30 Haziran 2020 Salı

ÖSYM Sınırları Zorluyor *


Her yıl 2,5 milyona yakın gencimizin iyi bir üniversitenin gelecek vadeden bölümlerini kazanmak için ter döktüğü ÖSYM tarafından yapılan sınavlar, hem sınav öncesi hem sınav anı hem de sınav sonrası adından sıkça söz ettiriyor. ÖSYM bu konuda zirveyi kimseye bırakmıyor, daima tartışmanın odağı oluyor ve her sınavda tahammül sınırını aşacak şekilde sınırları biraz daha zorluyor.

Sınavın güvenliği açısından koyduğu kuralların bir kısmı mantıklı olmakla beraber  “Askerliğin başladığı yerde mantık biter” misali koyduğu kriterlerin çoğu, gereksiz ve sınırları zorlayan kurallar. Öyle kriterler var ki öğrenciler sınava neredeyse anadan üryan girmiş oluyorlar ve her kural da acımasız bir şekilde uygulanmaktadır. Özellikle sınav başlamadan, sınav kapılarının 15 dakika önce kapanması kuralından az öğrencinin canı yanmadı. (Biz “falan öğrenciyi emniyet müdürü sınavına yetiştirdi” diye seviniyoruz. Hiç ÖSYM’yi sorgulamıyoruz. Emniyet müdürünü bulamayan öğrenciler ne yapacak?)

Sınavın geçerliliği ile ilgili her ne olursa olsun sınav esnasında öğrencinin asla salon dışına çıkamaması kuralı ise ayrı bir garabet. Sınav heyecanı ve stresi dolayısıyla kazara öğrenci lavaboya gitmek istese ya da rahatsızlansa bu demektir ki 4 yıllık emeği boşa gidecek demektir. Çünkü sınavı iptal oluyor. İki tane öğrenci sınavın ilk 40 dakikasında lavaboya gitmek durumunda kaldıklarını gördüm. Sınavları iptal olan bu öğrenciler, sınavın bitmesine 75 dakika kalıncaya kadar sınav merkezinden de ayrılamadılar. Çünkü kural böyle. Arkadaşları, salonlarında sınavlarını olurken bu iki çocuk, bu süre zarfında için için ağlayıp durdular. Yazık gerçekten! Tamam, sınav salonundan öğrenci “Lavaboya gidebilir miyim” diye zırt pırt çıkmasın. Üç saatlik bir sınavda da lavaboya ihtiyacı olan bir öğrenci, gözetmen nezaretinde lavaboya gidebilsin. Adaylara, isteyen lavaboya gidebilir dense bile çoğu genç salonu terk etmez. Çünkü zamanla yarışıyorlar. Bu kuralı koyan ÖSYM şunu mu istiyor: Her öğrenci, sınava müracaat öncesi bir doktor bulup “Şu rahatsızlığından dolayı lavaboya gidebilir” raporu almalı.

Sınavın içeriğine gelince öyle sorulara yer veriliyor ki soruyu çözmeye çalışan çocuk, Türkçe bunun neresinde diyor çoğu zaman. Sorular felsefe sorusu mu yoksa Türkçe mi tartışılır. Özellikle TYT Türkçe soruları öğrencilerin moralini bozdu. Sınava giren öğrencilerin şu yorumlarına bakar mısınız?
“Sınav sorularını Thales hazırlamış diye haberler var”. (Thales, Batı felsefesinin kurucusu sayılan bir filozof.) “Türkçe, full felsefe gibiydi. Ayıp olmasın diye iki tane dilbilgisi koymuşlar…”. “Türkçe sorularının felsefe sorusu gibi oluşu yüzünden 45 soru, felsefe çözmüşüm gibi hissediyorum”.)
“Türkçe paragrafları kısa olmuş kanka. Keşke roman falan koysaydın”. ”Türkçe yetişmedi”. (Yeni nesil sorular maalesef böyle. Sorunun uzunluğunu gören çocuğun, daha başta morali bozuluyor. Bu sınavın en olumlu yönü sınav süresinin artırılması olmuştur. Sanırım süre yine de yeterli gelmedi.)
“Türkçe çok çok fenaydı. Bir tek bana zor gelmemiş. Arkadaşlarımla da konuştum. Hepsi Türkçeden yakınıyor”. (Öğrenciler elensin diye Türkçe soruları alabildiğine zorlaştırılmış. Bu soruları gören Türkçemizden nefret eder maalesef. Zorluğundan geçtim. Mantığı zorlayan mantık ötesi sorular... Parçayı anladıktan sonra soruyu soranın mantığını kavramak için öğrencilerin epey bir terlemesi gerekiyor.)

TYT Türkçenin tuzu biberi sorusu Mabel Matiz ile ilgili sorulan iki soruydu. Tepkilerin bir kısmına yer veriyorum: (“Lan Mabel Matiz'in Türkçe sorularında ne işi vaaarrrrr”. “Türkçe sorularından birini kadraj magazin hazırladı herhalde Mabel Matiz ne alaka”. “Mabel Matizin maya adlı albümünün geçmişini ve tarihini de öğrenmiş olduk”. “Mabel Matiz dinlemedim diye iki Türkçe sorusu gitti”.)

