22 Nisan 2020 Çarşamba

Oruç Bu Sene Daha Bir Zor Geçecek *


Her ibadet nefse ağır geldiğinden yerine getirilmesi zordur. Ama oruç belki de içlerinde en zor olanı. Kolay değil, imsak vaktinden iftar vaktine kadar yemeden, içmeden durmak. Hele bir de oruç tutulan günler uzun günlere rastlıyorsa… O yüzden ibadetlerin içerisinde orucun yeri ayrıdır. Ödülü de diğer ibadetlere oranla daha büyüktür.

Oruçla ilgili bu girizgahtan sonra oruca az ara verip sözü koronavirüs dolayısıyla yaşadığımız olağanüstü duruma bir göz atalım: Malumunuz “Evde kal” sözü gereği çoğunluk evlerine çekildi. İlk 20 yaş altı, 65 yaş yukarısı ve kronik hastaların zaten dışarı çıkması yasak. Aradaki 20-65 yaş aralığı, çok sağda solda dolaşmadan sınırlı ve kısıtlı bir şekilde ara ara dışarı çıkıp evlerinin ihtiyaçlarını giderebiliyor. Ki çıkışı serbest olanlara da 30 büyükşehir ve Zonguldak ilinde hafta sonları sokağa çıkma yasağı uygulanıyor. Dışarıda, işinde gücünde çalışan az sayıda zorunlu sektör elemanları var. Çoğunluk ise evinde. Salgının bugünden yarına gideceği öngörülemediğine göre az sayıda çalışanın dışında çoğunluk ramazanı da evlerinde geçirecek ve orucu evlerimizde tutacağız.

Evde tutacağımız bu oruca, bazılarımız ilk defa bir ramazanı çalışmadan geçireceğim ve evimde olacağım. Benim için çok kolay bir oruç olacak. Zira hiç zorlanmayacağım, düşüncesine sahip olabilir. Ben aynı kanaatte değilim. Bana göre bu sene tutacağımız oruç diğer yıllara göre daha bir zor geçecek. Niçin derseniz, kısaca izah etmeye çalışayım. Diğer yıllarda hem çalışır hem de orucumuzu tutarken zaman zaman zorlandığımız olmuştur. Ama işe kendimizi verdiğimiz zaman, zamanın ne çabuk geçtiğini unuturduk, bir bakmışız ki mesai dolmuş ve evimizin yolunu tutmuşuz. Az bir oyalanmanın ardından iftar sofrasına oturmuşuzdur. Bu sene çoğumuzda mesai mefhumu olmayacağı için vücudumuz yorulmayacak ve evde vakit geçirmek için uğraşacağız. Orucu uykuya tutturalım desen akşama kadar uyuyamazsın. Uyumaya kalksan, yorgun olmayan vücudun gözüne kolay kolay uyku girmez, açlık zaten uyutmaz. Uyusak da bu uykumuz gaylule uykusuna benzer. Kestirmek gibi bir şey. Uyuduğumuzla uyandığımız bir olur. Bu demektir ki vakti nasıl geçireceğiz diye saate bakıp duracağız.

İsterseniz bu anlattıklarımı, geçen ramazanda hafta içi çalışırken tutuğunuz oruçla, hafta sonu evinizde iken tuttuğunuz orucu karşılaştırarak gözünüzün önüne bir getirin. Belki de birçoğunuz, hafta sonu için keşke işte çalışsam daha iyiydi demişsinizdir. Anlatmak istediğim boş iken tutulan orucun zorluğu. Gerçekten zor geçecek bu ramazan. Dışarı çıkıp bir dolaşayım desen ya sokağa çıkma yasağıyla karşılaşacaksın ya da sık sık “Evde kal, hayat eve sığar” sözlerine muhatap olacaksın.

Diyelim ki vakit geldiğinde namazımızı kıldık, başta Kur’an’ı Kerim olmak üzere anlamını okuduk, diğer kitaplara da vakit ayırdık, biraz TV’den haber dinledik, film izledik, biraz da dijital ortama takıldık, ardından vücut yorgun düştü, biraz kestirdik. Hepsi birkaç saatte biter. Ya sonra? Mevzubahis olan vakit birkaç saatten ibaret değil ki…Dile kolay 15 saatten fazla aç be aç duracağız.

Hasılı çalışırken veya evimizde otururken zor olsa da kolay olsa da biz bu ramazanı tutacağız. Zira boynumuzun borcudur, kulluk vazifemizdir. Allah kat kat ecrini verir inşallah. Umarım bu zorlu vazife, her kula nasip olur. Tuttuğumuz orucun, yapacağımız fiili duaların kabul olması dileklerimle. Hepimizin ramazanı mübarek olsun.

