4 Temmuz 2020 Cumartesi

Düğün Sezonu Açıldı ***

Yeni düğün sezonuna geçmeden önce bildiğimiz eski düğünlerimizden kısaca bahsedeyim. Maliyeti yüksek harcamalara değinmeyeceğim. Bu zaten bilinen bir şey. Davetli sayısına getireceğim işi. Ortalama bin kart bastırılır Konya’da. Her kart üç ile çarpılır. Ortaya üç bin kişilik bir davetli çıkar. Bu kadar misafir, bizi sevip sayıp düğünümüze gelecekse bunlara yemek vermezlik olmaz. Onca masrafın üzerine bir de düğün yemeği verilir. Bunun için düğün salonu da tutulur.

Her bir masaya 10-12 kişi gelecek şekilde oturtulur. Çorbalar dahil tüm yemekler ortak kaba konur ve herkes bu ortak kaba kaşığıyla daldırır. Zaman zaman bir tabak bir tabak daha derken iş yarışa biner. Gelen etli pilavın haddi hesabı olmaz. Tüm pilavların da azami etli, etin de yağsız olması istenir. Pilavın üstündeki et de bizi kesmez. Gözümüz denizaltındadır. Masada oturanlardan birinin aşçı, servisçi tanıdığı vardır. Selamımı söyle, denizaltı göndersin denir. Nazla, şifayla gelen denizaltı, mideye bir güzel indirilir. Tüm bu kadar yemeği mide nasıl hazmederse hazmetsin. Geride kalan bekleşen misafirlere et veya yemek yetmezmiş, hiç umurumuzda olmaz. (Bu arada Türkiye’nin ilk denizaltı geçmişi II.Abdülhamit’e dayanır. 2019 itibariyle denizaltı sayımız 14 olmuştur. Bu sayıyı azımsamamak lazım. Denizaltıların çoğunu deniz yerine düğünlerde midemize indirdik. Mide yerine denize indirseydik, bugün denizaltı sayımız daha fazla olabilirdi.)

Davetlilerin çoğunun getirdiği düğün hediyesi de genelde mutfak eşyasından ibaret olur. Bu hediyeler de sadra şifa olmaz. Çünkü düğün sahibi kap kacak ne varsa düğünden önce iğneden ipliğe almıştır zaten. Birbirinin aynısının tıpkısının benzeri olan bu hediyeler evin sote bir yerine konur. O da bir başkasına giderken ambalajını açmadan bir hediyeyi çekip alarak bir başka düğüne götürür.

Eski düğünlerimiz genelde bu şekil. Kısaca değineyim dedim ama gördünüz gibi çok da kısa anlatamadım.

Gelelim şimdiki düğünlere. Zira bu senenin düğün sezonu açıldı. Açıldı açılmaya ama eski düğünlerden iz yok bu senenin düğünlerinde. Salgın her şeyimizi değiştirdiği gibi düğünlerimizi de değiştirdi. Koronavirüsten kaynaklı pandemi dolayısıyla kimi düğününü erteledi kimi düğününü öne aldı kimi nikahla işi geçiştirdi kimi maskeli ve sosyal mesafeye riayet ederek ve yemeği kaldırarak az sayıda davetliyle düğününü yaptı. Tüm bunlar sessiz sedasız yapılıyor. Eski düğünlerdeki görkem, şatafat, kalabalık ve koşuşturma yok.

Sayfamın geri kalan kısmında düğün yapacaklar ve düğünde yemek verecekler için bir hususa işaret edeceğim. Düğün sahiplerinden bazısı ortam dolayısıyla velimeden vazgeçerken bazıları yemek verme yoluna gidiyor. Çünkü daha önce bir salonla anlaşmış, önden ödeme yapmış. Parasını geri istiyor, salon sahibi sözleşmeyi gerekçe göstererek geri ödeme yapmıyor. Parasını kurtarmak için mecburen yemek verecek. Yemek de eski düğünlerde olduğu gibi ortak kaptan yenmeyeceğine göre verilecek yemek, mecburen alakart usulü olacak. Alakart demek yemeğin maliyetini daha da artıracak ve aynı zamanda davetli sayısını sıkı dokuyup aşağıya çekmek demektir. Daha önce 1000-3000 kişiyi göze alan düğün sahibi, davetli sayısını 250-300 kişiyle sınırlı tutmak zorunda. Düğüne davet edilmedim diye bazıları alınsa da düğün sahibinin yapacağı başka bir şey yok bu durumda. Çünkü alakart usulü bir yemeğin beheri 45 lira.  Bu paraya düğün sahibi kaç kişiye yemek verebilir? Haydi düğün sahibi açıldım, açılacağım kadar. Biraz daha fazla çağırayım dese düğün salonlarının alakart kapasitesi fazla davetliyi kaldırmaz.