Özellikle Mabel Matiz ile ilgili sorulan sorulara, sadece öğrenciler değil; yaşantısı, paylaşımları ve düşünceleri dolayısıyla sanatçıya kamuoyunun genelinde de tepki var. Bu derece tartışma konusu olan birine, sınavlarda özellikle ismiyle yer verilmemeliydi diye düşünüyorum. Maalesef soruları hazırlayan uzmanlar, bu konuda bir hassasiyet göstermemişler ve halkın değerlerini hiçe saymışlardır.
Verdiğim örneklerle yazımı uzattım. Kısaca şunu söyleyeyim. ÖSYM, milyonlarca öğrenciyi nasıl elerim, onları nasıl başarısız gösteririm diye Türkçenin üzerinden elini çekmesi lazım. Zorluk derecesi soruyu başka hangi dersten sorarsa sorsun, öğrencileri nasıl elerse elesin ama gençlerimizi Türkçemizden soğutmasın. Bir diğer husus, sınav güvenliği açısından aldığı tedbirleri ÖSYM’nin yeniden gözden geçirmesinde fayda var. Bazı anlamsız kriterlerini esnetmekle bu işe başlayabilir.

*01/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

28 Haziran 2020 Pazar

Hassasiyeti Ara ki Bulasın! ***

LGS ve YKS sınavları, çocuklarımızın ve gençlerimizin geleceğine yön veren hayati sınavlardandır. Bundandır ki bu sınavların yapıldığı günlerde devletin kurum ve kuruluşları; sınavın ses ve gürültüden uzak bir şekilde geçmesine özen gösterirler ve bir dizi tedbirler alırlar ve uyarılarda bulunurlar. Çünkü sınava giren öğrenci için sınav güvenliği yanında sınavın ses ve gürültüden uzak bir ortamda yapılması olmazsa olmazdır. Bu sınavlar zamanla yarışılan sınavlardır. Aday, yeni nesil uzun soruları okuyup anlayacak ve analiz edecek. Ardından, soruyu hazırlayan kişinin kastettiğini tespit edip birbirine yakın çeldirici cevaplardan birini bulup çıkaracak. Bir tık sesi, çocuğun okuduğu soruyu tekrar okuması demektir. Bu da zaman kaybı ve moralinin bozulması demektir.

2020 LGS ve YKS sınavları, salgın nedeniyle olağanüstü bir ortamda yapıldı ve tüm tedbirlere ilaveten devlet bu sınavların yapıldığı tarihlerde kısıtlılığa gitti. Yerinde bir hassasiyet. Ki olması gereken de bu. Pekiyi aynı hassasiyeti hepimiz gösteriyor muyuz? Cevabın elbette, olmasını çok isterdim. Vereceğim örneklerle aynı özeni göstermediğimiz görülecektir:

TYT sınavında salonda gözetmenim. Salon başkanım kürsüde oturuyor. Ara ara yerinden kalkıp bir dolaşıyor. Her kalkışı bir gürültü bir gürültü. Çünkü tüm salonu yukarıdan görme imkanı versin diye kürsünün altına ahşaptan yapılmış yüksekliğin üzerine basıldıkça kulak tırmalayan bir gıcırtı, bir ses ve gürültü ortaya çıkıyor. Diyelim ki bina sahibi kürsüden kaynaklı gürültüyü yok etmek için tedbir almadı. Sınav başladı. Binanın ve kürsünün yabancısı salon başkanı da yüksekliğe çıktı ve oturdu. Baktı ki öğrencileri rahatsız edecek şekilde bir gürültüye sebebiyet veriyor. Bir daha o kürsüye oturmaması, oturduysa da kalkmaması gerekirdi. Ama kaç defa oturdu oturdu kalktı o kocaman boyu ve kilosuyla. Attığı adımların hepsi ben yürüyorum dedi durdu. Sınavı izleyen biri olarak ben bu durumdan rahatsız oldum. Zamanla yarışan öğrencileri varın siz düşünün.

Ben bu yazıya oturduğum zaman pazar günü yapılan 10.15’te başlayıp 13.15’e kadar devam edecek olan AYT sınavı başlamıştı. Mahallemizde bir camiden sala sesi yükselmeye başladı. Görevli sesini saldı ve uzattı da uzattı. Herhalde bir beş dakika sürdü. Kim vefat etmiş diye salanın sonundaki anonsa kulak kabarttım. Kim olduğunu anlayamadım. Vefat eden kimseye Allah rahmet eylesin. Ölüm bu. Ne sınav bilir ne de hayati bir mesele. Böylesi önemli sınavda ölenin kim olduğunu, ne zaman, nereden kalkacağını yakınlarına duyurmak için sala yerine başka bir yol bulunamaz mıydı? Bildiğim kadarıyla Peygamberimiz zamanında sala verme âdeti yoktu. Sanırım, ilk sala okuma Fatımiler zamanında Mısır’da başlamıştır. Bugün tüm eş, dost ve akrabaların cenaze başta olmak üzere birbirine duyuracağı whatsapp grupları vardır. Pekala bu yol ile ölüm duyurulabilirdi. Yine çoğu yerde köy, belde ve ilçe nüfusuna kayıtlı kişilerin ölüm haberlerini, adlarına kurulmuş dernekler, vakıflar veya belediyeler mesaj yoluyla duyurmaktadır. Hakeza sosyal medya yoluyla da tüm sevenlerine haber uçurulabilirdi. Önemli olan bu acı haberi duyurmak değil mi? İlla sala okunması gerekmiyor. Haydi okundu. Kısa kesmeyi de bilmek lazım. Hele bu sala, sınav yapılan okulun yanı başında ise o anda sınav olan çocukların psikolojisini bir düşünün. Herhalde sınavı bırakıp bir güzel salayı dinlemişler ve “Hayat bu. Millet ölümle pençeleşiyor, bense sınavla” demişlerdir.

