hepiniz cumayı nerede kıldığımı merak ediyor. Lafı evelemeden ve gevelemeden söyleyeyim. Zira saklanacak bir durum kalmadı orta yerde. 

Son ana kadar telefonumu açık tuttum. Postacının yolunu gözledim. Kargoyla da olabilir dedim. Mesaj kutumu ve e posta adresimi kontrol ettim. E posta gereksiz e postaya düşmüş olabilir mi diye  gereksiz E postaya göz gezdirdim. Neyi mi bekledim. Reisicumhurdan ya da DİB başkanından "Bu tarihi ana şahitlik etmen için zatı âlilerinizi de aramızda görmek isteriz" şeklinde bir davet bekledim. Beklediğim tüm dağlara karlar yağdığı gibi Ayasofya daveti de gerçekleşmedi. Bekleye bekleye baktım olmayacak. Zira cuma kaçacak. Kendi kendime dünya hali. Olur be Ramazan böyle şeyler. Sen mütevazı insansın deyip "En iyi cami, evine en yakın cami" sözü gereğince cumamı, adrese dayalı kayıt alanımdaki camimizde kıldım. Ne ummuştum ne buldum. Hayırlısı. Allah nerede kılmışsak cumamızı kabul etsin.

Cumayı kıldım ama içimde bir ukde ve uhde kaldı. Cumhurbaşkanı yoğundur, "Bizim Ramazan'ı da çağırın. Mutlaka yanımda aynı safta görmek istiyorum" demeyi unutmuş olabilir. Ama bilin ki Ali Erbaş'a gönül koydum. Beni es geçmemeli ve görmezden gelmemeliydi. Zira görmezden gelmek bir DİB başkanına yakışmaz. Bir defa benim "özgül ağırlığımı" yabana atmamalıydı. Her şeyden de öte Başkanla asker arkadaşıyız. Başkan şunu çok iyi bilir ki "Okul, asker ve hapishane arkadaşları unutulmaz". Ama bizim Ali unuttu gördüğünüz gibi. Bedeninle değil de bedeliyle askerlik yaparsan bedelli asker arkadaşlığı da bu kadar olur demek ki. Ümit ediyorum ki askerde arkasında namaz kıldığım, hutbesini dinlediğim Erbaş da unutmuştur, bulunduğu makamdan dolayı beni es geçmemiştir.

Tüm durum bundan ibarettir. Kamuoyuna saygıyla duyurulur.

