6 Temmuz 2020 Pazartesi

Bir O Var, Bir Ben

Bir sabah namazından, takriben bir saat sonra yürüyüş yapayım diye Evliya Çelebi yürüyüş parkuruna gittim. Akşam kalabalığı yoktu parkın. Tenha mı tenha. Yürümeye başladım kendi halimde. Yürürken de kim var, kim yok etrafı gözlemliyorum.
Daha önce yürümüş, dinlenmek için kamelyalara oturmuş birkaç kadın var. Kenar ve köşede spor yapan birkaç genci gördüm. İki kadın ellerinde nevaleleriyle kahvaltı yapmak için çoğu boş kamelyalardan birine oturdu. Üzerlerindeki kıyafetten bir fabrikanın çalışanları olduğu belli olan dört kişi, servis gelinceye kadar yürüyüş yapalım demiş olmalılar. İkisi önde, ikisi de arkada birbirleriyle konuşarak ağır tempo yürüyüş yapıyorlar. Yürüyüşleri de kısa sürdü. Dönüşümde göremedim.
800 metrelik parkurda beşinci turumu atıyorum. Pek açılamadım. Yürüyüşü kısa kesip bitireceğim. Tam başladığım noktaya gelirken yüzünde, usulüne uygun maskesini takmış, yaşlı bir amca belirdi önümde. Pek yürür gibi gelmedi bana. Yürüyeyim mi yürümeyeyim  mi der gibi bir hali vardı. 
Beni bekliyormuş sanki. "O maskeyi elinde tutma, tak" dedi bana. Cevap vermeden yüzüne baktım. Konuşmasına devam etti: "Az önce polis, maske takmayan gencin birine şurada ceza yazdı" dedi. Yine cevap vermedim. Parkurdan çıkıp gittim.
Bey amcayı haklı bulabilirsiniz. Zira maske ne boyunda taşınır ne de elde. Yeri, ağız ve burnu kapatacak şekilde yüze geçirmektir. Ama yukarıda anlattığım gibi 800 metrelik yürüyüş yolu neredeyse bomboş. Maskesiz yürüyüşümle kimseye tehlike saçacak durumum yok. Ortam kalabalık olsa zaten takarım. 
Amca belli ki doğru dürüst yürüyüş yapmasa da sabah sabah her gün postu parka seriyor ve çatacak birini arıyor. Bugünlerde konu bulma sıkıntısı da yok zaten. Değişmez birinci konumuz maske. Ne kadar sık sık uyarılar yapılsa da çoğunluk maske takmıyor ve maskeyi boynunda aksesuar olarak kullanıyor. Yeter ki çatmak iste. Ganimet gibi piyasada.
Devlet salgın nedeniyle maske ve diğer hususlarda kontrol yapılsın diye boşu boşuna görevli tayin edip onlara maaş veriyor. Halbuki amca gibi bu işi meccanen yapacak niceleri var bu ülkede. Devletin bu konuda yapacağı, fahri müfettişlere verdiği ceza yazma hakkını bu amca gibilere de verecek. İnanın, polisi, gece bekçisini mumla aratır bu tipler. Orta yerde bir başına oturan ve dolaşan dahil herkes maske takar. Bu tipler ceza yazmasa bile uyarılarıyla bile insanı geriyor. Bunlarla muhatap olup gerilmektense maskemi takayım, daha iyi der insan.
Hasılı maske takalım, sosyal mesafeye riayet edelim, temizliğimize özen gösterelim. Ama maskeyi de bu kadar abartmayalım. Kimsenin olmadığı yerde de bırakalım, insanlar maskeyi çıkararak rahat bir nefes alsın. Oh be! Dünya varmış desin. 