Salayı dinleyince sabah ki oturumun bitmesine 15 dakika kala bir güzel de ezanlar okunur dedim.
Sınavın bitmesine yakın, sınavdan çıkacak çocuğumu almak için sınavın yapıldığı okula gittim. Gürültü olmasın diye bahçeye bile alınmayan, güneşin altında yanan anne ve babaları kapının önünde sessizce bekleşir buldum. Onlar gibi ben de beklemeye koyuldum. Az sonra merkezi sistemden öğle ezanı okunmaya başladı. Haydi müezzin çabuk bitir dedikse de namaz vaktini duyurmanın ötesinde tüm maharetini konuşturdu müezzin. Bitime 15 kala bir beş dakika sürdü ezan.

Bizim Diyanet haktan ayrılmaz. Öğleden sonra da YDT(Yabancı Dil Testi) var. Onlara da ikindi ezanını okur, dedim. Sabah okunan sala ile birlikte benim için öğle ve ikindi vaktinde neler olacağı zaten belli olmuştu. Nitekim dediğim gibi oldu. Öngörümü yalan çıkarmadığı için Diyanet’i tebrik ediyorum buradan.

Yanlış anlaşılmasın,  okunan ezandan rahatsızlık falan duymadım. Zira bu ezanlar Akif’in “Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli/Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli” beytinde belirttiği gibi daima bu ülkede beş vakit okunmalı. Ama okunan ezana rağmen konan kısıtlılıktan dolayı kimsenin camilere gidemeyeceği ve devam etmekte olan hayati sınavlar göz önüne alınarak bu vakitlerde ezan da okunmamalıydı. Bunu cami görevlilerinden ziyade Diyanet İşleri Başkanı düşünmeli ve “Yapılacak olan sınavlar dolayısıyla pazar günü öğle ve ikindi ezanları minarelerden okunmayacak” talimatını illere göndermeliydi. Maalesef bu hassasiyeti de DİB’den göremedik. Halbuki bu ince düşünce, çocuk ve gençlerin gözünde Başkanı ayrı bir yere oturturdu. Başkan, sigaraya ve personelinin faizsiz bankadan maaş almasına gösterdiği hassasiyeti burada da göstermeliydi. Heyhat ki heyhat... Ben de bu Başkandan çok şey bekliyorum. Maalesef bu hassasiyet denen şey ne alınır ne de satılır. Hele bazılarında ara ki bulasın.

Farkındayım, sözlerimi uzattım. Son olarak şunu söyleyeyim. Yeri geldiği zaman torunu, üzerine bindiği için Peygamberin secdeyi uzattığını, ağlayan bir çocuk gördüğü zaman namazı kısalttığını anlatır dururuz. Bu anlattığımızla da Peygamberin, çocuklara verdiği önemi ve ortaya koyduğu bir hassasiyetini dile getirmeye çalışırız. Nedense aynı duyarlılığı biz ne düşünüyoruz ne de uyguluyoruz. Kusura bakmayın ama peygamberden daha Müslüman’ız sanki! Unutmayalım ki kimse peygamberden daha Müslüman olamaz. Bu mesele kıyas bile götürmez. Bir derdimi anlatmak için bu ifadeyi kullandım. Umarım, peygamberin gösterdiği duyarlılığı sadece anlatmakla kalmayız, bir gün bizler de uygularız.

***30/06/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

Yeni Yüz Gece Bekçileri *


Kısıtlılığın olduğu LGS’de sınavdan çıkıp aracımla evime doğru giderken gençten iki gece bekçisi durdurdu.  Bir tanesi, “Beyefendi! Kısıtlılık var. Niçin dışarıdasın?” dedi. Sınavdan geliyorum” dedim ve görev kağıdımı göstermek için elimi cebime doğru götürürken “Öğretmen misiniz?” dedi. Evet dedim. “Tamam o zaman. Kağıt göstermenize gerek yok. Buyurun hocam” dedi. Kolaylıklar dileyerek yoluma devam ettim.

YKS’nin birinci etabı olan TYT sınavının bittiği cumartesi akşamı yürüyüşümü serinde yapayım diye evden çıktım. Tam yürüyüş parkuruna yaklaşırken maskeyi evde unuttuğumu hatırladım. Yanımda eşim olduğu için maske için eve geri dönmedim. Eşimi yürüyüş parkurunda bırakarak tenha cadde ve sokaklarda, insanlar ve kalabalıklardan uzak bir şekilde yürümeye başladım. Önüme yine iki gece bekçisi çıktı. Selam verdiler. “Masken yok muydu?” dediler. Durumumu anlattım kendilerine. “Bir daha unutmayalım, olmaz mı? İyi akşamlar” dediler. Onlar yoluna, ben yoluma devam ettim.