20 Temmuz 2020 Pazartesi

Başakşehir ve Konyaspor *

2019-2020 Süper Lig şampiyonu ligin bitimine bir hafta kala belli oldu ve ipi Başakşehir göğüsledi.
Başakşehir'in bu şampiyonluğu bana göre anlamlı bir şampiyonluktur. Başakşehir bu başarısıyla;
-Şampiyonluk dört büyüklerin tekelinde değildir. Bursaspor’un ardından bu şampiyonada ben de varım, dedi.
-Birkaç yıldır zirveye oynayan ama bir türlü sonuca gidemeyen Başakşehir bu başarısıyla şeytanın bacağını kırmış ve buraya tesadüfen gelmediğini göstermiş oldu.
-Gösterdiği bu başarısıyla diğer takımlarımıza örnek oldu. Onlara “Yeter ki kendinize inanın, büyük takım diye bir şey yok” dedi.
-Tribünlerde 12.adamından mahrum olmasına rağmen bu başarıyı gösterdi.
-“Bu takımın arkasında İstanbul Büyükşehir var. Finansmanını belediye sağlıyor” algısını “öyle değil” diyerek cümle aleme göstermiş oldu. (Geçtiğimiz yıllarda şampiyon olmuş olsaydı, çoğu kimse arkasında koskoca belediye var. Bu takım şampiyon olmayacak da başkası mı olacak, derdi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi el değiştirdikten sonra bildiğim kadarıyla Belediye, Başakşehir’e olan desteğini çekti.)
Hasılı Başakşehir'i tebrik ediyorum. Şampiyonlar liginde başarılar dilerim. Ümit ediyorum ki Başakşehir bundan sonra da yine şampiyon olur, hep şampiyonluğa oynar ve ligimize ayrı bir renk ve rekabet katar.  Başakşehir'in bu başarısı diğer takımlarımıza da örnek olur.
Gelelim Konya’ya…Sezonda işleri iyi gitmeyen Konyaspor, kötü gidişe dur demek için teknik direktör değişikliğine gitti. Olmadı. Deplasman ve klasmanda verdiği puanlarla düşme hattına yakın bir yere demir attı. Sonunda düşme potasına da girdi. “Bu sene bu takım olmaz. Şampiyonluğun en güçlü iki adayı Başakşehir ve TS’la maçları var. Kesin düşer” demeye başlamıştık ki bitime bir hafta kala, son iki maçta gösterdiği performansla “Daha ben ölmedim. Kim benden ümidini keserse mahcup olur” dedi. Biz mahcup olmaya razıydık. O da “Benim mahcubiyetim lafla olmaz, icraatla olur” diyerek aldığı galibiyetlerle bizi mahcup etti. Böyle mahcubiyete can kurban. Şampiyon olmuş gibi Konya’yı sevindirdi.
Konyaspor’un bitime bir hafta kala aldığı bu iki galibiyet çok anlamlı.
-Süper Lig bensiz olmaz dedi. Çıkışıyla ligde kalmayı garantiledi. Son haftaya rahat giriyor.
-Ligin şampiyonunu belirledi. “Ben küme düşme mücadelesi versem de ligin şampiyonluğu benden geçer” dedi. Önce Başakşehir’i yenerek lig şampiyonluğunu son iki haftaya öteledi. Ardından şampiyonluğun ikinci en güçlü adayı Trabzonspor’u deplasmanda yenerek bu sene şampiyon olamayacaksın, ilk dört attığım takımı şampiyon ilan ediyorum, dedi ve gönüllerin şampiyonu oldu.
Tebrik ediyorum şehrimizin takımını. Ama deyip birkaç laf sayacağım takımımıza.
Şakayı ve heyecanı severiz ama ölüp ölüp dirildikten sonra ardından gelen böyle eşek şakalarını sevmiyoruz. Lige işin başında asılmalı. Artık bir istikrar takımı olmalı. Kah Ziraat Türkiye Kupasını ve Süper Kupayı  müzesine götüren, kah zirveyi zorlayan, kah orta sıralarda gezinen, bir de bakmışsın ki düşme potasına giren bir takım istemiyoruz. Düşme hattını lügatinden çıkarmalı artık. Başakşehir gibi hep zirveye oynamalı ve şehrimize yakışan bir takım hüviyetine bürünmeli. Moral için söylemiyorum. Ölüsü, şampiyon adaylarına dört çekiyorsa dirisi neler yapmaz… Yeter ki Konyaspor kendine güvensin.

*22/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

19 Temmuz 2020 Pazar

Temsil ve Ağırlama Giderleri *

İstanbul Büyükşehir Belediyesi meclis kürsüsünde bir konuşma yapan grup başkan vekili M. Tevfik Göksu'nun, belediyenin temsil ve ağırlama giderleriyle ilgili basına düşmüş kısa bir videosunu izledim. Açıklamasına göre "İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı 11 belediye başkanını bir restoranda ağırlar. Ağırlamanın bedeli, her bir davetliye düşen miktar 6395 lira". "Belediyenin temsil, ağırlama ve reklam giderlerinin yüzde 544 artış gösterdiği” yine aynı konuşmada yer almaktadır. 

Bu örnekten hareketle temsil ve ağırlama giderleri üzerine bir değerlendirme yapmak istiyorum. Değerlendirmeye geçmeden önce şunu ifade etmek isterim. Bu harcamayı yapan belediyenin hangi partiden olması benim için önemli değil. Başkanın kendisini ve partisini yerecek de değilim. Yazılarımı takip edenler bilir. Olaylardan hareketle olması gereken prensipler üzerinde durmaya çalışırım. Bu harcamayı bugün bu Başkan yapar, yarın bir başka partinin başkanı yapar. Bu konuda partilerin sicili pek değil, hiç iyi değil.

