30 Mayıs 2020 Cumartesi

Gördüklerimden Utandım *

Malum süreç dolayısıyla eve kapanalı, bir taraftan hayatı eve sığdırmaya çalışırken diğer taraftan da yemeye kendimi vermiş olmalıyım ki hareket de olmayınca göbek çıktı. Sanırım sığdırmaya çalıştığım hayatın bir kısmı göbeğime yerleşti. İş başa düştü, göbeği eritmek için mahallemdeki sokakları arşınlamaya başladım bugünlerde. Günlük bir saat kadar yürüyorum. Benimle beraber göbeğim de yürüyor. Ara ara göbeğimde erime var mı diye bakıyorum. Benden önde yürüdüğüne göre aynı duruyor. Göbeğin bu halinden rahatsız olsam da bana göre tek iyi yanı, gelip geçerken görenler ayakkabıma değil, göbeğime bakıyorlar: Yürü! Anca gidersin, daha çok yürürsün ve bu göbeği zor eritirsin der gibi.

30 Mayıs günü hem ekmek alayım hem de rutin yürümemi yerine getireyim, sokağa çıkma yasağını bir çiğneyen de ben olayım diye mahallemin sokaklarında elimde ekmek yürümeye koyuldum. Her yer ıpıssız ve tenha. Herkes evine kapanmış durumda. Nadir de olsa tek tük araç geçiyor, birkaç çocuk bir araya gelmiş, birlikte bisiklet sürüyorlar, kargo arabaları gözüme çarpıyor. Ekmek almış, evine doğru yürüyen birkaç kişi gördüm. Bütün sokaklar benim anlayacağınız.

Bir saat kadar yürüdüm, yürüyüşümü nihayete erdirmek için yönümü evime doğru çevirdiğimde karşı kaldırımda bir kadın, yanında da elindeki bisikletle kadına eşlik eden bir erkek gördüm. Giyim kuşamlarından ve yaşlarından anladığım kadarıyla kaçamak yapan genç aşıklar olmadıklarına göre sanırım karı kocalar. Yanlarına yaklaşırken aralarında bir anlaşmazlık çıkmış olmalı ki erkek, yanındaki eşinin yüzüne tükürdü. Tükürük şiddetine maruz kalan kadın, böyle bir tepki beklemiyordu ki bulunduğu yerde kala kaldı. Can havliyle kadın bir şey söyledi ama işitemedim. Erkeği, hiç istifini bozmadan yürümesine devam etti. Ne yapacağını bilemez bir durumda bir müddet daha bekleyen kadın, önce yüzüne gelen tükürüğü bir eliyle sildi. Sonrasında, önden gitmekte olan eşine doğru yürümeye başladı çaresiz.

Yanlarından uzaklaştıktan sonra ne yaptılar, kavga büyüyecek mi diye geriye dönüp baktım. Kadın, kendisini beklemekte olan eşinin yanına vardıktan sonra, yaptığından dolayı kocası, özür dileyeceği yerde kadına kızdı. El kol işaretleri yaptı. Bir şeyler söyledi. Sesi bana kadar ulaştı. Ama ne söylediğini anlayamadım. Anladığım, ilkinde hepsini, eşinin yüzüne boşalttığından dolayı tükürüğü kalmamış olmalı ki bu sefer tükürmedi. Bunun yerine B planını uyguladı. Sonrasında ne yaptılar bilmiyorum. En son gördüğüm, kadının kocasının işaret ettiği tarafa doğru önden yürümeye devam ettiğiydi.

Gördüklerimden onlar adına ben utandım. Kızdım da. Kadın adına da üzüldüm. Kendisine yapılan bu muameleyi benim gördüğümü gören kadın da utandı. Öyle zannediyorum üzülmüştür de. Yüzüne tükürülmesine kim üzülmez ki… Tükürmek, en hafifiyle kişinin onurunun ayaklar altına alınmasıdır. Hem benim hem kadının utanması ve üzülmesi normaldir. Çünkü utanma ve haya duygusu insani bir durumdur. Burada esas utanması ve üzülmesi gereken erkekti ve erkeğin kendi kendine “Ben ne yaptım, hayatı paylaştığım eşimin yüzüne tükürdüm, üstelik bunu bir başkasının gördüğünü bile bile yaptım” dercesine pişmanlık duyması gerekirdi. Eşine kızmaya devam ettiğine göre maalesef ne utanma gördüm kendisinde ne de haya. Edep dediğin, parayla satılmıyor ki gidip alsın.