Burada alakart usulü yemeğe davet edilen davetliler için de bir sözüm olacak. Alakart demek aksine bir durum olmadığı müddetçe bir davetiye iki kişilik demektir. İki kişiden fazla düğüne gelmek demek, bazı davetlilerin ayakta kalması, yemeğin yetmemesi, yemek yetse de maliyetin iyice yukarıya çıkması demektir. Çoğu düğün sahibi ayıp olur diye davetiyeye “Bu davetiye iki kişiliktir” diye yazdırmıyor. Bu durumda bize yani davetlilere düşen, davete en fazla iki kişiyle eşlik etmektir. Eski düğünlerde olduğu gibi davet edildik deyip hanedeki ve evimize gelen misafire varıncaya kadar herkesi toplayıp gelmemektir ve gelirken de evimize depoladığımız mutfak eşyasını hediye olarak getirmemektir. Çünkü soyup soğana çevrilen düğün sahibinin bu sevinçli ve zor gününde maddi desteğe ihtiyacı vardır. Bunun yolu da hediye olarak para vermektir. Konuyu fazla uzatmadan mutfak eşyası hediyeden ağzı çok yanmış, bulaşığım olan bir köyün derneğinden gelen mesajı buraya alıyorum. Zira bu mesaj her şeyi anlatıyor. Fazla da söze hacet yok: “DÜĞÜNLERİMİZ BAŞLIYOR. Virüsten dolayı ertelenen düğünlerimiz hafta sonu başlıyor.  Düğünlerimizdeki hediye sandığına 10 TL de olsa muhakkak para atmaya özen gösterelim. Bu zor günlerde düğün sahiplerine yardımcı olalım inşallah. B002”

***07/07/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

3 Temmuz 2020 Cuma

Sessiz Hutbe *

Bu hafta cuma namazını kılmak için muhitimdeki camileri geçerek 29 Mayıstan beri cuma kılınmasına izin verilen İlahiyat camiine gittim yine. Açık hava ve geniş bahçesi cuma kılmak için civarda en uygun yer zira. 

Namazgaha vardığım zaman öncelik ağaç altı olmak üzere tüm gölge yerler, sosyal mesafeye uygun bir şekilde doldurulmuştu. Son gölgeye de seccademi sererek ben oturdum. Diğerleri, güneş gelen yerlere oturmak zorunda kaldı. 

Bir on dakika sonra ezan okundu. Cumanın ilk sünnetini kıldık. 

Müezzinin iç ezanı okumasını beklerken caminin içinden kısık sesle ezan okunmaya başlandı. Ne oluyoruz, ezan niye içeride okunuyor derken gözüm ihata duvarının önünde her hafta görmeye alıştığım seyyar hutbe ve minberi aradı. Yoktu. Anladım ki kapalı yerlerde cuma kılınmasına izin verildiğinden, cami görevlileri de içeriye postu sermiş ve orada kılacaklardı. 

Okunan iç ezanın ardından, hatibin hutbe irat etmeye başlaması lazım. Ama bahçeye hiç ses gelmedi. Bahçede bu durumda olan 400-500 kişiden kimi seccadesini toplayarak caminin içine geçti. Bir müddet sonra caminin içi de doldu. Sirkülasyon hutbe boyunca bu şekilde devam etti. İçeriye biri, "Bahçeye ses duyulmuyor" demiş olmalı ki hutbenin sonlarına doğru biri, içeriden seyyar hoparlör uzattı. Hiç faydası olmadı. Hasılı bize duyulmayan sessiz bir hutbe dinledik.  İmam kendi çaldı, kendi oynadı. Sadece iki, üç km uzaklıktaki camilerde okunmakta olan hutbenin ne dediğini anlayamasak da birbirine karışan mikrofon sesini duyduk. 

Başkasını bilmem ama beni bir düşüncedir aldı. Ya az sonra cuma kılarken imamın sesini duymazsak ne yapacağız? Bereket imamın sesi biraz geldi. Caminin yanındaki biri de rüku, secde gibi komutları tekrarladı da cumamızı kılabildik. Buna da şükür! Namazda da ses gelmeseydi sessiz hutbe dinlediğimiz gibi cuma namazını da sessiz cuma olarak yerine getirecektik.

Cumanın son sünnetini kıldıktan sonra yanıma birkaç kayısı düştü. Başımı kaldırdım. Kaysı ağacının altına oturmuşum. Namazın akabinde birkaç tanesini yiyerek nasiplendim. (Hava müsait olmasına rağmen cami görevlilerinin namazı içeride kılması, bu kayısı yüzünden olabilir mi? Her gelen, ağaçtan yanıma düştü. Bu benim nasibim deyip iç etse ortada reçel yapacak kayısı kalmaz.)