*24/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Kişinin Bu Dünyaya Dair Sözü Olmalı *


Bazı insanlar eleştirse de sosyal medyayı yararlı görenlerdenim. İnsanların sağa sola sataşmadan bilgi, donanım ve birikimlerini paylaşmasını isterim. İster dini, ister sosyal, ister kültürel, ister siyasi olsun hayatın her alanına dair görüşlerini bu aleme yansıtmasında sakınca görmem.  Görüşlere dair eleştiri ve savunma haklarını kullanmasını da sıcak karşılarım. Yeter ki bir seviye korunsun. Bu alemin bir etik değeri olsun.

İsterim ki bu alem trollere teslim olmasın, algılara zemin hazırlamasın. Bu alemde bilgi kirliliği olmasın, insanlar mimlenmesin, kutuplaşmaya götürecek seviyede insanlar fanatiklik olmasın. Herkes, kimseden çekinmeden görüşlerini serdedebilsin. İsteyen, kendisine uygun olan paylaşıma destek versin, dileyen paylaşıma eleştiri getirsin ve bu görüşe katılmadığını beyan etsin. İsteyen de -şimdilerde çoğunun yaptığı gibi- okusun, iz bırakmadan ve rengini belli etmeden çekip gitsin. Ama kimse veya bir zümre töhmet altında bırakılmasın. Her türlü eleştiriye, savunmaya, beğeniye ve yoruma saygı gösterilsin. Kişilerin anası, babası, meşrebi, soy sopu,  dini, mezhebi, cinsiyeti, bölgesi işin içine katılıp sorgulanmasın. Kimse, yaptığı paylaşımdan dolayı “Acaba, başıma bir şey gelir mi” diye bir endişe taşımasın. Kimse kimsenin niyetini okumaya kalkmasın. Anlayamadığı bir yeri bir daha sorsun bir daha sorsun, anladığıyla yetinsin. Ama kişi ve zümreler hakkında hüküm vermeye yeltenmesin.

İsterim ki bu alemde slogan olmasın, sloganlarla yaşanmasın. Kişiler hedef alınmasın, fikir ve görüşler çarpışsın. Bu çarpışmalarda tarafların tek amacı, hakikatin ortaya çıkması olsun. Bir hakikatin ortaya çıkmayacağı belli olmuşsa “Senin görüşün sana, benim görüşüm bana”, fakat dostluğumuz baki, densin.

İsterim ki bu alemdeki paylaşımlar, herkesin faydalanabileceği şekilde kişinin kendi bilgi ve birikimlerini ortaya koyan birer ürün olsun. Bu alem, kişilere övgü ve sövgü yeri ve birilerine taraftar kazanma platformu olmasın. Merak ediyorum, insanların kendilerine ait hiçbir düşüncesi ve kanaati olamaz mı? Ki olmalı bana göre. Çünkü her bir insan özeldir. Diğerlerinden farklı alametifarikası vardır. İlla birbirimize benzemek, her konuda birbirimizle aynı düşünme zorunda mıyız? Her yazı ve paylaşım, iki konuşmamızdan biri, gecemiz ve gündüzümüz, tilkinin planı gibi mi olmalı? Biliyorsunuz, tilkinin yüz planı olur, bu yüz planın 99’u, horozu haklamak üzerine olurmuş. Bizim de her paylaşımımız bir siyasi lideri övmek, diğerini kötülemek, onun görüşünü savunmak veya bir şeyhin görüşlerini paylaşmaktan ibaret mi olmalı? Nerede kaldı bizi diğerlerinden ayıran belirgin özelliklerimiz? Bizim bu dünyaya dair hiç mi görüşümüz ve sözümüz olmaz? Varlık ve yaşama sebebimiz onlar mı? Hele bu dünyaya dair bir şeyler söylemiş,  eline az-çok imkan geçmiş ve uygulama imkanı bulmuş ve tarih olmuş tarihi kişilikleri övmenin ve yermenin, bizi kutuplaştırmanın ötesinde ne faydası var. Övme ve yerme; topu taca atmaktan, her türlü nimeti başkasına mal etmekten, her türlü kötülüğü birine ihale etmekten, bende/bizde bir cacık yok, varsa yoksa onlar gibisi bir daha gelmez demekten ve egomuzu tatmin etmekten başka, günümüzde hangi sorunu çözer? Unutmayalım ki övme ve yerme, bize tembellikten ve yeni kurtarıcılar beklemekten başka bir miskinlik vermez. Bırakalım o tarihi kişilikleri ve onları birbiriyle vuruşturmayı. Zira onlar zamanında söyleyeceklerini söylemiş, yapacaklarını yapmış veya yapmamışlar. Biz bugüne dair ne söyler ne yaparız, ona bakalım.