Grup Başkan Vekilinin iddialarına ilgili Başkan cevap vermiş olmalı diyerek sanal alemde kısa bir tur attım. Herhangi bir cevaba rastlamadım. Verilmiş bir cevap bulabilseydim bu cevaba da burada yer vermek isterdim.

Bir kişiye 6395 liraya mal olan yemeğin fiyatı sanırım hiçbirinize makul gelmez. Kazığın da ötesinde bir rakam zira. Bu para ne yemekte harcanacak bir rakam ne bu kadar yemeği bir mide yiyebilir ne de adı ne olursa olsun yenen yemeklerin fiyatı bu rakamı bulur. Rakamda ve hesapta bir anormallik var. Bu rakamın savunulacak bir tarafı yok. Doğrusunu lokanta sahibi ile ancak belediyenin gelir gider işlerine bakan personeli bilebilir. Dışarıdan biri olarak bu rakam üzerinden ancak yorum yapabilirim:
1.Restoran çok lüks bir yerdir. Her türlü özel yemek özellikle diğer ülkelerin yemek çeşitleri de vardır. Burada ancak VİP seviyesinde insanlar yemek yiyebilir.
2.Belediye bu lokanta ile anlaşmalıdır. Belediye zaman zaman gelen misafirlerine burada yemek ikram etmektedir. Fatura her zaman kesilmemektedir. Lokantada daha önce yemek yiyenlerin fiyatı son faturaya dahil edilmiştir.
3.Lokanta sahibi, "Bedelini nasılsa belediye ödeyecek. Bu denizden faydalanmalıyım ve özel misafirler için faturayı biraz şişireyim. Bunu kim bilebilir diye düşünmüş olabilir.
4.Belediyenin harcama kalemi olmayan bir alışverişi olmuştur. Bu borcu, ucu ve önü açık temsil giderlerinden ödemek istemiş, lokantacıya, "Faturayı şişir, yemek masrafını düştükten sonra geriye kalan şu kadar parayı bize elden ver" demiş olabilir. 
Sebep bunlar ya da başkası olabilir. Kurumlar, özellikle belediyeler bir yere bir harcama yapmak isterlerse bunu kılıfına uydurur. Bu tür harcamanın resmiyette de bir sakıncası olmayabilir. 
Burada üzerinde durmamız gereken devletin kurum ve kuruluşlarının çoğunda yeri olan ve yetkisini yasal mevzuattan alan temsil, ağırlama ve reklam giderleridir. Boşluğu bol olan bu harcama giderlerini kısmak hatta gerekirse kaldırmak gerekiyor. Kişilerin insafına terk edilirse dudak uçuklatır türünden bu şekil harcamalar karşımıza çıkar. Bu harcama kalemi duracaksa; kurum ve kuruluşlar kimlere, hangi şartlarda, ne kadar harcama yapabilir? Belediye başkanlarının ne kadara kadar yetkisi var? Tüm bunlar açıkça belirtilir. 