Yazımda ara ara erkek dedim. Aslında gücü sadece hanımına yeten bu tiplere erkekten ziyade soğan erkeği demek lazım. Böylelerine kadın hakları ne yapsın, insanlık ne yapsın, sonuçları itibariyle eleştirdiğimiz 6284 sayılı kanun ne yapsın.

*03/06/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Anlamsız Yasaklar


1 Hazirandan itibaren normalleşme adımları çerçevesinde hemen hemen tüm kısıtlılıklar kaldırılacak. Bize bu durumda hayırlı olsun, inşallah adımla kalmayıp eski normal günlerimize döneriz. Bu yazımda, normalleşme adımlarından amacını anlayamadığım bazı hususlara işaret etmek istiyorum.

1.Dört günlük bayram kısıtlamasının ardından, üç gün dışarı çıktıktan sonra özgürlüğe 2 kala, 30/31 Mayıs günlerinde hafta sonu sokağa çıkma yasağı uygulamanın makul izahı ne olabilir? Bilen varsa izah ederse sevinirim. (Vekil olsaydım, İçişleri veya Sağlık Bakanlarının açıklaması için Mecliste yazılı soru önergesi verirdim.)

2. 1 Hazirandan itibaren aşağı yukarı herkese ve her şeye bir serbestlik gelirken 0-18 yaş arasına uygulanan sokağa çıkma yasağının 2 gün dışında devam edecek olmasının, ne izahı olabilir?

Bildiğim kadarıyla işi-gücü olan 65 yaş üzerindekiler işlerinin başına dönebilecek. Durum bu iken çocuklara yasağın devamını nasıl açıklarız? Bu yasağın amacı, çocukları virüsten korumak ise -bildiğim kadarıyla bu virüs- çocuklara pek uğramıyor. Bırakalım da bu çocuklar cadde, sokak ve parklara çıkabilsinler. Çünkü çocuk dediğin sokaklarda büyür.
Onlara az da olsa sorumluluk verelim. Ekmek almaya, ufak tefek alışveriş yapmaya gitsinler.
Böyle giderse bu çocuklar dışarı çıkmayı unutacaklar, dışarıya çıkmaya ihtiyaç hissetmeyecekler. İyice tembelleşecekler.
Çocuklar, evde durdukça vakit geçirmek için verecekler kendilerini dijital oyun oynamaya. Bu, çocukları iyice asosyalleştirecek. En azından dışarıda durduğu müddetçe dijital ortamdan biraz uzak durmuş olurlardı.
Bir diğer konu, şimdinin ana babaları, dışarıda başına bir şey gelir; ben çektim çocuğum çekmesin düşüncesiyle çocuklarına aşırı korumacı davranıyorlar. Çocukları eve kapatmaya devam etmek, daha da hazır yiyici bir neslin yetişmesine sebebiyet verecek. Bence bu yasak hiç pedagojik değil. Yeniden gözden geçirilmeli.

3.Kısıtlılığın başladığı andan itibaren 1 Hazirana gelinceye kadar vatandaşın piknik yerlerine de gitmesi yasak kapsamındaydı. Bunu da çok anlamış değilim. Halbuki piknik yerleri salgın riskinin en az olduğu, temiz havanın bol olduğu ve stresin atıldığı yerlerdir. Çünkü insanımız piknik yapmaya giderken ailesiyle birlikte gider, piknik yeri seçiminde de tenha olmasına dikkat eder. Siz hiç piknik yerlerinde ailelerin başkasıyla iç içe piknik yaptığını gördünüz mü? Yani piknik yerleri temasın olmadığı veya en az olduğu yerlerdir. Bana göre başından beri insanımızın şehir merkezinde kalabalık yerlerden ziyade piknik yerlerine gitmesi teşvik edilmeliydi. Devletin burada sadece yapacağı piknik kurallarını koymak olmalıydı: Aile ile piknik yapmaya izin verilirken arkadaş, eş, dost ile piknik yapılmasına yasak getirebilirdi.