Dışarıda olup bitenlerden cami görevlilerinin haberinin olmaması mümkün değil. Çünkü içerideki cemaatten fazla kişi vardı dışarıda. Pekala dışarıya ses gidecek şekilde önceden bir planlama yapabilirlerdi. Eğer bu mümkün değilse cuma başlamadan önce "Başınızın çaresine bakın" şeklinde dışarıdakilere bir uyarı yapılabilirdi. 

Dışarıda namaz kılan 400-500 kadar kişiyi mağdur edecek şekilde cami görevlilerinin kasıtlı bir düzenleme yaptığını düşünmüyorum. Niyetleri ne ise verilen görüntü bu camiye yakışmadı. Zira tam bir keşmekeşlik hakim idi. 

Görevlilerin niyetlerini sorgulama imkanım yok. Ama alınganlığım bana şunları düşündürdü: Sanki cami görevlileri biz dışarıdakilere "Bakın dışarıdakiler! Kendi muhitinizdeki camilerde de cuma kılınıyor. Hâlâ bizim camiye niye geliyorsunuz? Biz sizi istemiyoruz artık. Bahçede dinlediğiniz bu sessiz hutbe, anlamanız için size attığımız ilk topçu atışıdır. Buna rağmen haftaya da bizim camiye gelmeye kalkarsanız, şakamızın olmadığını bilin. Haftaya ne sürprizlerle karşılaşırsınız, cuma kılabilir misiniz? Şimdiden kestiremeyiz. En iyisi mi bundan sonra siz bize gelmeyin. Zira biz bize yeteriz" demek istedi. Ellerinde olmayan teknik bir arıza olmasını ümit ediyorum.

Hasılı kovulmaktan beter bir cuma kıldık. Her ne kadar cami, bu camide görev yapan görevlilere ait değil idiyse de istenmediğim yere bir daha gitmem. Boşu boşuna görevlileri rahatsız etmemiş olurum. Haftaya beni kabul edecek bir başka cami bulurum kendime.

Eve geldikten sonra bu haftanın hutbe konusu neymiş diye Diyanet sayfasını açtım. "Sabrın sonu selamet" imiş konu. Ben bu sabrı fiili olarak yaşadım anlayacağınız. Belki cami görevlileri böyle yaparak bizim sabrımızı ölçtü. Hutbe boyunca miskin miskin beklesek de sabrımız fena değilmiş bu arada.

*06/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Sosyal Medyaya Neşter ***

Sosyal medya hayatın sanal olanı olsa da hayatımızın bir parçası. Anlık veya günlük milyonlarca paylaşım buralarda dolaşıma giriyor. Piyasanın nabzı buralarda atıyor desek abartı olmaz.

Çoğu kimsenin hesabının bulunduğu ve vakit geçirdiği bu âlem, hem uçsuz bucaksız hem de denetimsiz. Sahte hesaplardan tutun da hakaret, küfür ve ithamlar diz boyu bu âlemde. Aynı zamanda bu âlem; propagandaların yapıldığı, algıların oluşturulduğu ve insanların fişlendiği bir yer. Bu âlemde yazılıp çizilenler gerçek hayatı çoğunlukla olumsuz etkiliyor.

Tüm bu olumsuzluklarının yanında yerinde ve kıvamında kullanıldığı takdirde sosyal medyayı yararlı bulanlardanım. Fakat yukarıda bahsettiğim gibi denetlenmesi gereken denetimsiz bir âlem burası.

Sosyal medyada algılara dayalı dezenformasyondan rahatsızlığını ve ne şekilde olması gerektiğini İktidar Partisi,  2020’nin Nisan ayında “Sosyal medyada uyulması gereken kurallar” başlığı altında 12 maddelik bir etik kuralı kamuoyu ile paylaşmıştı. Her birimizin altına imzasını atacağı bu etik kurallar yeterli olmamış ve uygulama alanı bulamamış olmalı ki hükümet şimdi sosyal medyaya bir kanuni düzenleme getirme üzerine çalışıyor. Sanırım Meclis tatile girmeden bu konuda bir yasal düzenleme Meclisten geçecek. Yerinde ve olması gereken bir düzenleme. Bu düzenleme şu ana kadar çoktan yapılmalıydı. Zira bu âleme mutlaka bir neşter vurulmalıydı.