Benzetmenin Bedeli

29 Haziran günü "Taraklara Elveda" başlığı ile bir paylaşımda bulunmuştum. ( https://m.facebook.com/story.php?story_fbid=3299905630074402&id=100001649920184)
Saç, sakal ve bıyığımda  tek tel kalmayacak şekilde kendi kendime yaptığım tıraşıma, bazı yorumcular başıma dair bazı benzetmelerde bulundular. Teşbihlerin çoğu teşbihte hata olmaz misali yiyecekler üzerine bir benzetmeydi. Haliyle benzetmeler midemi, cebimi ve gönlümü cezbetti. Ne de olsa hepsi birer nimet. Benzetme ve benzetenlerden bazıları:
1. "Kabağın da bir sahibi var" → Bekir Sayman,
2. "Yumurta gibi" →Sen Ibrahim,
3. "En hafif tabiriyle yumurta gibi... Bir de nohut var ki ona benzetmeyeyim" →Ahmet Şam,
4. "Karasınır karpuzu gibi maşallah" →Ahmet Zeren,
5. "Ramazan, kusura bakma ama yumurta gibi olmuşsun"→Ahmet Güneş
6. "Kaskabak kardeşim, hayırlı olsun"→ Mehmet Avcı
Bu benzetmelerde bulunan arkadaşların benzetmeleri meyvesini vermeye başladı. Beni kaskabağa benzeten Mehmet Avcı, resimde gördüğünüz el emeği, göz nuru ve yerli kabaklarını üşenmeyip ta Hatay-Erzin'den getirdi. Kendisine çok teşekkür ediyorum. Kesesine bereket. Allah gönlüne göre versin. Düşünmesi bile yeter. Keşke altına da benzetse imiş beni...Ki düşünce safhasında bırakmayıp işi pratiğe döktü. İş madem böyle olabiliyor. Şimdi iş sırası, beni yumurtaya benzeten Ahmet Güneş, Ahmet Şam ve İbrahim Şen'de. Az çok demeyip gönderirlerse beni fazlasıyla memnun edecekler. Organik veya gezen tavuk yumurtası olursa aliyyül ala olur. Böylece ben onlara hayır dua ederken yumurta için epey markete gitmemiş olabilirim. Gönderin ki gönderdiğinizi kafamla karşılaştıracağım. Ahmet Zeren'den özellikle Karasınır karpuzu istiyorum. Konya'ya 75 km Karasınır. Gidiverip alıp gelecek. Bu arada gidemem derse diğer karpuzlar da zorunluluk gereği kabulümdür. Zira hiç yoktan iyidir. Bekir Sayman'a gelince nasılsa kabak gelmiş. Benim getireceğim zait olur diye düşünmesin. Kabağın bin bir çeşidi var. Beni hangi türüne benzetmişse ondan göndersin veya getirsin. Tüm bu benzetenler biz gelemeyiz, gel al derlerse bağrıma taş bastırır, gider alır gelirim. Bu arada yumurtaya benzetip ardından kusura bakma diyen Ahmet Güneş'e bir çift sözüm var: Ne kusuru kardeşim. Sen yeter ki benzet ve benzettiğini gönder. Esas kusur göndermediğin zaman olur. Ahmet Şam, nohuta benzetmeyeyim demişsin ama zımnında bir nohuta benzetilme durumu söz konusu. Yumurtanın yanında nohut da el yakıyor. Tazesinin yanında özellikle kurusu tercihim.
Hasılı, bu işin yani benzetmenin de bir bedeli var değil mi? Bu işin hiç kaçar tarafı yok. Bana hiç kızmayın, dilenciliğin bir başka türü bu demeyin. Kızacaksanız üşenmeyip Hatay'dan kabak gönderen Mehmet Avcı'ya kızın, bu işi ciddiye bindirdin diye. Zira ben hiç olmadığım kadar ciddiyim. Erzin'den kabak geliyorsa Mersin Mut'tan yumurta ve nohut, Konya'dan yumurtalar ve kabak hayli hayli gelir. Biz muhabbetine yazmıştık demeyin. Bekliyorum. Lütfen, beklediğim dağlara karlar yağmasın. Bilin ki yazarım bir tarafa... Bu arada beni istediğiniz nimete benzetmekte muhayyersiniz. Asla gönül koymam.

Babacan Bir Tavra Ceza Verilir mi Hiç! *

Bursa'da bir kamu kurumunun müdürü, iddiaya göre odasına bayan memurunu çağırıyor ve ona "Maşallah, çok güzelsin, fıstık gibisin" diyerek kalçasını elliyor. Gözyaşlarına boğulan genç memur, olayı önce arkadaşlarına anlatmakla da kalmayıp sorunu yargıya taşıyor. Bursa 5.Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen 'basit cinsel saldırı’ davasında kurum müdürü, mahkumiyete çarptırılıyor. Sanık müdür, kararı temyiz ediyor. Yargıtay 14. Ceza Dairesi, kalçaya elleme yoluyla gerçekleştirildiği iddia edilen cinsel saldırı olayında müdürün babacan tavırla hareket edip etmediğinin yeterince araştırılmadığına dikkat çekerek “Sanığın aynı yerde birlikte çalıştığı mağdurenin vücuduna dokunması şeklindeki eyleminin, cinsel amaçla gerçekleştirildiği hususunun şüphede kaldığı ve mevcut haliyle cezalandırılmasına yeter başkaca delil bulunmadığı anlaşıldığından, isnat edilen suçtan beraatı yerine, yazılı şekilde mahkumiyetine karar verilmesi kanuna aykırıdır. Sanık avukatının temyiz itirazları bu itibarla yerinde görüldüğünden, hükmün bozulmasına oy çokluğu ile karar veriyor. Karar bu şekilde kesinleşiyor. Çünkü Yargıtay, yargılamalarda son sözü söyleyen nihai mercidir.