Burada şunu da belirtmek isterim. Bu şekil fahiş harcama ancak devlet kurumlarında özellikle belediyelerde olur. Bunun sebebi de belediye ve devletin sahibi yok. Emaneten buralara gelenlerin çoğu da devletin parasını deniz, yemeyeni ve yedirmeyeni de keriz olarak görme anlayışına sahip olmalarından kaynaklanmaktadır. Buralarda görev yapanlar "Bu para belediyenin sırtından değil de benim cebimden çıkacak olsa ben misafirlerim için bu kadar para harcar mıyım" diye düşünmeleri gerekir. Gerçekten tüzel kişilik değil de hangi özel kişilik bu kadar bonkör davranabilir? Kendi adıma beni ziyarete gelen misafirim ne kadar özel olursa olsun, benden bu rakam çıkmaz. Sizden çıkarsa da bilemem. Ama bilirim ki sizden de çıkmaz hatta Ekrem İmamoğlu'nun cebinden de çıkmaz. Ben, sen, o; hiçbirimizden bu rakam çıkmazsa o zaman başkasının sırtından özellikle belediyenin sırtından ağalık yapmanın bir alemi yoktur. 
Bu ülkede devletin malı yetim malı olarak görülmedikçe; belediye başkanı, kimin malını kime yedireceğim demedikçe; davetliler, "Sayın başkan bu yemek belediyenin sırtına binecekse bu doğru değil. Biz yemeyiz demedikçe; devletin ilgili iç ve dış denetim kurumları; yerinde, zamanında ve gereğince gelir gider tablosunu inceleyip gereğini yapmadıkça, fahiş harcama karşılığında harcayan kimseye bir müeyyide gelmedikçe bu harcamalar şu ya da bu şekilde kılıfına uydurularak yapılmaya devam edecektir. Maalesef bu şekil harcama dendiği zaman da akla ilk gelen yerler, belediyelerdir. Belediyeler bu ülkenin sırtında en büyük kamburdur. Çünkü bu ülkede belediyelerin kasası "Yağma Hasan'ın böreği"dir. Dileyen dilediği şekilde bir yolunu bulur, harcar. Birilerini zengin eder ve karşılığında da bir bedel ödemeden ya çeker gider ya da yoluna devam eder. Bu konuda siyasi partilerimiz de tencere kapak gibidir. Birbirlerini israf yapıyorsun diye siyaseten ayıplasalar da bu konuda yok aslında birbirlerinden farkları. Yeter ki ellerinde büyük veya küçük bir belediyeleri olsun. Belediyeler siyasi partilerin arpalığıdır, altın yumurtlayan tavuğudur. Hangi belediye başkanı bu duruma karşı çıkarsa partisi tarafından istenmeyen adam ilan edilir. Bir sonraki seçimde de yeniden aday gösterilmez. Bu da siyasi hayatına mal olur. Maalesef ben bu durumu böyle okuyorum. İstisnaları yine hariç tutuyorum. Hangi partiden olursa olsun devletin/belediyenin kasasını yetim malı görenlerin sayısının çoğalması dileklerimle...