Yetkililerimizin bir bildiği olmalı…Bizimki sadece anlamaya çalışmak…


29 Mayıs 2020 Cuma

Cuma İzlenimlerim *

*Cuma namazı kılmak için belirlenen yerlerden bir tanesi de Aşkan Mahallesindeki İlahiyat Camii bahçesi idi.
*Girişte görevliler karşıladı gelenleri. Maskesi olmayana maske, seccadesi olmayana seccade verdiler. Malzemesi olanları da kontrol ettiler. Çoğunluk hazırlıklı gelmişti. Maskesini takmayanlara uyarılarını yaptılar. Kapı girişine konan dezenfektandan ellerini dezenfekte etmeleri için herkesi uyardılar.
*Namaz kılmak için belirlenen bahçe, her şerit arasına bir kişi oturacak şekilde önceden şeritle çevrilmiş. Ön tarafa imamın hutbe okuyacağı seyyar bir minber konmuş. Minber olduğuna göre seyyar bir mihrap da konmuştur. Konmuşsa da ağaçlardan göremedim. 
*Cuma için gelenler, kontrolden geçtikten sonra boş bulduğu iki şerit arasına seccadesini serdi. Kimi güneşli yeri kimi de gölge yeri tercih etti. Ayakkabısını çıkaran seccadesine oturdu. Ayakkabıların sair zamanlarda olduğu gibi çalınma riski yoktu. Çünkü ayakkabıları da herkesin yanındaydı. 
*Herkes ezanın okunmasını beklerken kimi telefonuna davrandı, ortamın fotoğrafını çekti. Kimi de "Bu yaşıma geldim, ilk defa böyle cuma kılacağım, ne günlere kaldık" şeklinde serzenişini dile getirdi.
*Normal zamanlarda camilerde cuma kıldığımız zamanlarda camiye gelenlerin çoğu selam vermeden boş bulduğu yere otururdu. Şimdi boş yere oturan yanındakine selam verdi.
*Yerlerine oturanların çoğu maskelerini çıkarmadı. Nizami bir şekilde maskesini taktı. Tek tük de olsa bazıları burnunu gösterecek şekilde maskesini indirdi. Böyleleri olmazsa olmazdı. Her yerde karşılaştığımız bir durumdu. Bunlar, doğuştan gelen nefes alma haklarının yasak ve kurallarla engellenemeyeceği düşüncesinde olanlar olmalı. Gerçi alışveriş merkezleri gibi kalabalık yerler dışında sosyal mesafeye riayet edildiği müddetçe maske takma konusunda biraz esnek olmada bence bir sakınca yok. Çünkü her şeridin arasında en az 1,5 metrelik bir mesafe vardı. Maske takma ve maske takmama ya da nizami takmama işini biraz abarttığımızı düşünüyorum.
*Daha önce hazırlanan ses düzeninden, bahçenin her tarafına sesin gidip gitmediği konusunda ezan okunmadan önce ses kontrolü yapıldı.
*Ezanı dinledik sessizce. Bitiminde görevlinin sesli yaptığı ezan duasına amin dendi. Ezan duası niçin cemaate bırakılmaz da bu şekilde toplu yapılır, çok anlamış değilim. Başta ezan duası olmak üzere her türlü dua, kişilerin kendisine bırakılmalı diye düşünüyorum.
*Cumanın ilk sünnetini kılarken -başkasında da oldu mu bilmiyorum- içimden okurken maske de hareket etti durdu. Demek ki nefesim güçlü. 
*Sair zamanlarda yanımda saf tutan kişinin, içinden okuduğu süre ve duaları bu sefer işitmedim. Ya sosyal mesafeye riayet ederek namaz kıldığımızdan olsa gerek ya da yanıma güya sessiz okuyan birileri oturmadı. Okuduysa da bana kadar gelmedi. Belki de kulaklarım az işitmeye başlamıştır. Hasılı kimin ne okuduğunu işitemedim.
*Namaz kıldığımız yer, çimlerin üzeri olunca secdeye vardığım zaman alın ve burnum sert zeminle temas etmedi. Yani yumuşacık yere secde ettim. İlmihal kitaplarında secde mahallinin sert zemin olması gerektiği yazar. Secdem olmadı ise namaz da olmayacağı için vay benim halime! Burada bir zorunluluk var. Başka da yapılacak bir şey yok.
*Okunan iç ezan, irat edilen hutbeden sonra yapılan kametle birlikte farz için kalktığımızda sair zamanlardaki alışkanlık gereği imamdan, "Safları sık ve düzgün tutun" şeklinde bir uyarı bekledim. Olmadı. Zira imam temkinliydi. 
*Farzın akabinde imanın hutbede iken "Sünneti evde kılın" uyarısından olsa gerek. Çoğunluk cumanın son sünnetini kılmadan seccadesini toplayarak bahçeden ayrıldı. Bir kısmı son sünneti kılmaya kalktı. Kılanlara da bir uyarı gelmedi.