Sanık müdürü temize çıkaran bu kararı gazetelerden okumuşsunuzdur. Öyle zannediyorum, televizyonlar da haber olarak verilmiştir. Konuyu ve meseleyi hala anlayamadıysanız bu meseleyi bir de benden dinleyin.

Haberi okuyunca pes doğrusu, bu kadar da olmaz diyecektim. Bereket demedim. İyi ki yargımız var, iyi ki kanuna aykırılık var dedim. Çünkü koskoca müdür, emri altındaki bir memurenin iftirasına yok yere kurban gidecekti. Müdür ne demiş, bir bakalım. Maşallah demiş. Ne var bunda? Adam, memuresini kem gözlerden korumak için maşallah demiş. Çok güzelsin demiş. Ne desin başka? Çok çirkinsin mi desin? Üstelik memuresinin güzelliğini de fıstığa benzeterek edebiyatını konuşturmuş. Teşbih efendim bunun adı teşbih... Ne yani zakkum gibisin mi desin… Müdür bununla da yetinmeyip kızımızın kalçasına bir dokunmuş. Ne var bunda? Kızımız, müdürünün bu iltifatına “teşekkür ederim müdürüm” diyeceği yerde önce ağlamış, ardından arkadaşlarına anlatmış, bununla da yetinmeyip soluğu mahkemede almış. Yerel mahkeme de bir şey biliyormuş gibi bu masum olayı “basit cinsel saldırı” olarak görüp koskoca müdürü cezaya çarptırıyor. Bereket nihai merci; kadının anlayamadığı, yerel mahkemenin de kadının dümen suyuna girdiği bu konuda olayı, “babacan bir tavır var” diyerek çözüyor. Kadın, yerel mahkeme ve ben, kötü niyetli olunca aklımıza neler geldi neler! Nedense bu işin babacan bir tavır olabileceği hiç aklımıza gelmedi. Bursa’da hakimler varsa Ankara’da da var. Eskiden yanlış hesap Bağdat’tan dönerdi. Şimdi Ankara’dan dönüyor. İyi ki varlar. Değilse böyle babacan bir tavra ceza verip cümle aleme rezil olacaktık. Neyse biz bunu boş verelim de şuna kafa yoralım: Bu babacan tavır, ileri boyuta taşınmış olsaydı, Yargıtay bu durumda ne karar verirdi? Ben şu anda her ne kadar perşembenin gelişi çarşambadan belli idiyse de bu kıt aklımla sonucu kestiremiyorum.

Hasılı, bundan sonra karşıt bir cinse, cinsel içerikli bir söz söyleyeceğiniz veya bir yerini özellikle kalçasını elleyeceğiniz zaman bu yaptığınızın cinsel tacize girip girmeyeceği endişesini taşımayın. İçiniz rahat olsun. Zira elinizde kapı gibi herkesi bağlayan emsal bir Yargıtay kararı var. Tüm bu eylemleri yaparken tek dikkat edeceğiniz husus, bu işi babacan bir tavırla yapmaktır. Ötesini merak etmeyin. Yine de ne olur ne olmaz der, bu konuda bir korku yaşarsanız, bu nihai kararın bir kopyasını cebinizde taşıyın. Bir taciz iddiasıyla masumluğunuza yanlışlıkla bir halel gelirse polise, yerel mahkemeye ve devletin diğer yetkililerine “Ben bu işi babacan bir tavırla yaptım. Bu da belgesi” deyip gösterin. Kim, ne diyebilir bu durumda…