Polisi görmeye alışkın olduğumuz yerlerde bir zamanlar kaldırılan, şimdilerde yeniden yaygınlaşmaya başlayan gece bekçileriyle bundan sonra daha fazla karşılaşacağız anlaşılan. Özellikle polisin olmadığı mahalle aralarında gece bekçilerini görmek meskûn mahallere bir güven ortamı sağlayacağını düşünüyorum.

Biri gündüz diğeri akşam olmak üzere iki defa muhatap olduğum gece bekçilerine içim ısındı. Davranış ve nezaketlerini takdir ettim. Halden anlayan bir iş anlayışına sahip olduklarını, salt ceza yazmaktan ziyade rehberlik görevini de yapmaya çalıştıklarını müşahede ettim ve kendilerini daha bir insancıl gördüm. Küçüklüğümde gördüğüm yaşlı, kilolu ve göbekli, suçluyu yakalamaktan aciz, asık suratlı, korku veren, bol düdük öttüren bekçiler gitmiş; daha genç, kilo ve göbek sorunu olmayan, yüzlerinde güler yüz eksik olmayan cevval gece bekçileri gelmiş. Yeni nesil bekçilerin bulunduğu muhitte bir suça karışsam, bekçi geliyor diye kaçmaya kalksam, beni çok geçmeden yakalayacak bir enerjiye sahipler. Hasılı suça karışma zamanını kaçırmışım. Bu işi önceleri yapmalıymışım.

Gece bekçileriyle ilgili bazıları “Madem ihtiyaç vardı. Dün niye kaldırdılar, bugün niye tekrar gece bekçisi ihdas ediyorlar” şeklinde bir eleştiri getiriyor olsalar da bu duruma, demek ki yanlışta ısrar edilmemiş, bu yanlıştan dönülmüş demek lazım şu aşamada. Bekçiler ne kadar maaş alıyorlar, özlük hakları nelerdir? Bu durumu detaylı bir şekilde bilmemekle beraber çok da merak etmiyorum. Çünkü maaş konusunda kimin ne aldığına bakmam. Kendi durumumu değerlendirirken de kendimden düşük gelire sahip olanlara bakarak kendimi tatmin ediyorum. Yine maaşları konusunda sosyal medyada bazıları “Bunlar lise mezunu. Daha şimdiden şu kadar maaş alıyorlar. Halbuki 25 yıllık bir meslek erbabı bunlar kadar almıyor” dese de üstlendikleri görev ve bulundukları yerlere verdikleri huzur ve güven, ayrıca polisin olmadığı yerlerde polisin eksikliğini kapatmaları yönüyle ne mezuniyetlerini ne de aldıkları maaşı hesaba katarım. Görevlerini layıkıyla yaptıkları müddetçe kendilerine takdir edilen maaş ve özlük hakları kendilerine helali hoş olsun.

Küçüklüğümde gördüğüm kilolu ve yaşlı gece bekçilerini gözümün önüne tekrar getiriyorum. Onları kilolu yapan durumun, gündüz istirahata çekilip gece mesai yapmaları dolayısıyla olduğunu düşünüyorum. Buna bir de hareketsizlik ekleyince haliyle bu kişiler kilo ve göbek sorunuyla muhatap olabiliyorlar. Bu yeni nesil gece bekçileri de meslekte kıdemleştikçe bir gün mutlaka yaşlanacaklar.  Zira bundan kaçış yok. Kilo ve göbek sorunuyla karşılaşmamaları için onlara düşen, daima dinamik olmalarıdır. Gördüğüm kadarıyla beni yakaladıklarına göre görevli oldukları mahallerde bir baştan öbür başa sürekli yürüyorlar. Bu yürüyüş onlarda oluşabilecek kilo sorununun önüne geçer.  Buna bir de spor eklerlerse vücutları sağlıklı olduğu gibi şimdi gördüğüm gibi dinç olarak kalmaya devam ederler. Bu görüntüleri suçlulara da gözdağı vermiş olur.

İçimin ısındığı, kanımın kaynadığı, halktan biri olarak gördüğüm bu yeni yüz gece bekçileri, hem vücut hem halka davranış hem de sarf ettikleri efor yönünden bugün nasıl iseler, aynı pozitifliği mesleklerinde ilerledikçe de devam ettirmeleri en büyük temennimdir. Çünkü bizde mesleğin gediklisi olunca eski ideal, efor ve davranışımızın yerinde yeller eser. Umarım bozulmazlar.

*29/06/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

26 Haziran 2020 Cuma

Bakmak mı, Görmek mi? ***

Berberlere kısıtlamanın olmadığı yılların birinde saç tıraşı olmak için berber koltuğuna oturdum. Berber koltuğuna oturmuşsan berber seni rahat bırakıvermez. Bir taraftan tıraşını yaparken aynı zamanda olup bitenlerden haberler verir, ardından seni konuşturur. Çünkü piyasanın nabzının attığı yerlerden biri de berber salonlarıdır. Şuradan, buradan derken söz döndü dolaştı, havaların soğuk gittiğine getirdi berber. Mevsim kıştı zira. Zaten orta yerde konuşacak bir konu yoksa diğer konulara girmek için havalardan bahsedilir önce. Ardımda sıra bekleyen konuştu, berber konuştu. Evsiz barksız, odun, kömürü ve kıyafeti olmayanlara acınıldı. Mevsimine göre giyinmek gerektiği, bazılarının dekolte giyindiği belirtildi.