Nedense bizde bir şey ilk önce görülmez ya da görmezden gelinir. İnsanımız bodoslama dalar. Kendince bir dünya oluşturur. Ardından kanuni düzenleme gelir. Halbuki siyasi partiler, Meclis ve iktidar bu ve her konuda halkın bir adım önünde olmalıydılar. Keşke bu âlem ortaya çıktığı zaman önce kriterler belirlenip sonra yaygınlaşsaydı hayatımızda.

Hürriyet’ten Abdulkadir Selvi’nin verdiği bilgilere göre düzenlemede, “Sosyal medya platformlarına Türkiye’de ofis açma zorunluluğunun getirilmesi ve kazançlarından vergi vermelerinin sağlanması, sosyal medya hesaplarının gerçek kimlikler üzerinden açılması, suç konusu olan paylaşım yapanlar hakkında, yargının talep etmesi durumunda sosyal medya platformlarının, bilgileri hızla vermesi ve nefret söylemine izin verilmemesi…” gibi hususlar yer alacak.

Sosyal medya ve sanal alem ile ilgili çıkacak düzenlemeyi desteklemekle beraber bu konuda kantarın topuzunun kaçırılmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Konacak yasaklar sağa sola çekilmeyecek şekilde net bir şekilde belli olmalıdır. Küfür ve hakaretin tanımı yapılmalıdır. Neyin, kişilerin onurunu zedelediği açıklanmalıdır. Düzenlemenin bazı maddeleri kapalı kaldığı takdirde en ufak bir eleştiriden nem kapan alıngan tiplerin sayısı az değildir. Uygulamada küfür, hakaret, saldırı türü paylaşımlarda adamına göre muamele yapılmamalıdır. Yapılacak küçük bir eleştiri kişilik haklarına saldırı gibi görülmemelidir. İnsanlar, eleştiri hakkını korkmadan sonuna kadar kullanabilmelidir. Çünkü eleştiri ve tenkit hem bu alemin hem de gerçek hayatın olmazsa olmazıdır.

Kanuni düzenleme yapılırken bir söz de devlet memurları için söyleyeyim. Bildiğim kadarıyla 657 sayılı kanuna göre devlet memurlarının siyaset yapması yasak kapsamındadır. Bu yasağa rağmen bir kısım devlet memurunun bu âlemde ömrü bir partiyi övmek, bir başka partiyi yermekle geçiyor. Bu yasak halen devam edecekse devlet memurlarının bu âlemde siyaset yapmamaları sağlanmalıdır. Siyaset yapmasın derken yanlış anlaşılmasın. Herkes gibi devlet memurları da bir konuda fikrini söylesin, tasvip ve eleştirilerini dile getirsin. Bunda bir sakınca görmüyorum. Ama bir partinin resmi görevlisi gibi de bu âlemde siyaset yapmasın. Böyleleri, çok istiyorsa istifalarını verip bir partinin organlarında görev alabilirler.