Sonuç olarak yeni sosyal mesafenin ortaya çıktığı günümüzde, sosyal medya daha yararlı kullanılabilir. Özgün fikirlerimiz bu alemde neşet bulabilir. Yeter ki kimsenin adamı olmayalım. 

*25/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Evde Ramazan ***


Sayılı günler çabuk geçiyor. Geldi geliyor derken ramazan gelip çattı. 24.04.2020 günü Müslümanlar oruç tutmaya başlıyor. İmsak vakti, yemeden ve içmeden kesilmek suretiyle başlayacak olan bu maraton, bir ay boyunca 15 saati aşkın bir süre devam edip akşam gün tam batıncaya kadar sürecek ve 23.05.2020 günü akşamı, iftar vakti ile son bulacak.

2020 Ramazanı, diğer zamanlarda tutulan oruç gibi olmayacak. Gelişi de sessiz oldu, gidişi de sessiz olacak. Çünkü kaç aydır devlet ve millet, koronavirüs veya kovid-19 adı verilen tehlikeli ve sinsi bir salgınla imtihanda. Üstelik ne zaman gideceği de belli değil. Öyle bir salgın ki yaptığımız rutin ibadetlerden bile bizi ayırdı. Ne camiye gidebiliyoruz ne cuma kılabiliyoruz ne de insanlar bir araya gelebiliyor. Çoğunluk evlerine kapanmış vaziyette ve ibadetlerini evlerinde eda etmeye çalışıyor.

Salgın riski devam ettiğinden dolayı geleneklerimizde ayrı bir yeri olan cemaatle teravih namazı, camilerde cemaatle kılınamayacağı gibi ramazanla özdeşlemiş olan mukabele de camilerimizde icra edilemeyecek. Bu mukabele geleneğinden halkımız, dijital ortam vasıtasıyla yararlanabilecek. İftar davetleri de haliyle sekteye uğrayacak. Dışarıda çalışmak zorunda olan pek azımız hariç orucumuzu evlerimizde hapis hayatı yaşarken tutacağız. Bu senenin orucuna, evde ramazan adı verilse yanlış olmaz. Çünkü birbirimizle temas yoluyla geçen bu salgın bize bunu dayatıyor.

Salgının olmadığı sair ramazanlarda işinde gücünde olan birçok insanımız, keşke imkanım olsa da ramazanlarda iş yapmayıp orucumu evimde geçirebilseydim diye temenni ederdi. Hiç kimse böyle olağanüstü bir ortamı temenni etmiyordu ama virüs dolayısıyla bu temenni gerçekleşti. Çünkü çoğunluk evlerinde ramazanı geçirecek. Temennim odur ki evlerimizde karşılayacağımız bu ayın manevi ikliminden olabildiğince faydalanabilmektir.

Ramazanı ne şekilde geçireceğini insanımız çok iyi bilir. Tereciye tere satmak gibi olmasın ama bu ayda ne yapabilirim diyenler için bu konuyla ilgili birkaç kelam etmek isterim: Burada bu ayda zekat, fitre, ramazan kolisi dağıtma gibi yardımlaşmadan bahsetmeyeceğim. Bunları zaten bizim insanımız biliyor ve fakir fukaranın ihtiyacını bu ayda diğer aylara oranla daha fazla karşılıyor. Beş vakit namazdan da bahsetmeyeceğim. Çünkü beş vakit namaz da tıpkı oruç gibi yerine getirmemiz gereken boynumuzun borcu bir ibadettir.

Ramazan ayını diğer aylara sultan ve değerli kılan, bu ayda tutulan oruçtan ziyade Kur’an-ı Kerim’in bu ayda inmeye başlamasıdır. Yani Kur’an, bu ayda inzal olmaya başladığından dolayı bu ay, mübarek bir aydır. Bu durumda oruç tutarken en fazla hemhal olmamız gereken de Kur’an-ı Kerim’dir. Onu okuyacağız. Okumakla kalmayıp onu anlamaya çalışacağız. Bunun bir ileri aşaması da anladığımızı hayatımıza tatbik etmeye çalışmak olmalıdır. Çünkü çoğumuz Kur’an’ı sular seller gibi okuyor. En büyük sorunumuz, okuduğumuzu anlamamak ve hayatımıza tatbik etmemektir. Diğer zamanlarda iş yoğunluğundan dolayı okuduğumuzu anlamaya pek vakit bulamıyorduk. Evde geçireceğimiz bu vakit, Kur’an’ı anlamak için en büyük fırsat olacaktır. Çünkü dünyada en çok okunan kitap olduğu halde okuyucusu tarafından tam anlamıyla anlaşılmayan belki de tek kitap Kur’an-ı Kerim’dir. Allah, okuduğunu anlamayı ve anladığıyla amil olmayı bizlere nasip etsin. Okuduğumuz Kur’an, yaptığımız yardımlar ve tuttuğumuz oruçlar, inşallah bu salgın belasının üzerimizden, memleketimizden gitmesine bir vesile olur.