Tüm bu konuşmaları ben sessizce dinliyorum. Bana “Öyle değil mi arkadaş? Sen ne düşünüyorsun bu konuda dedi. Ben de üzerimdeki kıyafeti görüyorsunuz, alabildiğine giyindim. Bu halimle üşüyorum. Dışarıda bu havada dekolte giyinen bazıları, kuruma veya çalıştığı işyerine geldiği zaman “dondum” diyerek kendini kalorifer peteğinin yanına atar dedim. Ardından çalıştığım kurumda başımdan geçen bir anekdotu anlattım: Mart ya da nisan ayında derecelerin 17-18’i gösterdiği, hafif bir esintinin olduğu, güneşin kah açtığı kah kapandığı bulutlu bir gündü. Hizmetli odama gelerek kaloriferi yakayım mı dedi. Ben üşümüyorum. Arkadaşlara bir sor. Üşüyoruz diyorlarsa yakabilirsin dedim. Görevli az sonra odama geldi. Kimse üşüdüğünü söylemedi dedi. O zaman kalsın dedim.

İşimize koyulduk. İşe öğleden sonra gelen bir hanımefendi odama gelerek “Kaloriferin niye yanmadığını” sordu. Ben de sabah ki olup biteni kendisine aktardım. Bana olur mu? Üşüyoruz burada dedi. Bunun üzerine personeli üşütmeyelim diye birkaç saatliğine kaloriferleri yaktırdım. Kurumda bu personelden başka bayanlar da vardı. Onların üşümeyip bu hanımefendinin üşümesi normaldi. Çünkü alabildiğine dekolte giyinmiş, giydiği eteğin altına incesinden de olsa çorap bile giymemiş. Bu giyim ve kuşamı görünce “Mübarek! Keşke biraz iyi giyinseydin” demek geçti içimden. Ama söyleyemedim dedim. Benden sonra tıraş olmak için bekleyen, “Kadının çorap giymediğini nereden gördün. Ben bugüne kadar kimin ne giydiğine hiç bakmadım” demez mi? Bunun üzerine siz bakmayabilir veya görmeyebilirsiniz ama ben gördüm dedim.

Yedi yıl önce başımdan geçen bu anekdotu anlatmamın sebebi, 25 Haziran tarihli gazetemizde “İfrat ve Tefritte En Güzeli, Ortası Olmaktır” başlıklı yazıma M.G. rumuzlu bir okuyucumun, yazımın altına yaptığı şu yorumdur: “İnsan baktığını görür derler. Kendi adıma hiç göbeği açık kadın görmedim. Çünkü hiçbir kadının göbeğine bakmıyorum. Konuşmam gerekiyorsa da yüzüne bakıyorum. İnsanların göbeğinin açık olması da kimseyi ilgilendirmez”. Okuyucum bir hassasiyetini dile getirmiş. Konunun hassasiyeti, aynı zamanda beni itham etmesinden dolayı kendisine kısa bir cevap yazmak istedim ise de belki bu konuda başka okuyucularım da aynı kanaatte olabilir düşüncesiyle bu konuyu ayrı bir yazı konusu edinmek istedim. Yazım, salt kendisine cevap olmaktan ziyade genel bir değerlendirme olacaktır. Bu imkanı verdiğinden dolayı kendisine buradan teşekkür ediyorum.

Yazımı okumayanlar için kısaca özetleyeyim: Bazı hanımefendilerin göbeğini gösterdiğini, sanırım moda olduğunu, bu şekil olanlara yani modaya uyanlara baktığımız zaman ince belli yani zayıf olduklarını işlemeye çalıştım. Ardından giyim ve kuşamda ne çok açık ne de çok kapalı olmak yerine bunların ortasının daha uygun olacağını ifade ettim. Bu tespitte bulunurken de yazıma yarı mizah kattım. Baskı yok, ayıplama yok. Okuyucum, kusura bakmasın, bu durumu -sorun olarak- görmeyebilir, ben veya başkası bunu sorun olarak görebiliriz. Ben gördüklerimi ve herkesin bildiğini kendi üslubumla kaleme alıyorum. Yazarken de bir amme hizmeti görevi ifa ettiğimi düşünüyorum. Zira yazmaya başlarken kendimin ve toplumun dert edindiği her şeyi dağarcığım el verdiği müddetçe yazacağıma dair ilk yazım “Girizgah”ta da yer verdim. Görüşlerim, analizlerim, tespitlerim, öncelik ve hassasiyetlerim beni bağlar. Yazdıklarım yüzde yüz doğru tespittir iddiam hiç olmadı. Siz katılır veya katılmazsınız.

Yazarken de sadece bakmam. Aynı zamanda 2,75 gözlük numarama rağmen görürüm. Görmekle de yetinmem. Aynı zamanda gören gözlerimle fotoğrafını çekerim. Fotoğrafla da yetinmem. Aynı zamanda analiz eder, anlarım. (Görmek demek, seyretmek değildir.) Yeri gelir, konuşmalara kulak misafiri olurum. Okurum, konuşanı dinlerim ve ihtiyaç hissedersem yazı konusu edinirim. Durum bundan ibaret. Dinlerken de ne göbeğine bakarım ne de ayağına. Herkes gibi ben de yüzüne bakarım. Ama giyim-kuşam ve kılık-kıyafeti de dikkatimi çeker. Yani bakar kör değilim, trene bakar gibi de bakmam. Görürüm ama seyretmem.

