15 Nisan 2020 Çarşamba

Evde Kalmak mı yoksa Dışarıda Kalmak mı?


Bir aydır eve kapananlar, evde sıkıldık diyenler, bir an düşünün ki koronavirüs dışarıda birbirimizle temas yoluyla değil de kapalı mekanlarda, özellikle evlerde ortaya çıksa, evin bilinemeyen bir köşesinden bulaşmış olsa o zaman yetkililer ve uzmanlar, "evde kalın", yerine "evlere girmeyin", "dışarıda kalın" diyeceklerdi. O zaman ne yapıp ne ederdik? Şimdi sıkılınsa da evlerde yiyip içip yatılıyor. Olur mu öyle şey, olmaz olmaz, demeyin. Ölmez sağ kalırsak bizleri nasıl bir sürpriz bekliyor, göreceğiz.

Dışarı daha iyi demeyin. Bir düşünün ki 7'den 70'e herkes dışarıda ve evlerine girip uyuyamıyor. (Depremleri gözünüzün önüne getirin) Bu durumun belirsiz bir şekilde aylarca sürdüğünü düşünün. Her şeyden geçtim, telefonunuzun şarjı bitse nerede şarz edeceksiniz?

O yüzden beterin beteri var. Oturun, oturduğunuz yerde. Rahatınıza bakın ve sıkılmayın. Sıkıldıkça benim bu olası felaket senaryom, aklınıza gelsin. Ardından oh be, dünya varmış, deyin. Hiç sıkılmayacaksınız.

14 Nisan 2020 Salı

Görevden Alınmayı mı Tercih Edersin yoksa İstifa Etmeyi mi? *


Kamu veya özel sektör olsun bir yerde yöneticilik görevini yürütmekte olan makam sahipleri için zaman zaman “görevden alındı...el çektirildi...istifası istendi...” gibi sözleri duyarız. Futbol kulüplerinde teknik direktörlük yapanların başına daha fazla gelir.

Hiç tasvip etmiyorum “görevden alındı” türü sözleri. Kendi başıma gelmiş gibi üzülürüm bu yol ile alınanlara. Bunun başka yolu olmalı diyorum. Çünkü bu üslubu kırıcı ve onur zedeleyici olarak görürüm. Pekala “nöbet değişimi yaşandı...görevi bıraktı...emekliliğini/affını istedi...” gibi bir üslubun tercih edilmesi daha şık kaçar diye düşünüyorum.

Sonucu itibariyle aynı amaca hizmet etmesine rağmen gönül alıcı üslup yerine, niçin onur kırıcı üslup ve yollar tercih edilir? Tek aklıma gelen, görevden alınan kimsenin istifa seçeneğini kullanmaması geliyor. Biliyorum tüm sorumluluğuna rağmen koltuk tatlıdır. İnsan oturduğu koltuğu kolay kolay bırakmak istemez… Kendisine yetki, sorumluluk ve koltuk verilen her bir insan geldiği koltuğun hakkını vermek, başarılı olmak, adından söz ettirmek ve o koltukta kalıcı olmak ister. Kendinde de o yeteneği görüyor olabilir. Şayet bu koltuk sahibi,
·         İstenen/beklenen başarıyı gösterememiş, beklentilerin altında kalmış ve kurumunu ileriye taşıyamamış ise,
·         Koltuğun hakkını yeterince veremiyorsa,
·         Heyecanını kaybetmiş ve kendi kendini tekrarlamaya başlamışsa,
·         Kendini yetiştirememiş ve geliştirememişse,
·         Kurumunda sosyal barışı bozuyor, personelini motive edecek katkı sağlayamıyor ise,
·         Risk almaktan kaçınıyorsa,
·         Sayısız mazeret ve gerekçelerin arkasına sığınıyor, eksikliği kendinde değil, başkalarında buluyorsa,
·         Kurumunda ağırlığını hissettiremiyor, etkisiz elemanlara oynuyor ise,
·         Bariz hata yapmış, bu hata onulmaz yaralar açmış/açacak ise,
·         Amirleriyle bir eşgüdüm içerisinde uyumlu çalışamıyor, onlara ayak uyduramıyor, onların hızına yetişemiyor ve amirleri, kendisi ile çalışmaktan haz almıyor ise,
·         Kamuoyunda kendisine karşı hoşnutsuzluklar oluşmuş ve varlığı birlikte çalıştığı insanlara zarar verir hale gelmiş ise…