Burada bir temennimi dile getirerek yazımı nihayete erdireyim. Özellikle havaların iyi olduğu zamanlarda, bahçesi uygun olan camilerin bahçelerinde cuma kılınmalı. Camilerin bahçeleri uygun değilse uygun olan başka park, bahçe, pazar alanı, stat, meydan gibi yerler cuma günleri cuma namazı kılmak için hazır hale getirilmeli diye düşünüyorum.

*01/06/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



28 Mayıs 2020 Perşembe

Cumamız Mübarek Olsun! *


Bir gün cuma mesajı yazar gibi “Cumanız Mübarek Olsun” başlıklı bir yazı kaleme alacağımı hiç düşünmemiştim. Bir şeyin kıymetini yokluğunda öğrenmiş olduk. Zira 20 Marttan beri bu ülkede salgın riski nedeniyle cumaya gidemedik. Cuma bize, biz cumaya hasret kaldık. Tamı tamına 10 hafta boyunca cuma kılamadık ve cumasız olduk. Ezanlar okundu, müezzinin ”haydin namaza”, haydin kurtuluşa” çağrısı evlerimizde çınladı. Evet, kurtuluş orada dedik ama gidemedik.

Nihayet birçok alanda atılan normalleşme adımlarından camilerimiz ve cumalarımız da nasibini aldı. Uzun bir aradan sonra, sanki bayram namazına gider gibi bir heyecan duyarak gideceğiz bugün camilere. Allah bu sevinci, cumadan ve ortamdan duyacağımız hazzı hiç eksik etmesin. Tüm camilerde olmasa da bazı camilerimizde sosyal mesafeye riayet etmek ve maske takmak suretiyle bugün(29 Mayıs), camilerin bahçelerinde buluşuyor ve 2,5 ayın ardından ilk cuma namazımızı eda ediyoruz.

Camiye, cemaate ve cumaya kavuşmamız nedeniyle bugün ne kadar sevinsek azdır. Keremine şükür! Allah bir daha bizleri cumasız ve cemaatsiz bırakmasın. İnşallah en kısa zamanda normal saf düzenine geçer, tüm camilerimizde cuma kılınmaya başlar, beş vakit namazın tamamını, camilerde cemaatle kılmak için ortam, müsait hale gelir.

Bakarsınız nice sonra kılacağımız bu ilk cuma namazı, bizim ve ülkemizin kurtuluşu olur. Neden olmasın. Zira bazı rivayetlerde cuma namazının farziyeti ile ilgili ayet, Mekke’de nazil olduğu halde, müşriklerin baskısı yüzünden Mekke’de cuma kılınamamış ve hicret esnasında Ranuna Vadisinde beraberindekilerle birlikte ilk cuma namazını kılmıştır peygamberimiz. Ranuna, Medine’ye üç km’lik mesafede bir vadinin adıdır. Niçin burada kılınmıştır? Çünkü burada müşriklerin sözü geçmez, Müslümanlara baskı uygulayamazlar. Müslümanlar için emniyetli bir yerdir burası. Belki de zorluklardan, şiddet, baskı ve boykottan kurtuluşun ilk cumasını kıldı peygamberimiz o zaman.

Temennim odur ki İstanbul’un Fethinin 567.yıldönümünde uzun bir aradan sonra kılacağımız bu ilk cumanın, bizim için bir anlamı olur ve en azından koronavirüssüz günlere merhaba dememizin başlangıcı olur.  Bu aşamada bize düşen, bu süreci daha kolay ve daha çabuk atlatmak için salgın riskine karşı azami tedbirleri uygulamaya devam etmemizdir.