*24/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

17 Temmuz 2020 Cuma

Dilenciliğin Yeni Türü *


Biz, "Dün ne idiysem bugün de oyum" diye zaman zaman övünsek de değişmeyen tek şey, değişimdir" sözü gereğince ayakta durmaya çalışan birçok sektör, kendisini çağın şartlarına göre yeniliyor. Yenilemeyen önce yerinde sayıyor, sonra  küçülmeye gidiyor, ardından yok olmaya yüz tutuyor. Kendisini durmadan yenileyen sektörlerimizden bir tanesi de dilenciliktir.
Yakın zamana kadar dilenciler,
"Allah rızası için bir ekmek parası…”,
“Allah rızası için bir sadaka…”,
“Allah, çoluk çocuğuna bağışlasın. Ha bir ekmek parası…” şeklinde para isterlerdi.
Elinde bir piknik tüpü olduğu halde “Bunu dolduramadım”, “Çocuğumun ilacını alamadım” , “İl dışına gideceğim, otobüs parası olmadığı için gidemiyorum” derlerdi.
Kimi eline kağıt mendili alır, "Bir tane almaz mısın" der. Fiyatını sorduğun zaman adı, "Ne verirsen" olur.
Kimi, insan yoğunluğunun çok olduğu yere sergiyi ya da avucunu açar. Gelen geçenden ister. Kimi, dükkan dükkan esnafı dolaşır, kimi de çarşı pazar dolaşır ve dilenir. Kimi de bir şey soracakmış gibi  "Bir saniye, bir şey diyebilir miyim" diyerek yanına yaklaşır. Ardından "Yanlış anlamayın, dilenci değilim" diye söze girer. Kimi, ailecek farklı farklı yerlere tezgahı açar. Kim ne kadar toplarsa artık.
Bunları ve daha fazlasını gördük. Dilenciliğin farklı yönleri olsa da şimdilerde daha yaygın kullanılan  bir versiyonuyla karşı karşıyayız. Bu tür yeni değil. Epeydir dolaşımda. Önceki dilenciler pejmürde bir kıyafetle karşına çıkarken yeni nesil dilencilerin giyim kuşamı daha düzgün. Yaşları da genç. Geçerken seni durduruyor: "Yanlış anlamayın. Dilenci değilim. Falan yere gideceğim. Gideceğim yer uzak. İki dolmuşluk mesafe. Bana dolmuş parası verebilir misin" diyor. Kısaca dolmuş parası isteniyor. 
Sizi bilmem ama bu yeni nesil dilencilik bana makul geldi. Demek ki dilenciler 5, 10, 25 kuruş ve 1 lira atılmasından bıkmış olmalı ki rayici dolmuş fiyatına çıkartarak çıtayı yükseltmişler. Bir dolmuş indi-bindi fiyatı, şehirden şehre değişse de Konya'da 2,5 lira. Adam yardım yapacaksa ona göre hesap yapmalı. Dilenci, iki dolmuşa bineceğine göre en az 5 lira vermeli. Dilenci, gittiği yerde kalmayıp geri döneceğine göre hayırsever 10 lira vermeli. Bu hesaba göre dilenci, bir kişiden daha fazla yardım alacak, bozuk paradan kurtulmuş olacak ve daha fazla para toplamış olacak. Ayrıca kolay mı bozuk parayı cepte taşımak? Sonra dilenciye verir gibi 5, 10, 50 kuruş vermeler ayıp değil mi? Alenen söylüyorlar ben dilenci değilim diye. Anlamanız ve gereğini yapmanız için daha ne desin dilenciler…
Nasıl beğendiniz mi dilenciliğin bu yeni türünü?
Dilencilik yapacaksınız ve yol yordam bilmiyorsanız, benden bunun yolunu öğrendiniz. Yok, ben dilenci değilim. Bu taraklarda bezim yok diyorsanız, bu durumda yapacağınız pamuk elleri cebe atmak ve en azından bir dolmuş parası çıkarıp vermektir. “Allah versin” demek ya da “Cebimde bozuk para yok” demek, dilencilerin en hoşlanmadığı sözlerden olsa gerek. Unutmayın! Bozuk para yok, “Bir dolmuş parası…”
Dilencilerden kaçı, ne kadar ihtiyaç sahibi bilmiyorum. Biri bırakıyor, diğeri yakalıyor seni. Ama sayıları o kadar çok ki sanırım bir sektör haline geldi. Hem öyle sektör ki kendisini durmadan yeniliyor. Durmadan kendisini yenileyen bu sektöre bir çözüm bulmak lazım ama nasıl? En azından devlet, STK’lar ve yardım kuruluşları bunlara bir el atmalı. Devlet bunlara göz açtırmazken yardım kuruluşları da tek çatı altında bunlara el uzatabilir. Bu mesele uzun ve ayrı bir yazı konusu.
Not: Yazmış olduğum bu yazıyı hazırlayıp göndermek için taslaklara kaydettim. Dilenciler gibi dolmuşa falan binmedim. Bir görüşme için yürüyerek çarşıya gittim. Bir GSM operatörünün önünde beklerken elinde ekmek poşeti olduğu halde tesettürlü ve mazbut bir kadın yanıma yaklaştı: “Mutfağımda yiyecek bir şey yok. Oğlum hapishanede” dedi. Cebimden çıkarıp bir 5 lira verdim. Parayı aldı ama azırgandı. Halbuki gidiş ve gelişe yetecek iki dolmuş parasıydı verdiğim. “Şurada market var. Gel, alışveriş yapıver, bir şeyler al” dedi. Bir görüşmeye geçeceğim için market alışverişine gidemedim. Epey bir ısrardan sonra benden uzaklaştı. Yan taraftaki dükkanın kapısından bir şey söylemesiyle uzaklaşması bir oldu. Esnaf dolmuş parası da vermedi ama ısrarcı da olmadı. Sanırım kendilerini dinleyen, az veya çok bir şeyler verenlere ısrarcı oluyorlar.

*25/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.