Giyim-kuşamda herkes istediğini giyme özgürlüğüne sahiptir. Ama “İnsanlar kıyafetleriyle karşılanır. Fikirleriyle uğurlanır”. Ben de kişileri fikirleriyle tanımak isterim. Önemli olan da budur.

Yazıma son verirken kısaca bakmak ve görmek fiilinden de bahsedeyim. Çünkü zaman zaman bakmak ve görmek fiillerini birbirinin yerine aynı anlamda kullansak da bu kelimeler aynı anlamlara gelmez. Bakmak ile görmek arasında fark vardır. Bu konuda Eyüp Salih "İnsan bakar da baktığını göremeyebilir. Çünkü bakmak ve görmek birbirinden ayrı şeylerdir. Bakmak, göz organının yüzeysel bir işidir. Görmek ise aklın, mantığın, kalbin, gönlün, ruhun, birlikte bakmasıyla karar vermesi ile olur. Bakmak her zaman yetmeyebilir, görmeyi de bilmek işin aslı." der bir yazısında.

Sonuç olarak dünya sadece bakan gözlerden ibaret olsaydı, insanların -bu kadar- giyinmesine bile gerek kalmayabilirdi. Çünkü her bakma görme değildir. Bakan gözler olduğu gibi gören gözler de vardır. Üstelik gören gözler bakan gözlere oranla daha fazladır.

***27/06/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

24 Haziran 2020 Çarşamba

Yıllara, Yollara ve Bize Meydan Okuyan Ağaçlar

1 No'lu Resim
2 No'lu Resim

Zamanın büyükleri gölgesinden birileri faydalanır, gelecek nesle oksijen kaynağı olur diye boş bulduğu, uygun yere ne bulduysa dikmiş. 

Onların diktiği yerleri biz parsel parsel satıp evler dikmişiz. Ev dikmişsek yol da açmışız. 

Ev ve yol yaparken de önümüze çıkan ne engel varsa biçmişiz. 

Bereket ki geç de olsa ağaç duyarlılığımız oluşmuş olmalı ki yolun ortasında kalan ağaçlara dokunmamışız. 



Yürürken çektiğim; yıllara, çağlara, yollara meydan okuyan yıllanmış ağaçlardan örnekler göreceksiniz: Yeşiliyle nam salmış Meram ilçesi, Aşkan Mahallesinden... 

Resimlerde gördüğünüz gibi ağaçların bazısı, sokak/yol ortasında kalmış. Belediye sulamak için etrafını çevirmiş, diğer taraflar asfaltlanmış. Yol trafiğe açık. 

Belediye bu ağaçların her birine plaka gibi bir bakım numarası vermiş.


3 No'lu Resim

4 No'lu Resim

Yol ortasında kalmış bazı ağaçlar kavşak görevi görüyor. Doğal bir kavşak olmuş.

Konacak başka bir yer bulunamamış gibi kavşak görevini meccanen üstlenmiş asırlık ağacın yanına çöp konteynırı gömülmüş. Nasılsa dilsiz, sesini çıkarmıyor. Off, pis kokuyor da demiyor. 






5 No'lu Resim

İçi oyulmuş, içten içe çürümeye yüz tutmuş bu ağaç, ihtiyacı varmış gibi konteynıra ve içindeki atıklara oksijen veriyor durmadan. Çöp konteynırının dışında kavşak ağaca trafik işaretleri, yönlendirme levhaları ve NEÜ Rektörlüğünü işaret eden levha da sıkıştırılmış. Haliyle kavşak olmak kolay mı?

Merak ettiğim, Rektörlük binasının olduğu yerde üniversitesinin hiçbir bölümü yok. Bu Rektörlük niçin kampusunda, öğrenci ve üniversite personelinin arasında değil? Acaba rektörlük veya rektör demek eğitim ve öğretimden bağını koparmış, sadece protokol takılan ve temsil görevi gören demek midir? Bana göre rektörlük öğrencisi, binaları ve akademisyeniyle iç içe olmalı. 



6 No'lu Resim

Bir ağaç var ki mülk sahibinin bahçe duvarının tam ortasında kalmış. Asırlık ağacın bir kısmı mülk sahibinde, çoğunluğu da kaldırımda kalmış. Yani ağaç iki beton arasına hapsedilmiş ve özgürlüğü elinden alınmış durumda. Bu ağaç aynı zamanda parselin sınır görevini görüyor. Mal sahibi ihata duvarını beş cm içeriden çekse ağaç iki duvar arasında kalmayacak. Herhalde çok zor değil bu. Hem de sadakayı cariye olur. Olur mu? Niye versin? Değil beş cm, bir cm bile vermez. Bu ağaç bu durumda sulanır mı? Sulansa su tutar mı? Bu da ayrı bir dert. Ağaç dile gelse de ne çektiğini bize bir anlatsa.