Bu durumda o koltuğu hala işgal etmesinin bir anlamı var mı? Niye görevden alınmayı bekliyor? Yapışık mı o koltuk kendisine? Anasından bu koltukla mı doğdu? İstifa denen bir mekanizma var. Alır eline beyaz kağıdı. Görevden affını isteyen bir dilekçe yazar ve istifa eder. Bu istifanın, basında ve kamuoyunda “falan görevini bıraktı…affını istedi…koltuğunu terk etti…” şeklinde yer alması daha hoş ve şık kaçmaz mı? Bu yol ile kendi onurunu koruduğu gibi hem de koltuk sevdalısı olmadığını göstermiş olur. Ayrıca birlikte çalıştığı insanların da elini rahatlatmış olur ve bıraktığı kuruma da taze bir kan ve heyecan gelmesine -en azından giderken- katkı sağlamış olur.

Batı ülkelerinde en ufak bir hatada tek taraflı bir tasarruf diyebileceğimiz bu istifa seçeneği, sıkça kullanılırken bizim ülkemizde bu yol ve seçenek maalesef nadiren işler. Bunu da ancak kendine güvenebilen az sayıda kişi yapabiliyor. Unutmayalım ki insan onuru, koltuktan daha önce gelir. Zira insan onuru için yaşar.

*15/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




13 Nisan 2020 Pazartesi

Doğu Toplumlarında İstifa Müessesesi ***

Cuma akşamı 22.00 sularında 31 ilde sokağa çıkma yasağının ilan edildiğine dair yapılan açıklama üzerine, alışveriş yapmak için halkın bir kısmının, fırın ve bakkalların önünde sosyal mesafeye riayet etmeden oluşturduğu kalabalıklar, yürütülmekte olan süreci sekteye uğratabileceği endişesiyle kamuoyu nezdinde eleştirilmişti. Yapılan tüm bu eleştiriler üzerine İçişleri Bakanı Sayın Soylu, Pazar akşamı sokağa çıkma yasağı sona ermeden, “oluşan bu tablodaki payın kendisine ait olduğunu belirterek görevinden ayrıldığını” açıkladı. Bomba etkisi yapan bu istifa, Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilmedi ve konu kapandı.

İstifa yerindeydi, değildi, Soylu hatalıydı veya değildi üzerinde durmayacağım. Zaten Soylu, sürecin bu noktaya gelebileceğini öngöremediğini belirterek hata yaptığını kabul etmiş ve hatasını savunmamıştır. Bu açıklamayı yaparak özeleştiri yapan birine, hala hatalısın demenin bir anlamı yoktur. Zira hatalı olduğunu kabullenmek bir erdemdir. Her insan kolay kolay hata yaptığını kabullenmez. İnsanlar hata yapabildiği gibi yönetimlerde görev yapanlar da hata yapabilir. Böyle durumlarda özür ve ardından istifa etmek, erdemli ve bir o kadar da onurlu bir davranıştır, çünkü hatayı üstlenmiştir.  Çoğu kişi, hatasını kabullenip özür dilemez. Zira özür çoğu kimseye zor gelir. İstifa, küçümsenecek bir davranış değildir. İcra ettiği makamdan feragat etmektir, koltuğu kendisinin boşaltmasıdır, “kazanılmış hakkım zayi olacak” dememektir, koltuğa yapışıp kalmamaktır. Tek taraflı bu istifa müessesesini işletenler, gücünü makamdan değil, makamına güç veren kalite ve kalifiye kişilerdir. Nereye giderlerse kalitelerini konuştururlar ve gittikleri yere değer katarlar.

Ülkemizde ve Doğu toplumlarında bu tek taraflı müessese, pek işlemez ve işletilmez. Koltukta oturan, kurumunu yerlerde süründürse, hata üstüne hata yapsa bile aklına gelmeyen tek şey, kendisinin istifa etmesi gerektiğidir. Rezil ve rüsva olsa da toplumda bir itibarı kalmasa da kafalar kuma gömülür ve yola devam edilir. Çünkü kerameti kendinden menkul bilir, kendini vazgeçilmez Hint kumaşı gibi görür. İstifa ederse kurumun daha da kötüye gideceğine, kaçıp gitme gibi değerlendirileceğine, itibar kaybedeceğine, kendisini inandırdığı gibi etrafını da inandırmaya çalışır. Halbuki istifalar  kişiye itibar kazandırır. Çünkü yönetim makamında olan birinin makamından ayrılması “Parada, pulda, makam ve mevkide gözüm yoktur, hata yaparsam tüm bunları terk ederek bedelini öderim. Ne beni getirenleri ne de kendimi yıpratırım. Ben anamdan yönetici olarak doğmadım” demesidir.