Bu karardan çıkaracağımız sonuç; kimin, kime, neyi, nerede, ne niyetle yaptığı bir güzel anlaşılmadan bundan sonra kendisine taciz edildiği iddiasıyla hiçbir mağdure, koskoca müdürüne veya bir başkasına iftira atarak mahkemede soluğu almasın ve adalet dağıtan yargımızı boşu boşuna meşgul etmesin. Lütfen, istirham ediyorum. Bu işin şakası yok. Yok, kalçanıza dokunulmasının ne amaçla olduğunu hala anlayamadıysanız, mahkemeye gitmeden önce zanlıya “Bu işi ne amaçla yaptın” diye bir sorun. Bir şey kaybetmezsiniz. Eğer adam, mesele bildiğin gibi değil, ben bu işi babacan bir tavırla yaptım derse içiniz rahat olsun ve işinize yoğunlaşın. Zira kötü bir durum yok. Hala ben bu meseleyi anlayamadım diyorsanız, lütfen içinizdeki kötü düşüncelerden uzaklaşın. Bilin ki şeytandandır o.

*08/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


4 Temmuz 2020 Cumartesi

Düğün Sezonu Açıldı ***

Yeni düğün sezonuna geçmeden önce bildiğimiz eski düğünlerimizden kısaca bahsedeyim. Maliyeti yüksek harcamalara değinmeyeceğim. Bu zaten bilinen bir şey. Davetli sayısına getireceğim işi. Ortalama bin kart bastırılır Konya’da. Her kart üç ile çarpılır. Ortaya üç bin kişilik bir davetli çıkar. Bu kadar misafir, bizi sevip sayıp düğünümüze gelecekse bunlara yemek vermezlik olmaz. Onca masrafın üzerine bir de düğün yemeği verilir. Bunun için düğün salonu da tutulur.

Her bir masaya 10-12 kişi gelecek şekilde oturtulur. Çorbalar dahil tüm yemekler ortak kaba konur ve herkes bu ortak kaba kaşığıyla daldırır. Zaman zaman bir tabak bir tabak daha derken iş yarışa biner. Gelen etli pilavın haddi hesabı olmaz. Tüm pilavların da azami etli, etin de yağsız olması istenir. Pilavın üstündeki et de bizi kesmez. Gözümüz denizaltındadır. Masada oturanlardan birinin aşçı, servisçi tanıdığı vardır. Selamımı söyle, denizaltı göndersin denir. Nazla, şifayla gelen denizaltı, mideye bir güzel indirilir. Tüm bu kadar yemeği mide nasıl hazmederse hazmetsin. Geride kalan bekleşen misafirlere et veya yemek yetmezmiş, hiç umurumuzda olmaz. (Bu arada Türkiye’nin ilk denizaltı geçmişi II.Abdülhamit’e dayanır. 2019 itibariyle denizaltı sayımız 14 olmuştur. Bu sayıyı azımsamamak lazım. Denizaltıların çoğunu deniz yerine düğünlerde midemize indirdik. Mide yerine denize indirseydik, bugün denizaltı sayımız daha fazla olabilirdi.)

Davetlilerin çoğunun getirdiği düğün hediyesi de genelde mutfak eşyasından ibaret olur. Bu hediyeler de sadra şifa olmaz. Çünkü düğün sahibi kap kacak ne varsa düğünden önce iğneden ipliğe almıştır zaten. Birbirinin aynısının tıpkısının benzeri olan bu hediyeler evin sote bir yerine konur. O da bir başkasına giderken ambalajını açmadan bir hediyeyi çekip alarak bir başka düğüne götürür.

Eski düğünlerimiz genelde bu şekil. Kısaca değineyim dedim ama gördünüz gibi çok da kısa anlatamadım.

Gelelim şimdiki düğünlere. Zira bu senenin düğün sezonu açıldı. Açıldı açılmaya ama eski düğünlerden iz yok bu senenin düğünlerinde. Salgın her şeyimizi değiştirdiği gibi düğünlerimizi de değiştirdi. Koronavirüsten kaynaklı pandemi dolayısıyla kimi düğününü erteledi kimi düğününü öne aldı kimi nikahla işi geçiştirdi kimi maskeli ve sosyal mesafeye riayet ederek ve yemeği kaldırarak az sayıda davetliyle düğününü yaptı. Tüm bunlar sessiz sedasız yapılıyor. Eski düğünlerdeki görkem, şatafat, kalabalık ve koşuşturma yok.