***04/07/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

1 Temmuz 2020 Çarşamba

Sin-Kaflı Halimiz ***

Adam, baba olmuş, baba olma sevincini sosyal medyadan tüm sevenlerine duyurmuş. İlgili kişinin paylaşımlarını takip edenlere ne düşer? “Allah, analı babalı büyütsün… Allah uzun ömürler versin… Sizi tebrik ediyorum… Hayırlı olsun…” gibi sözler söylenir, yazılır ve çizilir.
Baba olmasından dolayı tebrik ettiğimiz bu kişiyi sevmiyor, hatta ondan ve zihniyetinden nefret ediyor olabiliriz. Hatta bu kişi, bulunduğu koltuğa bir başkasının referansıyla gelmiş, oturduğu koltuğun hakkını tam veremiyor da olabilir. Kendisiyle rakip de olabiliriz.
Olması gereken de budur. Çünkü kişinin sevinç anına ortak oluyoruz.
Diyelim ki tebrik etmeye egomuz ve kibrimiz müsaade etmiyor ya da babalığını önemsemiyoruz. Bu durumda yapılması gereken, bu kişinin paylaşımını görmezlikten gelmektir. Bu da anlaşılabilir. Çünkü tebrik etmek kadar bu da bir yoldur.
Ama görmezlikten gelmek bazılarımıza ters geliyor. Adamın sevincini boğazına tıkamak için sokak jargonunda, zamanında öğrendiğimiz ne kadar küfür ve hakaret varsa bir bir sıralıyoruz.
Açıyoruz ağzımızı, yumuyoruz gözümüzü. İnsan onurunu ayaklar altına alacak ne kadar galiz küfürler varsa dışımıza vuruyoruz. Ne anası kalıyor ne avratı ne de çocuğu. Tüm bunları dilimizle söylemekle de kalmıyoruz. Aynı gün görmedik küfürlerimizi paylaşımın, altına yazıya döküp sıralıyoruz. Çünkü sevmiyoruz, nefret ediyoruz kendisinden ve zihniyetinden. Yazdığımız ve söylediğimiz her küfür ve hakareti o kişinin hak ettiğine kendimizi de inandırmışız.
Aslında bu yaptığımız çapımızı gösteriyor.
Bilinçaltında gizlediklerimizin bir dışa vurumudur.
Nasıl biri olduğumuzu ele veren bir ruh halidir.
Kendini bilmez bir kişinin Sin-Kaflı konuşup yazmasını sanmayın ki tüm topluma mal ediyorum. Toplum olarak biz böyleyiz de demiyorum. Çünkü hakaret bir kişinin hezeyanından ibarettir. Ama şunu da söylemeden edemeyeceğim. “Ben asla Sin-Kaflı konuşmam” diyen nicelerimiz, sinirlenip gerildiğinde, içinde biriktirdiği ne varsa hakaret adına boşaltır. Bugün bu, yarın bir başkası. Maalesef toplum olarak biz böyleyiz. Sanki konuşmamıza küfürle başlayıp küfürle bitirmek bizim genlerimize işlemiş gibi. Hiç küfür etmiyorsak bile kelime ve kavramlarımızın çoğuna küfür anlamı yüklemişiz. Çoğunda cinsellik kokar. Her bir kelime ve söz cinsellik çağrıştırır bize/bizde. Böyle bir kastımız olmasa bile dervişin fikri ne ise zikri de o misali, her sözümüz bir yere çekmeye müsait olabiliyor.
Neredeyse hayat felsefemiz olmuş bu küfürlü halimiz. Türkçemizden mi, sığ kelime hazinemizden mi, yetişme ve yetiştirilme tarzımızdan mı yoksa çok sinirli bir toplum olduğumuzdan mıdır? Niçin böyleyiz deyip bu hali pürmelalimizle yüzleşmemiz gerek. Ayıptır, günahtır, biz iyi aile terbiyesi aldık, bu tür kelimeleri ailemiz ağzına almaz deyip kendimizi temize çıkarmayalım. Kimseyi de ayıplamaya gelmez. Çünkü durumumuz savunulmayacak şekilde ayan beyan ortada. Ben küfretmiyorsam, çocuğum küfrediyor. Benim ailem hakaret etmiyorsa sağımızdan, solumuzdan küfürler kulağımıza kadar geliyor. Her küfür, zihnin bir yerine yerleşiyor. Bilinçaltımıza işlemiş bu küfürlerin tümünü boşaltmak için bir sinir yeter de artar bize. Küfrü hiç ağzına almayanları tenzih ederim.
Küfür ve hakaretle yüzleşmemiz için sanırım toplumsal duyarlılığımızı geliştirerek bu işe başlayabiliriz. Yaşanan bu nahoş olayın en sevindirici yanı, birbirine ezeli siyasi rakip olanlardan küfür ve hakareti kınayan açıklamaların gelmesidir. İnşallah bu da küfürle yüzleşmemizin bir başlangıcı olur.