***23/04/2020 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

21 Nisan 2020 Salı

Bu Tanrı Misafirini Ağırlamaya Kim Hazır?

                     "Dilimin ucuna bağla!"
Meteorolojinin pek takip edilmediği, takip edilse de yalancı kabul edildiği, eşeğin vazgeçilmez tek ulaşım aracı olduğu zamanın behrinde biri, bir başka köye ziyarete gider. Köylü, Tanrı misafirinin ziyaretinden pek hoşnut kalır. Onu hoş tutmak için misafirperverliğini gösterir, hizmette kusur etmez. Aynı hizmeti ahırda bağlı eşeğe de gösterirler. 

Bugün yarın derken gördüğü ilgi ve alaka karşısında misafir, ziyaretini uzatır. Artık gideyim derken kış aniden bastırır. Eski kışlardan bir kış olur. Yağan kar erimeden üzerine bir daha bir daha kar yağar. Yollar kapanır. Gidilecek gibi değildir. Misafir köyün misafirhanesinde, eşek de ahırda kala kalırlar. 

Köylü, hava muhalefetinden gidemeyen misafirlerine bakmaya devam eder. Tanrı misafiri ne de olsa. Sonra gidilecek gibi değil. Hem yollar kapalı hem de karın ardından gelen kuru ve soğuk ayaz da kışın olmazsa olmazı. Bu durumda karın erimesi beklenecek mecburen.

4-5 ayın ardından, nihayet karlar erimeye başlar. Kaç aydır köyün bir ferdi olan misafir, "Dostlar! Her şey için teşekkür ediyorum. Nice zamandır bana baktınız. Gördüğünüz gibi karlar erimeye başladı, yollar açıldı. Bu demektir ki bana yol göründü. Yolcu yolunda gerek. Karanlık bastırmadan köyüme varayım. Getirin şu eşeğimi" der. Köylüde içten içe bir sevinç belirir. Ama bu sevinci belli etmezler. Zira misafire ayıp etmiş olurlar. İçlerinden biri koşarak ahıra gider, yularından tuttuğu gibi eşeği getirir. 

Aylarca ekmek elden, su gölden yaşayan Tanrı misafiri, eşeğin yularından tutar, kendisini uğurlamaya gelen köylüyle tek tek kucaklaşır. (Çünkü o zamanlarda sosyal mesafe yoktur) ve "Kalın sağlıcakla!" der demez, köyün ileri gelenlerinden biri nezaketen "Kalsaydın" der. Elinde yular, eşeğe binmeye çalışan Tanrı misafir, bu sözden pek memnun kalır. Sözün sahibine döner: "Madem ısrar ediyorsunuz, kalayım. Eşeği nereye bağlayayım" diyerek eşeğin yularını uzatır. Beklemedikleri bu durum karşısında köylü dona kalır ve ne diyeceğini şaşırır. Ama Tanrı misafirine birinin bir şey söylemesi gerek. Söz de misafire kalaydın diyene düşer. Önce dilini çıkarır, eliyle dilini gösterir ve "Şudilimin ucuna bağla" diye cevap verir.

Misafir ne kadar kaldı, misafire kal diyene köylü ne yaptı bilinmez. Çünkü hikaye burada biter. Bilinen tek şey, misafir ekmek elden, su gölden, yaşamaya devam eder. Bir diğer bilinen, köylerde eskisi gibi misafirhane kalmadığıdır. Belki de köylerdeki misafir odaları bu misafirden dolayı tarih olmuştur.

Bayram değil, seyran değil, bu hikaye ne alaka demeyin. Benim için bu hikayenin tam zamanı. Çünkü malum her hafta sonu 30 büyükşehir ve Zonguldak'ta yaşayanlar sokağa çıkma yasağına alıştı. Üstelik bu sefer yasak katlamalı olarak 4 güne çıkarıldı. Bu demektir ki 23 Nisanda çocuklar gibi şen olmayacağım. İçim neşe de dolmayacak. Bu durumdan muzdarip olan ben, sokağa çıkma yasağına tabi olmayan illerimize göz kırptım. Buralarda yaşayan dostlarımdan da "Sizi şehrimizde ağırlamak isteriz" davetleri almaya başladım. Davetten öte bir ısrar gibi algıladım ben bu davetleri. Bu ilgi ve alaka beni fazlasıyla mesrur etmiştir. Bu ısrar karşısında bulunduğum şehirde daha ne kadar kalırım bilemiyorum. Her an için davet edildiğim şehirlere Tanrı misafiri olarak gidebilirim ve ben anlattığım hikayedeki Tanrı misafiri ile aynı familyadanım. Onun geleneğini devam ettirmek niyetindeyim. Zira geleneklerine bağlı ve bu gelenekleri yaşatmaya çalışan birisiyim. İstedim ki benim için ısrar kokan davetlerini dostlarım, bir daha gözden geçirsinler. Sonra kendi düşen ağlamaz. Benim için hava hoş. Zira ekmek elden, su gölden. Bu vesileyle paramı da tasarruf etmiş olurum.