Yol ve kavşaklarda gördüğüm bu asırlık ağaçlara bakım numarası veren belediye, vakti geldiği zaman ağaçları budamış ise de bakım eksikliği gördüm. Çoğu ağacın dibinde biten otlar yolunmadığı gibi otlar kurumuş. Sanırım zaman zaman sulanmıyor. Personel, malzeme ve maddi imkanlar yönünden yeterli durumda olan belediyeler için korumaya alınmış bu ağaçların bakımını yapmak çok zor olmasa gerek. Sadece dert edinmek gerek diye düşünüyorum.

 Hasılı bizim için yaşam kaynağı olan kimi asfalt arasına, kimi duvar arasına hapsedilmiş bu ağaçlar, tüm kötü muamelemize rağmen iyi ayakta duruyor. Siz bakmasanız da ben sünnetullah gereği görevimi bihakkın yerine getirmeye devam edeceğim diyerek azmi elden bırakmadan, başı dik bir şekilde hem bize meydan okuyor hem de karşılıksız hizmet vermeye devam ediyor.

 












"Biniciysen Şunu Takalım" *

Aracınızın varsa bakım, onarım, parça değişimi ve kaporta tamiri gibi nedenlerle bir gün sanayi ile yolunuz kesişir. Sizin başınıza geldi mi bilmiyorum. Benim başıma birkaç defa geldi. En sonuncusundan bahsedeyim:
Yağmur yağdığı zamanlarda aracın bazen ön ve arka camından su damlatıyor. İki oto cam ustasına gösterip fiyat aldık. Her ikisinin de söylediği ön ve arka camlar sökülüp yeni yapıştırıcı ile yeniden takılacak. İlki, “yabancı yapıştırıcı istersen 400, yerli kullanırsak 280'e olur” dedi. İkinci, “300'e olur” dedi. Ne yapıştırıcı kullanacağını sordum. “Yabancı” dedi. İhaleyi sonraki ustaya verdik. Başladı yapmaya. Az sonra geldi. “Antipasa ihtiyaç olur, kullanırsak şu kadar” dedi. Tamam dedik. Az sonra “camı sökerken fitiller yırtılırsa bu kadar” dedi. Tamam dedim. Zaten başka da seçeneğimiz yok. İşe başlanmış. Elimiz mahkum. Usta az sonra "Ön camın iyi değil, Çin malı. Sonradan takılmış. Takan da iyi takmamış. Riskli bir cam. Çıkarırken kırılabilir" dedi. Buna da tamam dedim. Camı kırmadan çıkardı ve "Camda taş izi var. Cam, cam özelliğini kaybetmiş. Bu cam takılsa da iyi olmaz. Yapışmaz, tekrar kalkar ve su alır. Baksana yapışkanı tutan camın kenarındaki siyahlıklar kaybolmuş. Binici isen camı yenileyelim. Yok satıcı isen eskisini takalım. Tercih sizin" dedi. Hangi camı takacaksın. Fiyatları bir göreyim dedim. Biri 400, diğeri 600 olan iki seçenek sundu. “400 olan senin eski camdan, Çin malı. Şunu takalım” dedi. Bu nerenin dedim. “Kore malı” dedi. Demek ki Kore'nin malı iyiymiş. 600 liralık Kore camını taktırdım.
Uzatmayayım. Usta ne dedi ise tamam dedim. Her tamam bana pahalıya patladı ama olsun. Burada farklı fiyattan, taksit taksit “şu şöyle olursa böyle olur” üzerinde durmayacağım. Ustalıklarına da bir şey demeyeceğim. Aldıkları da helâli hoş olsun. Zira emek sarf ettiler, haklarıdır. Burada üzerinde duracağım husus, konuşma arasında birkaç defa "Binici isen şunu takalım. Yok satıcı isen bunu takalım" sözüdür. Söz normalde beni korumaya yönelik. Satacaksan ucuzundan tak geç git. Fazla masraf etme demektir. Sağ olsunlar. Ben bile kendimi bu kadar düşünmem. Ama bu sözde bir anormallik yok mu? Bana göre hem de nasıl var. Ahlaki bir sorun var. Ne demek binici veya satıcı isen... Hatta yanımda bana mihmandarlık yapan da “Çin malını taktır” dedi. Farz edelim ki ben bu arabayı satacağım. Sattığım adam bu aracın binicisi olmayacak mı? Ben ucuz yoldan sanayiden kurtulayım. Sattığım binici ne yaparsa yapsın. O da sanayiden çıkmasın. Ben çektim, o da çeksin. Ayrıca iyi değil, işe yaramaz dediğin Çin malını seçenek olarak bana tekrar niye sunuyorsun? 
Oto cam ustasının bana sunduğu "se" li, "sa" lı seçeneği maalesef çoğu sanayi esnafı yapıyor. Hatta araç vuruksa kaporta baştan savma yapılıyor. Sonra boya, pasta-cila yapılıp ardından satılığa çıkarılıyor. Müşteri bu işi en düşük maliyete nasıl çıkarırız hesabı yapsa da ustalar buna tevessül etmemeli diye düşünüyorum. Çünkü Ahilik veya Lonca Teşkilatı üyesi olmak da bunu gerektirir. Alıcı-satıcı, usta-çırak veya binici olalım. Her yaptığımız veya yaptırdığımız ve her sattığımız malı kendimize alıyoruz diye düşünmek ve işimizi düzgün yapmak zorundayız.
Sözün özü, toplumun diğer meslek gruplarında var olan ahlaki kokuşmuşluk bazı sanayi esnafında da var. O yüzden toplum şöyle, böyle diye oturup ahkam kesip dürüstlük abidesi bir görüntü sergilemeyelim. (İstisnalarımız kaideyi bozmaz. Bunlar her meslek grubunda azınlıktalar.)  Ahlaki dejenerasyon az veya çok toplumun tüm katmanlarına yani hepimize şu ya da bu şekilde sirayet etmiş durumda. Vah ki bize vah!