Sayfamın geri kalan kısmında düğün yapacaklar ve düğünde yemek verecekler için bir hususa işaret edeceğim. Düğün sahiplerinden bazısı ortam dolayısıyla velimeden vazgeçerken bazıları yemek verme yoluna gidiyor. Çünkü daha önce bir salonla anlaşmış, önden ödeme yapmış. Parasını geri istiyor, salon sahibi sözleşmeyi gerekçe göstererek geri ödeme yapmıyor. Parasını kurtarmak için mecburen yemek verecek. Yemek de eski düğünlerde olduğu gibi ortak kaptan yenmeyeceğine göre verilecek yemek, mecburen alakart usulü olacak. Alakart demek yemeğin maliyetini daha da artıracak ve aynı zamanda davetli sayısını sıkı dokuyup aşağıya çekmek demektir. Daha önce 1000-3000 kişiyi göze alan düğün sahibi, davetli sayısını 250-300 kişiyle sınırlı tutmak zorunda. Düğüne davet edilmedim diye bazıları alınsa da düğün sahibinin yapacağı başka bir şey yok bu durumda. Çünkü alakart usulü bir yemeğin beheri 45 lira.  Bu paraya düğün sahibi kaç kişiye yemek verebilir? Haydi düğün sahibi açıldım, açılacağım kadar. Biraz daha fazla çağırayım dese düğün salonlarının alakart kapasitesi fazla davetliyi kaldırmaz.

Burada alakart usulü yemeğe davet edilen davetliler için de bir sözüm olacak. Alakart demek aksine bir durum olmadığı müddetçe bir davetiye iki kişilik demektir. İki kişiden fazla düğüne gelmek demek, bazı davetlilerin ayakta kalması, yemeğin yetmemesi, yemek yetse de maliyetin iyice yukarıya çıkması demektir. Çoğu düğün sahibi ayıp olur diye davetiyeye “Bu davetiye iki kişiliktir” diye yazdırmıyor. Bu durumda bize yani davetlilere düşen, davete en fazla iki kişiyle eşlik etmektir. Eski düğünlerde olduğu gibi davet edildik deyip hanedeki ve evimize gelen misafire varıncaya kadar herkesi toplayıp gelmemektir ve gelirken de evimize depoladığımız mutfak eşyasını hediye olarak getirmemektir. Çünkü soyup soğana çevrilen düğün sahibinin bu sevinçli ve zor gününde maddi desteğe ihtiyacı vardır. Bunun yolu da hediye olarak para vermektir. Konuyu fazla uzatmadan mutfak eşyası hediyeden ağzı çok yanmış, bulaşığım olan bir köyün derneğinden gelen mesajı buraya alıyorum. Zira bu mesaj her şeyi anlatıyor. Fazla da söze hacet yok: “DÜĞÜNLERİMİZ BAŞLIYOR. Virüsten dolayı ertelenen düğünlerimiz hafta sonu başlıyor.  Düğünlerimizdeki hediye sandığına 10 TL de olsa muhakkak para atmaya özen gösterelim. Bu zor günlerde düğün sahiplerine yardımcı olalım inşallah. B002”

***07/07/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

3 Temmuz 2020 Cuma

Sessiz Hutbe *

Bu hafta cuma namazını kılmak için muhitimdeki camileri geçerek 29 Mayıstan beri cuma kılınmasına izin verilen İlahiyat camiine gittim yine. Açık hava ve geniş bahçesi cuma kılmak için civarda en uygun yer zira. 

Namazgaha vardığım zaman öncelik ağaç altı olmak üzere tüm gölge yerler, sosyal mesafeye uygun bir şekilde doldurulmuştu. Son gölgeye de seccademi sererek ben oturdum. Diğerleri, güneş gelen yerlere oturmak zorunda kaldı. 

Bir on dakika sonra ezan okundu. Cumanın ilk sünnetini kıldık. 

Müezzinin iç ezanı okumasını beklerken caminin içinden kısık sesle ezan okunmaya başlandı. Ne oluyoruz, ezan niye içeride okunuyor derken gözüm ihata duvarının önünde her hafta görmeye alıştığım seyyar hutbe ve minberi aradı. Yoktu. Anladım ki kapalı yerlerde cuma kılınmasına izin verildiğinden, cami görevlileri de içeriye postu sermiş ve orada kılacaklardı. 

Okunan iç ezanın ardından, hatibin hutbe irat etmeye başlaması lazım. Ama bahçeye hiç ses gelmedi. Bahçede bu durumda olan 400-500 kişiden kimi seccadesini toplayarak caminin içine geçti. Bir müddet sonra caminin içi de doldu. Sirkülasyon hutbe boyunca bu şekilde devam etti. İçeriye biri, "Bahçeye ses duyulmuyor" demiş olmalı ki hutbenin sonlarına doğru biri, içeriden seyyar hoparlör uzattı. Hiç faydası olmadı. Hasılı bize duyulmayan sessiz bir hutbe dinledik.  İmam kendi çaldı, kendi oynadı. Sadece iki, üç km uzaklıktaki camilerde okunmakta olan hutbenin ne dediğini anlayamasak da birbirine karışan mikrofon sesini duyduk. 