Bu vesileyle bayramını yapamadığımız ramazan ayının sonrasında kılacağımız bu ilk cuma namazı, bizim için çifte bayram olsun. Zira cuma, müminlerin haftalık bayramıdır aynı zamanda. Allah ibadetinizi kabul etsin. Nice cuma bayramlarına bizleri ebeden kavuştursun inşallah. Bayramınız mübarek ve gözünüz aydın olsun…

*29/05/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





Kara Gün Dostu Meslek Liseleri ***

28 Şubat sürecinin en büyük zararı, şimdilerde mesleki ve teknik lisesi adı verilen meslek liselerine olmuştur. Zamanın aktörlerinin, İHL’lere öğrenci teveccühünün önünü kesmek amacıyla getirdikleri katsayı ucubesi, tüm meslek liselerine öğrenci akınını durdurduğu gibi bu okulların da işlevlerini yitirmesine sebep oldu.

1998 yılından itibaren uygulamaya konan katsayı adaletsizliği, 2012 yılında kaldırılmış olmasına ve MEB’in onca teşvikine rağmen bu okullar hala eski öğrenci sayısına ve eski görkemli günlerine ulaşabilmiş değil. Bu okullar belli sayıda sınavla öğrenci almaya başlamış olsa da tercih eden öğrencilerin çoğunluğunun, katsayı öncesindeki başarılı ve yetenekli öğrencileri tam çekebildiği söylenemez. Meslek liselerinin dününü ve bugününü bilenlerin ilk akıllarına gelen; yıkmak kolay, yapmak zor sözüdür. Çünkü adamlar budamamış, yıkmışlar. Post modern darbenin üzerinden 23, okullar arasındaki katsayı farkının kaldırılmasının üzerinden 8 yıl geçmiş olmasına rağmen bu okullar hala kendine gelemedi maalesef.

Birilerindeki İHL fobisi hatta düşmanlığı, ülkenin geleceği olan bu okulları, bir daha belini doğrultamayacak şekilde tarumar etmiştir. Gerçekten tek dertleri İHL’ler mi idi yoksa bu ülkeye düşmanlık etmek miydi? Düşünmek lazım. Bu ülkeye, bu ülkenin geleceği olan, gençliğinin baharındaki çocukların önünü keserek bu ülkeye en büyük düşmanlığı yapan sürecin aktörleri, geciken adalet adalet değil misali yıllar sonra yargılandılar. 103 sanıklı davada sanıklardan 21 tanesine, darbeye teşebbüs etme suçundan dolayı ağırlaştırılmış müebbet verildi. Bu ceza müebbede çevrildi. Yaşlarından ve sağlık durumlarından dolayı haklarında kontrol uygulandı ve içeride yatan yok. Sadece üzerlerinde yurtdışına çıkış yasağı var. Ödül gibi ceza ancak buna denir. Keşke, yıllar sonra verilen ve uygulanmayan bu ceza yerine onları, katsayıdan dolayı mağdur ettikleri öğrencilerin önüne çıkarıp öğrenciler onların yüzlerine tükürseydi onlar için en güzel ceza olurdu.

Aslında bu yazıya oturduğumda niyetim, 28 Şubat sürecini yazmak değildi. Konu meslek liseleri olunca ister istemez, bu sürece uzandım. Toplum olarak tam farkına varmasak da çocuklarımızı bu okullara pek göndermek istemesek de meslek liseleri önemli gerçekten. Çünkü bu okullar bu ülkenin yarınıdır. Aynı zamanda bu okullar kara gün dostudur. Eski şaşalı günlerinden eser olmasa da yaşadığımız bu olağanüstü süreçte bu okullar, arı gibi çalıştı, zor zamanda en fazla ihtiyaç hissettiğimiz ürünleri üretti ve iyi gün dostu değil, kara/kötü gün dostu olduğunu gösterdi.

Koronavirüs sürecinde bu okullar neler yaptılar? Miktarlarını yazmadan kısaca bir göz atalım:
*Temizlik malzemeleri ve dezenfektan üretimi,
*Kolanya üretimi,
*Cerrahi/tıbbi maske üretimi,
*Sağlık çalışanlarının korunabilmesi için yüz koruyucu siper,
*Tek kullanımlık önlük üretimi,
* Cerrahi maske makinesi, solunum cihazı ve N95 maske makinesi üretimi, 
*Yoğun bakım yatağı üretimi gibi.

Mesleki ve teknik liselerinin zor günde ortaya koydukları bu performans, geleceğimiz adına ümitlendirdi beni. Bizim ölümüz bu, dirimizi görün siz dedirtti bize. Ölüsü bu ise varın dirisini siz düşünün. Yeter ki biz bu okullara güvenelim, gereken ilgiyi gösterelim, bu okullara her türlü imkanları sunalım.