Türkiye’de pek görülmez bu istifa müessesesi. Bireysel istifalar olur, sayısı da bir elin parmaklarını geçmez. Demirbaş gibidir bu ülkede yöneticilik. Attın mı kapağı, ancak emeklilik ve ölüm ayırır bizi oradan. Bu durum kamu kurumlarında böyle olduğu gibi siyasette de böyledir. Girdiği sayısız seçimlerde istenilen başarıyı gösteremeyen, partisini iktidara taşıyamayan parti liderleriyle doludur bu ülke. STK’larımız da böyle, cemaat ve tarikatlarımız da. “Ben partimi ileriye taşıyamadım” deyip ayrılmayı düşünen olsa bile yanındaki bazı kişiler, onu bu düşüncesinden vazgeçirmeye muvaffak olurlar.

Hasılı istifa kabul edilir veya edilmez. Ama bu ülkede pek işlemeyen istifa müessesesinin zaman zaman işlemesi en büyük temennimdir. Çünkü her istifa taze kandır, yeni bir heyecandır, birlikte çalıştığın insanlara yol açmak ve ellerini güçlendirmektir. Şayet tek taraflı olan istifa mekanizması işletilmeyecekse, o zaman kurumların başarılı olmasını, kişilere endeksli olmayacak şekilde kurumsallaştırmak ve kurum kültürünü yerleştirmek gerekiyor. Kurumlarda kurum kültürü yerleşirse yönetimin başında kimin olması pek fark etmez. Devlette de süreklilik, yerleşik düzen ve hafıza bu şekilde sağlanmış olur.

***14/04/2020 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

12 Nisan 2020 Pazar

Düşmanın En Tehlikelisi **


Asıl olan kişinin düşmanının olmamasıdır. Düşmanın olacaksa da görünür ve bilinen düşman ve düşmanları tercih ederim. Çünkü görünür düşmanın kim olduğunu, gücünün ne olduğunu, sana nereden ve nasıl saldıracağını bilir, ona göre uyanık olur, tedbirini alırsın. Düşmanınla başa çıkacak gücün yoksa ilişmez, uzak durur, suyunu bulundurmaz, iyi geçinmeye çalışırsın. Tehlikesine karşın erkekliğin onda dokuzu kaçmaktır deyip gerekirse kaçarsın.

Ya düşmanın; bilinmeyen, nereden, nasıl geleceği ve ne kadar zarar vereceği kestirilemeyen görünmeyen bir düşman ise... İşte o zaman yandın demektir. Yat ağla, kalk ağla artık o zaman. Çünkü en büyük ve tehlikeli düşmanla karşı karşıyasın. Zira bu düşman sinsidir, görünmez ve nereden saldıracağı bilinemez. Nasıl mücadele edersin, nasıl korursun buna karşı kendini. Üstelik ne zaman çekip gideceği, sana kötülük yapmaktan vazgeçeceği de belli değil. Büyük bir korku hakim olur insanda. Ne yedirir ne içirir ne de uyutur. Gecen-gündüzün bu görünmeyen düşman olur. Ölmekten beter bir durumdur bu görünmeyen düşmanla yaşamak.

Görünmeyen düşman denince akla ilk gelen şeytandır. Zira o insanın en büyük düşmanıdır. Hasedinden dolayı insana karşı hep kötülük düşünür ve tıpkı kendisi gibi insan da yoldan çıksın ister. Çünkü yanına arkadaş arıyor. Bunun için her yolu dener bu görünmez düşman. Kişiye kah sağından kah solundan kah arka ve önünden yaklaşmaya çalışır. Tehlikeli, sinsi, vesveseci ve hasetçi bu düşmana karşı insan aklıyla, vicdanıyla, iradesiyle, inancıyla karşı koyar. Çünkü iyilik bellidir, kötülük bellidir. İnsan, inatla iyilik yolunu seçerse şeytan hedefine ulaşamaz. Çünkü şeytanın, insan üzerinde bir yaptırımı yoktur. Hasılı görünmüyor da olsa bu düşmanımızla yaşamaya devam ediyoruz.