Başkasını bilmem ama beni bir düşüncedir aldı. Ya az sonra cuma kılarken imamın sesini duymazsak ne yapacağız? Bereket imamın sesi biraz geldi. Caminin yanındaki biri de rüku, secde gibi komutları tekrarladı da cumamızı kılabildik. Buna da şükür! Namazda da ses gelmeseydi sessiz hutbe dinlediğimiz gibi cuma namazını da sessiz cuma olarak yerine getirecektik.

Cumanın son sünnetini kıldıktan sonra yanıma birkaç kayısı düştü. Başımı kaldırdım. Kaysı ağacının altına oturmuşum. Namazın akabinde birkaç tanesini yiyerek nasiplendim. (Hava müsait olmasına rağmen cami görevlilerinin namazı içeride kılması, bu kayısı yüzünden olabilir mi? Her gelen, ağaçtan yanıma düştü. Bu benim nasibim deyip iç etse ortada reçel yapacak kayısı kalmaz.)

Dışarıda olup bitenlerden cami görevlilerinin haberinin olmaması mümkün değil. Çünkü içerideki cemaatten fazla kişi vardı dışarıda. Pekala dışarıya ses gidecek şekilde önceden bir planlama yapabilirlerdi. Eğer bu mümkün değilse cuma başlamadan önce "Başınızın çaresine bakın" şeklinde dışarıdakilere bir uyarı yapılabilirdi. 

Dışarıda namaz kılan 400-500 kadar kişiyi mağdur edecek şekilde cami görevlilerinin kasıtlı bir düzenleme yaptığını düşünmüyorum. Niyetleri ne ise verilen görüntü bu camiye yakışmadı. Zira tam bir keşmekeşlik hakim idi. 

Görevlilerin niyetlerini sorgulama imkanım yok. Ama alınganlığım bana şunları düşündürdü: Sanki cami görevlileri biz dışarıdakilere "Bakın dışarıdakiler! Kendi muhitinizdeki camilerde de cuma kılınıyor. Hâlâ bizim camiye niye geliyorsunuz? Biz sizi istemiyoruz artık. Bahçede dinlediğiniz bu sessiz hutbe, anlamanız için size attığımız ilk topçu atışıdır. Buna rağmen haftaya da bizim camiye gelmeye kalkarsanız, şakamızın olmadığını bilin. Haftaya ne sürprizlerle karşılaşırsınız, cuma kılabilir misiniz? Şimdiden kestiremeyiz. En iyisi mi bundan sonra siz bize gelmeyin. Zira biz bize yeteriz" demek istedi. Ellerinde olmayan teknik bir arıza olmasını ümit ediyorum.

Hasılı kovulmaktan beter bir cuma kıldık. Her ne kadar cami, bu camide görev yapan görevlilere ait değil idiyse de istenmediğim yere bir daha gitmem. Boşu boşuna görevlileri rahatsız etmemiş olurum. Haftaya beni kabul edecek bir başka cami bulurum kendime.

Eve geldikten sonra bu haftanın hutbe konusu neymiş diye Diyanet sayfasını açtım. "Sabrın sonu selamet" imiş konu. Ben bu sabrı fiili olarak yaşadım anlayacağınız. Belki cami görevlileri böyle yaparak bizim sabrımızı ölçtü. Hutbe boyunca miskin miskin beklesek de sabrımız fena değilmiş bu arada.

*06/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Sosyal Medyaya Neşter ***