*03/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Bunlara Çip Takılsın! *

Bugün ayaklarım, bir saatlik yürüyüşle beni Tavus Baba'ya götürdü. Doğa, tüm yeşilliği ve doğallığı ile kendisini temaşa edenlere seyir zevki verirken aynı zamanda stres de attırıyor. Oksijeni bol bir yer. Hafif bir rüzgar ortamı serinletiyor. Piknik yapanlar, oturup çay içenler gündüzün bu vaktinde eksik değil. 
Girişteki yoğunluk, yukarılara doğru çıktıkça yerini gençlere bırakmış. Hepsi sere serpe bir yere serpilmiş. Kimi kuytu yer olarak ağacın ardına durmuş, kimi belediyenin -bunlar için- koyduğu banklara yan yana oturarak kumrular gibi birbirlerine sarılmış, kimi de başını sevdiğinin boynuna yaslamış.
Ortam alabildiğine sessiz. Herkes kendi aleminde. Belli ki canım, cicim ayları ve sözleri bitmiş, hal ehli bir durumu yaşıyorlar. Ben yaşamadım ama sanırım hepsi aşkın zirvesini yaşıyorlar Tavus Baba'nın zirvesinde ve eteklerinde. Çoğu da gelip geçenden pek rahatsız olmuyor. Belli ki bu konuda epey tecrübe kazanmışlar. Öyle ya, aşk dediğin bugünden yarına olacak bir şey değil ki...yürek mi dayanır buna. Nikah memuru olsam bu kısa ve kaçamak birliktelik bu aşkı dindirmez, yazık bu kumrulara der, gördüğümün nikahını kıyarım herhalde.
İçlerinde, onların bu doğal ortamını bozan tek şey, yaşına-başına bakmadan; nereye geldim ben, burada ne işim var demeden, sağına soluna ve önüne bakarak dere tepe yürüyen benden başkası değil. Huyumdur. Ne edersiniz ki değiştiremem.
Hasılı anne ve babalar! Çocuğum evden çıkalı ne oldu, daha gelmedi, acaba başına bir şey mi geldi diye endişe etmeyin. Çocuklarınız Tavus Baba'nın zirvesinde emniyetteler. Merak etmeyin! Zira akşam evin yolunu bulurlar. Eğer illa endişe edecekseniz çocuğumun bu gidişatı gidişat değil, şunu bir an evvel baş göz edelim deseniz, iyi olur. Daha zamanı var ama ne yaptığını, kiminle oturup kalktığını öğrenmek istiyorum diyorsanız, bu yazım çocuğunuzun akıbeti hakkında bilgi veriyor. Üstelik bu bilgi için sizden ücret falan talep etmiyorum. Verdiğim bu bilgiyi yeterli görmez, ne yapıp ne ettiğini, kiminle oturup kalktığını görmeliyim ve takip etmeliyim, onu bu konuda yönlendirmeliyim. Zira ben bu konuda çok duyarlıyım diyorsanız, normalde insanlara çip takılmasına karşıyım ama çocuklarınıza çip taktırın derim. Çünkü çipten başka onları kontrol edemezsiniz.
Yeri gelmişken belediyeye de bir sözümüz olsun. Daha doğrusu onlardan bir hizmet isteyelim. Tavus Baba'nın birçok yerinde bölünmüş, içinde ağaç ve güller olan yerlere belediye mezarlıktır levhası asmış. Aşıkların arzı endam ettiği yerler bu şekilde kullanılacaksa buralara "Aşıklar Köşesi" veya "Aşıklar Bahçesi" tabelası asarak buralara sadece aşıklar girsin. Bu mıntıkalara giriş, aşık olmayanlara yasaklansın. Benim gibi biri de yanlarından geçip onları  rahatsız etmesin. Gerçi onlar rahatsız olmadı. Rahatsız olan aşk nedir bilmeyen bendim.
Bu arada yazdıklarımı üstün körü okuyup "Aşıklar arasında sosyal mesafe var mıydı" derseniz siz de aşktan anlamıyorsunuz demektir. Zira aşkta sosyal mesafe olmaz, maske hiç olmaz. Zira aşk bütün engelleri aşar.
Son bir söz de hükümet için söyleyelim. Yani bir hakkını teslim edelim. Hükümet yetkilileri koronavirüs tedbirleri çerçevesinde piknik yerlerini de yasaklamıştı. Tüm yasakların yanında açık hava, bol gıda ve oksijenin olduğu bu yerler bu süreçte niye yasaklanır demiştim. Bunun sebebi hikmetini de böyle anlamış oldum. 

*27/06/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.