***02/07/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.





Bir Ağacın Azim ve Zaferi

Bu ağaç, Ayanbey Mah. Ciritli Sokakta (Meram Eski Yol Mevkii) yol ortasında kalmış, Büyükşehir Belediyesi Park ve Bahçeler Dairesi tarafından 0332 numara ile bakıma alınmış bir ağaç. 
Resimlere bakarsanız ben anlayamasam da ağaca bakıldığı görülecektir:
1.Ağaca bakım numarası verilmiştir. (Bakımdan kastedilen aynı zamanda korumak da olmalı)
2.Bu ağacın bakıma alınan diğer ağaçlardan farkı, diğer ağaçlarda ağacın dibine su gitsin veya sulansın diye bir dudak payı kadar yer bırakılıp diğer taraflar asfalt veya kilitli taş ile döşenirken bu ağacın etrafı tamamen asfalt ile kapatılmıştır. 
Bu ağacı, içine bir gram yağmur suyu dahi almayacak şekilde bu şekil asfalt ile kapatanın niyetini bilemem. Ancak yorum yapabilirim: Ağacı yavaş yavaş işkence ede ede önce kurumaya ve ölüme terk etmiştir. Taammüden adam öldürmek gibi bir şey. Bunun suç ortağı da vardır. Çünkü asfalt tek kişiyle dökülmez. Bir ekiptir. Asfaltı döken dökmüş. Döktüren döktürmüş. Yayan yaymış. Tüm bunları yapanlara siz ne yapıyorsunuz dememiş, gölgesinden faydalanan mahalleli. Denetleyen de aferin demiş olmalı. 
Tüm bu iş bilmez ve art niyetli, ağaç katili mirasyedilere rağmen ağaç, aç ve susuz bir şekilde yolun ortasında gönderdeki bayrak gibi dalgalanmaya devam ediyor. "Beni ölüme terk ettiniz, işbirlikçilerinizle birlikte dört gözle ölümümü bekliyorsunuz. Size izan, yaşamaya devam edeceğim. Allah izin verdiği müddetçe nefes almaya ve görevimi bihakkın yerine getirmeye devam edeceğim" diyor sanki. Dili yok ki bunları söylesin. Bu ağaca bunu reva görenleri Rabbime havale ediyorum. 
Bu dua anlayan için yeter de artar bile. Yine de yeşile, oksijen depomuza bunu layık görenlere, başkasına emsal olsun diye kısa süreliğine bir kısas uygulamak ya da empati yapmak en iyisi. 
Ne mi yapalım? Bu ağacın bu şekil olmasında pasif-aktif kim rol almış, kim göz yummuş, kim denetimini adam gibi yapmamış ise tümünü birden bir veya birkaç gün boyunca yerlerinden kalkamayacak ve hareket edemeyecek şekilde aynı yol üzerinde ayaklarına asfalt dökmeli. Güneşin altında ne su vermeli ne de ekmek. Bize acıyın. Biz ettik. Siz etmeyin bağrışlarına karşın ağızlarına da bant çekmeli. Bu ağaç da görün bakalım. Nasılmış susuz kalmak dercesine onları izlemeli. Yoldan gelip geçenler, yüzlerine tükrük gelmeyecek şekilde uzaktan tüh size deyip tükürmeli. (Yakından tükürürlerse yüzlerine gelen tükrük onları serinletebilir ve yağmur yağıyor sanabilirler.)
Bu ağaca bakmakla yükümlü Park ve Bahçeler ne yapıyor, elleri armut mu topluyor derseniz, ne yaptıklarını bilmiyorum ama Tavusbaba'ya nazır bir yerde, üzerinde amblemi bulunan araçlarını gördüm. Bu ağaca bir km'lik bir mesafedeler. Sanırım şube işlevi görüyor burası.
Sözlerimi uzattım. Takdirlerinize sunuyorum efendim. 
Son söz, iyi ki bu ağaç bakıma alınmış. Düşünün ki bakıma alınmasaydı, bu ağacın hali nice olurdu? Varın orasını siz düşünün.

Not: Ben bu yazıyı sosyal medyada paylaşınca bir yorumcu (M.Y.) paylaşımımın altına şu bilgilendirmeyi yapmıştır.
"Hocam mahalle benim mahalle, bazen gözle görünmeyen şeyler vardır, malesef ters köşe olmuşunuz. O kaldırımın altında bahçe sulama kanalı var, önceden üstü açıktı ama şimdi kapatildi, ağacı merak etmeyin, en iyi şekilde suyunu alıyor çünkü köklerinin üzerinden o sokağın tüm bahçelerine giden su geçiyor..."Bu bilgiye sevindim doğrusu. Kendisine teşekkür ediyorum. Bu bilgilendirmenin ardından bu paylaşımı kaldırmak istedim. Kamuoyunun bilinçlenmesi, yetkililerin bu ağaçlara daha fazla itina göstermesi temennisiyle paylaşım kaldırılmamıştır.

Not: M. Ş. isimli hocamızın bilgilendirici yorumunu da buraya alıyorum: "Ağacın altından su geçiyor ancak gövdesinin genişlemesini engelleyen asfaltın gövdesine değmeyecek şekilde açılması gerekir. Boğazı sıkılan bir adam su içebilir mi? Ağacın kabuğu belli bir bölümü kalkarsa ağaç kendini onarabilir ancak kabuk çepeçevre soyulursa ağaç mutlaka kurur. Ağacın gövdesini çepeçevre saran asfalt, gövde büyüdükçe kabuğu kesecek ve çepeçevre kabuğu kesilen ağaç ölecek. Acilen bu durumda olan ağaçların dipleri açılmalı." Kendisine teşekkür ediyorum. 

30 Haziran 2020 Salı

Taraklara Elveda!


Kaş dışında saçımda, bıyığımda ve sakalımda bir tane saç, kıl, tel ve tüy bulun
da göreyim. Bulana benden bir çay. Bulamazsınız. Kendi mahsulüm. El emeği, göz nuru ne de olsa.

Ben öyle bildiğiniz berberlerden değilim. Saç, kıl, tel ve namına ne varsa hepsini çeker alırım. Bu konuda değme berberler elime su dökemez.