Sosyal medya hayatın sanal olanı olsa da hayatımızın bir parçası. Anlık veya günlük milyonlarca paylaşım buralarda dolaşıma giriyor. Piyasanın nabzı buralarda atıyor desek abartı olmaz.
Çoğu kimsenin hesabının bulunduğu ve vakit geçirdiği bu âlem, hem uçsuz bucaksız hem de denetimsiz. Sahte hesaplardan tutun da hakaret, küfür ve ithamlar diz boyu bu âlemde. Aynı zamanda bu âlem; propagandaların yapıldığı, algıların oluşturulduğu ve insanların fişlendiği bir yer. Bu âlemde yazılıp çizilenler gerçek hayatı çoğunlukla olumsuz etkiliyor.
Tüm bu olumsuzluklarının yanında yerinde ve kıvamında kullanıldığı takdirde sosyal medyayı yararlı bulanlardanım. Fakat yukarıda bahsettiğim gibi denetlenmesi gereken denetimsiz bir âlem burası.
Sosyal medyada algılara dayalı dezenformasyondan rahatsızlığını ve ne şekilde olması gerektiğini İktidar Partisi,  2020’nin Nisan ayında “Sosyal medyada uyulması gereken kurallar” başlığı altında 12 maddelik bir etik kuralı kamuoyu ile paylaşmıştı. Her birimizin altına imzasını atacağı bu etik kurallar yeterli olmamış ve uygulama alanı bulamamış olmalı ki hükümet şimdi sosyal medyaya bir kanuni düzenleme getirme üzerine çalışıyor. Sanırım Meclis tatile girmeden bu konuda bir yasal düzenleme Meclisten geçecek. Yerinde ve olması gereken bir düzenleme. Bu düzenleme şu ana kadar çoktan yapılmalıydı. Zira bu âleme mutlaka bir neşter vurulmalıydı.
Nedense bizde bir şey ilk önce görülmez ya da görmezden gelinir. İnsanımız bodoslama dalar. Kendince bir dünya oluşturur. Ardından kanuni düzenleme gelir. Halbuki siyasi partiler, Meclis ve iktidar bu ve her konuda halkın bir adım önünde olmalıydılar. Keşke bu âlem ortaya çıktığı zaman önce kriterler belirlenip sonra yaygınlaşsaydı hayatımızda.
Hürriyet’ten Abdulkadir Selvi’nin verdiği bilgilere göre düzenlemede, “Sosyal medya platformlarına Türkiye’de ofis açma zorunluluğunun getirilmesi ve kazançlarından vergi vermelerinin sağlanması, sosyal medya hesaplarının gerçek kimlikler üzerinden açılması, suç konusu olan paylaşım yapanlar hakkında, yargının talep etmesi durumunda sosyal medya platformlarının, bilgileri hızla vermesi ve nefret söylemine izin verilmemesi…” gibi hususlar yer alacak.
Sosyal medya ve sanal alem ile ilgili çıkacak düzenlemeyi desteklemekle beraber bu konuda kantarın topuzunun kaçırılmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Konacak yasaklar sağa sola çekilmeyecek şekilde net bir şekilde belli olmalıdır. Küfür ve hakaretin tanımı yapılmalıdır. Neyin, kişilerin onurunu zedelediği açıklanmalıdır. Düzenlemenin bazı maddeleri kapalı kaldığı takdirde en ufak bir eleştiriden nem kapan alıngan tiplerin sayısı az değildir. Uygulamada küfür, hakaret, saldırı türü paylaşımlarda adamına göre muamele yapılmamalıdır. Yapılacak küçük bir eleştiri kişilik haklarına saldırı gibi görülmemelidir. İnsanlar, eleştiri hakkını korkmadan sonuna kadar kullanabilmelidir. Çünkü eleştiri ve tenkit hem bu alemin hem de gerçek hayatın olmazsa olmazıdır.
Kanuni düzenleme yapılırken bir söz de devlet memurları için söyleyeyim. Bildiğim kadarıyla 657 sayılı kanuna göre devlet memurlarının siyaset yapması yasak kapsamındadır. Bu yasağa rağmen bir kısım devlet memurunun bu âlemde ömrü bir partiyi övmek, bir başka partiyi yermekle geçiyor. Bu yasak halen devam edecekse devlet memurlarının bu âlemde siyaset yapmamaları sağlanmalıdır. Siyaset yapmasın derken yanlış anlaşılmasın. Herkes gibi devlet memurları da bir konuda fikrini söylesin, tasvip ve eleştirilerini dile getirsin. Bunda bir sakınca görmüyorum. Ama bir partinin resmi görevlisi gibi de bu âlemde siyaset yapmasın. Böyleleri, çok istiyorsa istifalarını verip bir partinin organlarında görev alabilirler.