Sağ olsunlar, var olsunlar. İyi ki varlar. Hepsine minnettarız ve müteşekkiriz. Bu okulların eski günlerini yeniden görmek dileklerimle…

***30/05/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.



27 Mayıs 2020 Çarşamba

Sürümleri Batsın! *

5-6 sene oldu, bir cep telefonu aldım. Adına cep telefonu diyorsak da aslında bir el telefonu. Cebe girmiyor. Girse de zaten cepte durdurmuyoruz. Zira elimiz ve ayağımız bu telefonlar şimdi. Oturduğumuz yerde her işimizi bu aletle yapıyoruz. Öyle bir alet ki sesli ve görüntülü görüşüyor, uzakları yakın ediyoruz, mesajlaşıyoruz, fotoğraf ve video çekimi yaparak ânı ölümsüzleştiriyoruz, adres buluyoruz, konum paylaşıyoruz, ödeme yapıyor, sanal âleme giriyor; Türkiye’de ve dünyada neler olmuş, onları öğreniyoruz. Kimimiz bununla oyun oynuyor. Ben de ortamını buldukça ilave olarak yazı yazarım.

Aldığım bu telefonda saydığım bu özelliklerin tümü var. Alıp alacağım en son telefon bu olsun. Ötesini istemem. Zira bana yeter de artardı bile. Hatta beni öbür dünyaya bile götürür. Bu yüzden gözüm gibi baktım bu telefona. Bunca yıl geçmesine rağmen kırığı yok, çıkığı yok. Sapasağlam duruyor. Üstelik her bir özelliği işlevini görüyor hala.   Benim üzerime başkası kaç defa telefon eskitti. Eskitmediyse de model yükseltmek için sürekli yeniledi. Böylelerine de “Yazık, bir çuval dolusu parayı verip paralarını dışarı atıyorlar” diye serzenişte bulunurum.

Ben böyle serzenişte bulunayım, ayakkabı eskitir gibi telefon değiştiriyorlar diye birilerine kıza durayım. Kızdığı/ayıpladığı insanın başına gelmeyince ölmezmiş. Koronavirüs sürecinde -çok abartanları değil- yerinde ve zamanında ihtiyaca binaen model yükseltmek amacıyla telefon değiştirenlere kısmen hak verdim.  

Malumunuz koronavirüs dolayısıyla hemen hemen her alanda gündelik yaşantımızı değiştirerek çoğunda B planını uygulamaya başladık. Eğitim ve öğretimde de B planına geçtik. Canlı ders vereceğim. Telefonuma Milli Eğitim Bakanlığının “Eğitim Bilişim Ağı” olan EBA’yı telefonuma indirmem gerek. Google Play’i açtım. İndirmeye kalktığımda karşıma kırmızı yazı ile “Cihazınız bu sürümle uyumlu değil.” uyarısını aldım. Hasılı cepten canlı ders yapamadım. Mecburen masaüstü bilgisayara geçtim. Sadece EBA’yı indiremesem yine gam yemeyeceğim. MEB, öğrencilerin günlük yapacağı bir takvim hazırladı. Öğrencilere hatırlatmak için bu takvimi telefonuma indirmeye kalktım. Karşıma tekrar aynı uyarı çıktı. Malum süreç dolayısıyla eş, dost, arkadaşla görüşemeyince hiç olmazsa dijital ortamda birbirimizi görerek karşılıklı konuşalım teklifi alıyorum. Gönderilen davete icabet etmek için Google Play’den program indirmeye kalkıyorum. Yine “Cihazınız bu sürümle uyumlu değil.” uyarısı alıyorum.

Tüm bu olup bitenlerden benim anladığım, telefonumun modelinin eskidiği, bazı işlevlerini yerine getirse de çağa ayak uyduramadığı, ıskartaya çıkartılması gerektiği ve değiştirilme zamanının geldiğidir. Maalesef aldığımız her teknolojik ürün, aldığımız anda veya kısa zamanda demode oluyor. Daha doğrusu birileri eskitiyor. Üzüldüm bu duruma. Cihazım basmatik olsa tarih oldu diyeceğim. Mevcut işlevlerini yerine getirmese tamam, artık bunun değiştirilme zamanı geldi diyeceğim. Yok, böyle bir durum. Yazık gerçekten. Demek ki birileri, çıkardıkları her modeli bu şekilde piyasaya sürüyor. İnsanımız da model yükselteceğim, telefonum her türlü özelliğe sahip olacak diye durmadan telefon değiştirmek durumunda kalıyor.