20 Nisan 2020 Pazartesi

Özelliğimizi Ne Zaman/Nasıl Kaybederiz? *

Her bir insan özeldir. Bakmayın fiziki olarak birbirimize benzediğimize. Özel biri olduğumuz, çocukluğumuzda kendini gösterir. Bu tespitin doğruluğunu, birlikte yaşadığınız veya bir süre gördüğünüz küçük bir çocuğu izleyerek test edebilirsiniz. Gördüğünüz çocuk öyle güzel, öyle farklı ve orijinal sorular sorar, kendine özgü öyle cevaplar verir, öyle hareketler yapar ki şaşırır kalır ve hayranlığınızı ifade etmekten kendinizi alamazsınız. Çocuğun çok akıllı, zeki, farklı ve özel biri olduğunu anlarsınız. Sadece bu gördüğünüz değil, tüm çocuklar özeldir. Aslında biz büyükler de küçükken bu özel çocuklardan biri idik.

Küçüklüğünde, çocuğu özel kılan etkenlerin başında, aile ortamında teneffüs ettiği sevgi ortamı gelir. Çünkü hemen hemen her çocuk sevgi ile beslenir. Bu sevgi ortamı, çocuğun alabildiğine doğal davranmasını doğurur. Bu doğallıkta rol yoktur. Kişinin olduğu gibi davranmasıdır. Çocuk çikolata, oyuncak gibi küçük beklentiler dışında büyük beklenti içerisine girmez. Hata yaparsam dışlanırım, hayatım kararır endişesi taşımaz, başkası ne der demez. Gösterilen sevgi ve ilgiye paralel olarak içinden geldiği gibi konuşur ve hareket eder.

Kendisini izleyen büyüklere mutluluk veren, onları eğlendiren, onlara hoşça vakit geçirten bu özel çocuklar, büyüyünce nasıl birbirlerine benzemeye başlıyorlar? Her yönüyle özel olan bu çocuklar, büyüdükçe nasıl oluyor da alelade biri olup çıkıyorlar? Bu durumun enine boyuna incelenmesi gerekir. Bana göre “Ah, bir büyüsem, neler neler yaparım” diyen bu özel çocuklar, büyüdükçe hayatın öbür yüzünü görmeye başlıyorlar: Şiddeti, azarlanmayı, ayıplanmayı, dışlanmayı, yadırganmayı; mazeret üretmeyi, tembelliği, rahata düşkünlüğü, menfaat ve çıkarı; torpili, yalanı, haksızlığı, haksızlığa karşı sessiz kalınma gibi ne kadar olumsuz durum varsa görüyorlar. Aykırı hareket edenlerin, farklı görüş serdedenlerin ve yapılan haksızlıklara karşı çıkanların başlarına neler geldiğini de yaşayarak bir güzel öğreniyorlar. Tüm bunları düzeltemeyeceklerini, haksızlıklara karşı çıktıkları takdirde yalnız kalacaklarını, başkasının başına gelen akıbetin, kendilerinin de başına geleceğini düşünmeye başlıyorlar ve büyüdüklerine pişman oluyorlar. Ardından hesap kitap yapmaya başlıyorlar. Şöyle yapar veya böyle yaparsam dışlanırım, ayıplanırım. Ne olur ne olmaz, başıma bir şey gelir, hedef ve beklentilerimi gerçekleştiremem endişesiyle, kendisini farklı kılan ve özel olmasını sağlayan yönlerini törpülemeye başlıyorlar. İçlerine sinmese de uydum kalabalığa diyerek sürü psikolojisi ile hareket etmeyi yeğliyorlar. Bu endişe ve korku; kişiyi önce sessizliğe büründürüyor, ardından bulduğu sürünün içine itiyor ve bir müddet sonra sürüye uyum sağlıyor. Tüm bu süreç, kişiyi kendisi olmaktan uzaklaştırıyor, onun özel kişiliğini yok ediyor ve milyonlarca kişiden biri haline getiriyor. Çocukluğundaki özel çocuğu ara ki bulasın.