***04/07/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

1 Temmuz 2020 Çarşamba

Sin-Kaflı Halimiz ***

Adam, baba olmuş, baba olma sevincini sosyal medyadan tüm sevenlerine duyurmuş. İlgili kişinin paylaşımlarını takip edenlere ne düşer? “Allah, analı babalı büyütsün… Allah uzun ömürler versin… Sizi tebrik ediyorum… Hayırlı olsun…” gibi sözler söylenir, yazılır ve çizilir.
Baba olmasından dolayı tebrik ettiğimiz bu kişiyi sevmiyor, hatta ondan ve zihniyetinden nefret ediyor olabiliriz. Hatta bu kişi, bulunduğu koltuğa bir başkasının referansıyla gelmiş, oturduğu koltuğun hakkını tam veremiyor da olabilir. Kendisiyle rakip de olabiliriz.
Olması gereken de budur. Çünkü kişinin sevinç anına ortak oluyoruz.
Diyelim ki tebrik etmeye egomuz ve kibrimiz müsaade etmiyor ya da babalığını önemsemiyoruz. Bu durumda yapılması gereken, bu kişinin paylaşımını görmezlikten gelmektir. Bu da anlaşılabilir. Çünkü tebrik etmek kadar bu da bir yoldur.
Ama görmezlikten gelmek bazılarımıza ters geliyor. Adamın sevincini boğazına tıkamak için sokak jargonunda, zamanında öğrendiğimiz ne kadar küfür ve hakaret varsa bir bir sıralıyoruz.
Açıyoruz ağzımızı, yumuyoruz gözümüzü. İnsan onurunu ayaklar altına alacak ne kadar galiz küfürler varsa dışımıza vuruyoruz. Ne anası kalıyor ne avratı ne de çocuğu. Tüm bunları dilimizle söylemekle de kalmıyoruz. Aynı gün görmedik küfürlerimizi paylaşımın, altına yazıya döküp sıralıyoruz. Çünkü sevmiyoruz, nefret ediyoruz kendisinden ve zihniyetinden. Yazdığımız ve söylediğimiz her küfür ve hakareti o kişinin hak ettiğine kendimizi de inandırmışız.
Aslında bu yaptığımız çapımızı gösteriyor.
Bilinçaltında gizlediklerimizin bir dışa vurumudur.
Nasıl biri olduğumuzu ele veren bir ruh halidir.
Kendini bilmez bir kişinin Sin-Kaflı konuşup yazmasını sanmayın ki tüm topluma mal ediyorum. Toplum olarak biz böyleyiz de demiyorum. Çünkü hakaret bir kişinin hezeyanından ibarettir. Ama şunu da söylemeden edemeyeceğim. “Ben asla Sin-Kaflı konuşmam” diyen nicelerimiz, sinirlenip gerildiğinde, içinde biriktirdiği ne varsa hakaret adına boşaltır. Bugün bu, yarın bir başkası. Maalesef toplum olarak biz böyleyiz. Sanki konuşmamıza küfürle başlayıp küfürle bitirmek bizim genlerimize işlemiş gibi. Hiç küfür etmiyorsak bile kelime ve kavramlarımızın çoğuna küfür anlamı yüklemişiz. Çoğunda cinsellik kokar. Her bir kelime ve söz cinsellik çağrıştırır bize/bizde. Böyle bir kastımız olmasa bile dervişin fikri ne ise zikri de o misali, her sözümüz bir yere çekmeye müsait olabiliyor.
Neredeyse hayat felsefemiz olmuş bu küfürlü halimiz. Türkçemizden mi, sığ kelime hazinemizden mi, yetişme ve yetiştirilme tarzımızdan mı yoksa çok sinirli bir toplum olduğumuzdan mıdır? Niçin böyleyiz deyip bu hali pürmelalimizle yüzleşmemiz gerek. Ayıptır, günahtır, biz iyi aile terbiyesi aldık, bu tür kelimeleri ailemiz ağzına almaz deyip kendimizi temize çıkarmayalım. Kimseyi de ayıplamaya gelmez. Çünkü durumumuz savunulmayacak şekilde ayan beyan ortada. Ben küfretmiyorsam, çocuğum küfrediyor. Benim ailem hakaret etmiyorsa sağımızdan, solumuzdan küfürler kulağımıza kadar geliyor. Her küfür, zihnin bir yerine yerleşiyor. Bilinçaltımıza işlemiş bu küfürlerin tümünü boşaltmak için bir sinir yeter de artar bize. Küfrü hiç ağzına almayanları tenzih ederim.
Küfür ve hakaretle yüzleşmemiz için sanırım toplumsal duyarlılığımızı geliştirerek bu işe başlayabiliriz. Yaşanan bu nahoş olayın en sevindirici yanı, birbirine ezeli siyasi rakip olanlardan küfür ve hakareti kınayan açıklamaların gelmesidir. İnşallah bu da küfürle yüzleşmemizin bir başlangıcı olur.

***02/07/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.