Teknolojik gelişmelere göre telefonlarda yeni özellikler bulunsun. Buna diyeceğim bir şey olamaz. Ama piyasaya yeni sürülen sürümler, kullandığımız cihazlara niçin uyumlu bir şekilde sürülmüyor? İsterlerse yaparlar. Ama yolmak için yapmıyorlar. Bu yaptıklarıyla bize mevcudu kullan at, telefonunu yenile ve sürekli bize çalış, her yeni telefonla bir taraftan keyif çatarken diğer taraftan da sürüm sürüm sürün, denmek isteniyor. Yoksa başka türlü nasıl tüketim toplumu yapacaklar bizi… Sürümleri batsın, bitmek bilmeyen emelleri de… Allah onların gözlerini doyursun! Nasıl bir şey ise sürüm kadar başlarına taş düşsün…(Bu arada yeni cep telefonu almamak için direneceğim. Eskiye devam gittiği yere kadar…)

*30/05/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




26 Mayıs 2020 Salı

O Ramazan, Ben Ramazan Değildir!

Sosyal medya, birkaç gündür Diyarbakırlı Ramazan Hoca ile gündemde. Bazıları bu konuyu paylaşırken Diyarbakır'ı es geçerek sadece "Ramazan Hoca" diye paylaşım yapıyor. Bu tür paylaşımları görünce ben bile bazen acaba benden mi bahsediyorlar diye düşünmeden edemiyorum. Başkası da aynı düşüncelere sahip olabilir, ben Ramazan ile o Ramazan'ı karıştırabilir ve yanlış anlaşılmaya sebebiyet vermemek için aşağıdaki açıklamaya ihtiyaç duyulmuştur.
Benzerliklerimiz:
1.İkimizin de adının Ramazan olması benim o Ramazan olduğum anlamına gelmez. Nasıl ki her sakallıya amca demiyorsanız adı Ramazan olan herkes de O Ramazan değildir. Adaşız sadece. Ramazanda doğduğum için başka isim aranmadan bana bu ismi vermişler. O Ramazan'ın dedesinin adı Ramazan değilse kuvvetle muhtemel o da ramazanda doğmuştur.
2.İkimize de Ramazan Hoca diyorlar. Videolarına bakınca O, derin ve meşhur bir hocaya benziyor. Benimki yüzeysel hocalık.  Zira o derinlik bende yok. Öğretmencilik oynuyorum sadece. Üstelik ben bu görevi maaş karşılığında yapıyorum. O ise meccanen bu görevi yerine getiriyor. Ayrıca bu ülkede hocadan çok ne var? Nizip'te ismini bilmedikleri ve tanımadıkları kişilere "Hocam" diye hitap ederler. Hocam diye hitap edildikçe sen de beni ne çabuk tanıdılar diye işin aslını öğreninceye kadar bir müddet sevinirsin.
3.Fotoğraftan gördüğüme göre ikimizin de burnu büyük. Belki de tek benzer yönümüz bu. Ama bu ülkede burnu büyük çok kimse var. Ölçmedim ama sanırım benimki daha büyük. Ayrıca her burnu büyük olana Ramazan diyeceksek her Karadenizliye Ramazan demek lazım.
Farklılıklarımız:
1.O, Diyarbakır'da yaşayan bir Diyarbakırlı, ben ise Konya'da yaşayan  bir Konyalıyım. Onun ömrü Diyarbakır'da geçmiş. Bana gelince, ömrü hayatımda Adıyaman-Kahta’da çalışırken Diyarbakır'a bir defa(2001) gittim. O da sınav için. Sınavdan sonra WC'ye gittim. Orada kapalı kaldım. Kapıya vurdum, seslendim. İmdadıma kimse gelmedi. Veli dedikleri bu Ramazan da gelmedi. Veli olsaydı gelir beni kurtarırdı. Nasıl kurtuldun WC'den demeyin. Zira konumuz bu değil. Konumuz, O Ramazan. (Meraklısı için bakınız: https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2016/10/bedava-sirke-baldan-tatl-olmad.html)