Sürünün bir parçası olduktan sonra önlerine konan ev ödevi; önünde bulduğu yerleşik düzene karşı çıkmamak, sürüden ayrılmamak, büyüklerin gittiği yoldan gitmek, onların dediğini ve yaptığını yapmak, su akarken -kazan kazan prensibi gereği- testiyi doldurmaktır. Ait hissettiği kişi, grup, camia her kim ise kendinden hiçbir şey katmadan onların görüşlerini savunmak ve yaymaya çalışmaktır.

Bir gün tüm yaptıklarından pişmanlık duyup gittiğim yol, yol değil; ben özüme, gerçek kişiliğime döneceğim dese de başarılı olamaz. Çünkü alelade bir insandır artık.

*27/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

19 Nisan 2020 Pazar

Temizlik Hastalığına Dikkat! *


1979 yılında orta birinci sınıf öğrencisi iken Türkçe dersimize giren bir kadın öğretmenimiz vardı. Sınıfa geldiğinde sınıfın kapı koluna dokunmaz, dokunmak zorunda kalırsa da kapıyı, elinde sürekli bulundurduğu kağıt mendil ile açardı. Öğretmen masa ve sandalyesi temiz olduğu halde çantasından çıkardığı peçete ile kendisi tekrar temizlerdi. Bize zaten dokunmazdı. Maazallah bizden kendisine mikrop bulaşabilirdi.  Temiz değil, tertemiz bir kadındı anlayacağınız.
*
2000 öncesi Güneydoğu’nun bir ilinde görev yaparken bir ramazan günü bazı erkek meslektaşlarımı evime iftara davet etmiştim. Birlikte akşam ezanının okunmasını beklerken en son davetlimiz, eşiyle birlikte davetimize icabet etti. Ben meslektaşımı diğer misafirlerin bulunduğu odaya aldım. Daha sonradan eşimin anlattığına göre davetlinin eşi içeriye girer girmez mutfağa geçmiş. Göz ucuyla mutfaktaki yemeklere, yemeklerin tabaklara servis edilişine bakmış, mutfağın temiz ve hijyen olup olmadığını bir güzel inceledikten sonra temizlikten geçer not almış olmalıyız ki kendisi için hazırlanan sofraya lütfedip oturmuş. Yemeklerimiz ne kadar içine sindi, içi ne kadar götürdü bilinmez.

Bir başka zaman iftar davetime eşiyle birlikte en son icabet eden arkadaş “Hocam, hep sizlerin evinde oturuyoruz, bir akşam çayını da bizde birlikte içelim” dedi. Israrı üzerine birkaç erkek arkadaş evine gittik. Otururken idrar yollarında sorunu olan bir arkadaş ev sahibine, “Lavabonuz müsait ise kullanabilir miyim” dedi. Arkadaş lavaboya gittikten sonra evin kadınının ağlama sesi, oturduğumuz odayı da kapladı. Biz kalkıncaya kadar da sesli bir şekilde ağlamaya devam etti. Lavabodan gelen arkadaş bir ara “Hocam, yengenin bir rahatsızlığı mı var? Niye ağlıyor” dedi. Ev sahibi, “Yok bir şeyi. O, zaman zaman böyle ağlar” dedi. Birlikte oturduklarımız, durduk yere bu ağlamaya bir anlam veremese de ben meseleyi anlamıştım. Yenge hanım, ev dışından gelen biri tarafından WC ve lavabosunun kirletildiğine ağlıyordu. Çünkü evime iftara geldiğinden biliyorum. Temizlik konusunda normalin üzerinde bir hassasiyete sahipti.
*
Dört yıl önce tanıdığım bir kadın var. Evine haftada birkaç defa temizlikçi gelir. Ev tepeden tırnağa temizlenir. Temizlikçi ile birlikte evin kadını da çalışır. Onun görevi evde ne kadar giyilen, giyilecek olan; kirli veya temiz elbise varsa balkona tek tek çıkartmaktır. Çamaşırı önce tersinden, sonra düz tarafından dakikalarca çırpar. Bu eylem, sadece kirli çamaşırlar için değil; hem kirli hem de yıkanan çamaşırlar için tekrarlanır. Evin, kullanılan ve kullanılmayan diğer eşyaları da aynı şekilde balkondan rutin bir şekilde çırpılır, tertemiz yapılır.
*
Çevrenizde “Ellerimi yıkamasam duramam, kıyafetlerimi temiz olduğuna inanana kadar yıkıyorum, bulaşık makinesi benden iyi temizleyemez, kapı kollarına dokunamam, başkasının evinde tuvalete giremem” (sabah.com.tr) şeklinde takıntısı olanlar eksik olmaz. Halk arasında “Temizlik hastalığı” olarak adlandırılan bu hastalığa tıp dilinde, “obsesif kompulsif kişilik bozukluğu" (OKB) deniyormuş. “Takıntılı şekilde temizlik tutkunluğu, her şeyin kirli olduğu hissine inanma ve her şeyi sürekli yıkama, silme gibi eylemlerin sürekli tekrarlanması, temizlik hastalığı olarak adlandırılır. Bunun altında yatan sebep anksiyete bozukluğu, şüphecilik ve emin olamama hissi, saplantılı düşüncelerdir. Diğer tüm takıntılarda olduğu gibi aynı süreci izler. Kişi bu bozuklukların mantık dışı olduğunu bildiği halde kendi davranışlarını engelleyemez. İstem dışı davranışlarını sürekli tekrarlayarak engellemeye çalışır. Saplantılı düşünceden kurtulmaya ve unutmaya çaba gösterir. Fakat başarılı olamaz. Örneğin, elini yıkadığı halde emin olamadığı için tekrar yıkar, sürekli ev temizliği yapar, misafirin ardından misafirin kullandığı her şeyi yeniden temizler, zamanın çoğunu temizlik yaparak geçirir, kirli olduğunu düşündüğü her nesneyi kullanmadan önce yeniden yıkar…vs. (sabah.com.tr)