Ya covit-19 için ne dersiniz? Bu da görünmeyen bir düşman. Şu ana kadar gördüğüm en büyük düşman türü. Şeytana rahmet okutacak cinsten üstelik. Çünkü şeytanın tüm yaptığı, vesvese ve kötüyü iyi göstermekten ve bizi kandırmaya çalışmaktan ibaret. Bu ise mikrop mu mikrop. Vücuda nasıl girdiğini bile bilmiyoruz. Saldığı mikrop hızlı bir şekilde yayılıyor. Bu virüsü kaptığımızı ateş, öksürük ve nefes alıp vermede zorlandığımız zaman anlayabiliyoruz. Bu belirtiler de en az 14 günde ortaya çıkıyor. Bu zamana gelinceye kadar kendimi sağlam bildiğim için kimlerle temas edip hastalığı kimlere bulaştırdım, Allah bilir. Sonra, bulaştırdığım insanları ara ki bulasın. Buldum diyelim, onlar da bir başkasına bulaştırmış oluyor o zamana kadar. Hızlı, yayılmacı özelliği olan bu virüs aynı zamanda öldürücü özelliğe sahip. Verdiği korku da işin çabası. Bundandır ki bir aydır evlerimize kapandık. Hiç olmadığı kadar paranoyak seviyesinde temizlik hastası olduk. Ne bir yere temas edebiliyoruz ne de eşimizle dostumuzla temas edebiliyoruz. Hemcinsimizi görünce kaçacak delik arıyoruz.

Hasılı bu görünmeyen, sinsi, öldürücü salgın, dünyayı esir almış durumda. Sizin biliminiz, teknolojiniz, tıp biliminiz, güç ve kuvvetiniz bana vız gelir deyip bize meydan okuyor. Nazarımda sıfırsınız diyor. Bizim tek yapabildiğimiz evde kal demekten ibaret. Kaçıyoruz ondan. Ama onun nerede saklandığını bilemeden kaçıyoruz. Bize, eşimize, dostumuza ne zaman isabet edecek endişe ve korkusu yaşıyoruz. Sayesinde, unuttuğumuz sokağa çıkma yasaklarıyla yeniden tanıştık. İstemediğimiz ama burnumuzun ucunda biten bu mikrobun ne zaman çekip gideceğini bile bilmiyoruz. Allah bu görünmez düşmandan ve beterinden saklasın ama onca gelişmişliğine rağmen dünyanın tüm gücü, bir mikroba boyun eğecek kadarmış. Artık benim için dünyanın tüm güç ve kuvveti örümcek ağı mesabesindedir. Belki ondan da zayıf.

**12/04/2020 tarihinde Kahta Söz'de yayımlanmıştır.



11 Nisan 2020 Cumartesi

Sayan Ekmeği Nasıl Aramazsın Şimdi! *

Cuma akşamı saat 22.00’de 30 büyükşehir ve Zonguldak’ta hafta sonu sokağa çıkma yasağının uygulanacağının açıklanmasının ardından, ekmek başta olmak üzere bazı ihtiyaçlarını karşılamak için halkın, fırın ve marketlerin önünde sosyal mesafe kuralına riayet etmeden sıraya girmesi, bir kaosun oluşmasına neden oldu ve büyük tepki çekti. Dışarı çıkanlar eleştirildiği kadar sokağa çıkma yasağının son anda açıklanması da eleştirildi. Sokağa çıkma yasağı öncesi, cadde ve sokaklarda oluşan bu kalabalığın bedelini ülke olarak belki de ağır bir şekilde ödeyeceğiz.

Sokağa çıkma yasağı öncesi oluşan nahoş görüntü, bize gösterdi ki çoğunluğumuz, günübirlik yaşıyoruz. En ufak bir sıkıntıda ve ani eve kapanma durumunda, evde kendi kendimize yetecek birkaç günümüz yok. Temel besin maddelerimiz olsa da sofralarımızın vazgeçilmezi olan ekmeğimiz olmuyor. Çünkü ekseriyetimiz, ekmek ihtiyacını fırın/market/bakkaldan karşılıyor. Dini bayramlar geldiği zaman fırınlar, nöbetleşe çalışınca -şayet daha önceden ekmeğimizi tedarik etmemişsek- her zaman bulduğumuz ekmeği bulmakta zorlanır ve fellik fellik ekmek ararız.