İsteyene bu şekil tıraş yaparım. Çayın dışında berber parası da almam. Bizde saç kesimi tek çeşit. Öyle nasıl olsun tıraşınız sorusu sorulmaz. 

Bu tıraşla,
1.Kafanız küçülür.
2.Saçınız kolay kolay büyümez.
3.Sık sık berber ihtiyacınız olmaz.
4.Ayda bir, bir berbere para ödeme durumunda kalmazsınız.
5.Yıkandıktan sonra saçımı kurutmam lazım derdiniz olmaz. Saç kurutma makinesi kullanmak durumunda kalmazsınız. Yıkan-çık modeli bunun adı. Saçınız ıslak çıkmayınca kolay kolay hastalanmayacaksınız, soğuk algınlığı hali yaşamayacak, en azından sinüzit olmayacaksınız. 
6.Hem elektrikten hem berberden tasarruf ederek aile bütçesine katkıda bulunacak. Berberde sıra beklemek durumunda kalmayacak ve vaktinizi daha önemli işlerinizde değerlendireceksiniz. 
7.Tarak taşıma, benim tarağım nerede, saçımı taramam lazım derdiniz olmayacak. Aynanın karşısına geçip saatlerce oyalanmayacaksınız. Yataktan kalktığınız gibi gözünüz kapalı dışarıya çıkabilirsiniz.
8.Saçınız daha bir gür çıkar.
9.Tıraşımız tamamen hijyen bir ortamda yapılmaktadır.

Acemisin. Acemi berbere benziyorsunuz diyebilirsiniz. Bu düşünceye sahip kişiye kızmam. Zira gözünde problem var, görme özürlü, önce bir göz doktoruna görünsün derim. Halebi orada ise arşın burada. Şekil A, B, C, D'de görülüyor.

Kendi kendime kimseden yardım almadan yaptığım ikinci tıraşım. Yani acemiliği kendi üzerimde atlattım. 

Bu yaştan sonra berber salonu açma düşüncem yok. Berberlerin ekmeğini elinden almak istemem. Onlar ekmeklerini yemeye devam etsinler. Ama bu değerin yok olup gitmesine de gönlüm razı olmaz. Bu yüzden berberler konfederasyonu başkanlığını düşünebilirim. Çok özel ve hatırından çıkamayacağım dostlarımın tıraşını berberler odasında muhabbet arasında tıraş edebilirim.

Başkan olduktan sonra odama bağlı berberler -ki bana bağlı olmayan berber dükkanı açamaz- tek çeşit tıraş yani benim tıraşım gibi yapacak. Kafada saç namına bir şey kalmayacak. Bu modelin adı ne derseniz? Modelle işimiz olmaz ama siz buna başkanın tıraşı diyebilirsiniz. Mevcutlar ve yeni salon açacak berberlere salon açabilmeleri için koyacağım değişmez tek şart budur. Bilmem anlatabildim mi? Anlaşıldı ise tekrar anlatayım diyeceğim ama zaman kaybı. En iyisi saçınız üzerinde göstereyim bunu.

ÖSYM Sınırları Zorluyor *

Her yıl 2,5 milyona yakın gencimizin iyi bir üniversitenin gelecek vadeden bölümlerini kazanmak için ter döktüğü ÖSYM tarafından yapılan sınavlar, hem sınav öncesi hem sınav anı hem de sınav sonrası adından sıkça söz ettiriyor. ÖSYM bu konuda zirveyi kimseye bırakmıyor, daima tartışmanın odağı oluyor ve her sınavda tahammül sınırını aşacak şekilde sınırları biraz daha zorluyor.

Sınavın güvenliği açısından koyduğu kuralların bir kısmı mantıklı olmakla beraber  “Askerliğin başladığı yerde mantık biter” misali koyduğu kriterlerin çoğu, gereksiz ve sınırları zorlayan kurallar. Öyle kriterler var ki öğrenciler sınava neredeyse anadan üryan girmiş oluyorlar ve her kural da acımasız bir şekilde uygulanmaktadır. Özellikle sınav başlamadan, sınav kapılarının 15 dakika önce kapanması kuralından az öğrencinin canı yanmadı. (Biz “falan öğrenciyi emniyet müdürü sınavına yetiştirdi” diye seviniyoruz. Hiç ÖSYM’yi sorgulamıyoruz. Emniyet müdürünü bulamayan öğrenciler ne yapacak?)