Her yüz kişiden iki kişide -daha çok kadınlarda- görülen bu hastalığın tedavi edilebilir olduğunu, tedavi edilmediği takdirde kendisi ciddi sağlık problemleri yaşadığı gibi bu durumdan çevresindekiler de etkilenebilir diyor Dr. Mehmet Yavuz: “Öncelikle kişinin sosyal ve iş yaşantısı bozulur. Aşırı temizlik tutkusundan ötürü çevresindeki arkadaşları evine gelmek istemeyebilir. Kendisini bu durum karşısında mutsuz hisseder. Aynı zamanda bu tarz hastalıklarda kişi en çok kendisine zarar verir. Zamanın çoğunu temizliğe ayırdığı için zaman kaybı yaşar, diğer yapması gereken hiçbir şeye konsantre olamaz. Gerek ev ve sosyal çevresiyle gerekse iş ortamı ile ilişkileri bozulur. İş performansı önemli derecede olumsuz etkilenir. Evli ise eşi ve çocuğu ile iletişim bozukluğu yaşar. Kendisini temizlik yaparak sürekli hırpalar, günün sonunda yorgun ve bitkin düşer. Bir dönem sonra kişi bedensel olarak da belirli rahatsızlıklara zemin hazırlamış olur”. (sabah.com.tr)

Temizlik hastalığına yakalanmış kişileri ayıplamıyorum. Çünkü bir takıntı durumu söz konusudur. Burada sözlerime son verirken kadınlar temizlik konusunda çok titizdir. Bu titizliğin bir ileri evresi temizlik hastalığıdır. Kişiye ve birlikte yaşadıklarına hayatı zindan eden bu hastalığa değinmemin sebebi, bizi bundan sonra bekleyen tehlikeye işaret etmektir. Çünkü koronavirüs hastalığına yakalanma riski dolayısıyla toplumumuzun tamamı temizlik konusunda çok hassaslaştık. Ümit ederim ki salgından kaynaklanan temizlik konusundaki bu titizliğimiz ve takıntımız, koronavirüs sonrasına sirayet etmez. Eğer sirayet ederse virüs kadar tehlikeli bir hastalıkla karşı karşıya kalacağız demektir. Üstelik bu hastalığın tedavisi koronavirüs tedavisinden daha zor olur ve kalıcı iz bırakır. Hasta oranımız da yüzde ikide kalmaz. Erkekler de bu yolun yolcusu olabilir. Titizliğimiz, ileride hayatı zindan edecek şekilde bağımlılık yapmasın. Covit-19 belasından sonra yeni bir bela ile yüz yüze kalmayalım. Aman dikkat!

*20/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Meslek Gruplarının Onuruyla Oynamak **

Meslekleri biz parasına, itibarına, çalışma şartlarına, riskli-risksiz, önemli-önemsiz, masa başı iş, gözde ve aranan meslekler olarak görüyor ve değerlendiriyor olsak da insanın ve diğer canlıların ihtiyaç duyduğu her meslek önemlidir. Zamanın şartlarına ve teknolojiye göre bazı meslekler, yok olup veya gözden düşse de her meslek, zamanında önemli bir görevi yerine getirmiştir. Aynı meslek grubundan o mesleği icra edenlerin iş bulma ve iş yapma konusunda zorlanmaları, o meslek grubunun önemsizliğinden değil, ihtiyacın ötesinde kişinin, aynı mesleğe yönelmesinden kaynaklanmaktadır. Bu da ihtiyaca göre meslek erbabı plânlaması yapamayışımızdan kaynaklanmaktadır.