Bizim bu ekmek konusundaki günübirlik yaşantımız, beni geçmişe/çocukluğuma götürdü ve eski insanları hayırla yad ettim. Çünkü onlar bizden daha tedbirli idiler. Yaşı, kırkın üzerinde olanlar bu durumu daha iyi bilirler. Bilmeyenlerimiz için kısaca değinmek istiyorum. Başlıkta sayan ekmek dedim. Birçoğunuz bu ismi duymamış olabilir. Hatta bu ekmeği hiç görmedim, nasıl bir ekmek diyen de çıkabilir. Türkiye’nin hemen hemen her yerinde yapılan kış ekmeği de denilen bu ekmeğe, yöresel olarak farklı isimler verilmiştir: Sahan ekmek, sağan ekmek, yufka, yuka, şepit, şebit(kalın pide), ince pide gibi. Hatta sa’n ekmek şeklinde telaffuz edenler de var. Lavaş ekmeğinin bir benzeridir.

Özellikle kırsal kesimde yaşayan Anadolu insanının, vazgeçemediği bir ekmek türü olan bu ekmeği yapmak meşakkatlidir. Komşu veya akraba birkaç kadın bir araya gelir. Aralarında bir işbölümü yapılır. Mayasız olarak önceden yoğrulan hamuru, bir tanesi beze yapar, bir diğeri bezeyi elindeki oklavayla senit üzerinde hafifçe yayar, diğerine uzatır. O da hamuru daire olacak şekilde 50-100 cm çapında ve 1-2 mm kalınlığında iyice açar, pişirmesi için ocağın başındaki diğerine uzatır. Ekmek, kızgın saç üzerinde gevreyene kadar pişirilir. Pişirilen ekmek üst üste gelecek şekilde bir sini üzerine konur. Göz kararı, belli seviyeye gelen ve direk adı verilen bu ekmek, arada getir götür işi yapan bir başkası tarafından evin mutfağına/kayıt evine götürülür. Yoğrulan hamur bitinceye kadar ekmek yapmaya devam edilir. Genelde bu ekmek yapma işi akşama kadar sürer. Parayla yapılmayan bu iş, başka günlerde diğer işbölümü yapılan kişiler için de sırayla yapılır.

Konya'nın bir yöresinde (Karasınır) sayan/sahan/sağan/sa’n ekmek adı da verilen, diğer bölgelerde yufka, yuka, şebit veya şepit olarak bilinen bu ekmeğin en önemli özelliği, dayanıklı ve bereketli olmasıdır. Ekmeğin bayatlama durumu söz konusu değil. En az bir altı ay yenir. Gevrek durumunda olan bu ekmek, yeneceği zaman ıslatılır. Ekmek yumuşadıktan sonra dürülür, yemeye hazır hale gelir ve afiyetle yenir. Hazmı da kolaydır bu ekmeğin.

Şimdilerde kırsalın çok az yerinde sayan/yufka ekmek yapma geleneği, eskisi gibi devam ediyor. Bazı yerlerde ise bu ekmek, parayla yaptırılır olsa da evlerin yine vazgeçilmezidir. Şehirde apartman hayatı yaşayanlar ise bu ekmeğe olan özlemlerini ya yufkacıdan alarak giderip öğün savıyorlar ya da müstakil evlerde bu ekmeği normal ekmek fiyatına yapanlara sipariş vererek gideriyorlar.

Sokağa çıkma yasağı uygulandığında veya bir doğal afette, anlatmaya çalıştığım bu sayan ekmeği nasıl aramazsın şimdi. Evde bu ekmek varsa ekmek için ayrıca bakkala, fırına ihtiyaç duymazsın. Ekmek bayatladı, bu bayat ekmekleri ne yapacağız derdi de yok. Islat ıslat ye…

Hasılı, kötü günler için özellikle ekmek konusunda bir B planımız olsa çok iyi olacak. Yoksa istemediğimiz görüntüleri tekrar tekrar yaşarız.

*18/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





Bir Çuval İnciri Berbat Etmek

Sinsi, bulaşıcı ve öldürücü özelliği olan, görünmeyen virüsle mücadele etmek için bir aydır kriz yönetimini bir plan ve program dahilinde yönet. Alınan yerinde tedbirleri uygulamak ve mesafe almak için geceni gündüzüne kat; uğraş, didin. Başka ülkelerin koronavirüs ile mücadelede düştüğü duruma düşmemek için azami gayret göster. Millete sürekli “Evde kal”, “Zorunlu olmadıkça evden çıkma. Zira hayat eve sığar” de. Milletin çoğunluğu da kendi sağlığı ve memleketin selameti için evde kalma kuralına harfiyen uysun. 