Sınavın geçerliliği ile ilgili her ne olursa olsun sınav esnasında öğrencinin asla salon dışına çıkamaması kuralı ise ayrı bir garabet. Sınav heyecanı ve stresi dolayısıyla kazara öğrenci lavaboya gitmek istese ya da rahatsızlansa bu demektir ki 4 yıllık emeği boşa gidecek demektir. Çünkü sınavı iptal oluyor. İki tane öğrenci sınavın ilk 40 dakikasında lavaboya gitmek durumunda kaldıklarını gördüm. Sınavları iptal olan bu öğrenciler, sınavın bitmesine 75 dakika kalıncaya kadar sınav merkezinden de ayrılamadılar. Çünkü kural böyle. Arkadaşları, salonlarında sınavlarını olurken bu iki çocuk, bu süre zarfında için için ağlayıp durdular. Yazık gerçekten! Tamam, sınav salonundan öğrenci “Lavaboya gidebilir miyim” diye zırt pırt çıkmasın. Üç saatlik bir sınavda da lavaboya ihtiyacı olan bir öğrenci, gözetmen nezaretinde lavaboya gidebilsin. Adaylara, isteyen lavaboya gidebilir dense bile çoğu genç salonu terk etmez. Çünkü zamanla yarışıyorlar. Bu kuralı koyan ÖSYM şunu mu istiyor: Her öğrenci, sınava müracaat öncesi bir doktor bulup “Şu rahatsızlığından dolayı lavaboya gidebilir” raporu almalı.

Sınavın içeriğine gelince öyle sorulara yer veriliyor ki soruyu çözmeye çalışan çocuk, Türkçe bunun neresinde diyor çoğu zaman. Sorular felsefe sorusu mu yoksa Türkçe mi tartışılır. Özellikle TYT Türkçe soruları öğrencilerin moralini bozdu. Sınava giren öğrencilerin şu yorumlarına bakar mısınız?

“Sınav sorularını Thales hazırlamış diye haberler var”. (Thales, Batı felsefesinin kurucusu sayılan bir filozof.) “Türkçe, full felsefe gibiydi. Ayıp olmasın diye iki tane dilbilgisi koymuşlar…”. “Türkçe sorularının felsefe sorusu gibi oluşu yüzünden 45 soru, felsefe çözmüşüm gibi hissediyorum”.)

“Türkçe paragrafları kısa olmuş kanka. Keşke roman falan koysaydın”. ”Türkçe yetişmedi”. (Yeni nesil sorular maalesef böyle. Sorunun uzunluğunu gören çocuğun, daha başta morali bozuluyor. Bu sınavın en olumlu yönü sınav süresinin artırılması olmuştur. Sanırım süre yine de yeterli gelmedi.)

“Türkçe çok çok fenaydı. Bir tek bana zor gelmemiş. Arkadaşlarımla da konuştum. Hepsi Türkçeden yakınıyor”. (Öğrenciler elensin diye Türkçe soruları alabildiğine zorlaştırılmış. Bu soruları gören Türkçemizden nefret eder maalesef. Zorluğundan geçtim. Mantığı zorlayan mantık ötesi sorular... Parçayı anladıktan sonra soruyu soranın mantığını kavramak için öğrencilerin epey bir terlemesi gerekiyor.)

TYT Türkçenin tuzu biberi sorusu Mabel Matiz ile ilgili sorulan iki soruydu. Tepkilerin bir kısmına yer veriyorum: (“Lan Mabel Matiz'in Türkçe sorularında ne işi vaaarrrrr”. “Türkçe sorularından birini kadraj magazin hazırladı herhalde Mabel Matiz ne alaka”. “Mabel Matizin maya adlı albümünün geçmişini ve tarihini de öğrenmiş olduk”. “Mabel Matiz dinlemedim diye iki Türkçe sorusu gitti”.)

Özellikle Mabel Matiz ile ilgili sorulan sorulara, sadece öğrenciler değil; yaşantısı, paylaşımları ve düşünceleri dolayısıyla sanatçıya kamuoyunun genelinde de tepki var. Bu derece tartışma konusu olan birine, sınavlarda özellikle ismiyle yer verilmemeliydi diye düşünüyorum. Maalesef soruları hazırlayan uzmanlar, bu konuda bir hassasiyet göstermemişler ve halkın değerlerini hiçe saymışlardır.

Verdiğim örneklerle yazımı uzattım. Kısaca şunu söyleyeyim. ÖSYM, milyonlarca öğrenciyi nasıl elerim, onları nasıl başarısız gösteririm diye Türkçenin üzerinden elini çekmesi lazım. Zorluk derecesi soruyu başka hangi dersten sorarsa sorsun, öğrencileri nasıl elerse elesin ama gençlerimizi Türkçemizden soğutmasın. Bir diğer husus, sınav güvenliği açısından aldığı tedbirleri ÖSYM’nin yeniden gözden geçirmesinde fayda var. Bazı anlamsız kriterlerini esnetmekle bu işe başlayabilir.

*01/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.