Anlatmak istediğim, ihtiyaç olan meslekler daha gözde meslekler olsa da her meslek önemli ve kutsaldır. Her mesleğin de kendine özgü çalışma şartları vardır. Bazısı mesaiye tabi, bazısı mesai harici çalışmayı gerektirir, bazısı esnek çalışma şeklinde yerine getirilir. Bazı meslekler daha dikkat isteyen meslek iken bazısının çalışma şekli daha rahat olabiliyor. Durum bu iken çoğu kimse, kendi icra ettiği meslek ve görevinin daha önemli ve zor olduğunu, bazı meslek erbabının hiçbir iş yapmadığını, bedavadan para aldığını değişik platformlarda dillendirmektedir. Bu tür dillendirmeler o meslek erbabını ister istemez üzmektedir. Ne demek istediğimi bir iki örnek vererek izah etmek isterim:
·         "Şu öğretmenler yok mu? Yılın altı ayı tatil yapıyorlar. Hep yatıyorlar, yattıkları yerden para kazanıyorlar". (Öğretmenlerin tatili kişiden kişiye değişiyor: Kimi 3, kimi 4 ay tatil. Aslında öğretmenlerin yıllık tatilleri toplamda 2,5 aydır. Ama koronavirüs dolayısıyla okullar tatil edilince yazın bir telafi eğitimi yapılmazsa öğretmenler ilk defa 4,5 ay tatil yapmış olacaklar. Birçok meslek grubu yaşadığımız bu salgın ortamında tatil yapıyor iken yaşlılara hizmet etmek amacıyla görev yapan öğretmenler de var.)
·         "İmamlar ne iş yapıyorlar ki… hiçbir iş yapmıyorlar. Tüm gün boşlar. Hazır camilerde namaz da kıldırmadıklarına göre koronavirüs dolayısıyla evlerinden çıkamayanların ihtiyaçlarını imamlar gidersin" şeklinde ses çıkartanlar oluyor. (Sadece kıldırdıkları beş vakit hesabı yapılınca mantık doğru olabilir ama camilerde görevli olanlar, bir vakit görevini yerine getirdikten sonra diğer vakti beklemek zorunda ve camisinin civarından uzaklaşamıyor. Yani kendini bir yere bağlamış oluyor. Bu bağlanma, ara boşluklara rağmen tüm günü kapsıyor. Nereden bakıldığına bağlı. Bir bakışa göre tüm günleri boş, diğer bakışa göre tüm günleri dolu. Ayrıca yaşadığımız bu olağanüstü durum dolayısıyla oluşturulan vefa gruplarında gönüllü olarak görev yapan din görevlileri var.)

Başka örnekler de verebilirim. Çünkü eleştirilen meslek grubu çok. Ama en fazla eleştirilen meslek gruplarının başında, öğretmen ve cami görevlileri gelmektedir. Her meslek grubunun çalışma şartları ve mesaileri farklı olabildiği gibi bu iki meslek grubunun da çalışma şartları ve mesaileri farklıdır. Öğretmen ve din görevlilerinin mesaileri eleştirilebilir. Ne şekilde olması gerektiğine dair Milli Eğitim Bakanlığına ve Diyanet İşleri Başkanlığına öneriler* de sunulabilir. Eleştiri ve öneriye eyvallah ama bunun muhatabı, öğretmen ve din görevlileri değildir. Bağlı oldukları kurumlarıdır. MEB veya DİB, farklı bir mesai düzenlemesi yaptı da öğretmen ve din görevlileri, biz bu mesaiyi kabul etmiyor mu diyorlar da öğretmen ve din görevlileri yatarak para kazanıyor eleştirisi yapılıyor. Maalesef bu tür eleştiriler, bu iki meslek sahiplerini üzmektedir.

*Benim bu iki meslek grubu için önerim: Dersi olsun veya olmasın öğretmenlere, hafta içi her gün okulda olacak şekilde bir düzenleme yapılabilir. (09.00-16.00 arası gibi) Bu da tam gün eğitim demektir. Derslik ihtiyacından dolayı hala birçok yerde ikili öğretim yapılıyor iken bu önerinin şimdilik uygulanabilmesi mümkün değildir.
Beş vakit namazın dışında imam ve müezzinlere, camide ifa edebilecekleri mesai saatleri konabilir. (09.00-12.00 veya 10.00-15.00 gibi)

**19/04/2020 tarihinde Kahta Söz'de yayımlanmıştır.