Sonra bir el, bir ay boyunca oturtmaya çalıştığımız, evde kal kuralının içine çomak soksun ve halkı sokağa döksün. Kalabalıklar fırın, bakkal ve marketlere akın etsin, sosyal mesafe kuralı hiçe sayılsın. Üzerine bir de sıra kavgası(meydan savaşı) yapılsın. Bir çuval inciri berbat etmek denir buna. Bu trajikomik durumu bazıları, “Sokağa çıkma yasağı, tüm yurtta coşkuyla kutlanıyor. Halk sokaklara döküldü” şeklinde ifade etmiş. Bu akıl tutulması başka türlü ifade edilemezdi zaten. Gecenin en anlamlı ve manidar sözü bu idi bana göre. Sözün mucidini tebrik ediyorum buradan. 

Şimdi gelelim sadede. Bu olayda kim suçlu? Bilin ki amacım suçlu aramak değil. Ama burada, çoğunluğun alışveriş için sosyal mesafe kuralını hiçe sayarak soluğu sokakta almasını çoğumuz, sokağa çıkanları suçluyoruz. İki gün ekmek yemeyince ölmezsiniz. Üstelik bir de kola almış diyoruz, görüntülere bakarak. Burada suçlu aranacaksa en son suçlu halktır. Halk dediğimiz sürü psikolojisi ile hareket eder.  Burada esas sorgulanması gereken, sokağa çıkma yasağının, yasağa iki saat kala açıklanmasındadır. Halbuki bu yasağın ilanı, yasağın uygulanacağı saatten en az bir gün öncesinde halka duyurulmalıydı. Bazıları savunmacı bir refleksle “Daha önce de duyurulsaydı bu halk, aynı kalabalıkları oluştururdu” diyor. Sen zamanında açıkla da halk uymazsa o zaman halkı suçlayalım. Maalesef burada yasak kararı alanlar, zamanlama hatası yapmıştır. 

Virüsün ilk ortaya çıktığı andan itibaren yetkililerimizin başka ülkelere örnek olacak şekilde bir yönetim sergilemesi takdire şayandır. İsterseniz bir hatırlayalım: Salgın tehlikesi yüksek olan yerlerdeki vatandaşlarımızı ülkeye getirtmesi, onları yurtlarda karantinaya alması, birçok ülkenin bulmakta zorlandığı maske konusunda insanımıza maske sıkıntısı yaşatmaması ve maskeleri ücretsiz vermesi, ilk 20 yaş ile 65 yukarısına sokağa çıkma getirmesi; polisiyle, askeriyle ve gönüllülerden oluşan vefa gruplarıyla, sokağa çıkamayanların ihtiyaçlarını karşılatması, okulları zamanında tatil etmesi, fırsatçılara göz açtırmaması, işini kaybedenlere ve işine gidemeyenlere destek olmak amacıyla ülke çapında Milli Dayanışma Kampanyası düzenlemesi, esnek çalışma düzenlemesi yapması, salgın riski yüksek olan işyerlerini kapatması gibi. Kısaca baştan itibaren kriz yönetimini bir plan ve program dahilinde iyi yönetmiştir ve halkı zamanında bilgilendirilmiştir. Ta ki 30 büyükşehir ve Zonguldak ilini kapsayan hafta sonu sokağa çıkma ilanına kadar.  Burada yasağa sözüm yok. Eleştirim yasağın zamanlamasına. Maalesef burada yasağı geç açıklamanın sonuçlarının hesaba katılmadığı görülmektedir. 

Süreci şu ana kadar çok iyi yürüten devlet aklı, bu son uygulamasıyla bir yanlışa imza atmıştır. Umarım, bir yol kazasıdır, arkası gelmez. Bu zamanlama hatası bize pahalıya patlamaz, bir aylık süreci berhava etmez ve bir çuval inciri berbat etmiş olmaz. Yönetime yeniden devlet aklı hakim olur. Bu da bizim kulağımıza küpe olsun!