2.O Ramazan camiden çıkmaz, durmadan tebliğ görevinde bulunurmuş, ben ise kolay kolay camiye girmem. Kaç aydır cumaya bile gitmedim, bayram namazına da. Sürekli gittiği Diyarbakır Ulu Camiyi de Diyarbakır’a gittiğim zaman ziyaret etmedim.
3.O Ramazan 43 yaşında imiş, ben ise 57 yaşındayım. Yaşımı söylüyorum ki O Ramazan’a çeksin diye bana bu ismi vermediler.
4.Resmine bakarsanız, O Ramazan esmer ve saçları siyah, ben ise sarışınım. Benim saçlarım turuncu. Bakmayın şimdi ağardığına.
5.Basından izlediğim kadarıyla O Ramazan, Diyarbakır'da sevilen biri. Hatta sosyal medyada "RamazanHocaYalnızDeğildir" şeklinde kendisine çığ gibi destek var. Benim ise sevenim yok. Hatta kendimi, kendimin bile sevdiği şüpheli. O Ramazan'ın başına gelen, benim başıma gelse bırakın desteği, "İçeri girmeye" ya da akıl hastanesine yatırılmaya geç bile kalındı" denirdi. Yani O Ramazan yalnız değil, ben Ramazan ise bir başınayım.
6.O Ramazan’ın soyadı Böçkün, benimki Yüce. Yani bırakın aynı Ramazan’dan bahsetmeyi, gördüğünüz gibi aramızda bir akrabalık bağı bile yok. Belki de tek akrabalığımız hepimiz gibi ikimiz de Adem’deniz. Müslüman olduğu için de din kardeşiyim.
7.O Ramazan meşhur ve medyatik oldu. Videoları tıklanma rekorları kırıyor. Ben ise sosyal medyaya takılarak meşhur olmaya çalışan ama bir türlü meşhur olamamış kendi halinde biriyim. Ayrıca paylaşımlarım sinek avlıyor. O Ramazan’ı herkes tanırken beni tanıyan, bir elin parmaklarını geçmez.
8.O Ramazan hakkında kamuoyu her konuda olduğu gibi ikiye bölünmüş durumda. Kimi veli diyor, kimi de deli. Sizi bilmem ama Diyarbakır’da tuvalette mahsur kaldığımda gelip beni kurtarmadığını düşünürsek, bana göre O Ramazan bir veli değil. Ben de bir veli değilim. Benim veliliğim, lise son sınıfta okuyan çocuğum dolayısıyla MEB nezdinde o çocuğumun velisi olmaktan ibarettir. O Ramazan şizofren hastası bir deli mi? Hekim olmadığım için ona deli diyemem. Şöyle konuşmasında normal gibi. Yalnız sahte veya doğru, elinde tapu gibi bir deli raporu varmış. Bana göre benim akıl sağlığım yerinde. Elimde deli olduğuma dair bir raporum bile yok. Ama bir doktora gitsem hakkımda ne der, şimdiden bir şey söyleyemem.
9.O Ramazan yerli ve yabancı turistlere Kur’an’dan ayetler okuyarak tebliğ görevinde bulunuyor. Anladığım kadarıyla dini bilgisi gibi turistlerle de konuştuğuna göre yabancı dil bilgisi de olan biri. Benim İngilizce bilgim “what is your name, where are you from” demekten ibaret. Üstelik İngilizceyi yazıldığı gibi okurum. Yani telaffuz sorunum yok.
10.Konuşmasından O Ramazan’ın Kürt olduğu anlaşılıyor, ben ise rengimden dolayı kimi Avrupalılara, kimi de burnumdan dolayı Karadenizlilere benzetse de Türk’üm.

Gördüğünüz gibi O Ramazan ile ben Ramazan arasında dağlar kadar fark var. Aynı ülkede yaşamanın dışında hemen hemen pek bir benzerliğim yok. Allah O ramazan’ın yardımcısı olsun, benim ve sizin de.

Konu; O Ramazan, ben Ramazan’dan açılmışken bir de şunu söyleyeyim. Ben şu Ramazan da değilim: https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2016/11/ramazan-yuce.html Ayrıca bu zorunlu basın açıklama metnimde sıkça Ramazan’dan bahsettim. Konumuzun, bayramını evlerde yaptığımız ramazan orucuyla bir alakası yok.

Kamuoyuna saygıyla duyurulur…