*13/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


10 Nisan 2020 Cuma

Örümcek Ağından İbaret Dünya ***


Bilim baş döndürecek şekilde gelişti. Sürekli yeni icatlara imza attı ve atmaya devam ediyor.
Bilime paralel olarak teknoloji de gelişti. Aldı başını gidiyor. Yetişebilene ve takip edene aşk olsun. Robot ve dijital çağa geçmeye hazırlanıyor.
Tıp ilmi de bilimsel gelişmelerden nasibini alanlardan. Yeni alet ve edevatla muayene teknikleri geliştirdi, teşhis ve tedavide büyük mesafe kat etti. Büyük büyük hastaneler kuruldu.
Bilim ve teknoloji ışığında insanoğlu devasa binalar yaptı, fabrikalar kurdu, üç vardiya birden seri üretime geçti. Üretim, pazarlama, ithalat ve ihracat tam gaz gidiyor.  
İnsanoğlu dün hayal bile edemediği emellerine bir bir ulaştı; güç, kuvvet, zenginlik, şöhret, makam ve mevkie kondu.
Seçimler kazandı, savaşlar kazandı; para, şan ve şöhret kazandı. Gücü ele geçiren dünyaya ayar vermeye kalktı, veriyor da. Kim ne diyebilirdi bu güce…Kim karşı çıkabilirdi bu ulaşılmaz güce sonra…

Bilim ve teknolojide bunca ilerlemesine rağmen insanoğlunun tek eksikliği, huzur ve mutluluktu. Parayla alınıp satılmayan bu huzur da gelecekti elbet bir gün. Tüm arayış, tüm hırs ve güç-kuvvet gösterisi bunun için değil miydi ayrıca…

Baş döndüren bilim ve teknoloji daha nelere imza atacak diye beklerken Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan bir virüs, üç ay gibi bir zaman zarfında dünyayı esir aldı, şehirleri hayalet şehre döndürdü, iş ve sosyal hayatı bitirdi ve bizleri evlerimize kapattı. Gözle görünmeyen, hangi hayvandan geçtiği dahi tespit edilemeyen, doğru dürüst tedavisi bilinemeyen, ölümlere sebebiyet veren, daha nicelerini öldüreceği kestirilemeyen ve adına Kovit-19 denen virüs gösterdi ki; onca icat ve baş döndüren gelişmişliğe imza atan bilim, robot teknolojisine geçmeye hazırlanan teknoloji, modern hastanelerde hastaları modern aletlerle tedavi etmeye çalışan tıp, her kapıyı açar denen para, zenginlik, şöhret, makamlar, güç, kuvvet, devletler, kısaca dijital çağa hazırlanan dünya, bu koronavirüs karşısında çaresiz ve aciz. Tıp, salgınla mücadele için 1,5 yıldan önce aşıyı bulamam diyor. Maske bulmakta zorlanan koca koca devletler “Evde kalın, evden çıkmayın” demekten başka bir şey yapamıyor. Görünmeyen, nereden bize vurup yere yıkacağını kestiremediğimiz, bulaşıcı özelliği olan bir virüsün verdiği korku bize yetti de arttı bile. Ölmeden öldürdü bizi.

Hasılı bir virüse teslim oldu dünya. Hepimiz evlerimizde esiriz şimdi. Bir umutla çekip gitmesini bekliyoruz. Demek ki baş döndüren gelişmişliğiyle dünyanın, bir virüslük kadar canı varmış. Dünyanın bu acizliğini görünce örümcek ağı aklıma geldi. Demek ki övündüğümüz tüm gücümüz bir örümcek ağı kadarmış. “Örümcekler günümüz teknolojisinin bile çözemediği inanılmaz canlılardır. Örümcek ağının çok özel nitelikleri olan sağlamlık ve esneklik bugüne kadar taklit edilemedi. Aynı çaptaki bir çelik telden iki kat daha güçlü olan bu doku ne kadar çekilirse çekilsin orijinal durumuna dönecek kadar esnektir.”

Gerçekten virüse teslim olan, onunla nasıl mücadele edeceğini dahi bile bilmeyen dünya, bu aşamadan sonra benim nazarımda örümcek ağı kadardır, hatta ondan da zayıf: “Allah’tan başka varlıkların korumasına sığınanların durumu, örümceğin durumuna benzer: Örümcek, (ağını) kendine bir yuva yapar, ama yuvaların en çürüğü de örümceğin yuvasıdır. Keşke bilselerdi! (Ankebut Süresi, 41.ayet)

***16/04/2020 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.